31 Mayıs 2009 Pazar

Bakara,178

(178) Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas farz kı­lındı. Hür insana karşı hür insan, köleye karşı köle, kadına karşılık kadın. Öldüren, Öldürülenin kardeşi (vârisi) tarafından affedilirse Öl­dürene örfe uymak ve affedene (diyetle) iyilikte bulunmak gerekir. Bu size Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Kim bundan sonra haddi aşarsa ona acıklı azap vardır.

Böyle bir toplum meydana getirdik biz. Yani imanın altı şartına iman eden, sevdiği malı cimrilik yapmayıp cömertçe veren, yakınlarına, yetim­lere, fakirlere, yolda kalmışlara, dilenenlere, kölelere veren, dosdoğru na­mazını kılan, namazda bir araya gelen, fakirlerini zekâtla zengin hale ge­tiren, sözünde duran, sabreden bir toplum meydana geldi. Ama bu toplum içindeki insanların da bazı hissiyatları var. Galeyana gelebilir, bazı olay­lar olabilir. Böyle bir toplumda da düzeni sağlamak için Allah (c.c.) cezai müeyyideler getirmiştir. Alîah (c.c.)'ün iki türlü kanunu vardır âyet-i kerîmede;

1- Asıl kanunları vardır. Namazı kılınız, zekâtı veriniz, yalan söyle­meyiniz, içki içmeyiniz bunlar asıl kanunlardır. Birbirinize yardım edi­niz, sadaka veriniz. Devletinizi kurunuz cennet gibi yaşayınız. Asıl ka­nunlar bunlar.

2- Bir de bunları korumaya yönelik kanunlar vardır. Onlar da cezaî müeyyideler. Cezaî müeyyidelerde iki kısma ayrılıyor.

1- Ahirette verilecek cezalar.

2- Bu dünyada iken verilecek cezalar.

Bunlardan bir tanesi toplum içinde adam öldürmeye teşebbüs olabi­lir. Çeşitli sebeplerle. Bu Hz. Adem'in çocuklarından Kabil'le beraber başlamış. Madem ki öldürme olayı olabilecektir, onun önlemini alabil­mek için Allah (c.c.) de âyet-i kerîmelerini indirmiş. "Ey iman edenler Öldürme olaylarında size kısas farz kılındı. Hür bir insana karşılık hür bir insan, köleye karşılık köle, kadına karşılık kadın öldürülür ceza ola­rak. Bir hür insan bir hür insanı öldürürse, bir köle bir köleyi öldürürse, bir kadın bir kadını öldürürse, o öldüren kişi de cezalandırılır yani öldü­rülür."

Allah (c.c), bu âyet-i kerîmeyi açıklamak üzere Maide sûresinin 45. âyet-i kerîmesini nazil kılmıştır.

Orada biz onlara şöyle farz kıldık yazdık. Cana karşı can, göze kar­şılık göz, buruna karşılık burun, kulağa karşılık kulak, dişe karşı diş, ya­ralara da kısas. Yani yaralamaya misilleme olarak yaralamayı kısas olarak onlara farz kılındığını ifade ediyor.

Bu âyet-i kerîme biraz kapalı ama Maide sûresinin 45. âyet-i kerîmesi onu açmış. Eğer Maide sûresinin 45. âyet-i kerîmesi nazil olma­mış olsaydı, o zaman şöyle bir yanlış anlama doğabilirdi. Hür insana kar­şı hür insan. Yani hür bir insan hür bir insanı öldürürse ceza olarak o hür insan öldürülür. Ancak hür bir insan kadını öldürürse, hür insan öldürüle­mez. Veya kadın bir hür insanı öldürürse, kadın ceza olarak öldürülemez gibi bir mânâ çıkabilir idi. Fakat Allah (c.c.) buna da gidilmemesi için yani daha da açıklık getirmek üzere bu Maide sûresinin 45. âyet-i kerîmesini nazil kılmış. Halkımızın diline de "dişe karşı diş" şeklinde geçmiş. Bu âyet-i kerîme nerde ise bir atasözü haline gelmiş veya bir hu­kuk kaidesi olarak halkımıza mal edilebilmiş.

Nitekim 1400 sene uygulamada kalması nedeniyle halkımız bir çok İslâm hukukunun maddelerini atasözü haline getirmişler kullanmaktadır­lar. Anadolu'da babalarınızın analarınızın bazı olayları izah ederken söyleyiverdiklerinin çoğu İslâm hukukunda bir maddedir aslında.

Hani su tutanın, toprak kullananın diye bir söz vardır. Sonra bu söz siyasî sahada biraz istismar edildi ayrı. Buna benzer hani dişe diş, göze göz, tabiri geçiverir. Bunlar İslâm hukukundan halka mal olmuş şeyler­dir.

Ama 60-70 seneden beri uygulanmakta olan bugünkü ceza veya medenî hukukla ilgili bir maddeyi halkımızın bilmesi mümkün değildir. İlla başınız mahkemeye düşecek olursa o yoldan geçmekte olan bir avu­kata gitmezseniz, dilekçe veremezsiniz. Usûl yönünden reddedilir dilek­çeniz. Yazdığınız yazı, başlığınız, noktalamanız, virgülünüz nedeniyle hakim usul yönüyle dilekçenizi reddeder. Niye? Bu hukuku ayakta tutan insanlar yani hakim ve avukatlar birbirlerimize yardım edelim onlarda yaşasınlar diye -avukatlarımıza sataşma yok tabiî-. Onlarla biz de aynı inancı taşıyoruz.

Yaşayan ceza yasası doçentlerinden bir tanesi bir kitap yazmış. Kita­bında bir âyet-i kerîmeyi almış. Maide sûresinin 32. âyet-i kerimesi.

Gayreti diniyyesi de fazla olmayan bu adam diyor ki, bütün dünya hukuklarında ceza yasalarında böylesine güzel bir söze raslanamamıştır bu güne kadar.

Âyet-i kerîmede Rabbim, kim haksız yere bir adamı öldürürse yani hiçbir insanı öldürmemiş bir adamın adam öldürme suçu yok, başka bir suçu da yok; suçsuz yere bir adam öldürürse bütün insanları öldürmüş gi­bidir diyor.

Katilin cürmünü beyan ediyor burada.

Yani işlenen bir cinayeti yalnız ferde karşı işlenmiş bir cinayet değil, bütün dünyadaki insanlara karşı işlenmiş bir cinayet olarak değerlendiri­yor Allah (c.c.) bu âyet-i kerîmesinde.

Ama günümüzdeki bu güçlü yani kendisini güçlü gören müstekbir­ler, kendi insanlarından bir insan öldürülürse topyekün o milleti topa tutabiliyorlar. Çünkü ordakiler can değil insan değiller. Kendi milletinden bir insan öldürüldü mü, adam ordular gönderip orada milyonlarca insanı öldürüyor. Yani can deyince kendi canını anlıyor.

Bizim okumakta olduğumuz, iman etmekte olduğumuz âyet-i kerîme'de ise "müslüman nefis demiyor." Kim bir nefsi öldürürse herhan­gi bir insanı öldürürse, yani bu Müslüman da olabilir, Arap da olabilir, Türk de olabilir, Çinli budist de olabilir, Japon da olabilir, Amerikalı da olabilir, Afrikalı da olabilir. Her hangi bir insanı haksız yere öldürürse topyekün insanları öldürmüş gibidir diyor Allah (c.c.)

Ve günümüzde İslâm hukukunun bu maddesine sataşmalar vardır bir kısım imansızlar tarafından. Efendim 20. asırda da adam öldürmek yani adam öldüreni öldürmek olurmuymuş. Bu yasa kaldırılmalıymış. İslâm kaldırıldı o ayrı. Yani yürürlükte olmadığı halde faraziye olarak bizim camide okumamıza kızıyor adam. Bu maddeyi niye okuyorsunuz diye kı­zıyor.

Bu ayeti kaldırdınız ama bir senede ölen ve öldürülenin sayısı 10 binlere varıyor Türkiye gibi bir ülkede. Onun içindir ki Allah (c.c);


(179) Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır. Umulurki sakınırsınız.

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Bakara, 175,176,177

175-İşte onlar hidayet karşılığında sapıklığı ve mağfiret karşılığında azabı satın almışlardır: oysa ateşten ne kadar az korkar görünüyorlar!

Katade, Hasan-I Basri, Mücahid, Said b. Cübeyr ve Rebi1 b. enes bu ifa­deyi "Onlar, kendilerini ateşe sürükleyecek ameli işlemeye nasıl cesaret eder­ler?" şeklinde izah etmişlerdir. Taberi de bu görüştedir.

Mücahidden nakledilen başka bir görüşe göre, o bu âyeti şöyle izah et­miştir: "Onlara cehennemlik amellerini işleten şey nedir?"

Allah teala bu âyet-i kelimesiyle, Hz. Muhammed´in sıfatlarını Tevratta gizleyen ve bunun karşılığında faiz, rüşvet gibi şeyleri yiyen Yahudilerin du­rumlarına dikkatleri çekmekte ve bunların yaptıklarına şaşılması gerektiğini be­yan etmektedir.

Onların ticareti ise, işte onlar yani Allah'ın âyetlerini gizleyenler, Al­lah'ın âyetlerini para karşılığında satanlar, onlar hidayeti verip sapıklığı satın alanlardır. Allah'ın mağfiretini affını verip, azabı satın alan kişiler­dir onlar. Ne kadar da ateşe karşı sabırlıdırlar. Veya ateşe karşı ne kadar cüretkârdırlar. Yani Cehenneme doğru bir gidiş var onlar bu gidiş esna­sında da pazarlıktalar. Alış veriş yapıyorlar. Hidayet verip dalalet satın alıyorlar, mağfireti verip azabı satın alıyorlar. Ve azabı Cehennemin aza­bını, kendilerine doğru yaklaştırıyorlar.

Sabır kelimesini daha önce izah etmiştik. Bakara sûresinin 153. âyet-i kerîmesinde. Orada sabrın bir mânâsı da cesaretli olmak, metin olmak mânâsına geliyordu. Bu âyet-i kerîmeyi misal vermiştik.Ateşe karşı ne kadar sabırlılar mânâsı olduğu gibi ateşe karşı ne kadar cür'etkârlar diyor Allah (c.c).


176-İşte böyle: ilahî kelâmı, hakikati sergilemek için indiren Allah olduğundan, Ona karşı kendi görüşlerini dayatanlar derin bir açmazdadırlar.

Lafzen, “indirmekte olan”. Nezzele formu, vahiy sürecindeki tedricîlik ve sürekliliği yansıttığından en doğru şekilde geniş zaman kipi ile çevrilebilir.


Ayet-i kerimenin başında geçen "Bu" işaret zamirinden neyin kastedildiği hakkında Müfessirler çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

Bazılarına göre "Bu" zamirinin mânâsı şudur: "Yahudilerin, Allah´ın emirlerine karşı gelerek Hz. Muhammed hakkındaki sıfatlan gizleyip cehennem ateşine girmeye cesaret etmelerinin sebebi, Allah tealanın hak olarak indirdiği kitabında, onların iman etmeyeceklerini, şu vb. âyetlerde bildirmiş olmasıdır: "Şüphe yok ki kâfirleri uyarsan da uyarmasan da birdir. Onlar iman etmezler. Evet, Allah teala bu gibi kâfirlerin, iman etmeyeceklerini kesin olarak bildiğinden, bunların, hidayetin karşıhğnda sapıklığı, affedilme karşılığnda da azabı tercih etmekten başka bir seçenekleri yoktur.

Diğer bir kısım âlimler ise buradaki zamirini şöyle izah etmiş­lerdir: Onlara vaadedilen bu azabın onlar için olduğu muhakkaktır. Zira Allah teala hak olarak indirdiği kitabında azabın onlar için hak olduğunu beyan etmiş­tir. Onun beyanları kesindir.

Başka bir kısım âlimlere göre zamirinin izahı şöyledir: Kâfirlere cehennem azabı vermemizin sebebi, Bizim, kitabı hak olarak indirmemiz, onların da bunu yalanlamalarıdır.

Taberi diyor ki: "Buradaki zamiri, bundan önce zikredilen âyetin tümüne işarettir. Allah teala: "Ben, şöyle şöyle yapan Yahudileri cehen­nem azabıyla cezalandırdım. Çünkü ben, kitabı hak olarak indirdim Onlar da bunu yalanladılar vç bu azaba layık oldular." buyurmaktadır.

Âyet-i kerimede zikredilen ve Allah´ın kitabı hakkında ihtilafa düştükleri beyan edilen kişilerden maksat, Yahudi ve Hıristiyanlardır. Yahudiler, Hz. İsa ve annesi hakkında, zikredilen hususlarda ihtilafa düşmüşler Hıristiyanlar da bu hususlardan bir kısmım inkâr etmislerdir.Fakat hem Yahudi hem de Hnistiyanlar, Hz. Muhammed hakkındaki bütün hükümleri inkâr etmişlerdir. Bu bakım­dan Allah tealanın indirdiği kitap hakkında büyük bir ihtilafa düşmüşlerdir.

177-Gerçek erdemlilik, yüzünüzü doğuya veya batıya çevirmeniz ile ilgili değildir; ama gerçek erdem sahibi, Allah'a, Ahiret Günü'ne, meleklere, vahye ve Peygamberlere inanan, servetini -kendisi için ne kadar kıymetli olsa da- akrabasına, yetimlere, ihtiyaç sahiplerine, yolculara, (yardım) isteyenlere ve insanları kölelikten kurtarmaya harcayan; namazında devamlı ve dikkatli olan ve arındırıcı [malî] yükümlülüğünü ifa eden kişidir; ve [gerçek erdem sahipleri] söz verdiklerinde sözlerini tutan, felaket, zorluk ve sıkıntı anlarında sabredenlerdir: İşte onlardır sadakatlerini gösterenler ve işte onlardır Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar.

Böylece Kur’an, yalnızca görünür/dış biçimlere uyum sağlamanın erdemliliğin gereklerini yerine getirmek için yeterli olmadığı ilkesini vurgulamaktadır. Kişinin namazda yüzünü şu veya bu yöne çevirmesine değinilmesi, biraz önce kıble konusunu ele alan ayetlerin devamıdır.

Birçok müfessire göre “vahiy” (kitâb) terimi, bu anlam örgüsü içinde genel bir muhteva taşımakta: ve genel olarak ilahî vahiy gerçeğine işaret etmektedir. Meleklere imanın burada zikredilmesinin sebebi ise, Allah'ın iradesini peygamberlere ve dolayısıyla bütün insanlığa izhar etmesinin, ğayb âlemine, yani, insan idrakinin ötesindeki bir gerçeklik alanına ait olan bu ruhsal varlıklar veya güçler aracılığıyla gerçekleştirilmesindendir.

Rakabe (çoğulu rikâb), lafzî olarak, kişinin “boyun”unu ifade eder ve aynı zamanda bir insanın bütün kişiliğini anlatır. Mecazî olarak fi'r-rikâb ifadesi, “insanları zincirlerinden kurtarmak yolunda” anlamına gelir ve hem esirleri fidye karşılığı bırakmayı hem de köleleri özgürlüklerine kavuşturmayı ifade eder. Kur’an, bu tür harcamaları erdemliliğin temel şartları arasına dahil etmek suretiyle insanları zincirlerinden kurtarmanın -ve böylece köleliği ilga etmenin- İslam'ın sosyal amaçlarından biri olduğuna işaret eder. Kur’an'ın nüzulü döneminde kölelik, bütün dünyada yerleşik bir kurum idi ve onun birdenbire ilga edilmesi ekonomik olarak imkansızdı. Bu zorluğu aşabilmek ve aynı zamanda köleliğin nihaî olarak tamamen ortadan kaldırılmasını sağlamak amacıyla Kur’an, 8:67'de, artık yalnızca haklı bir savaşta (cihâd) alınan esirlerin köle olarak tutulabileceklerini emreder. Ama bu yolla veya -8:67'nin nüzulünden önce- başka herhangi bir şekilde köle edinilmiş kişiler için bile Kur’an, köleleri salıvermedeki büyük erdemi vurgular ve onu çeşitli günahlar için bir kefaret aracı kılar (bkz. mesela, 4:92, 5:89, 58:3). Ayrıca Hz. Peygamber, insanları kölelikten şartsız olarak kurtarmanın, Allah katında bir Müslümanın ifa edebileceği en övgüye değer fiil olduğunu çeşitli vesilelerle vurgulamıştır.

"İyilik, yüzünüzü doğuya ve batıya çevirmeniz değildir." ifadesinden maksat, Abdullah b.Abbas, Mücahid ve Dehhaka göre şu demektir: "Ey Mü­minler, iyilik yapmak, kıblenin çevirilmesinden önce Kudüse, çevirilmesinden sonra da Kâbeye doğru namaz kılmak değildir. İyilik şunlardır:...." Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: "Bu âyet Resulullah´ın Mekke´den Medineye hicret etmesinden, bütün farzların ve cezaların inmesinden sonra nazil olmuştur. Bu bakımdan Allah teala, sadece namazın değil bütün farzların eda edilmesini em­retmiştir.

Yahudiler batıya , Hıristiyanlar da doğuya doğru namaz kılıyorlardı. Bu âyet nazil oldu ve Allah teala, iyilik ve hayınn, sadece yüzün doğuya ve batıya çevrilmesiyle olmadığını; iyiliğin, Allah tealanin beyan ettiği, imanı gösteren şu özelliklerde olacağını açıkladı. O özellikler de: Allah´a, kitaplara, Peygamber´ine iman etmek, Allah yolunda harcamak, onun yolunda cihad etmek ve diğer amellerdir. Taberi de, bundan önceki âyetlerin de Yahudiler hakkında olma­sı hasabiyle bu görüşü tercih etmiştir.

Ayet-i kerimede "Sevdiği mallardan veren kimse "zikredilmektedir. Ab­dullah b. Mes´uda göre bu ifadeden maksat, "Mala çok düşkün ve cimri olduğu, zengin olacağını ümit edip fakirlikten korkar olduğu bir halde onu harcayan" demektir.

Şa´bi bu âyet-i kerimeye dayanarak Müsümanın mallarında zekatın da dı­şında hak olduğunu söylemiştir.

Süddi de bu âyette zikredilen "İnfak"m, mal sahibinin, malı üzerinde bir-hak olduğunu söylemiştir. "Mal sahibi zekatın dışında bunu da vermekle yü­kümlüdür." demiştir.

Bu âyet-i kerimede bir çok sıfat birlikte zikredilmektedir. Arapçada cüm­lede çokça sıfat bulununca, sıfatların bazıları özellik arzetsin diye dilbilgisi kai­delerine göre bulunduktan halden ayrılarak başka bir halde kullanılırlar. İşte bu­rada "Sabredenler" kelimesi, diğer sıfatların bulundukları "Ya­lın" halden ayrılıp ismin "İ" halinde kullanılmıştır, Arapçada buna "Mensub" denilir. Buna göre mânâ şöyledir: "İyilik Allah´a, âhiret gününe , meleklere, ki­taba ve Peygamberlere iman edenin, .sevdiği mallardan akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kal an a, d ilendi ere ve köle azad etmeye verenin, namazı kıla­nın, zekatı verenin, söz verdiklerinde sözlerini yerine getirenlerin yaptıklarıdır. Sıkıntı, hastalık ve şiddet zamanında sabredenlerin sabretmelerin üe netice iti­bariyle bir iyilik ise de ben, özellikle bu sabredenleri daha çok takdir ederim."

Âyet-i kerime, iyilikte bulunan takva sahibi kimselerin sıfatlarını veciz bir şekilde özetlemiştir. Bunlar, iman etmek, malını Allah yolunda intak etmek, namaz kılmak, zekat vermek, verdiği sözü yerine getirmek ve sıkıntılara karşı sabretmektir. Bu sıfatları kısa olarak şu şekilde izah etmek mümkündür.

a- İman etmek: İmanın, herşeyin başında geldiği muhakkaktır. Kâfirlere dini vazifeler yüklemek söz konusu değildir. Kur´an-ı Kerim tek bir yerde kâfirlere hitabetmekte ve onları uyararak: "Ey kâfirler, bugün mazeret gös­termeyin. Sizler ancak dünyada yaptıklarınızla cezalandırılıyorsu­nuz? demektedir. İmanı olmayandan iyilik beklemek boştur.

b- Allah yolunda infak etmek: Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifin­de, cimri ile, malını Allah yolunda harcayan kimseyi karşılaştırarak buyuruyor ki:

"Cimri insan ile malını Allah yolunda harcayan insan, üzerlerinde , göğüslerinde köprücük kemiklerine kadar uzanan demir yelek bulunan iki kişiye benzerler. Malını Allah yolunda harcayan kişi, her harcadığında bu demir yelek genişler ve bütün vücudunu kaplar. Öyle ki parmak uçlarını dahi örtüp ayak izlerini yok eder hale gelir. Cimri ise harcamak istemediği her an, demir yelekte bulunan halkalar, bulundukları yerlere yapışıp kalır­lar. Cimri bu yeleği genişletmeye çalışır fakat yelek genişlemez.

"Benimle, bir yetimi gözetip koruyan kişi cennette işte şu iki parmak gibi birbirimize yakın olacağız. Resulullah (s.a.v.) yoksulun kim oldu­ğunu beyan edip ona yardımda bulunmanın önemine işaret ederek te buyuruyor

"Aslında yoksul, insanları gezip dolaşan, kendisine verilen bir lok­ma veya iki lokma yahut bir hurma veya iki hurmanın geri çevirdiği kişi değil dir. Yoksul, kendisine yetecek kadar bîr şey bulamayan ve bu hali anlaşılamadığı için kendisine sadaka verilmeyen ve kalkıp ta insanlardan bir şey istemeye girişmeyen kimsedir.

Dilenen kimselere gelince, bunlar da azarlanıp boş çevrili meni el i az veya çok bir şeyler verilmelidir. Bu hususta âyet-i kerimede buyuruluyor ki: ""Di­lenciyi azarlama. Bu konuda Hz. Hüseyin (r.a.) Peygamber efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Dilencinin hakkı vardır, ata binerek gelse dahi.

d- Zekat vermek: Zekat, mali ibadetlerin başında gelir. Müslüman, tam bir hesap yapmak suretiyle zekatını vermek zorundadır. İslam Devleti, zekatını vermek istemeyen müslümandan bu zekatı zorla alır. Nitekim Hz. Ebubekir(r.a.v) Resulullah´ın vefatından sonra zekatı vermek istemeyenlerin üstüne gitmiş onlarla savaşmış ve onlar hakkında şöyle demiştir:

"Allah´a yemin olsun ki namazla zekatı birbirinden ayıranlara karşı mutlaka savaşacağım. Zira zekât, malın üzerinde bir haktır. Allah´a yemin olsun ki Resulallah´a vermiş oldukları bir yuları dahi bana vermekten ka­çınırlarsa bundan dolayı onlarla savaşırım.

e- Verdiği sözü yerine getirmek: İslamda çok önemli ve Müslümanın mutlaka yerine getirmesi icabeden hususlardan bir tanesi de, verilen sözün yeri­ne getirilmesidir.Bu hususta Allah teala şöyle buyuruyor: "Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen sözde mes´uliyet vardır. Peygamber efen­dimiz de, münafıkların sıfatlarını sayarken, verdiği sözden dönmeyi de bunlar­dan saymıştır: "Münafıkın alâmeti üçtür, konuştuğunda yalan söyler, ver diği sözden cayar, kendsine emanet edilen şeye hıyanet cder.

f- Sıkıntılara karşı sabretmek: Sabır, müminin sığındığı iki kaleden bi­ridir. Bu hususta Allah teala şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler, sabırla ve namazla yardım dileyin. Şüphesiz ki Allah, sabredenlerle beraberdir.", "Şüphesiz ki sizi biraz korku, açlık, mal, can ve ürün eksikliği ile imtihan edeceğiz. Ey Muhammcd, sabredenleri müjdele."

Bakara ; 174

(174) Allah'ın indirdiği Kitapta olan bir şeyi gizleyip onu az bir para karşılığında satanlar var ya, işte onların yedikleri karınlarında ancak ateştir. Kıyamet gününde Allah, onlarla konuşmaz, onları te­mize de çıkarmaz. Ve onlar için acıklı bir azab vardır.

Allah (c.c.) bu âyet-i kerîmesinde, yukarıda da geçtiği gibi Allah'ın kitapta indirmiş olduğu âyetleri insanlardan gizleyenler ve Allah'ın âyetlerini az bir para karşılığında satanlar işte onlar karınlarına ancak ate­şi doldururlar. Onlar başka bir şey yemezler, Allah onlarla ahirette ko­nuşmaz. Kıyamet gününde onlarla konuşmaz. Ve onları temize çıkarmaz, temizlemez. Ve onlar için çok acıklı bir azap vardır diyor.

Bakara sûresinde bir kaç defa Ehl-i kitabın hahamları ve papazlarının hak ile batılı birbirine karıştırdıklarını, batılı hakla süsleyerek insanlara sunduklarını, ucuz para karşılığında Allah'ın âyetlerini sattıklarını Allah (c.c.) bize haber vermişti.

Orada ehl-i kitaptan ilim adamları papazlar, hahamlar bunu yapıyor­lar diye haber verirken bize de yasaklıyordu. Burada ise doğrudan kim yaparsa yapsın Allah'ın âyetlerini, kitapta indirdiklerini gizleyen kişiler ve bir de bunu para karşılığında az para karşılığında satanlar, bu kelimenin mefhumu muhalifi olarak sanki çok para karşılığında satılırsa caizmiş gibi bir hava oluşmasın. Âlimlerimiz bunun izahını yaparken bütün dün­ya Allah'ın bir âyeti karşılığında verilmiş olsa az diyorlar. Yani dünyadan kasıt yeryüzüyle, gökyüzü yani yaratılmışların tamamı, Allah'ın bir âyetinin karşılığında verilmiş olsa yine de Allah'ın âyeti ucuza gitmiş de­mektir. Çünkü Allah (c.c.)'ün dünya metâının çok az olduğunu ifade eden başka âyet-i kerîmeleri vardır.

"Dünya metâı gayet azdır" diyor bir âyet-i kerîmede.

Öyle olunca burada az para karşılığında satmayın derken, dünyalık elde etmek için dünyamızı ma'mur etmek için, onun karşılığında Allah (c.c.)'ün âyetlerini satmayın, bir...

Bir de gizlemeyin. Bazı insanlar satmazlar. Ben para için dinimi de­ğişmem diyen insanlar vardır. Fakat bildiğini de konuşmaz. İçinde tutar, gizli tutar. Konuşması gereken yerde konuşmaz, susar. Ve bu insanlar da Allah'ın âyetlerini gizleyenler arasında zikredilir.

Suç itibariyle âyet-i kerîmelerde diziliş sırasında önce alınanların da­ha önemli olduğunu dikkat çeker usulcülerimiz. Burada Allah'ın âyetlerini gizleyenler dedikten sonra az para karşılığında satanlar diyor. Yani Allah'ın âyetlerini gizleyenlerin, az para ile satanlardan suçunun da­ha ağır olduğuna işaret de var demektir.

Yani bir kısım insanlar ben satmıyorum, para karşılığında bu işi yap­mıyorum diyebilirler ama söylemiyorsun denildiğinde de söyleyemiyorum diyen kişinin de cürmü, satanın cürmü kadar var, hatta bu sıralamaya göre âyet-i kerîmenin işaret ettiği mânâda onun suçunun biraz daha ağır olduğunu görüyoruz.

Demekki, bu bilgi karınlarında kalırsa ateşe dönüşüyor. Veya dün­yayı alıyorlar. Veya dünyalık alıyorlar, yiyorlar, karşılığında Allah'ın âyetlerini satıyorlar. Bu yedikleri de yine karınlarına ateş oluyor. Kur'ân-ı Kerîm'de iki yerde böyle bahsedilir. 1- Nisa sûresinin 10. âyet-i kerîme­sinde;

Bu âyet-i kerîmeye göre: Yetim mallarını zulüm üzere yiyen kişiler de yine bu yedikleriyle karınlarına ateşi doldurduklarını Allah (c.c.) bize haber veriyor.

Yunus Emre'nin bir sözü, Ahirette herkes kendi yakıtını bu dünyadan kendisi götürür anlamında bir şiiri vardır.

Bu âyet-i kerîmelerden yola çıkarak bu şiirler söylenmiştir.

- Yetim malını zulüm üzere yiyen... Yetim malı yenmez diye bir şey yok, onun malî işlerini yönlendiren kişinin münasip bir şekilde yemesini yine Nisa sûresinde Allah (c.c.) haber veriyor.

Yani onu işletiyor, onun adına çok iyi niyetlerle çalıştırıyor, bu arada kendi çalıştığı kadarıyla da oradan ücret alıyorsa o ayrı. Yani yetimin evine gidildiğinde bir çay veriyorsa içilmez diye bir şey yok. Ayet-i kerîme zulümle kaydetmiş. Yani sınırı aşarak, haddi aşarak yetimin ma­lından yiyen kişilerin o yedikleriyle karınlarına ateşi doldurmuş oluyor­lar.Bu âyet-i kerîmede de Allah'ın âyetlerini gizlemekle karınlarını ateş­le doldurmuş oluyorlar. Bir de Allah'ın âyetlerini para karşılığında sat­makla Allah'ın âyetlerini ateşe döndürmüş oluyorlar. Yani kendi bilgileri onların ateşi oluyor. Âhiretteki ateşlerini bu dünyadan kendileri beraberlerinde götürmüş oluyorlar. Burada şu mânâ çıkmasın yalnız: Hemen ha­tırınıza efendim mahallemizde bizim hoca efendi hatim karşılığında biz­den şu kadar hediye ettiğimizi de aldı. Veya mahallemizde çocuklarımıza Kur'ân-ı Kerîm okutuyor. Biz ona ücret veriyoruz. Böylelikle devam edi­yoruz, gibi...

Alimlerimiz bu tür şeylere fetva vermişlerdir. Çünkü son zamanlarda geçimin zorlaşması nedeniyle bir insan ya talebe okutacaktır, geçimini ordan temin edecektir veya çalışacaktır. Çalıştığı takdirde talebe okutamayacaktir. Böylelikle de ilim ortadan kalkacaktır. Yani zarurete binaen daha sonra gelen âlimlerimiz Kur'ân öğretme karşılığında verilen ücretin helal olduğu konusunda fetva vermişlerdir. Zarurete binâen. Yoksa aslın­da Kur'ân öğretmekten dolayı yani İslâmî hizmetlerden dolayı ücret alın­maması gerekir. Fakat biraz önce dediğim gibi zaruret nedeniyle oradan ücret alınmasına müsade edilmiştir ama yine de bu memlekette İslâmî hizmetlerde Rabbim katında hoşnut olacağı bir hizmet yapayım diyen in­sanlar mümkün mertebe ücretten kaçınmalıdırlar. Daha iyi olur bir başka âyet-i kerîmede Allah onların yüzüne bakmaz diyor.

Burada da Allah onlarla konuşmaz kıyamet gününde diyor. Bu dün­yada, herkesin kendine göre sevdiği bir insan vardır. Bazısı annesini çok sever; bazısı babasını çok sever. Bu elimizde olmayan bir şeydir. Bundan dolayı günaha girmezsiniz. Yani babanızla anneniz arasında sevgide fark­lılık varsa gönlünüzde bundan dolayı günaha girmezsiniz. Fakat muame­lede farklılık yaparsanız günaha orada girersiniz. Yani annenizi çok sev­diniz veya babanızı çok seviyorsunuz fakat ikisi sizin evinize geldiğinde farklı derecede muameleyi ortaya koyuyorsanız günaha girersiniz. Dış görüntüde farklı muamele yapmayacağız. Annemize ayakkabı almışsak, babamızın da gönlünü alacak bir hediye alınacak. Hani bir sakız da alın­sa, tarak da alınsa gönlü alınacaktır. Yani eşit muamele yapılacaktır. Fa­kat gönüle hakim olmak bizim elimizde değildir. İnsan evlatlarından biri­ni fazla sevebilir. Ama bunlara karşı yapılacak iyiliklerde ayrım yapma­maya dikkat etmelidir.

Hani bu konuda âyet-i kerîmede iki evlilik konusunda, iki hanıma da sevgi beslemek aynı derecede mümkün değil. O senin elinde değil anla­mında bir âyet-i kerîme var.

Ama muamelede eşit davranmaya gayret sarfedeceğiz.

En sevdiğimiz bir insanın bir gün yanına varıyoruz, bizimle konuş­muyor. Ona çok üzülüyoruz. En sevdiğimiz ama, yani sıradan biri değil.

Allah (c.c.) bizi yaratıyor, sevdiklerimizi yaratıyor, yediklerimizi ya­ratıyor, giydiklerimizi yaratıyor. Ve ahirette kesinlikle O'nun huzuruna varacağımızı biliyoruz. Öyle bir ortamda gülen bir yüz arıyoruz biz. Bi­zimle konuşacak birini arıyoruz. Hani kimselerin tanımadığı bir yerde ba­şımız büyük bir derde girmiş, tanıdık bir adam arıyorsunuz derken işinizi yapacak, mahkemede veya herhangi bir dairede bir tanesi; Gel bu tarafa dedi. İşte dünyalar sizin oldu. İş olsun veya olmasın. Dünyalar sizin oldu.Yani kıyametin o dehşeti içerisinde Allah (c.c.)'ün Rahmetinin bize ulaşmasından, rızasının bize kavuşmasından daha sevimli sevindirici bir şeyi düşünmek mümkün değildir.

Allah (c.c.) de kıyamet gününde bu Allah'ın âyetlerini gizleyenlerle, âyetleri para karşılığında satanlarla konuşmayacağını ve onları temize çıkarmayacağını ve onlar için acıklı azap olduğunu ifade ediyor.

Daha önce geçen âyet-i kerîmelerde bu gizlemenin çeşitlerini anlat­maya çalışmıştık. Hani günümüzde bir kısım âyet-i kerîmeleri bildiği hal­de hoca efendilerimiz gündeme getirmezler. Çünkü getirecek olursa bazı sakıncaları doğacaktır. Maddi sakıncalar olacaktır.

Bunu yani gizlemeyi bazen otorite temin eder. Mesela Kur'ân ser­besttir denilir. Fakat Kur'ân'ı anlayacağımız dil olan Arapça'nın okunması ve okutulması yıllarca yasaklanır. Derken bir gün imam-hatip ve ilahiyat fakültelerinde okuyabilirsiniz denilir ama oralarda da öyle bir program hazırlanır ki, özel gayretiniz ve özel hocalardan çalışmazsanız Arapça öğ­renemezsiniz, çünkü program ona göre hazırlanmış. Yani siz altı, yedi se­ne imam-hatip okulu, dört sene de ilahiyat fakültesinde toplam on bir se­ne okursunuz Arapça'yı liseye giden ve İngilizce okuyan bir çocuğun seviyesine getirmezsiniz. Program öyle yapılır. Onbir sene okursunuz anlamazsınız. Bu gizlemedir. Yani gizlemenin bugünkü Türkçe'sidir.

Allah'ın ayetlerini satanlarda bolca kitap yazarak Allah (c.c.)'ün bu âyetten kastı şudur, diyorlar. Meselâ günümüzde çokça okunan, gazete­lerde konu edilen, dergilerde tefsiri yapılan Maide süresindeki; "Kim Al­lah'ın indirdiği ile hükmetmezse kâfirlerin tâ kendisidir, zalimlerin tâ kendisidir veya fasıkların tâ kendisidir" diye üç tane âyet-i kerîme ardar-da gelir. Bu âyet-i kerîmeler konusunda bir tanesi çıkar derki, bu âyetin bu İslâm ümmetiyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bu âyet-i kerîme Benî İsrail için geçerlidir. Muhatabı Yahudiler'dir. Bizimle ilgisi yoktur. Onun için Allah'ın indirdiğiyile hükmetmezseniz, gavur da olmazsınız, zalim de olmazsınız, fasık ta olmazsınız diye bir kitap yazılır ve bol mik­tarda da satılır. Bu da Allah'ın âyetlerini satmanın bir çeşididir.

Bunlardan, bunların şerrinden Allah'a sığınmak gerekiyor. Allah (c.c.) onları bize tarif ediveriyor. Onlar da bir tüccar aslında. Biz de bir ticaretle meşgulüz. Onlar da bir ticaretle meşguller. Bizim tica­retimiz yani mü'minlerin ticareti dalâlet karşılığında hidâyet almak, dün­yayı verip Cenneti kazanmak, kötülükleri atıp iyiliklerle süslenmek, küf­rü verip imanı almak, yalanı bırakıp doğruyu almak. Bizim ticaretimiz bu.

28 Mayıs 2009 Perşembe

Bakara 171,172,173

171-Böylece, hakikati inkara şartlanmış olanların durumu, çobanın haykırışını işiten ama onu yalnız bir ses ve çağrı şeklinde algılayan sürünün durumuna benzer. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler: zira akıllarını kullanmazlar.

Bu, lafzen, şu şekilde ifade edilebilecek olan vecîz (elliptic) cümlenin biraz serbest bir çevirisidir: “Hakikati inkara şartlanmış olanların hali, çığlık ve bağırışdan başka birşey duymayan çığırtkanın haline benzer.” Na‘ka fiili, çoğunlukla, çobanın sürüsünü güderken çıkardığı belli bir anlamı olmayan bağırtıları tasvir etmek için kullanılır.

İbn-i Abbas diyor ki: "Âyet-i kerimenin izahı: Hidayeti duymaz, onu görmez ve onu düşünmezler." demektir

Taberi, âyette hakka davet edenin çobana, kâfirlerin de hayvana benzetildiğini söyleyen görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiş, buna delil olarak ta âyet-i kerimenin Yahudiler hakkında indiğini, Yahudilerin de putlara tapmadık­larından dolayı onların çobana benzetilmesinin doğru olmayacağım göstermiş­tir."

172-Ey iman edenler! Size kısmet ettiğimiz rızıkların temiz ve helâlinden yiyiniz! Eğer yalnız Allah'a ibadet ediyorsanız, O’na şükrediniz.

Peygamber efendimiz (s.a.v.) helal ve temiz şeyleri yiyerek beslenme­nin önemine işaretle buyuruyor ki:

"Ey insanlar, Allah temizdir ve ancak temiz olanları kabul eder. Al­lah bu hususta Peygamberlere neyi emretmişse müminlere de aynı şeyi em­retmiştir. Peygamberleri için şöyle buyumuştur: "Ey Peygamberler, temiz ve helal nzıklardan yeyin, salih ameller işleyin. Şüphesiz ki ben, sizin yap­tıklarınızı çok iyi bilirim.

Resulullah (s.a.v.) uzun bir yolculuk yapan ve saçı başı birbirine karışan ve ayaklarını tozlar bürüyen bir kişinin yaptığı duayı zikrederek buyurmuştur ki: "Bu adam ellerini göğe yukarı kaldırır "Ey Rabbim, ey Rabbim," diye yalvarır. Halbuki bunun yediği haram içtiği haram giydiği haramdır ve kendisi haramla beslenmiştir. Bunun duası nasıl kabul edilecektir?"

173-, size yalnız leşi, kanı, domuz etini ve üzerinde Allah'ın adından başka bir adın anıldığı şeyi yasakladı. Ama kim onlara mecbur kalırsa -bir arzu ve iştah duymamak ve zaruri ihtiyacının üstüne çıkmamak şartıyla- günaha girmiş olmaz: çünkü, unutmayın, Allah çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.

"Allah´tan başkası adına kesilen" şeklinde tercüme edilen cümlesi müfessirler tarafından iki şekilde izah edilmiştir:

a- Katade, Mücahid, Dahhak, Atâ ve Abdullah b. Abbasa göre bu ifade­nin mânâsı, "Allah´tan başkası adına kesilenler" demektir. Allah´tan başkası bir tağut, bir put vb. şeylerdir.

b- Rebi´ b. Enes ve İbn-i Zeyd´e göre ise bu ifadeden maksat, "Üzerine Allah´tan başkasının adı anılarak kesilen hayvanlardır."

Taberi diyor ki: "Âyetin yorumunda doğru olan görüş şudur: "Kendisine haram kılınanı ye­me arzusunda olmaksızın helal yiyecek mevcut olduğu halde onu bırakıp hara­ma dalmaksızın.." Zira, âdil bir idareciye karşı çıkana ve yol kesene yakışan bu hallerinden vazgeçip Allah´a ve Ulül Emre itaat etmesidir. Böylelerinin, açlık­tan kendilerini öldürerek günahlarına başka bir günahı eklemeleri doğru değil­dir. O halde bunlar ruhsatlardan istifade ederler.

Ayet-i kerimede ifade buyurulan "Leş, kan, domuz eti ve Allah´tan baş­kası adına kesilenler" kısa olarak şöylece izah edilmektedir:

Leş: Bundan maksat, kara hayvanlarının dini usullere riayet edilmeden kesilenleridir. Veya kendiliklerinden ölenleridir. Deniz hayvanlarının ölülürenin ise kesilmeden yenmeleri helaldir. Peygamber efendimiz (s.a.v.)den denizin suyu sorulmuş o da şöyle buyurmuştur:

"Denizin suyu temiz, ölüsü helaldir.

Kan: Bundan maksat, akıtılmış kandır. Nitekim En´am suresinin yüz kırk beşinci âyetinde de bu husus açıklanmakta ve şöyle buyurulmaktadır: "Ey Muhammed, de ki: "Bana vahyolunanlardan yiyen bir kişinin yediği herhangi bir şeyin haram olduğuna dair bir hülyüm bulamıyorum, ancak leş, veya akıtıl­mış kan yahut domuz eti..." haramdır.

Domuz Eti: Domuzun ehlisi de vahşi olanı da eti de yağı ve diğer par­çalarının hepsi de haramdır.

Allah´tan başkası adına kesilen hayvan: Allah teala, yarattığı hayvan­ların kesilmeleri halinde kendi adının anılarak kesilmelerini emretmiştir. Kendi adından başka herhangi bir isim anılarak kesilen hayvanların etlerinin yenmesi­ni ise haram kılmıştır. Bu hususta âlimler ittifak etmişlerdir. Allah´tan başka şeyler, put tağıt ve diğer bütün varlıklardır. Allah´ın dışında herhangi bir şeyin adının anılmamasıyla beraber Allah´ın ismi de anılmaksızın kesilen hayvnaların etinin yenmesinde ise âlimler arasında çeşitli görüşler vardır.

Bu konuda âyet-i kerimelerde şöyle buyurulmaktadır: "Eğer Allah´ın âyetlerine iman ediyorsanız, Allah´ın adı anılarak kesilen hayvanlardan yeyin.","Kesilirken üzerine Allah´ın adı zikredilmeyen hayvan­ları yemeyin." Bunu yapmak, Allah´ın yolundan çıkmaktır.

Bu âyet-i kerimelerin de ifade ve hükümlerini gözönüne alan bazı âlimler demişlerdir ki: "Hayvanı kesen kimse Müslüman dahi olsa, keserken Allanın adını anmazsa kestiği hayvan yenmez. İsterse Allah´ın adını anmayı kasten terketsin isterse unutsun." Bu görüş, Abdullah b. Ömerden, onun kölesi Nâfi´Uen, Şa´bî ve İbn-i Şîrin den nakledilmiştir. Aynı görüş İmam Mâlikten ve Ahmed b. Hanbelden de nakledilmektedir. Dâvud-ı Zahirî de aynı görüştedir. Bunlar, gö­rüşleri ne delil olarak En´am suresinin yüz yirmi birinci âyetini göstermişler, ay­rıca Maide suresinin dördüncü âyetinin şu ifadesini de zikretmişlerdir: "... avcı hayvanları ava salarken üzerlerine Allah´ın adını anın..." Peygamber efendimiz de bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurmaktadır:

"Kanı akıtacak bir aletle kesilen ve üzerine Allah´ın ismi anılarak kesilen hayvanı yeyin. Tırnak ve diş hariç.

Bazı âlimler de, hayvanı kesen müslümanın, unutarak besmele çekmeden kestiği hayvanın yenileceğini fakat kasten besmeleyi terketmesi halinde kestiği­nin yenmeyeceğini söylemişlerdir. Bu görüş, Hz. Ali, Abdullah b. Abbas, Said b. el- Müseyyeb, atâ, Tâvûs ve Hasan-ı Basriden nakledilmekte, Ebu Hanife de aynı görüşü benimsemektedir. İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel´in mezheple­rinde meşhur olan görüş te budur. Bunların delilleri, Peygamber efendimiz (s.â.v.) şu hadis-i Şerifidir.

"Şüphesiz ki Allah ümmetinden, hata, unutma ve zorla yaptırılan şe­yin sorumluluğunu kaldırmiştır."

Diğer bir kısım ise, hayvanı kesen Müslümanm besmele çekmesinin şart olmadığını, besmele çekmenin müstehap olduğunu, kesen kimsenin, kasıtlı ola­rak besmeleyi terketmesi halinde dahi kesilen hayvanın etinin yenilebileceğini söylemişlerdir.Bu görüş te Abdullah b. abbas Ebu Hureyre ve atâ b. ebu Re-bah´an nakledilmektedir. İmam Şafii de bu görüştedir. Aynı görüş İmam Mâlik ve imam Ahmed b. Hanbeldne de nakledilmiştir.Bu görüşte olanlar, "Kesilir­ken üzerlerine Allah´ın adı anılmayan hayvanları yemeyin." âyet-i kerime­sinin, Allah´ın dışındaki varlıkann adı zikredilerek kesilenleri kastettiğini söylemişlerdir.Delil olarak ta Dârekutnî nin rivayet ettiği şu hadisi zikretmişlerdir: "Müslüman bir kimse hayvanı keser de Allah´ın ismini anmazsa sen o kesileni ye.Çünkü Müslümanda Allah´ın isimlerinden biri mutlaka mevcuttur.

Hz. Aişe (r.a.) diyor ki:

Bir kısım insanlar Resulullah´a şunu sordular: "Ey Allah´ın Resulü, müşriklikten yeni dönmüş olan bazı insanlar bize et getiriyorlar. Bilmiyoruz on­ları keserken üzerelirne Allah´ın adını andılar mı anmadılar mı?" Resulullah bu­yurdu ki: "Siz o eti besmele çekin ve yeyin."

27 Mayıs 2009 Çarşamba

Bakara 169-170

(169) O size ancak, kötülüğü, haksızlığı ve Allah'a karşı bilmedi­ğiniz şeyleri söylemenizi emreder.

Şeytan kötülüğü ve fuhşiyatı emreder. Sü, kötülük, fuhuş ise, her şeyin en son zirvedeki halidir. Yani kötülüğün zirvedeki halidir. Biz de fu­huş denince yalınız zina akla gelir. Değil. Sözün fuhşu vardır, davranışın fuhşu vardır, zinanın fuhşu vardır. Her şeyin en kötüsünü fuhuş kelime­siyle ifade etmiştir Arap.

Allah (c.c.), buyuruyor ki kötülüğün küçüğünü de büyüğünü de Şey­tan size emreder. Sizin bilmediklerinizi Allah üzerine söylemenizi de em­reder. Bilmediğiniz şeyleri söylemenizi de emreder.

Bu iki türlü olur. Birincisi Allah (c.c.)'ün kanunlarına muhalif kanun yapmanızı emreder.

Bir de genelde bizim kesimde olur. Adam kendi istek ve arzularını, Cenab-ı Allah Kur'ân-ı Kerîm'de buyuruyor ki diye söyler. Hadiste söy­lenmiş bir şeyi Allah'ın âyetleri olarak, Allah'ın âyetlerini hadis-i şerif olarak veya gazetede veyahut ta takvim yaprağında okuduğu, duyduğu atasözünü Cenab-ı Allah buyuruyor ki şeklinde söyler.

Onun için mesela ben âyet olanı âyet diye vermeye, hadis olanı hadis diye vermeye çalışıyorum. Bazı güzel sözler var ki, hadis midir değil mi­dir bilemiyorum ama bu arada hatırıma da geliyor. Bir güzel söz var di­yerek söylüyorum. Hadis ise zaten güzel sözdür. Değil ise günaha girme­mek için bunu söylüyorum. Yani dikkat edin. "Kur'ân-ı Kerîm'de de ho­cam böyle değil miydi?" diyorlar. Halbuki hiç ilgisi yok onun söylediği­nin Kur'ân-ı Kerîmle. Bunlardan sakının. Kendi sözünüz olarak söyleyin. Ayet midir, hadis midir bilmiyorum ama şöyle duydum deyin. Yani âyet olmayan bir şeyi âyet gibi göstermek çok büyük günahtır. Hani efendimiz kendisi için, benim söylemediğimi bana nisbet eden Cehennemden yerine hazırlasın diyor.

Yani hadis olmadığı halde bir şeyi hadis gibi rivayet eden kişinin Ce­hennemlik olacağını ifade ediyor.

Peygamber Efendimiz'e bunu isnat eden Cehennemlik olunca, Al­lah'a isnat ederse daha derinine gider. Onun için Allah'a ait olmayan bir sözü Allah'a isnat etmemeye dikkat edeceğiz.[306]


(170) Onlara; "Allah'ın indirdiğine uyunuz" dendiği zaman, on­lar; "Hayır biz babalarımızın üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" der­ler. Ya babaları bir şeye aklı ermemiş ve doğruyu bulamamışsa.

Gelin etmeyin eylemeyin, Allah'ın indirdiği Kur'ân'a tâbi olun denil­diğinde... Şimdi günümüzde de biz bunu diyoruz, "Ey insanlar, amirler, komutanlar gelin Allah zaman içerisinde insanlara yol göstermek üzere diğer kitapları indirmiş, son olarak da Peygamber Efendimiz (a.s.v.) ka­nalıyla Kur'ân-ı Kerîm'ini indirmiş, Allah kainatı yaratmışsa, bizi de o yaratmışsa bizim neyi nasıl yapacağımızı en iyi bilen O, ben senin hak­kında bir kanaat beyan edemiyorum, sen benim hakkımda bir kanaat be­yan edemiyorsun, ben yaratmadımki seni, sen de beni yaratmadığın için benim nerede, nasıl davranacağımı bilemezsin. Ama seni ve beni yaratan Allah (c.c.) nerede, neyi, nasıl yapacağımı öğretmek üzere kitap indirmiş, gelin ona uyalım" dediğimizde, hep bir ağızdan diyorlar ki, "Biz babaları­mızı ne üzerinde bulmuşsak ona uyarız". Yani babalarımızın yolundan, atalarımızın yolundan gideriz diyorlar, adamlar. Allah'ın yolundan değil, atalarımızın yolundan gideriz diyorlar. Ya babaları bir şey bilmiyorsa, ya doğru yolu bulamamışsa ne olacak. Babaları bir yoldan gitmiş ama kabre kadar varmış. Kabirden sonrasını bilemedik biz. Nereye gitti? Cehenne­me mi düştü, Cennete mi düştü bilemiyoruz. Biz bilemiyoruz. Ama Rab-bim kesinlikle ve açıklıkla diyor ki, Ben'im yolumdan giden Cennete gi­der. Ben inanmıyorum senin dediğine diyor Allah'a. Peki öyleyse sen de bilmiyorsun babanın ve atanın nereye gittiğini. Atan Cehennemde yanıp duruyorsa şimdi?

Yani zan ifade eden kelimelerle değil, gerçek hak ifade eden âyetlerle amel etmemizi Allah (c.c.) bize haber veriyor.

Şimdi insanların günümüzde yaptıkları bu. Bu âyet-i kerîme günü­müz insanının filmini bize veriyor. Efendim, bizim babalarımız bu kanunlara göre yönetildiler ve böylece gittiler. Daha ziyade bunlar yönetim­de ağırlığı olan kişiler. Çünkü onlar aşağıdaki insanların sefaletini gör­memektedirler, bilmemektedirler. Görmezlikten gelmekteler. Babaları saltanat içinde yaşamış, nimetlerinden yararlanmış, onun çocukları da ba­basının yolundan giderse aynı şekilde dünya nimetlerinden yararlanacağı­nı biliyor. Onun için sahip çıkıyor. Eğer ondan vazgeçiverecek olursa, bi­zimle aynı seviyeye gelecek. Yani babasının ve atasının koyduğu kuralla­rı bırakırsa bizimle aynı seviyeye gelecek. Bu insanlarla aynı seviyeye gelecek. Efendimiz, bütün insanlar Allah katında bir tarağın dişleri gibi eşittirler diyor. Herkes aynı mideye, aynı kulağa, aynı göze sahiptir. Hu­kuk karşısında da denklikleri vardır herkesin.

Bu adamlar bizimle denk olmamak, kendileri kalbur üstü bir hayat yaşayabilmek için diyorlar ki, biz atalarımızın yolundan gideriz. Çünkü ataları o günün rejimine destek vermek suretiyle bu memleketin kayma­ğını yemişlerdir. Mekke döneminin kâfiri de aynı, günümüz döneminin kâfiri de aynı düşünceyi paylaşıyorlar. Aynı kelimeleri de söylüyorlar.

26 Mayıs 2009 Salı

Bakara; 168

(168) Ey insanlar, yeryüzündeki helal ve temiz olanlardan yeyin ve Şeytanın adımlarına uymayın. Şüphesiz O sizin için apaçık bir düşmandır.

Hani birinin bir insanı izlemesi için izi olması lazım. Türkçe'de kul­landığımız izleme kelimesi de güzel bir ifadedir. Bazıları Türkçe güzel bir dil değil der ama, öyle değildir. Bir millet uzun bir müddet yaşamışsa ve o dille şiirler yazmışsa, konuşulmuşsa onun da kendine göre özelliği, güzelliği vardır. Her dilin kendine göre bir güzel tarafı vardır.

İz bir adamın yere basınca meydana getirdiği esere denilir. İzlemek ise onun izinin ardından gitmek. Güzel çok ince bir kelime. Şeytanın adımlarını izlemeyiniz. Ne demektir? İzleyen izleneni hiçbir zaman ge­çemez. Mesela karda bir adam önünüzde gidiyor, siz onu takip ediyorsu­nuz, hayat boyu onun arkasından gideceksiniz, geçmeniz mümkün değil­dir.

Onun içindir ki, taklide karşı çıkmıştır dinim. Taklitçiliği sona erdir­miştir. Ancak peygamberin yaptıklarını yani Rabbimin onayından geçmiş şeyleri taklit etmek güzeldir. Yoksa insanların yaptıklarını taklit kî, "ger­çek olduğu da ispatlanmamış şeyleri de taklit doğru bir şey değildir. Hele hele Şeytana tâbi olmayınız. Onun izini takip etmeyiniz, izlemeyiniz. Çünkü, O sizin için apaçık bir düşmandır. Apaçık düşmandır diyor. Yani gizli değil. Şeytan ne yapacağını Kur'ân-ı Kerîm'de bize bildirmiş çeşitli şekillerde. Onların yolları üzerinde duracağım. Onların yollarında tuzak­lar kuracağım. Onların yolunu Cennetten Cehenneme çevireceğim. Onla­ra yer yüzünde fesat çıkaracağım, bozgunculuk yaptıracağım. İmandan küfre doğru geçmelerini sağlayacağım diye söylediği kelimeler, âyet-i kerîmelerle Rabbimiz tarafından bildirilmiş bize. Yani düşmanlığı açık olduğu için, mübîn apaçık düşman diye bildirilmiş. Ama gizli düşmanlar da vardır. Musa görünüp., Firavun gibi çıkan insanlar vardır. Tehlikeli olanlar da bunlardır. Şeytan yine açıktan geliyor.

Cevzi ve aynı zamanda İbnî Kayyım el Cevzi'nin iki eseri var. iki Cevziler iki ayrı kitap yazmışlar. Birisi Telbis-i İblis, diğeri İğasetü'l-Lehfan, an Mesayi'üş şeytan diye birer kitap yazmışlar.

Şeytanın tuzaklarındaninsanları korumak için biri bir kitap yazmış.

Öbürü de şeytanın insanı kandırma yollarını belirtmiş. İkisi de aynı konuyu işlemiş. Güzel kitaplar. Daha henüz terceme edilmediler.

Tasavvuf erbabına şeytan nasıl musallat olur? Tefsirciye nasıl musal­lat olur? Hadisciye nasıl musallat olur? Şeytan öyle güzel akıllar veriyor ki, bak şunları şunları yaparsan âlemin en iyi müfessiri sen olursun. Gös­terdiği yol da aklı başında mantıklı. Tasavvuf erbabına nasıl veli olacağı­nın yollarını gösteriyor.Şurada, şu yerde bir sene dışarı çıkmadan Allah Allah dersen, sabahlara kadar nafile namazlar kılarsan, akşama kadar farz namazlarını kılarsan, orucunu tam tutarsan Allah'ın has, seçmiş kulların­dan olursun diyor. Ve adamı bir sene oradan çıkartmıyor. Bu bir sene içerisinde de insanlarla olan temasını kesiyor. Bu sefer o insanları saptırı­yor. Veli bir gün evinden çıkıyor. Gerçi veli olmaya yaklaşmış gibi ama dışarda kendisine bağlıyacak adam bulamıyor, hepsi şeytanlaşmış. Şeytan da başarıya ulaşmış.

Abdülkadiri Geylani Hz.leri için söylenilir: Bir gün camiden çıkiverdi, gökyüzünde bir şekil gördü. Nur gibi parlıyor. Sen kimsin dedi Allah'ınım ben. Dedi ki, sen kör Şeytansın. Şeytan nereden bildin dedi. Bir kere yeryüzünde Allah görülmeyecek diye inanıyoruz biz. ikincisi bi cihetden görülmeyecek. Gibi bir kaç tane delilini ortaya koyuveriyor.

Yani âlim, dinini bilen kişi Şeytanın aldatmasına aldanmaz. Onun için Şeytanın hayır gibi gösterdiği şeyler dahi serdir. Onun vesvesesine hiçbir zaman aldanmamaya gayret sarfedeceğiz. Bunu günlük hayatımız da da görürüz. "Bizim komşu var Yahudi. Dinine lanet ama adam bana çok faydalı oluyor gibi laflar" Nasıl faydalı oluyor? Cemaatimden bir hacının başına böyle bir olay gelmişti: Gaziatikalipaşa Camii'ne gelir. Deri cilik yapar. Dedi ki; "Hocam valla 100 milyonluk mal alırım, daha hiç bi senedimiz sepetimiz olmadı. Ne zaman verirsiniz filan zaman. Dinine la­net, adam müslüman gibi muamele yapıyor." Kaç senedir çalışıyorsun' dedim On senedir çalışıyorum dedi. Ne zaman mal istesem gönderiyor. Ben istediğim zaman parayı gönderiyorum. Senet sepet yapmıyoruz.Ondan sonra bir duydum bizim hacı hastahaneye kaldırılmış. Niye? Tâbi bu arada o yahudi borç para da istermiş bu hacıdan. Bana ikiyüz milyon getirin, şu kadar mal alacağım. Üç yüz milyon getirin, şu kadar mal ala­cağım demiş hacının bütün parasını istemiş, on sene sonra Yeşilköy'den uçağa bindiği gibi gitmiş. Hacıyı da kalp sektesinden hastahaneye kaldır­mışlar. Bitti hacının işi.

Dinine lanet, adam yirmi sene bunlara müslüman muamelesi yapmış. Yirmibirinci senede bütün verdiklerini burunlarından fitil fitil değil bütün hücrelerinden geriye almış ve gitmiş, Allah'tan ki adamın daha ömrü var­mış, yoksa kalpten gidecekti.

Yani bu insanların yaptıkları iyiliklerin sonunda dahi şer vardır.

24 Mayıs 2009 Pazar

Bakara; 167

(167) Ve uyanlar "Keşke dünyaya tekrar dönüş olsaydı da onla­rın bizden uzaklaştığı gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık" derler. Böylece Allah onlara amellerini pişmanlık halinde gösterir. Ve onlar ateşten çikamayacaklar.

Orada halk der ki yani o kralının, şahının, padişahının demokratik kralların peşinden gidenler diyorlar ki, keşke bizim için tekrar dünyaya dönme olsaydı. Şimdi bunların bizden kaçtıkları gibi biz de onların peşin­den gitmezdik. Ama Allah böylece onların amellerini onlara gösterir. Na­sıl olarak gösterir? Boş olarak, pişmanlık olarak gösterir. Pişmanlık du­yuyorlar ama pişmanlık fayda vermiyor. Hüsrandadırlar. Ve onlar Cehen­nemden çıkıcı da değildirler. Kâfirler hiç bir şekilde Cehennemden çıkmayacaklardır.

Türkiye'de de hoca diye geçinen bazı kimseler, bazı âyetlere, bazı müsteşrik yani Avrupalı fakat Müslüman olmamış, îslâmî ilimlerle meş­gul insanların, Kur'ân âyetlerini tahrif ederek verdikleri mananın etkisin­de kalarak "Cehennemde kâfirlerin de bir gün zamanı gelecek müddeti dolacak ve Cehennem ateşi sönecek yakıtı kalmıyacak ve onlar da oradan çıkacaklar" diyorlar. Rabbim ise, onlar Cehennemden hiç bir şekilde çık­mayacaklardır diyor. Bundan sonra da hatırımıza hep bu gelecek. Yani Allah'dan başka ilah edindiklerinde hatırınıza gelecek olan insandır. On­ların putları insanlardır çünkü.

Burada "tâbi olunanlar, tâbi olanlardan kaçıverdiklerinde" diyor Rab­bim. Kaçması için canlı bir insan olması gerekir. Yoksa taşa azab edilmez.

Ayet-i kerîmede, onlar ve taptıkları, Cehennemin yakıtıdır diyor Rabbim. Onlar tapanlar ve de taptıkları, yani o krallar, şahlar, padişahlar. Padişahlar deyince Osmanlı padişahlarını hatıra getirmeyelim. Dinime muhalif hareket edenler, kendisini kanun koyucu yerine koyanlar, Rabbimin varlığını birliğini ve dünya hakimiyetini kabul etmeyenler Cehen­nemin odunudurlar onlar kendilerine uyanlarla beraber. Burada Rabbim açıklıkla Allah'tan başka tapınılanların insanlardan olduğunu haber ver­miş oluyor.

En'am suresi 56. ayetinde

De ki o insanlara: sizin kanunlarınıza ben uymam. Sizin hevanıza ben uymam açıkça bunu söyle diyor:

"Sizin koyduğunuz kurallara uyarsam O takdirde ben yolumu sapıtı­rım" diyor. "Sizin koyduğunuz kurallara uyarsam" Peygamber Efendi­miz bunu Mekkeli insanlara, Medine'li insanlara ve bu dünya insanlarına söylüyor.

Sizin koyduğunuz kanunlara ben uymam. Eğer uyarsam yolumu sa­pıtırım. Devlete giden yola da varamam. Cennete giden yoldan da sapa­rım. Sapınca ne yapar? Yol iki tane zaten. Biri Cennete gidiyor, biri Ce­henneme gidiyor. Cennetten yol saptığı takdirde insan Cehenneme gidi­yor. Ve bende doğru yolu bulamam. Hidayete ermiş kişilerden olamam diyor. Eğer sizin kanunlarınıza uyarsam.

Yani uymam de onlara. Ayet-i kerîme emir niteliğinde. Deki onlara ben sizin hevanıza yani kendiliğinizden uydurduğunuz şeylere uymam de onlara.

Muhammed sûresinin 3. âyet-i kerîmesinde Kâfirler batıla uyarlar, mü'minler ise hakka uyarlar diyor.

Al-i İmran sûresinin 55. âyet-i kerîmesinde de;

Sana uyanları kıyamete kadar, kâfirlerin üstünde kılacağız diyor Al­lah (c.c).

Peygambere uyanlardan burada kasdedilen İsa (a.s.)'dır ama bütün peygamberlere uyanlar için verilmiş bir müjdedir bu. Sana uyanları kıya­mete kadar kâfirlerin üstünde kılacağız.

Diyeceksiniz ki:günümüzde biz peygambere uyuyor gibiyiz ama Amerika'sı ve Rusya'sı bizim üzerimizde diyoruz.

Biz Kur'ân'a ve sünnete uyduğumuz müddetçe onların çok üzerinde idik. Krallarını hapishaneden kurtarıyorduk. Mehmet Akif in tabiriyle;

Kahraman ordu yürürken muzafferen ileri, Özengi öpmeye hasretti garbın elçileri.

Amerikan elçisi, Rus elçisiyle veya Fransız elçisi, Alman elçisiyle aynı mecliste oturacaksa; Fransız elçisi diyormuş ki, Alman elçisine "Sen benim biraz gerimde oturacaksın sandalyeni geriye çek diyormuş." Ni­ye?.. "Ben Osmanlı yeniçerili bir askerin ayağından öptüm". Yani şeref oluyor onun için. Öyle bir şey.

Şimdi bunun tam aksi, bizim başımızdakiler, Amerikalı için "Beni te­lefonla aradı" diyor. Olmaz böyle şey. Öğünme vesilesi olmaz bu. İnsan böyle çeker gider kendini vurur. Doğu Almanya bakanlarından birine Ruslar geliyorlar şunları şunları yapacaksınız diyorlar adam pekiyi de­miş, Öbür tarafa geçmiş çekmiş tabancayı kendisini vurmuş. Böyle bir şe­ye ben tahammül edemem, kabul edemem diye.

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Bakara 165;166

(165) İnsanlar arasında Allah'tan başkasını O'na ortak koşanlar ve onları Allah'ı sever gibi sevenler vardır. İman edenlerin Allah'a sevgisi ise daha kuvvetlidir. Zalimler, azabı görecekleri zaman bütün güç ve kuvvetin şüphesiz Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın gerçekten çetin azaplı olduğunu keşke bilselerdi.

İnsanlardan bir kısmı, Allah'tan başka Allah'a eş ilah edindiler. O or­tak edindikleri ilahı seviyorlar. Allah'ı sever gibi seviyorlar. İman edenle­re gelince onların Allah'a olan sevgileri daha şiddetlidir.

Şimdi burada dört türlü mana vermek mümkün ve hepsi doğrudur. Mealler fazla faydalı olmaz diyoruz ama tefsir okumak faydalıdır. Tefsir­ler daha açık bilgi verir. Yani dört yönünü de verir.

Meal; Allah'dan başka ilah edinenler onları Allah'ı sever gibi sever­ler der, bitirir.

Halbuki o ilahlarını severler. Allah'dan başka filan adamı ilah edini­yorlar. Onu seviyorlar. Ne gibi? Allah'ı sevdiği gibi. Yani bu adamlar Allah'a da iman ediyorlar. Onun için Allah kelimesi kullanmış yani Al­lah'a inanıyorlar, Allah'ı seviyorlar. Ama filanı da sevsek olmaz mı diyor­lar, ikisini beraber götürme tarafına gidiyorlar. Yani eşit seviyede tutu­yorlar. Allah ile Allah'ın kanunlarına zıt kanun koyan kişiyi ilahî aştırıyor. Ona da sevgisi var. İkisini beraber seviyorlar. Onu sevdiği gibi seviyorlar diyor Rabbim.

Mü'minlere gelince, mü'minlerin ise Allah'a olan sevgileri daha şid­detlidir. Neden yine iki türlü mâna. Onların putlarını sevdiklerinden daha fazla severler Müslümanlar Allah'ı.

Günümüzde "yahu şu adamın batıl yolda mücadelesini Müslümanlar yapıverse" diyoruz. Seviyemiz o kadar düşükki kendi aramızda. Adam kendisi gibi bir insanın koymuş olduğu kuralların insanlar üzerinde ha­kim olması için malını veriyor, canını veriyor. Müslüman da beri taraftan diyor ki, "Yahu bizim de imanımız, bizim de gayretimiz şu imansizınki kadar olsaydı."

Rabbim öyle demiyor. Sizin Allah'a olan sevginiz, onların putlarına olan sevgisinden daha şiddetlidir diyor. Eğer şiddetli değilse imanımız­dan şüphe etmemiz gerekiyor. Veya zayıf olduğunu kabul etmemiz gere­kiyor.

Tabiatta sevgi hakimdir diye bir söz vardır, doğrudur. Çocuğumuzu sevdiğimiz için bağrımıza basıyoruz. Annemiz ve babamız yatalak hale gelseler, sevdiğimiz için onların her türlü zahmetini rahmet biliyoruz. Onlar da bizi çocukken aynı şekilde yemezken yediriyorlar, giyemezken giydiriyorlar, temizliğimize dikkat edemezken bizi temizliyorlar. Bir gün tam tersine dönüyor. Onlar yiyemezken biz yediriyoruz, giyemezken biz giydiriyoruz, onlar temizliğine dikkat edemezken biz dikkat ediyoruz.

Burada bu işe bizi teşvik eden onlara olan sevgimizdir. Eşlerimize olan sevgimiz, dostlarımıza olan sevgimiz bizi bir araya getiriveriyor. Birbirimizin işini gördürüyor.

Şimdi burada insan annesini sever, babasını sever. Bu dinidir ve sev­mesi gerekir. Ancak anneyi, babayı, eşi ve çocukları yaratan Allah'dır. Öyleyse Yaratanı daha fazla sevmek gerekiyor. O yaratmamış olsaydı ol­mayacaktı bunlar.

Ondan sonra Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'i sevmemiz gerekiyor ki, bir hadis-i şerifte: Bir kişi beni anne ve babasından daha fazla sevmedik­çe iman etmiş olmaz diyor. Alimlerimiz bir parantez arası yapar orada/gerçekten imanı kâmille kemâl bir imanla iman etmiş olmaz. Hadisin metninde bu yok aslında. Yani kâmil bir imanla iman etmiş olmaz diye bizi kurtarmak için terceme yapanları­mız bir ilave koyuyorlar orada.

Birinci derece Allah (c.c.)'ü, ikinci derecede Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'i seveceğiz.

Allah yarattı diyelim anamızı, babamızı, eşimizi, çocuğumuzu. Peki peygamberi niye sevelim? Çünkü anaya itaati de o öğretti. Eşe olan say­gıyı ve sevgiyi de o öğretti. Ve şu anda halkı müslüman olan ülkelerde, müslüman insanların hanımlarının temiz kalması fuhşa bulaşmaması, er­keklerinin temiz kalıp zinaya bulaşmaması, o peygamberin sünnetine bi­raz olsun sarılmamızdan kaynaklanmaktadır. Yoksa bizim kan olarak, can olarak, ten olarak bir Alman'dan veya bir İngiliz'den veya Amerikalı'dan farkımız yok. Bu imana sahip olmamış olsaydık Almanya'da bir Hıristiyan olarak dünyaya gelmiş olsaydık eşlerimizin ve çocuklarımızın başkalarıyla gezmesinden zevk alır hale gelebilirdik maazallah.

Onun için Peygamberi seveceğiz. Yani bize 1400 sene evvelinden vermiş olduğu talimatla çocuklarımızı tuttuğu için, temiz kalmasını sağ­ladığı için O'nu da seveceğiz. Rabbimden sonra seveceğiz yalnız. Kul ol­duğunu da hiç unutmayacağız.

Hristiyanların Hz. İsa'yı sevdiği gibi sevmiyeceğiz. Kul olduğunu fakat Allah (c.c.)'ün rasûlü olduğunu ve bize her şeyimizi öğrettiğini bile­rek seveceğiz Efendimiz (a.s.v.)'i.

Muhabbet kelimesini çok kullanırız. Muhabbet kelimesi Arapça bir kelime. Türkçe karşılığı sevgi olarak terceme edilmiş güzel bir kelime yani Türkçe'si de güzel.

Arabın dilinde Hubab demişler. Yağmur yağıp seller aktığında o yağmur suyunun üzerindeki kabarcıklara Arap diyor.

İnsan da sevince diyor kalbi kabarır. Bir yere doğru meyleder ya. İşte ondan dolayı muhabbet demişler buna. Muhabbet kelimesini kullanmış­lardır. Yani kalbim kabardı. Ona doğru meyletti kelimesini ifade etmek için muhabbet kelimesi kullanılmış.

Veya suların en derin yerine Habab der Arap. İnsanın da sevgisi gön­lünün en derin yerinde olmasından dolayı o kelimeden türeterek muhab­bet kelimesini söylemişler.

Veya Türkçe'de de kullanırız bunu. Habbe kelimesi dane mânâsına geliyor. Dane, yani buğday danesi, arpa danesi veyahutta herhangi bir bitkinin tohumu dediğimiz şeye bir tanesine habbe diyoruz. O habbe top­rağa düşüyor ve orada yeşeriyor. Meyve veriyor, sebze veriyor, çiçek ve­riyor. Habbe toprağın derinliklerine düşünce çiçeğe dönüşüyor.

Sevgi de insanın yüreğine düşünce, dışarıya çiçekleniyor. Eli merha­metle, gözü şefkatle ve bütün davranışları iffetle çiçekleniveriyor. Ondan dolayı Allah (c.c.)'ü birinci derecede her şeyden şiddetli olarak sevmemiz isteniyor.

Diğerlerini ise babalara merhametle, rahmetle, çocuklara şefkatle ha­nımlara şehvetle sevgi, yani eşimize şehvetle sevgi haram değildir. Ayıp da değildir ve Rabbimin çizdiği kurallar içerisinde olduğu müddetçe bu sevgiden dolayı da insanlara ayrıca sevap vardır.

Bu âyet-i kerîmeye uygun olarak, kâfirlerin kendi liderleri kendi yö­neticileri, kendi kanun koyucuları yolunda verdikleri mücadeleye denk mücadele vermeyeceğiz.

Onların verdiği mücadeleden üstün bir mücadele verirsek Müslüman olduğumuzu ortaya koyuyoruz biz. Yoksa denk olmak bile bizim için de­recenin düşmesine sebep oluyor.

"Keşke o zalimler azabı gördüklerinde yani Cehennem azabını gör­düklerinde bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu anladıklarında yani zalimler o günün Allah'a ait olduğunu, bütün gücün Allah'a ait olduğunu, herkesin onun huzurunda toplanacağını, Cehenneme atılacaklarını bilmiş olsalardı bu dünyada bilir gibi görmüş olsalardı ve Allah'ın azabının mut­laka daha şiddetli olduğunu bir biliverselerdi bu dünyada iken" diyor Al­lah (c.c).

Ben ilah derken genelde insan kelimesini kullanıyorum. Yani insana tapınmaya Kur'an'da çokça yer veriliyor. Ayrıca putlara tapınılmış. An­cak o putları gerçek put diye diktikleri adamlar ortaya dikmişler. Asıl Kufân'in vermek istediği putlar canlı insanlar. Yani Ebu Cehil, Ebu Leheb gibi insanlardır. Yani Rabbimizin kanununa karşı kanun koyan insan­lardır. Bu âyet-i kerîme onu daha açık veriyor bize. Yukarda onlar Allah'ı sever gibi ilahlarını da severler deniliyordu.

Şimdi bunu bir kısım insanımız şöyle açıkîayıveriyor: Efendim put­ları, taşları dikerlerdi. O taşlara olan sevgileri, Allah'a olan sevgileri gi­biydi. Ama bakınız şu âyet ne diyor;


(166) O zaman kendilerine uyulanlar azabı görünce kendilerine uyanlardan uzaklaşacaklar. Ve aralarındaki bağlar kopacaktır.

Tâbi olunanlar yani liderler, tâbi olanlardan yani halktan kaçıverdiklerinde, kıyamet gününde o milletlerin lider diye peşinden gittikleri, Allah'ı bırakıp da peşinden gittikleri adamlar, kendisine uyanların böy­le dizildiğini görünce onlardan kaçıverecek. Yani ben kendi azabımı çe­keyim; ama bir de bunlarınkini yüklenmeyeyim diye kaçıverecek. İşte o zaman ve azabı da görüverdiklerinde, yaptıklarının cezasının ne olduğu­nu da" görüyorlar. İkisi arasındaki bütün sebepler de ortadan kesildiğinde, ipler de kopuverdiğinde, tabi olanlarla tâbi olunanlar arasındaki ipler de makam, mevki, para, rüşvet, şan, şöhret gibi şeyler de kopuvermiş. O zaman bu hale düşüverdiklerinde ;


(167) Ve uyanlar "Keşke dünyaya tekrar dönüş olsaydı da onla­rın bizden uzaklaştığı gibi biz de onlardan uzaklaşsaydak" derler. Böylece Allah onlara amellerini pişmanlık halinde gösterir. Ve onlar ateşten çıkamayacaklar.

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Bakara 164

164-Kuşkusuz, göklerin ve yerin yaratılışında; gece ile gündüzün birbirini takip edişinde; insanlara faydalı yüklerle denizlerde seyreden gemilerde; Allah'ın gökten indirerek onunla ölü toprağa can verdiği ve her çeşit canlının çoğalmasını sağladığı yağmurlarda; rüzgarların değişmesinde ve gökle yer arasında kendileri için tayin edilmiş belirli güzergahlarda akan bulutlarda, [bütün bunlarda] düşünüp akıllarını kullananlar için mesajlar vardır.

Bu ayet, Kur’an'ın, “akıllarını kullananlar”a, kainatı kuşatan bilinçli, yaratıcı bir Gücün birçok tezahürü olarak tabiatın her gün gösterdiği olağanüstülükleri ve insanın kendi yeteneğinin ürünlerini (“denizlerde seyreden gemiler” gibi) gözetlemeleri için yaptığı çağrılardan biridir.

Müşrikler Hz. Mûsa ve Hz. Îsâ (a.s.)’a verilen mûcizeleri öğrenip o kabilden olarak Safa tepesinin altın olmasını mûcize olarak istediler. Allah Teâla: “İstersen yaparım, fakat iman etmezlerse, hiç görülmedik şekilde azap gönderirim.” deyince Efendimiz: “O halde benimle halkımı baş başa bırak, onları yavaş yavaş dine dâvet edeyim.” demesi üzerine bu âyet indirildi. Demek ki bu âyette bildirilen gerçekler Safa tepesinin altın olması gibi harikalardan daha önemlidir. Bu, Kur’ân’ın din konusunda insan fikrini ne güzel eğittiğini göstermeye kâfidir.

Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki: "Bir kısım kâfirler, göklerin ve yerin yaratılmasının ve âyette zikredilen diğer şeylerin, Allah tarafından meyda¬na getirildiklerini inkâr ederler. Allah´ın yaratıcılığını inkâr edenlere karşı Al¬lah´ın bunları yarattığnı söylemek, O nun varlığını ve birliğini gösteren bir delil olur mu? "Cevaben denilir ki: Allah´ın varlığını ve birliğini inkâr eden mülhid-lere doğrudan delil olmasa da, Allah´ın yaratıcılığın kabul eden fakat ona bir la¬kım putları ortak koşan müşriklere karşı, Allah´ın birliğini ispat eden kesin bir delildir. Zira Allah teala onlara: "Ben bu şeyleri yaratıyorum, sizin bana ortak koştuğunuz şeyler ne yapıyor? Hiçbir şey yapmıyor." diyerek onları sustunmıştur.

Geceyi gündüze katan Sen'sin. Gündüzü geceye katan Sen'sin.
Öyle bir ayarlı ki bizim saatlerimizin hepsi kendine göre. Kendi başı¬na hareket eder. Birbirine uymaz.
Ama Allah (cc), kâinatı yarattığından bugüne kadar bu saat düzenli işliyor. Bir saniye ileri gitmiyor, bir saniye geri kalmıyor Öylesine dü¬zenli hareket etmesi için her şeyi bilen ve onu ayarlayan âlim ve müdebbir birine ihtiyaç var ki o da Allah (cc) dür.

Yerin ve göğün yaratılışı diyor ki "ben Allah'ın varlığına ve birliğine şahitim." Denizlerde gemilerin yüzmesi Allah'ın varlığına ve birliğine şahitiir. Çünkü o denizde o suyun onu kaldırma kanununu yaratan Allah (cc) dür.
İlim adamlarının bulduğu ise mevcut bir kanunu keşfetmektir. Nasıl ki ben şu âyeti okuyup mânâsını size tefsir ediyorum. Bir tabiat bilimcisi de tabiat âyetlerine bakıyor. O kanunu bize keşfediveriyor. Keşif açmak manasına. Yani orada var olan bir şeyi bize açıveriyor. Onun içindir ki onu da yaratan denizlerde o gemiyi yürüten Allah (cc) dür. Çünkü kanu¬nu koyan O.

Mesela terzilerin pîri kimdir? İşte İdris (as) dır. Silah sanayiinin pîri kimdir? İşte Davud (as) dır, derler. Peki gemiciliğin pîri kimdir? Nuh (as) dur.
Dikkat ederseniz bütün meslek dallarının yani toplum için yararlı olan şeylerin öncüleri peygamberlerdir. Bu gerici, yobaz, din bilmez, di¬yanet tanımaz, Allah'a inanmaz grup, dinime sataşırken bunları bilmedik¬lerinden sataşırlar. Şu anda giydiği ayakkabıyı, giydiği elbiseyi, bindiği gemiyi, gemi insanların arabadaki ufkunu da açıvermiştir, bütün bunların öncülüğünü yapıveren yine peygamberlerdir. Teknolojinin öncülüğünü yapanlar peygamberlerdir.

Gökyüzünden yağmurun yağması, yeryüzünde yağmurun yağmasıyla nebatatın dirilmesi otların, çiçeklerin dirilmesi de Allah'ın bu âyetlerindendir.

Suyun kanunu, yağmurun yağışının hesabını yapanlar diyorlar ki, yağmurun yağması taşın düşmesi gibi değildir. Yani eşyanın düşme kanununa tabi değildir suyun düşmesi. Bize hesap ettirmişlerdi, ortaokul, lisede iken. Şu kadar yükseklikten, şu kadar hacimde, şu kadar ağırlıkta bir madde düşerse, yeryüzünde ne kadar etki yapar? Ne kadar zamanda düşer? Hacmi ile özgül ağırlığını hesap ettiriyorlar. Şu kadar zamanda düşer gibi hesaplar yaptırırlardı. Fakat bu kanuna tabi değildir diyorlar yağmurun düşmesi. Eğer yağmur o kanuna bağlı olsaydı adamın tepesine vurdu mu bayıltırdı diyorlar. Ama rahmet melekleri indirdiği için yumuşacık iniyor insanın üzerine okşar gibi yağmur yağıyor. Dolu hariç.

Ve o tabiat üzerinde hareket edene. Dabbe diyor. Şöyle kıpırdayan canlıya Dabbe diyor Arap. Kıpırdamasından dolayı. Canlı varlıkları da yeryüzüne saçıveren Allah (cc) dür. Bu varlıklar Allah'ın âyetleridir. Denizin derinliklerindeki, dağların tepesindeki, karın içindekiler Allah'ın âyetleridir. Hani kar'ı çok yağan yaza kadar karların kalkmadığı, kar'ı bir iki sene duran yerde yaşıyan arkadaşlarımız bilirler ki, kar'ın içinde kurt olur. Kar için soğuktan içinde bir şey yaşamaz dersiniz ya. Kar'ın içinde kar kurdu olur, bembeyaz olur. Kar renginde olur. Kar'ın içinde Allah (cc) kurdu yaratıyor. Ateşin içerisinde de semenderi yaratıyor. O volkanların içersindeki lavların içinde semenderi yaratıyor.
Eskiden bizde tasavvuf edebiyatında kullanılırdı semender kelimesi. Yani aşk ateşinin içinden geçtim semender gibi filan derlerdi.
Bir gün televizyonda, bir belgeselde volkanı anlatırken işte bu lavların içerisinde de semender diye bir kuş yaşar diyor spiker. Ve onun da hareketini göstermeye çalışıyor.
Kar'ın içerisinde kurdu görüyoruz. Semerden bizzat görmedim. Televizyondaki hariç, ateşin içindekini görmedik. Yani böyle uzun müddet yanan bir ateşi görmediğimiz için görmedik. Fakat edebiyatımızda var semender. Nasıl ki suyun içerisindekine inanıyoruz onada inanıyoruz. Hiç deniz görmiyen bir adama suyun içinde canlı yaşar deseniz adam der ki gel senin kafanı suyun içine sokalım 5 dakika durabilirsen ben de ina¬nayım. Ama deniz kenarındakiler buna rahat inanırlar. Suyun içerisinde balık veya binlerce yaratık, karın içindeki kar kurdu, ateşin içindeki semender ve tabiatta rengiyle, kokusuyla, sesiyle birbirinden tamamen ayrı yapılarıyla ayrı olan Dabbe nin yaratılması ve yayılması da Allah'ın âyetlerindendir.
Bundan sonra canlılara bakarken Kur'ân âyetine bakar gibi bakacağız. Nasıl ki Kur'ân âyetlerine bakınca tefsir etmeye çalışıyoruz. Tabiat âyetlerine bakarken de ya Rabbi bunu. acaba hangi hikmete binâen, insanın hangi derdine deva olsun diye, ne için yarattığının araştırılması yönünde ibretle bakılması gerekir. Bunlar çünkü Allah'ın âyetleridir. Ama kime göre? Aklı olan toplumlar için Allah'ın âyetleridir bunlar.
Zamanla âlimlerimiz ikisini de yani Kur'ân âyetlerim tefsirle meşgullerken, tabiat âyetlerini de keşifle meşgullerdi. Şimdi onların çocukları Kur'ân'ı kapatınca beraber tabiata da gözlerimizi kapattık. Dergilerde, gazetelerde, surda burda efendim cebiri Cabir b. Hayyam bulmuştu. Efendim tıpla ilgili İbni Sina şöyle yapmıştı diye onlarla öğünmeye gidiyoruz. Bu öğünmeler bize fayda vermez ve bizi kurtarmaz.

165- Öyle insanlar vardır ki, Allah'tan başkasını Allah’a denk tutar, tıpkı Allah’ı severcesine onları severler. Müminlerin Allah’a olan sevgileri ise her şeyden daha ileri ve daha kuvvetlidir. Böyle yaparak kendilerine zulmedenler, azabı gördükleri zaman anlayacakları gibi, bütün kuvvet ve kudretin yalnız Allah’a ait olup, Allah’ın azabının pek şiddetli olduğunu, keşke şimdiden bilselerdi!

Bu âyet, ulûhiyyetin en önemli hususiyetlerinden birinin muhabbet yani sevilmek olduğunu gösterir. Bundan dolayıdır ki Kur’ân ıstılahında insan, daha çok “kul” vasfıyla anılır. Kulluk, kendisine kul olunan varlığa karşı beslenen sevginin en ileri derecesini ifade eder. Bu âyet gösteriyor ki, Allah’tan başka herhangi bir şeyi veya kimseyi Allah’ı severcesine seven kimse, Allah’tan başka nid (yani O’na denk tutmuş), sayılmaktadır. Bu, sevgide ortak yapmaktır, yoksa yaratma ve Rab olma vasfında denk saymak değildir. el-Vedûd Allah’ın güzel isimlerinden olup “Yaratıklarını çok seven ve onlar tarafından çok sevilen” demektir.

Taberi, bu âyetin mânâsının şöyle olduğunu zikretmiştir: "Ey Muhammed, sen zalimlerin, azabı gördüklerini bir görmüş olsaydın. O zaman bütün kuvvetin yalnız Alîaha ait olduğunu ve Allanın, azabı şiddetli olan Rab olduğunu görmüş olurdun. Taberi sözlerine devamla diyorki: "Burada hitap her ne kadar Resulullaha ise 6e asıl kastedilen, onun dışındaki insanlardır. Zira Resulullahın, bütün kuvvetin Allaha ait olduğunu ve Allanın, azabı şiddetli olan rab olduğunu bildiğinde şüphe yoktur. Bu âyete, şu âyete benzemektedir? "Bilmez misin ki, göklerin ve yerin mülkü Allah´a aittir?

Bakara 161;162;163

Küfredip kâfir olarak ölenlere "gelince, Allah'in meleklerin ve insanların hepsinin la'neti işte onlaradır.

Allah'ı ve onun indirdiği ayetleri ve onun gönderdiği Peygamberleri inkâr eden gizleme tarafına giden kişilerden bahsediliyor. "Küffarın" Türkçe karşılığı gizleyen manasınadır. Onun içindir ki Arap çiftçiye de kâfir der. Toprağın içinde buğdayı gizlediğinden dolayı. Küfretmek giz­lemek demektir. Biz de yani Türkçede. Bu bana küfretti derken onun an­lamı sövdü demektir. Küfretmek Arabın dilinde gizlemek manasına geli­yor. Yani bu adamlar aslında Allah'ın varlığını biliyorlar, birliğini de bili­yorlar. Fakat çıkarlarına ters düştüğünden dolayı bilmemezîikten, görme-mezlikten geliyorlar. Onun için kâfir kelimesi bunlara kullanılmıştır.

Kâfir olanlar, kâfir olarak da ölenler, işte onlara Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların la'neti vardır. Allah'ın la'neti, meleklerin laneti ve bü­tün insanların la'neti onlar üzerinedir. Kâfir olan ve kâfir olarak ölenler içindir diyor Allah (cc).

Buna benzer bir mana 159. ayette de geçmişti.

Allah'ın apaçık olarak indirmiş olduğu âyetleri gizleyenler için de bir la'net vardı. Orada yektümüne diyor Rabbim. Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'inde indirdiklerini insanlardan gizleyenlere, veya bir zamanlar Tevrat'ın âyetlerini insanlardan gizleyenlere, İncil'in ayetlerini insanlardan gizle­yenlere, o gizleyenlere Allah'ın ve lanet edebilen herkesin laneti olsun diyor.

Bu ikisini mukayese ettiğimizde, kâfirin la'netinden, Allah'ın Kitabındaki âyetleri gizleyen kişinin la'netinin daha fazla olduğunu görüyo­ruz.

Burada kâfirler için Allah la'net eder, melekler la'net eder, insanlar la'net eder diyor.

Fakat öbüründe ise yani yukarıdaki 159. âyet-i kerimede ise Allah la'net eder. La'net edebilen her şey ona la'net eder. Kimdir bu lanet eden­ler? Hani burda zikredilmeyen cinler vardır. Onlar la'net eder. Hayvanlar la'net eder, nebatat la'net eder, denizdeki balıklar, havadaki kuşlar herkes her şey ona la'net eder.

Niye onunki daha fazladır? Çünkü kâfirlerin de kulaklarına Allah ke­lamının varmasını engellemiş oluyor onlar. Yani Allah'ın âyetlerini gizle­yenlerin cürmü, suçu kâfirlerin suçundan biraz daha fazla oluyor. Mesela bir adam düşünün ki, kâfir fakat bilgisizliğinden kâfir. Yani İslâm ona ulaştırılmamış. Fakat onun bitişiğinde aynı dairede yan yana oturmakta veya karşı karşıya oturmakta Müslüman diye bildiğimiz bir adam var. On sene beraber kalmışlar ve bunun Müslüman olduğunun farkına varama­mış öbür adam. Ve bu adam ona bir tek kelimeyi duyurmamış. Bu adam­la öbürünü ikisini beraber aynı Cehenneme gönderirler. Ve bunun yeri bi­raz daha derinde olur.

Onun için Allah (cc), Allah'ın âyetlerini gizleyenlerin cürmünün, Al­lah'ın âyetlerini inkâr edenlerinkinden fazla olduğuna işaret ediyor bu ifa­deyi kullanmakla.[295]



O la'nette ebedî kalıcıdırlar. Onlardan azap hafîletilmez ve yüzlerine de bakılmaz.


Orada ebedi kalırlar, azapları hafifletilmez, onlara bakılmaz da diyor. Yani onların azapları hafifletilmez. Bakılmaz da derken hani bunu Türkçede kullanırız. "Yüzüme bile bakmadı" diyoruz. "Yüzüme bakma­dı" cümlesi illâ bakmayı kasdetmiyor. Yani yardım elini uzatmadı, para göndermedi, mektup göndermedi, beni kurtarmak için uğraşmadı hepsini birden ifade etmek için yüzüme bakmadı kelimesini kullanıyoruz.

Ve burada da Allah (cc), o kâfir olanların Cehennemde ebedi olduk­larını ve onların yüzlerine de bakılmayacağını, bakılmıyacağmdan kasıt şöyle bakmaktan ziyade yani orada hiçbir şekilde onlara serinlik verilmeyecek ve rahatlatıcı hiçbir haber veya görüntü de onlara gösterilmeyecek­tir.

Peki başkası onlara yardım edebilir mi? Mümkün değil.[296]



Sizin ilahınız tek bir ilahdır. Ondan başka ilah yoktur. Esirgeyendir. Bağışlayandır.

Sizin ilâhınız bir tek ilahdır. O gün mülkün sahibi kimdir? Mülkiyet kime aittir? Tek olan ve herşeyi otoritesi altında tutan Allah (cc)'e aittir diyor. Allah (cc) şu [297]

Sizin ilahınız bir tek ilahdır. Yani sizi yaratan,sizi yaşatan ve sizi yöneten birdir. Allah'dan başka ilah yoktur. Ondan başka ilah yoktur. O Rahmandır. Yeryüzünde mü'minle kâfir.ayırımı yapmadan havayı, suyu, kanı, teni, bedeni, tırnağı, saçı, başı, kolu verir. Evlat verir, mal verir. Ama Rahimdir. Ahirette mü'minle kâfiri birbirinden ayırt eder. Suçlu ile suçsuzu, zalimle mazlumu ayırd eder. Herkesin durumuna göre orada muamele eder.

Lâ ile nefyi vücud etse eğer bir münkir

Yine Mevîâya döner kurtulamaz illadan

Bunun tefsirini daha Fatiha'mn başında açıklamıştık.[298]

19 Mayıs 2009 Salı

Bakara,159-160

(159) İndirdiğimiz açık delilleri ve kitapta insanlara apaçık gösterdiğimiz hidayet yolunu gizleyenlere hem Allah hem de bütün lânet ediciler lânet eder.

Yukarda geçmişti; zaman içerisinde Yahudi hahamlarının ve Hıristi­yan papazlarının Allah'ın âyetlerini insanlardan gizledikleri. Bir kısmı gizliyor, bir kısmı kelimelerin yerlerini değiştiriyor, bir kısmı mânâsını değiştiriyor, bir kısmı ona ilave ediyor, bir kısmı ondan çıkartma yapıyor, bir kısmı hak ve batılı hani bu dışı şeker olan içi ilaç olan zehir olan şeyler gibi karıştırıyor. Bunların hepsine ait ayrı âyet-i kerîmeler var. Böyle­ce hepsinin gayesi, Allah'ın muradının insanlara ulaşmasını engellemek yani gizlemek. Gizlemeden gaye ise, belirli çıkar çevrelerine hizmet et­mek oluyor.

Allah (c.c.) bu Allah'ın âyetlerini gizleyenlere Allah'ın lanetini, vere­ceğini bildiriyor ki lanetin Türkçe karşılığı Allah'ın rahmetinden uzak kalmak oluyor, Allah'ın rahmetinden uzak kalırlar onlar. Yani, mağfiret­ten uzak kalırlar. Ve onun Allah'ın rahmetinden uzak kalması için diğer melekler ve cinler ve insanlar da Rabbime dua ederler. Onun uzak kalma­sı için dua ederler ki âyet-i kerîmede buna lanet denilivermiş.

Günümüzde Allah'ın âyetlerini gizlemek 1. belirli otorite güçler ta­rafından mânâsını anlayıcı hareketi engellemektir. Mesela bu memlekette yıllarca Arapça okutmayı yasak etmişler. Sırf gaye Kur'ân'in, anlaşılması­nı engellemektir. Halen Türkiye'de İngilizce kurs açarsanız müsade der­hal verilir. Almanca; Fransızca kurs açarsanız müsade derhal verilir. Arapça kurs açmaya kalkarsanız müsade almanız mümkün değildir. Ke­sin biliyorum bunu. Çünkü uğraşan arkadaşlarım oldu. Kesinlikle; resmî müsade etmiyorlar. Göz yumuyorlar ayrı. Göz yumuyorlar fakat resmen eline bir belge verip İngilizce kurs gibi o kursta aranan şartları yerine ge­tirdim. Müfettişleriniz gelsin teftiş etsin ve bana ruhsat verin denildiğinde bu ruhsat verilemiyor. Kanunî engel var.

Ama, Arapça konuşan insanlar var. Arap ülkeleriyle ticarî münase­betler var. Yani bu dile de ihtiyaç var. Olsun onlar Kur'ân'ın anlaşılma­sından endişe ediyorlar. Onun için engelliyoruz diyorlar. Gizlemenin bir yolu bu. 2.si bilenler var. Yani çeşitli vesilelerle Kur'ân-ı Kerîm'in dilini öğrenmiştir, anlamıştır, ama söylediği takdirde bazı çıkarları zedelene­cektir. Allah'a sığınıyor. Ya Rabbi benim gücümün içinde değil bu diyor. Sen de:

Kişileri gücünün tahammül edemiyeceği şeyden sorumlu tutmaya­cağım demişsin. Benim gücüm zayıf onun için söyliyemiyorum filan diyor. Ama adam kendi çıkarları için dağları deviriyor. En ol­mazları olur yapıyor. Bir çok adamı aracı yapıyor. Bakanlık seviyesinde işleri bitirtiyor. Orada gücünü gösteriyor, ama Allah'ın âyetlerinin insana duyurulmasında gücünün yetmediğini ileri sürerek, Allah'ı kandırma tara­fına gidiyor.

Bir kısmı da diyor ki," şimdi söylemiyeyim. Şimdi asistanım, doktor olunca söylerim". Doktor oluyor. "Doktor olunca söylersem doçent yap­mazlar" diyor. Doçent oluyor. Yahu kardeşim hadi bir şeyler söyle bak talebeler de vermişler. Hocam profesör olunca diyor. Profesör oluyor de­kan olayım fakültenin tam yönetimini elime alıverdin mi o zaman istedi­ğimi yaparım diyor. Dekan oluyor adam "hadi kardeşim" "Hocam rektör­lük" tam üniversiteye hakim olabilmen için rektör olmak lazım. Rektör olabilmek için de müslüman olduğunu çaktırmamam lazım derken Azrail geliyor ve diyor ki yaşını aldın, alacağın vereceğin nefes de bitti. Yiye­ceğin ekmek de bitti. Cehenneme odun lâzım hadi bakalım. Firavun'un altındaki suyu biraz soğumaya yüz tutmuş diyerek gönderiveriyor öbür tarafa.

Onun için gizlemenin yolları çeşitli olmuş tarih boyunca. Bildiğimizi her yerde, her türlü insanın huzurunda söyleyeceğiz, yani her makamın kendine göre sözü vardır derler ya, o makama uygun söz içersinde müna­sip bir dille hakkı söylemekten geri durmayacağız.

Efendimiz, Hakkı söylemeyen kişileri dilsiz şeytan olarak tarif etmiş.

Ben bu güne kadar yapamadıydım. Benim yanımda dinime şöyle, bir sataşma oldu da sesimi çıkaramadıydım. Doğrusunu benden sordular da renk vermeyeyim diye geçiştirdiydim. Şimdi tevbe ettim ne yapayım der­seniz, yani yaptığıma geçmişime pişman oldum, dersek Rabbim bir kapı kapatır, on kapıyı açar. Onun için tövbe edelim.



(160) Ancak tevbe eden, yaptıklarını düzelten ve öğrendiklerini açıklayanların tövbelerini kabul ederim. Ben tevbeleri çok kabul eden, merhamet edenim.

Allah'ın lanetinden kurtulanlar tevbe edenlerdir. Tevbe etmek yeterli değil yalnız. Eskiden bozduğunu düzeltenlerden olacağız, yani geçmişte bozduğumuzu düzelteceğiz. Apaçık ortaya koyanlar, açıklayanlar, işte onların tevbelerini kabul ederim ve Ben tevbeleri çok kabul eden ve de merhamet edenim buyuruyor.

16 Mayıs 2009 Cumartesi

Bakara; 158

(158) Şüphesiz "Safa" ile "Merve" Allah'ın şiarından (işaretlerinden)'dir, Kim Beyti hac eder veya umre yaparsa "Safa" ile "Merve"yi tavaf etmesinde ona bir sakınca yoktur. Kim de gönülden iyilik yaparsa, şüphesiz Allah, şükrün karşılığını veren ve bilendir.

Safa ile Merve Allah'ın şiarından, şiarlarından bir şiardır. Alâmetle­rinden bir alâmettir.

Safa ile Merve Kâbe-i Muazzama'nın hemen şimdi içinde kalmış iki tepenin adı. Burası tâ Hz. İbrahim (a.s.)'dan beri sa'y yeri olarak kullanıl­mış. Orada Müslümanlar hacca gittiklerinde yine sa'y yaparlar. Şöyle böyle 750 metre veya 500 metre uzunluğunda. Safa Tepesinden başlayıp Merve'ye doğru yürürler. Belirli bir yerinde de hafif koşar gibi hervele yaparlar. Hz. İbrahim (a.s.)'dan beri orasının kutsiyeti devam etmiş. Za­man içerisinde Allah (c.c.)'a olan imanlarını yitirenler kendilerine çeşitli vesilelerle putlar edinmişler, derken bir aşk tanrıçası da icat etmişler (İsaf ve Naile diye bilînen)bu iki putun birini Safa Tepesine birini de Merve Tepesine koydular. Tapınmalarına yine Mekkeli müşrikler devam ettiler. Derken Allah (c.c.) peygamberini gönderip Mekke'de hakimiyeti de elde ettikten sonra, orada yine cahiliyye döneminde olduğu gibi sa'y yapılacak mı yapılmayacak mı, O putların olduğu yere gidilecek mi gidilmiyecek mi gibi sahabe arasında konuşmalar devam ederken Allah (c.c.) bu âyet-i kerîmeyi indiriyor.

Safa ile Merve Allah'ın alametlerindendirler. Kim Kabe'yi Allah'ın Beytini ziyaret eder, hac veya umre yaparsa, ikisini tavafa meyletmesin­de bir günah yoktur. Tavaf etmesinde bir günaha meyletme yoktur. Cünah meyletme mânâsına geliyormuş Arab'ın dilinde. Burada cünaha mey­letmek yoktur. Cünah aynen bizim Türkçe'ye geçmiş, günah olarak geç­miş. C harfiyle Cünah, Türkçe'ye geçerken de günah olarak geçmiş. Arab'ın dilinde Cünah meyletmek mânâsına gelir.

Onlar eğer barışa meylederlerse sen de barışa meylet Enfal: 61 mânâsmdaki âyet-i kerîmede de ifade edilmiş.

Burada...O günaha meyletmek yoktur. Yani günah değil­dir. Buradaki anlam tavaf etmeleridir.

Kim hayırda nafileyi fazlaca yapacak olursa Allah onların şükrünü kabul eder, yaptıkları her şeyi bilendir buyuruyor Allah (c.c).

Malum Kâbe-i Muazzama'da Müslümanların hepsi Kâbe-i Muazza­ma'nın etrafında tavaf ederken. Hacerü'l-Esved'e de sünnet olduğu için değer istilam ederler. Değmede yarış ederler. Değmek belki bu günlerde çok sıkışık olduğu için mahzurlu olabilir. Ama efendimiz geriden de isti­lam etmiş, yani elini işaret yapmak suretiyle değmiş gibi olmuş. Bize Kâbe-i Muazzama'da bütün müslümanların tutacağı yerin tek olduğu fiili tatbiki olarak öğretiliyor. O da Allah'ın kitabı Kur'ân-ı Kerîm ki; Allah'ın ipi olan Kur'ân-ı Kerîm'e sımsıkı sarılmamızı emretmiş. Tutulacak yer tek. Bütün maddi ve bedenî gücü yerinde olan müslümanlar orada eğitimden geçiriliyor. Tutacağınız yer tektir. Allah'ın ipine sarılın deniliyor.

Sonra atılacaksa, eğer kurşun sıkılacaksa o da bir tek yerde yapılır: Cemaatla şeytan taşlanan yerde bu tatbiki olarak öğretilmiş oluyor. Orada miskinlik yok. Orada ibadetiniz koşarak yapılan ibadettir. Yani koşmak ibadettir. Safa ile Merve arasında belirli yerlerde yürünüyor, belirli yere gelince de koşuluyor ki, buna hervele deniliyor. Orada hervele yapmak yani biraz koşar gibi yapmak da ibadetimizden sayılıyor. Yani miskinlik yok. Koşarak, yürüyerek, tavaf ederek yatarak, uyuyarak ve yan üstü du­rarak veya oturarak Allah (c.c)'ü her halükarda zikretmek isteniyor bizden.

Bakara,156-157

156-Sabırlılar o kimselerdir ki başlarına musîbet geldiğinde, “Biz Allah'a âidiz ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz” derler.

Böyle demeye, bu âyetten alınan bir kelime ile istirca’ denir. Bu âyet, İslâm ümmetine Allah’ın büyük lütuflarındandır. Özellikle musîbet ve sıkıntı hallerinde “Biz Allah’a âidiz” diyerek mümin malını, canını, her şeyini Allah’a teslim etmekte, bütün kâinatın O’nun yaratıkları olduklarını, O’nun kendi mülkünde dilediği işi yapmasının yerinde olduğunu hatırlar. Kendisini o muazzam kuvvet kaynağına bağlayarak, kazandığı güçle musibetlerin üstesinden gelir.

Ey Muhammed, Sen, sabreden kullarımı müjdele. Onlar, içinde bulundukîan bütün nimetlerin bana ait olduğunu idrak eder, bana kulluğu kabul eder, beni birlerler. Öldükten sonra tekrar dirileceklerini, huzuruma çıkarılacaklarını tasdik ederler. Benim hükümlerime boyun eğer, sevaplarımı umarlar. Cezalandırmamdan korkarlar. Benim, kendilerini herhangi bir şeyle imtihan etmem halinde de sabrederler.

Ebu Seleme, başına bir felaket gelen kişinin demesi halinde mükâfaatlandırılacağını beyan eden şu hadis-i şerifi rivayet et¬miştir:

"Herhangi bir müslümana bir musibet dokunur da o da Allah´ın emrettiği gibi Allah´a sığınır ve derse ki : "Ey Allah´ım, başıma gelen musibetin mükâfaatını ancak senden isterim, sen onun mükâfaatını bana ver ondan gördüğüm zararı gider." Allah o musibete karşılık o kişiye sevabını verir ve karşılığında, musibetten dolayı kaybettiğinden daha hayırlısını verir.

Biz bu ayeti yalnız ölüm haberini duyduğumuzda okuruz, ama her yerde okunabilir. Başımıza gelen herhangi bir olumsuz halde, hoşa gitmeyen hallerde veya olumlu hallerde de her halükârda dilimizi buna alıştırı-versek, Biz Allah'a aitiz O yarattı bizi ve yine Ona döneceğiz” dedik mi o belanın, musibetin ağırlığı da üzerimizden gidiverir.

Çok sevdiğiniz çocuğunuz, babanız veya anneniz vefat etmiş, hani nerde ise beyniniz çatlıyacak, kafatasımz atacak öyle bir durumda bir adamın gelip “inna lillah” demesi kaynamakta olan bir suyun üzerine bir bardak soğuk suyun dökülmesi gibi bir şeydir. Adamı huzura kavuşturur. Onun için Allah (c.c.) buyuruyor; “Allah'ın zikriyle kalpler huzura erer."

Sizin içinizden mücahit olanları ve sabredenleri ortaya çıkarmamız için biz sizi imtihan edeceğiz diyor Allah (c.c.)

Bütün bu harplerin, gaspların, şehitliklerin;
Enfal suresi 37. ayetinde İyi ile kötüyü,, temiz ile pisi biribirinden ayırt etmek için olduğunu ifade ediyor. Nasıl ki ateşin içerisine demir atılıyor ve orada demirin pisliği yanıyor da, saf demir ortada kalıyorsa, bazen belâ ve musibetler de iyi dostlarla, kötü dostları birbirinden ayırıyor. Hani "iyi dost kötü günde belli olur" diyoruz ya, iyi mü'minde zor günlerde belli olur.

Allah (c,c.) iyi mü'minleri ortaya çıkarmak için bazen mü'minlerin de başına belâ ve musibetler veriyor. Şu son yüz seneden beri Müslümanların belâ ve musibetlerden kurtuiamayışının sebebi için Allahû Alem (c.c.) bizi yine rahmetiyle, keremiyle ve lutfuyla temizliyor diyorum. İçimizdeki pislikleri temizliyor Rabbim. O pisliklerimiz de temizlendikten sonra belki belâ ateşinde, zillet ateşinde temizlendikten sonra izzete doğru tekrar yöneltecektir. Yöneltme konusunda da bizim gayretimizin çok üstünde Rabbimin lutfu görülmeye başlamıştır.

Bu günlerde gazete okuyacak olursanız, Bir yazar şöyle yazıyor;
"Düne kadar bir çok adam tanıyorduk (.............) "Amerika evine git diye"
bağırıyordu. Aynı adamlar şimdi köşelerinde yazı yazarken veya salonlarda konferanslar verirken "aman Amerika gitme" diye bağırıyorlar. Niye eskiden git diyorlardı? Gidersen komünistlik gelecek git diyorlardı. Şimdi komünistlik geîmiyecek bitti. Bunu da yine imansızlardan birisi diyor. Onun insaflılarından biri. Amerika'ya ne olur gitme diyormuş. Niye? Gidersen şeriatçılar gelecek. O yazar devam ederek "Amerika'nın bitişiğinde Küba, komünistliği övüyor gidiyor ama yanıbaşında Trinidad da müslümanlar yerlerini almaya başladılar. Amerika'nın arkasından vurmak üzere müslümanlar yönetime el koydular" diyor. "Trinidad da % 6lık müslüman nüfus devlete hakim olacak olursa Allah korusun böyle bir şeyi düşünmek bile istemiyorum, düşünmek istemiyorum" diyor. Düşünürse adam kara kara rüyalar görecek sabaha kadar. Ama biz onlara ak günler göstereceğiz İnşallah. Yani umduklarının da ötesinde çok şeyler göstereceğiz.

Onlar sabredenler musibet geldiğinde «inna lillahi ve inna ileyhi raciun» derler. Rabbine yönelirler ve ondan gelip O'na döneceğini hatırlayınca musibetin ağırlığı giderilmiş oluyor. Musibetin ağırlığı giderilince de hani insan yükünü atınca yola daha süratle gittiği gibi o musibet onu alıkoymak yerine ona kamçı vazifesi veya demirin kirini götüren bir temizleme ameliyesi oluyor.

157-İşte Rablerinin nimetleri ve lütfu onlar içindir ve doğru yol üzerinde olanlar işte onlardır!

Bedir’de şehit düşen 14 kişi hakkında nazil olduğu rivayet edilen bu ayet, kabir azabına yahut safasına da delildir. Ölüm, korku, açlık, mal azlığı, fakirlik, hastalık; bunların hepsi birer imtihandır. Bunlar dünya hayatının ayrılmaz parçalarıdır, hiç kimse bunlardan birisine yakalanmaktan kurtulamaz. En sonunda herkes ölecektir. İnanan akıllı kişi, bunları Kur’an’a göre anlayıp değerlendirendir.

İşte bu belâlara, musibetlere sabredenler korkuyu aşanlar, açlıkla, mallarının, canlarının veya meyvelerinin eksilmesinden imtihanı kazananlar ve Rabbinden gelip Rabbine döndüğünü anlayan ve bu yolda hareket edenler; Onlar üzerine Rabbinden mağfiret vardır. Allah'dan rahmet vardır. İşte doğru yolu bulmuş olanlar da onlardır. Hidayete erenlerde onlardır diyor Allah (c.c).

15 Mayıs 2009 Cuma

Bakara;155

Sizi elbette biraz korku, açlık ve biraz mallardan, canlar­dan ve meyvelerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabredenlere müj­dele.

Bu yol dikenli olduğundan dolayı Allah (c.c.) bu dünya yolunda çe­şitli vesilelerle imtihan edeceğini ifade ediyor.

Biz sizi imtihan edeceğiz. Korkudan azıcık bir şeyle, çok küçük şey­lerle imtihan edeceğiz. Korkudan bir şeyle sizi imtihan edeceğiz. Korku çeşitli. Rabbim korku demiş bitirmiş. Alimlerimizin bir kısmı: "Allah korkusuyla imtihan edeceğiz" diye anlamışlar. İmam-ı Şâfi Hz.lerinin ka­naati bu. "Allah korkusuyla imtihan edeceğiz" diyor. Ama âlimlerimiz yalnız bununla kalmamış. Düşman korkusuyla imtihan edeceğiz, rızık korkusuyla imtihan edeceğiz, evlat korkusuyla, avrat korkusuyla, mal korkusuyla imtihan edeceğiz.

Yani çeşitli İslâmî hizmetlerin içine girecek olursan "Sen karışma bu işlere! Bak işte çeşitli insanlar Müslümanların üzerine yürüyorlar. Eğer Müslümanlar biraz güçlenecek olursa yetkililer şöyle şöyle yapıyorlar. Mal varlığı gidiyor, makamı gidiyor, adamın rütbesi sökülüyor, zindana atılıyor, memuriyetinden oluyor. Yahu etme eyleme bu işlere girme. Köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı deyiver geç" diye öğüt veriyorlar. Peki ayıya dayı diyecek olursak ne oluruz biz? Ayı olmayız ama ayının yeğeni oluruz. Ama büyüyünce ayı oluruz tabi.

Onun için korku çeşitlidir. Her insanın da korkusu kendine göredir. Bir adamı korkuturken sakın ha ne yapacağınızı söylemeyin. "Sana yapa­cağımı bilirim" deyin yeter. Çünkü o zaman o, en fazla korktuğu şeyi ak­lına getirir. "Yahu bu bunu yapar mı yapar" der. Halbuki siz ona şunu ya­parım" derseniz belki o konuda korkusu yoktur adamın. Sizce büyüktür o. Sizin söylediğiniz aslında O sizin korktuğunuz şeydir. "Sana şunu ya­parım" dediniz mi o sizin kendi korktuğunuz şeydir. O ise ondan kork­muyor.

Onun için Yusuf sûresinin tefsirinde Peygamber Efendimiz (a.s.v.), düşmanın hatırına -gelmiyen şeyi hatırlatmayın diyor.[285]

Yakub'un oğulları da Yusuf a ne yapacaklarım bilmiyorlardı. Ama onlar giderken "Yusufu kurdun yemesinden korkarım" dedi. Bu sefer oğullarmmda aklına o geldi. Böyle böyle yapalım dediler.

Öyleyse konuşurken, basında çeşitli yerlerde yazılar yazarken, kon­feranslar ve seminerler verirken "Vay şu imansızlar, Yahudiler, komü­nistler, masonlar şunu şunu yapacaklar bize" diye yazı yazmayın. Ada­mın aklına gelmiyen şeyi aklına getiriyorsunuz. Yaptıkları teşhir edilir ayrı. Yapmadıkları konusunda bunlar şunu da yapar, bunu da yapar dedi­niz mi adama en korktuğunuz tarafları göstermiş olursunuz. Ve o adam onun üzerine yürür.

Allah'dan başka kimseden korkmayacağımız konusunda zaten hemen biraz yukarda 150. âyet-i kerîmesinde onlardan korkmayınız, Ben'den korkunuz buyuruyor Allah (c.c).

Korku ile imtihan edeceğiz, açlıkla imtihan edeceğiz, mallardan ek­siltmekle, canlardan eksiltmekle, meyvalardan eksiltmekle sizi imtihan edeceğiz. Sabredenlere müjdeler olsun diyor Allah (c.c).

Şimdi imtihan edeceğiz derken bizim bildiğimiz imtihan şu. İmtihan eden, imtihan ettiklerinin durumunu bilmediği için imtihan eder, Allah (c.c.) için böyle bir şey söz konusu değildir.

Bu şuna benzer demişler âlimlerimiz; Benim bir oğlum var altı ya­şında, yedi yaşında. Merdivenleri çıkarken diyor ki, Ben senden çabuk çı­karım baba. Ben de çıkamazsın diyorum, o da çıkarım diyor. Merdiveni çıkarken bir yarış ediyoruz. Aslında çıkamıyacağını biliyorum ben onun. Ama onunla imtihana giriyorum ben yine. Koşuyoruz. Neticede onun çı­kamadığını gösteriyorum ama arada bir de onu çıkarıyorum yani ben ge­ride kalmış oluyorum.

Rabbim dese ki bize, bu nimetleri yiyorsunuz, şükür de ediyorsunuz. Pekiyi vermesem ne yaparsınız? Ya Rabbi vermesen de şükrederiz Sana biz. Versen de şükrederiz.

Rabbim dese ki; "Vermesem biraz yan çizer gibisiniz." "Çizmeyiz ya Rabbi." Olur mu öyle şey! Sen bizi yaratıyorsun, Sen bizi yönetiyorsun, bize her şeyi veren Sen'sin. Darlıkta da bollukta da Sana ibadetimizi ya­parız ya Rabbi demeliyiz aslında.

Allah (c.c.) diyor ki, Ben sizin ne yapacağınızı biliyorum ama, sizin hakkınızdaki bilgimi size göstermek üzere imtihan ediyorum.

Bugün inkarcılar şöyle der. "Efendim Allah (c.c.) madem biliyordu, imtihana gerek yoktu. Dünyaya getirmesine gerek yoktu. Bu adam gavur olacaktır. Şu adam Müslüman olacaktır. Ben biliyorum bunu haydin ahirete ordan Cennete veya Cehenneme deseydi." Öğretmen deseki sene so­nunda haziran ayında ''çocuklar bakın, hepinizi sekiz ay okuttum. Sekiz ay neticesinde kimin sınıfı geçeceğini, kimin geçemiyeceğini biliyorum. İsterseniz şu haziran sıcağında imtihan zahmetine girmenize gerek yok. Şunlar şunlar geçecek, şu dört arkadaşınız kalacak" dese. Geçenler razı olurda, geçemeyenler "yahu hocam sen imtihanını yap derler. Biz çalışı­rız sabaha kadar uyumayız. Yinede imtihana gireceğiz" derler. Ve giri­yorlar hakikaten o dört kişi kalıyor. Ama itiraz hakları var. Hocam bizi niye bıraktın derse kâğıdını karşısına çıkarıyor bak, beş soru sordum beşi de cevapsız kalmış veya dördü cevapsız kalmış.

Allah (c.c.) de bu dünyadan, öbür dünyada bizim itirazlarımızı kes­mek için imtihan ediyor. Mesela bizi hiç dünyaya getirmeden ben sizi bi­liyorum, şunlar iyi olacaktı, şunlar kötü olacaktı, dese öbür dünyada kâfirler, bizi dünyaya getirseydiri biz de aynen onlar gibi yapardık diye­bilirlerdi.

Şimdi dünyaya getirdi. Herkesin imtihan defterleri de yazılıyor. İmtihan sahası da dünya, imtihanın sahası altıyla üstüyle dünya. İmtihan ko­nuları sorularımız, Ailemiz, çocuklarımız, paralarımız, mallarımız, mülk­lerimiz, canlarımız ve kazançlarımız ve çevremiz bunlarda imtihan soru­ları olarak verilmiş.

Enfal suresi: 28. ayetinde Bunlar imtihandır buyuruyor Allah (c.c.)

Mallarınız ve canlarınız, burada da korkularınız, 'açlıklarınız, malları­nız, canlarınız, meyveleriniz sabır konusunda imtihan sorularıdır. Bolluk verir şükredesiniz, zorluk verir sâbredesiniz diye. Sabredenleri müjdele diyor Allah (c.c).

14 Mayıs 2009 Perşembe

Bakara-154

154-Allah yolunda öldürülenlere “ölü” demeyin: Hayır, onlar yaşıyor, ama siz farkında değilsiniz.

Allah yolunda ölenler için "öldü" demeyiniz buyuruluyor. Onlar diridirler, ancak onların diri olduğunu siz anlıyamazsınız, siz farkına varamazsınız diyor.
Nasıl diridirler? Bu konuda elle tutulur, gözle görülür bir şekilde tarif yapmamız mümkün değildir ama Rabbim katında rızıklandırıldıklarını ve Cennette dolaşıp durduklarını, bir kuş halinde uçtuklarını çeşitli hadis-i şeriflerden anlıyoruz. Fakat bütün bu anlatım şekilleri de bizim aklımıza yaklaştırmak, anlatabilmek içindir. Yoksa hakiki mahiyeti öyle değildir. Çünkü Cennetin nimetlerini Rabbim bize tanıtırken bildiklerimizden hareketle tanıtmış. Yoksa bilmediğimiz bir şeyi bilmediğimiz bir dille an¬latmak mümkün değil. Onun için şuna inanıyoruz; Rabbim katında rızıklandırılıyorlar. Ve de onlar diridirler.

Bu âyette bahsedilen bizim dilimizde çokça kullandığımız şehitlerdir.

Şehit: müşriklerin doğrudan veya dolaylı olarak öldürdüğü müslümandır. Doğrudan öldürdüğü; mesela kurşunla öldürüyor. Dolaylı öldürüyor; zaman içerisinde verdiği çeşitli ilaçlarla öldürüyor. Bir Müslümanı yok etmek istiyorlar. Öldürseler ortaya çıkacak bütün oyunları. Mesela hastahaneye alıyorlar. Gram gram ilaç veriyorlar. Ve derken adamı belirli bir hastalığa tutturuyorlar. O Müslüman üç sene sonra yok olup gidiyor. Bu insan da şehittir. Bir insan İslâmî hizmetlerini cesaretle, metanetle ve ilmî dirayetle yürütürken, karşı güçler onu alıp bizim anladığımız yollardan değil de, anlamadığımız yollardan öldürmeye kasdedip neticede de öldürmeyi başaracak olursa, buna da şehit diyoruz. Yani dolaylı yoldan öldürme, ama yine öldürülmüş.

Bir de Müslüman olup harp meydanında yaralanmış, yara alarak öldürülmüş insanlar ki, bunlara da şehit diyoruz.

Bir de Müslümanlar tarafından zulmedilerek öldürülene de şehit deniliyor. Bir Müslüman tarafından ama zulmedilerek öldürülüyor. Bunlara da şehit deniliyor.
Peygamber Efendimiz (a.s.v.), bir gün ashabına sormuş. Siz şehit deyince ne anlıyorsunuz? Onlar da Ya Rasulellah, Allah yolunda öldürülen şehittir demişler. Efendimiz demiş ki, o zaman benim ümmetimin şehitleri az olur. Sahabiler sormuşlar: Peki öyleyse sizin kasdettiğiniz nedir Ya Rasulellah deyince; O da demiş ki, Allah yolunda öldürülenler şehit, Allah yolunda ölenler de şehit.

Yani siz de şu 20, asırda O, Allah'ın ahkamı Kur'ân-ı Kerîm'in hakimiyetini sağlama yolunda adım atarsanız, gayret gösterirseniz bu yolda, düşünürseniz, yolda giderken bunun hesabını yaparsanız, bu hesabı yapanlara yardım ederseniz ve böyle bir halde iken yatağınızda ölürseniz dahi şehit sevabı alıyorsunuz.

Efendimiz (a.s.v.);
- " Siz şehid'i nasıl biliyorsunuz? deyince sahabe "Ya Rasülellah Allah yolunda öldürülenlerdir şehid" dediler.
- Peygamber efendimiz de "o takdirde benim ümmetimin şehidi az olur" dedi.
- Sahabe peki kim şehirdir? Ya Rasülellah deyince
- Peygamber efendimiz "Allah yolunda öldürülen şehittir. Allah yolunda ölen şehittir. Vebadan ölen, iç hastalığından ölen şehittir." buyurmuştur. Buna benzer hadis-i şerifler çok. Orada çeşitli şekilde yanarak ölen mü'min, denizde boğularak ölen mü'min, şifası henüz mevcut olmayan hastalıktan ölen mü'nıin şehittir. Çünkü şifasız hastalık olmadığı konusunda hadis-i şerif var. Peygamber Efendimiz'in yanarak ölen, boğularak ölen şehittir. Doğum üzerine ölen şehittir. Karın ağrısından ölen şehittir gibi hadis-i şeriflerine göre, o gün için karm ağrısı dediğimiz şey nasıl bir hastalıktır bilmiyoruz ama o gün şifası yokmuş. Bunlar şehit sevabı alırlar. Şehit muamelesi görmezler. Yani elbiseleri kefen olur denmez. Yıkanıyor, namazları kılınıyor, defnediliyor ama Allah katında bunlar şehit sevabını alırlar diyor Peygamber Efendimiz (a.s.v.).

Bir hadis-i şerifte de, insanların fesada uğradığı bir zamanda sünnetime sarılan kişi de yüz şehit sevabı alır deniliyor.

Pekiyi şehit niçin şehit oluyor? Sünneti seniyyenin ayakta durması için yani asıl olan şehit olmak değil, gaye şehit olmak değil, gaye Allah'ın ve Rasûlü'nün ahkamının ayakta kalmasını sağlamaktır. Bunu sağladı mı bir kişi şehit olmasa da sevabını alıyor. Şehit olursa da sevabını alıyor. Yani gaye Allah'ın ahkamının hakimiyetini sağlamaktır.

Mişkat'ın şerhi Mirkat'ta rivayet edilmiş 2. cildin 303. sahifesinde Hz. Ali (r.a.) diyor ki: Bir devlet başkanı bir kişiyi hapseder ve ona zulmederse hapishanede iken o da ölürse o da şehittir .
"Allah yolunda hicret eder ve sonra da öldürülür veya ölürse, Allah onları güzel azıklarla rızıklandırır." Ayet-i kerîmesinden yola çıkarak Hz. Ali (r.a.) bu sözünü söylemiştir.

Ve zalim sultanlara karşı da hakkı söylerken öldürülenlerin şehit olduğunu da ayrıca Peygamber Efendimiz (a.s.v.) bize bildirmiştir.

Allah (c.c.) Muhammed sûresinin 4, 5, 6. âyet-i kerimelerinde; şöyle buyurur: Allah yolunda öldürülenlerin yaptıkları katiyen boşa gitmez. Allah onlara hidayet verir, işlerini düzeltir ve onlara tarif ettiği cennete kor.Şöyle bir soru sorulabilir. Allah (c.c.) kendi dinini kendisi korusa ya! Allah (c.c.) diyor ki, doğru Ben dileseydim kendim kâfirlere galip gelirdim. Kâfirleri yaratmazdım. Kâfirleri dileseydi Allah (c.c.) tamamını imana sokuverirdi. O zamanda imtihan denen şey ortadan kalkıverirdi.
Ancak, bir kısmınızı diğerinizde imtihan etmek için diyor Allah, (c.c.) Yoksa kendisi de galip gelirdi mülkünde kulları üzerine.

Allah yolunda öldürülenler için, Allah sizin amellerinizi boşa çıkarmaz. Onları doğru yola iletir ve işlerini de düzeltir. Ve onları Cennete kor. Nasıl bir Cennet? Onlara tarif ettiği Cennete kor. Mânâsı da verilmiş.

Arfe: Arabın dilinde en güzel kokunun adı arfe imiş. Onlara koklattığı Cennetine kor mânâsı da verilmiş.
Hani sahabe Bedir'de, Uhud'ta bazı müslüman şehitleri anlatıyor: "Sanki Cennetin kokusunu almışta o tarafa koşarmış gibi koşarken gördüm, sonra da şehit edildiğini gördüm" diyor.
Yani insan bir şeyde sağlam bir bilgi elde edinecek olursa o bilgi edindiği şeye doğru yürür, koşar ve onu elde etmek için gayret eder. Sanki kokusunu almış gibidir. Günümüzde de deriz; bu paranın kokusunu almış. Bu o tarafa gidiyor paranın kokusunu almış diyorlar. Ne olur paranın kokusunu aldıktan sonra varır elde eder. Ne yapar para? Belirli şeyleri sağlamada yardımcı olur. Ama günümüzde bir kısım insanlar var ki, para bitmiş adamlar için. Adamın harcıyacak yeri kalmamış. Para bol ama parayı harcıyacak yeri kalmamış. Bu sefer paradan geçmişler, başka şeylerin peşindeler. İnsanın iç dünyası para ile doyurulmuyor. O doyumsuz yaratılmış, o ancak Rabbin Cennetine, Rabbin rızasına varınca doyum sağlar.

Onun için günümüzdeki insanlar doyumlarını sağlamak için paraya doğru koşmuşlar ama, para da onlara doyum sağlamamış bu sefer başka yollar aramaya koyulmuşlardır.

Şehit, bir hadis-i şerifte de ifade edilmiş Peygamber Efendimiz tarafından, karıncanın insanı ısırdığında ne kadar acı duyarsa bir insan, şehit olan insanda o acıyı duyar. Biz, Filistin'de oğlunun ölmüş cesedi yedirilen kadının sonra da işkence edilerek öldüğünü duyunca tüylerimiz ürperiyor. Veya önce kolları kırılan, sonra ayaklan kınlan, sonra burnu kesilen insanları duyunca yüreklerimiz hopluyor, bize acı veriyor. Zannetmiyorum bize verdiği acı kadar o şehidimiz acı duysun. Zannetmiyorum değil, Peygamber Efendimiz (a.s.v.), bir karıncanın ısırması esnasında acı duyulduğu kadar ancak acı duyar diyor şehidimiz. Yusuf Aleyhisselam in güzelliğine bakarken ellerini kesen kadınların acısını hissetmedikleri gibi şehidler de ölürken acı hissetmezler.

Onun için biz şehitlerimize acımıyoruz. Onlara rahmet okuyoruz; Şehit olmak da gaye değil diyoruz. Allah'ın ahkamının hakim olması gaye diyoruz. Hazineyi elde etmek için harabeyi yıktıkları gibi, iki dünyayı güzelleştirmek için şehid olmak gerekirse severek gidilir. Ama o gayeye yürünürken önümüze yol çıkmış veya deniz çıkmış veya İbrahim'in ateşi gibi bir ateş çıkmış veya Yusuf (a.s.)'ın hapishanesi gibi bir hapishane çıkmış hiç önemli değil. Ya geçeriz veya geçeriz.

Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki: "Resulullahtan nakledilen çeşitli Hadisi Şeriflerde, müminler, öldükten sonra kabirlerinden cennete bir kapı açılacağı, ölen kişi cennet nimetlerini görünce Rabbinden, kıyameti hemen koparmasını isteyeceği, kâfirlerin ise cehennem ateşine bir kapı açılacağı oradan cehennem ateşini görerek Allaha sığınacakları ve kıyametin kopmasının ertelenmesini isteyecekleri zikredilmiştir. Bütün müminler kabirlerindeyken cennet nimetlerini müşahade ettiklerinden dolayı sevinç içinde olacaklarına göre âyet-i kerimede Özellikle, Allah yolunda öldürülenlerin ölüler olmadığının bildirilmesinin ne gibi bir özelliği olabilir? Çünkü onlar da diğer müminler gibidirler." Cevaben denilir ki: "Kabirde müminlerle şehitlerin durumu farklıdır. Müminler, cennet nimetlerini sadece görürler ve ona kavuşmak için acele ederler. Şehitler ise, âyet-i kerimenin de beyan ettiği gibi, kabir hayatindayken bile bizzat cennet nimetlerinden yer içer istifade ederler."