28 Mayıs 2012 Pazartesi

Yâsîn Suresi 51-64 Ayetleri Tefsiri - Mevdudi


51- Sûr'a üfürülmüştür; böylece onlar kabirlerinden (diriltilip) Rablerine doğru (dalgalar halinde) süzülüp-giderler.

Kıyamet gününde üflenecek olan "sûr", orduda askerleri toplamak veya dağıtmak için çalınan boruya benzetilebilir. Bu kelimeler ve kavramlar, insanlar bu tür kavramlara yakın oldukları için kullanılmışlardır. Bu nedenle "sûr"un bugünkü boru ve çanlarla aynı olduğunu düşünmek yanlıştır.

Birinci Sur ile ikinci Sur arasında ne kadar bir süre olacağı hakkında bir bilgiye sahip değiliz. Bu zaman süresi yüzlerce veya binlerce yıl olabilir. Ebu Hureyre Rasûlullah'dan (s.a.) şöyle bir hadis rivayet etmiştir. "İsrafil Sur'a ağzını dayamış ve emir beklemektedir. Sur'a üç defa üflenecektir. 

1) Nefhet'ul-Feza: Tüm dünya donup kalacaktır. 
2) Nefhet'ul-Saika: Herşey helak olacaktır. Böylece hiçbir tümsek kalmayacak, yeryüzü dümdüz hale gelecek ve Samed olan Allah'dan başka herşey yok olacaktır. 
3) Nefhet'ul-Kıyam'ur Rabb'ul Alemin: Allah "Kalkın" diye mahlukatına nida edecektir ve herkes ayağa kalkacaktır."


52- Demişlerdir ki: "Eyvahlar bize, uykuya-bırakıldığımız yerden bizi kim diriltip-kaldırdı? Bu, (öyle oluyor ki) Rahman (olan Allah) ın va'dettiğidir, (demek ki) gönderilen (peygamber) ler de doğru söylemiş."

Yani, o an idrakten yoksun bir halde uyuduklarını sanacaklar ve birden korkunç bir hadiseden ötürü uykudan sıçrar gibi, kaçmaya başlayacaklardır. 

Burada bu cevabı kimin verdiği açıklanmamıştır. Biraz vakit geçtikten sonra gerçeği anlayarak, kendi kendilerine "Vah halimize. Bu, o Rasûl'ün bize haber verdiği şeydir. Oysa biz onu yalanlamıştık" demeleri mümkündür. Yine iman ehlinin, "Hayır uykudan uyanmadınız. Bu ölümden sonraki hayattır" şeklindeki konuşmalarına karşılık verilmiş bir cevap olması da mümkündür.. Ayrıca böyle bir cevabı, kıyamet sahneleri veya melekler de vermiş olabilir.


53- O, yalnızca bir tek çığlıktan başkası değildir; artık onların hepsi toplanmış olarak huzurumuza getirilmişlerdir.

54- İşte bugün, hiç kimseye (hiç) bir şeyle zulmedilmez ve siz de yapmakta olduklarınızdan başkasıyla karşılık görmezsiniz.

55- Gerçek şu ki, bugün cennet halkı, 'sevinç ve mutluluk dolu' bir meşguliyet içindedirler.

Bu ifadeden gerçek iman sahiplerinin mahşer meydanında bekletilmeyecekleri anlaşılmaktadır. Onlar hesaba hiç çekilmeden veya kolay bir yargılamadan sonra cennete sevkedileceklerdir. Çünkü onların sicili temizdir ve bu yüzden mahkeme anında bekletilerek eziyete uğratılmayacaklardır. Böylece Allah mahşer meydanında sorguya çektiği mücrimlere bu insanları göstererek, "Bu salih insanlar ile, "bunlar ahmaktır" diye dünyada alay ediyordunuz. Ancak asıl akıl sahibi bunlardır. Çünkü cennete kavuştular, sizler kendinizi akıllı sanıyordunuz. Oysa şimdi işlediğiniz suçlardan ötürü hesap vermektesiniz" diyecektir.


56- Kendileri ve eşleri, gölgeliklerde, tahtlar üzerinde yaslanmışlardır.

57- Orada taptaze-meyveler onların ve istek duymakta oldukları her şey onlarındır.

58- Çok esirgeyen Rabb'dan onlara bir de sözlü "Selam" (vardır) .

59- "Ey suçlu-günahkârlar, bugün siz bir yana çekilin."

Bu ayet iki şekilde de anlaşılabilir. Birincisi mümin ve salih insanlar, kafirlerden ayrılacaklardır. Çünkü dünyada aynı kavme, kabileye veya aileye mensup olmalarından ötürü birlikteydiler. Ancak şimdi onlarla bir bağları kalmayacaktır. İkincisi, parti, grup gibi topluluklara mensup olmanın getirdiği ilişkiler kesilerek, herkes yapayalnız sadece yaptıklarının hesabını verecektir.


60- "Ey Adem oğulları, ben size and vermedim mi ki: -Şeytana kulluk etmeyin, çünkü, o, sizin için apaçık bir düşmandır;"
61- "Bana kulluk edin, doğru olan yol budur."

Allah Teâlâ burada "ibadet" kelimesini, "itaat" anlamında kullanmıştır.

Ayrıca İmam Razi'nin Tefsir-i Kebir adlı eserinden, bu konudaki güzel bir açıklamasını aşağıya alıyoruz:

"Şeytana ibadet etme" ifadesinin anlamı, "Şeytan'a itaat etme" demektir. Yani insan sadece Şeytan'a secde etmekten men olunmakla kalmıyor, aynı zamanda ona uymaktan ve itaat etmekten de men olunuyor.

İşte bu bağlamda itaat, ibadet anlamı taşır." Bu ifadelerin ardından İmam Razi şöyle bir soru yöneltiyor. "Şayet itaat kelimesi, ibadet anlamı da taşıyorsa, "Allah'a, Rasûlüne ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin" ayeti mucibince, bizler, Rasûl'e (s.a.) ve emir sahibi olan kimselere ibadet mi etmiş oluyoruz? İmam Razi bu soruyu yine kendisi cevaplıyor. "Bu kimselere Allah'ın emri ile itaat edilmektedir. Yani onlara itaat etmekle, aslında Allah'a ibadet etmiş oluyoruz. Tıpkı Allah meleklere "Adem'e secde edin" diye emrettiğinde de meleklerin Adem'e değilde, Allah'a secde etmiş olmaları gibi. Bizlerin emir sahiplerine itaatimiz, onların Allah'ın hududlarını çiğnemelerine rağmen devam ederse bu itaat "ibadet" anlamına gelir." İşte o zaman ibadet Allah'a değil, emir sahiplerine yapılmış olur ki bu da şirkin ta kendisidir." 

İmam-ı Razi daha sonra şöyle devam ediyor. "Size bir şahıs herhangi bir konuda emir verdiğinde, siz o emrin Allah'ın emirlerine uygun olup olmadığını kontrol etmelisiniz. Şayet uygun değilse, bilin ki o şahsın yanında şeytan vardır. Siz bu duruma rağmen verilen emre itaat ederseniz, o takdirde şeytana ibadet etmiş olursunuz. Yine, nefsiniz sizi herhangi bir şey için tahrik ederse, o şeyin İslam'a göre caiz olup olmadığına bakmalısınız. Şayet caiz değilse, nefsin şeytandır veya şeytan nefsinin yanındadır. İşte sen bu durumda nefsine uyarsan, şeytana ibadet etmiş olursun." 

İmam Razi yine sözlerine şöyle devam ediyor: "Şeytan'a ibadet etmenin dereceleri vardır. Şöyle ki, bazen bir insan bir iş yaptığında, onun tüm organları, dili ve hatta kalbi de o işin yapılmasına iştirak eder. Bazı zamanlar ise, insanın organlarını kullanarak bir iş yapmış olmasına rağmen kalbi ve dili, o işe iştirak etmeyebilir. Nitekim bazı insanlar günah işlediklerinde yaptıklarına kalpleri razı olmaz ve dilleri Allah'dan bağışlanma diler. O, bu şekilde kötü bir iş yaptığını itiraf eder. Böylece bu kimse şeytana sadece organlarıyla ibadet etmiş olur, bazı insanlar da gayet soğukkanlı olarak günah işlerler ve dilleriyle de memnuniyetlerini izhar ederler... Bunlar zahirde de, batında da şeytanın gerçek kullarıdır." (Tefsir-i Kebir c. 7 sh. 103-104) 


62- Andolsun o, sizden birçok insan-kuşağını saptırmıştı. Yine de aklınızı kullanmıyor muydunuz?

Yani, sizlere akıl verilmediği halde, Rabbinizi unutarak O'nun düşmanlarına kulluk etmiş olsaydınız, o takdirde belki bir mazeret öne sürmek gibi bir şansa sahip olurdunuz. Fakat Allah sizlere akıl vermiştir. Nitekim sizler aklınızı kullanmak suretiyle işlerinizi yapmaktasınız. Ayrıca Allah sizlere mesaj ulaştırmaları için peygamberler de göndermiştir. Ancak buna rağmen sizler, düşmanınızın tuzağına düşmüş ve o da sizleri kandırmayı başarmışsa, o zaman bu sizlerin gafletidir. Bu yüzden sorumlu olmanızın sonucundan hiçbir şekilde kaçamazsınız.


63- İşte bu, size vadedilmiş olan cehennemdir.

64- Küfre sapmalarınıza karşılık olmak üzere bugün oraya girin.


27 Mayıs 2012 Pazar

Yâsîn Suresi 37-50 Ayetleri Tefsiri - Mevdudi


37- Gece de kendileri için bir ayettir. Gündüzü ondan sıyırıp-yüzeriz, hemen onlar artık karanlıkta kalıvermişlerdir.

İnsanoğlu gece ve gündüzün devam ettiğini, her an görmektedir. Bir kimse, sadece bu hadise üzerinde bile düşünse, bu nizamın ardında kudret ve hikmet sahibi birinin olduğunu görecektir. 

"Gece gitmeden gündüz gelmez". Bu kesin bir kanundur ve bu hadisenin, diğer mahlukat üzerindeki tesirlerinden, bu nizamın şüphesiz bir yaratıcının iradesi dahilinde hareket ettiği anlaşılmaktadır. Yeryüzünde insanlar, hayvanlar, bitkiler, hatta su, hava ve diğer maddelerin varlığı güneşin yeryüzü ile arasında olan münasib bir mesafe sayesinde mümkün olabiliyor. Yine bazı bölgeler, bazı zaman dilimleri içinde güneşin etki alanına girerek, aydınlanırlar. Şayet böyle olmasaydı oralarda hayatı sürdürmek mümkün olmazdı. Güneş yeryüzünden şimdiki durumundan daha az veya çok uzakta olsaydı, ya da bir bölgede sürekli gece, diğer bir bölgede sürekli gündüz olsaydı, yahut gece ve gündüzün deveranı çok hızlı, çok yavaş veya düzensiz, kısaca gelişigüzel olsaydı, böyle bir halde hayat mümkün olmazdı.

Öyle ki cansız maddelerin biçimsel özellikleri dahi farklı olurdu. Bir kimsenin kalp gözü kapalı değilse eğer, bu nizamda Allah'ın varlığını açıkça müşahade eder. O Allah ki çeşit çeşit mahluku yarattı. Ve onların hayatını sürdürebilmesi için güneş ile arz arasında uygun bir mesafe tayin etti. Tüm bu sarih delillere rağmen, bir insan Allah'ın birliğini hâlâ müşahede edemiyor, bu gayet dakik ve ince sistemin bir tesadüf eseri olduğunu sanarak herhangi bir delilin olmadığından sözediyorsa bu kimse akılsızın biridir.


38- Güneş de, kendisi için (tesbit edilmiş) olan bir müstakarra doğru akıp-gitmektedir. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah) ın takdiridir.

Bu ifade ile "güneşin sonunda nerede istikrar bulacağı" kastolunuyor. Bu ayetin gerçek anlamı, insanoğlu kâinatı bütünüyle kavrayabildiğinde ortaya çıkacaktır. Ancak insanın bilgisi sınırlıdır. Bugün bildiği, yarın elde ettiği bilgi vasıtasıyla, onun görüşlerini ve öne sürdüğü teorilerini değiştirebilir. Sözgelimi insanlar dün güneşin, dünyanın etrafında döndüğüne, bilimin ilerlemesiyle ortaya çıkan modern teorilere (güneş sistemi) göre ise, dünyanın, yıldızlar ve gezegenlerin güneşin etrafında döndüğüne inanıyorlardı. Yani güneş sabittir. Oysa bugünkü düşüncelere göre, sadece güneş değil, tüm yıldız ve gezegenler (ki önceden sabit kabul ediliyorlardı) , bir yöne doğru akıp gitmektedirler. Kısaca daha önce sabit olduğu sanılan gezegenlerin saniyede 10 veya 100 mil hızla hareket ettiği kabul edilmektedir. Astronomi bilginlerine göre güneş tüm sistemle birlikte saniyede 20 km. hızla hareket etmektedir. (Daha fazla bilgi için bkz. Britanica Ansiklopedisi, Yıldız ve Güneş mad.) 


39- Ay'a gelince, biz onun için de birtakım uğrak yerleri takdir ettik; sonunda o, eski bir hurma dalı gibi döndü (döner) .

Yani ayın durumu hergün değişmekte ve birinci gün hilal iken, 14. gün Bedir haline gelmektedir. Daha sonra tekrar yavaş yavaş küçülerek eski şekline dönüşmektedir. Bu hadise milyonlarca yıldan beri, bir değişikliğe uğramadan sürüp gider. Dolayısıyla insanoğlu, ayın hangi gün nasıl bir şekil aldığını hesap edebilmektedir. Aksi takdirde bunu hesap edebilmek mümkün olmayacaktı.


40- Ne güneşin aya erişip-yetişmesi gerekir, ne de gecenin gündüzün önüne geçmesi. Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedirler.

Bu cümle iki anlama da gelebilir ki, ikisi de doğrudur. Birincisi; güneş, ayı kendi yörüngesine çekebilecek kadar güçlü değildir ve ayın yörüngesine girerek ona çarpabilir. İkincisi, ay için tayin edilen vakitte güneş çıkmaz. Yani gece mehtap varken, aniden güneşin ortaya çıkması mümkün değildir.

Gece ve gündüzün birbirine karışması da sözkonusu değildir.

"Felek", kelimesini Araplar yıldızların ekseni için kullanırlar. Gökyüzü anlamına da gelir. Burada "Hepsinin ayrı felekte yüzdükleri" şeklinde bir ifade kullanılmıştır. Böylece dört hakikate birden işaret olunmaktadır:

1) Sadece güneş değil, ay, yıldızlar, gezegenler, samanyolu v.s. hepsi de hareket etmektedirler. 
2) Bunların herbirinin ekseni ayrı ayrıdır. 
3) Felekler değil, yıldızlar, gezegenler hareket etmektedirler. 
4) Bunlar suda herhangi bir maddenin görünüşü gibi fezada da yüzmektedirler.

Elbette bu ayet ile astronomi bilgisi vermek istenmemektedir. Burada insanlar sadece düşünmeye davet ediliyorlar: Yani sizler yeryüzünden gökyüzüne değin, nereye bakarsanız bakın, Allah'ın ayetlerini görürsünüz ve hiç bir varlığın Allah'ın ortak koştuğuna dair bir emare bulamazsınız. İçinde bulunduğumuz güneş sisteminin ne derece büyük olduğu şu hususlardan anlaşılmaktadır: Güneş dünyadan 300 kat daha büyüktür. Neptün'ü en uzak gezegen olarak kabul edecek olursak, güneş ile arasındaki mesafenin 2793 mil olduğunu görürüz. Şayet Plüton'u kabul edersek onun da güneş ile arasındaki mesafe 460 mildir. İçinde bulunduğumuz güneş sistemi, bu kâinatın bir parçası olduğuna göre, buradan hareketle tüm kâinatın büyüklüğünü tahmin edebilirsiniz. Dünyanın kendisinin bağlı olduğu güneş sisteminde 3 milyar gezegen vardır. Yeryüzüne en yakın gezegenden dünyamıza, bir ışık 4 senede ulaşır. Bu güneş sistemi anlaşıldığı kadarıyla, iki milyon sistemden sadece biridir. Bizim güneş sistemimize en yakın başka bir sistem arasında o kadar uzak bir mesafe vardır ki, ondan bizim sistemimize ışık hızıyla bir milyon yılda ulaşılabilir. Uzak olanlar ise, bugünün hesaplarına göre yüz milyon yılda ulaşır. Yine bildiklerimizin dışında başka alemler olup olmadığından emin değiliz.

Bugüne kadar kâinat hakkındaki bilgiler dünyada bulunan aynı maddelerden müteşekkil olmaları ve aynı kanunlara tabi bulunmaları sayesinde elde edilmiştir. Şayet böyle olmasaydı, dünyamızdan öbür gezegenlerin niteliği hakkında tahminler yürütmek mümkün olmayacaktı. Bu, tüm kâinatın yaratıcısının ve sahibinin bir olduğunun ispatıdır. İçinde milyonca yıldan bu yana varlığını devam ettiren sayısız yıldızlar ve gezegenler bulunan bir muazzam nizamın ardında bir gücün, kuvvet ve hikmet sahibinin bulunmadığını hiçbir akıl sahibi öne süremez.


41- Onların soylarını dolu gemilerde (ana rahimlerinde) taşımamız da kendileri için bir ayettir.

Burada işaret olunan gemi, Hz. Nuh'un gemisidir. "Ve onun içinde zürriyetlerini taşıdık" ifadesinde geçen "zürriyet", Hz. Nuh'un (a.s) ashabıdır. Çünkü Nuh tufanında Hz. Nuh'un (a.s) ashabı dışında tüm adem nesli helak olmuştu. Bu yüzden Hz. Nuh'un (a.s) ashabı "insan nesli" şeklinde ifade edilmiştir. Nitekim kıyamete değin tüm insanlık aynı nesilden gelmektedir.


42- Ve kendileri için binmekte oldukları bunun benzeri (nice) şeyleri yaratmamız da.

Burada tarihte ilk gemiyi Hz Nuh'un (a.s) yaptığına işaret vardır. Ondan önce insanlar nehirleri ve denizleri aşmanın yolunu bilmiyorlardı. Cenab-ı Allah bu bilgiyi Hz. Nuh (a.s) vasıtasıyla insanoğluna vermiştir. Allah'ın salih kulları gemiye binerek tufandan kurtuldukları zamandan bu yana tüm nesiller gemiyle denizlerde sefere çıkmaya başlamışlardır.


43- Eğer dilersek onları batırır-boğarız; bu durumda ne onların imdadına yetişen olur, ne de onlar kurtulabilirler.
44- Ancak bizden bir rahmet olması ve (onları) belirli bir zamana kadar yararlandırmamız başka.

Daha önceki ayetlerde Tevhid hakkında deliller serdedilmiş ve insanoğlunun tabiat üzerindeki tasarruf hakkının Allah'ın bir lütfu olduğu belirtilmişti. Tabiat kuvvetleri üzerindeki tasarruf gücü insanın kendi elde ettiği bir güç olmayıp, Allah'ın bağışladığı ilim vasıtasıyla mümkün olmaktadır. Aksi takdirde insanların bu büyük kuvvetlere hakim olması ve kendi başına bu kuvvetleri kullanma sırlarını keşfetmesi sözkonusu olamazdı. Yine de insan tabiat kuvvetlerine Allah'ın izin verdiği sürece hükmedebilir ve tabiat kuvvetleri de bu zaman zarfında insana tabi olurlar. Nitekim bugün insanın hizmetinde olan tabiat kuvvetleri Allah'ın dilemesiyle aniden insan hayatını tehdit etmeye başlar ve insan tabiatın karşısında çaresiz kalır. Bu gerçeği açıklamak amacıyla gemilerin denizlerde yüzmesi örnek olarak veriliyor. Şayet Allah, Hz. Nuh'a (a.s) gemi yapma tekniğini öğretmese ve iman edenleri ona bindirerek insanoğlunun yeryüzüne yayılmasını sağlamasaydı, insanlık tufanla birlikte yok olurdu.

Allah gemi yapabilmenin yolunu öğrettiğinden bu yana insanoğlu nehirleri ve denizleri aşmayı başarabilmiştir. İnsanlar bu sahada ne kadar gelişme gösterseler de sonuçta denizlere hakim oldukları söylenemez. Su, bugün de Allah'ın buyruğu altındadır ve Allah dilediği anda tüm gemileri içindekileriyle suya gömer.


45- Onlara: "Önünüzde olandan ve arkanızda olandan korkup-sakının, belki esirgenirsiniz" denildiğinde, (dinlemeyip küfre saparlar)

46- Onlara, Rablerinin ayetlerinden bir ayet gelmeyi görsün, mutlaka ondan yüz çeviricidirler.

"Ayet" kelimesi ile Allah'ın kitabının ayetleri kastedilmektedir. Bu ayetler vasıtasıyla insanlara nasihatta bulunulur. Ayrıca kâinatın ayetleri (insan vücudu, insanlık tarihi) ibret alınmak isteniyorsa eğer, insanlar için nasihattırlar.


47- Ve onlara: "Size Allah'ın rızık olarak verdiklerinden infak edin" denildiği zaman da, o küfre sapanlar iman edenlere dediler ki: "Allah'ın, eğer dilemiş olsaydı yedireceği kimseyi biz mi yedirecek mişiz? Gerçekten siz, apaçık bir şaşkınlık içindesiniz."

Bu ifade ile, onların inkarlarından ötürü sadece akıllarının değil duygularının da kalmadıklarına işaret ediliyor. Onlar, Allah katında sahih bir anlayışa sahip olmadıkları gibi, insanlara da kötü davranıyorlar. Nasihata sırt çevirip içinde bulundukları dalâlet için, mazeretler öne sürdükleri yetmiyormuş gibi her iyilikten kaçmak için bir bahane buluyorlar.


48- Ve derler ki: "Eğer doğru söylüyorsanız bu tehdit (etmekte olduğunuz yıkım ve azab) ne zamanmış?"

Tevhid'in dışında kafirlerin inkar etmekte oldukları diğer mesele de ahiret düşüncesidir. Ahiret hakkında deliller ileride zikredilecektir. Fakat burada kafirler neyi inkar ettiklerini bilsinler diye özellikle kıyamet ve ahiret tablosu çizilmiştir. Sizler inkar ettiniz diye kıyamet saati iptal olmaz, o muhakkak gelecek ve sizler o günle karşılanacaksınız.

Onların asıl maksatları kıyametin vaktini öğrenmek değildir. Şayet onlara bu vakit, "filan gün, filan saat" gelecektir diye bildirilseydi bile, onların şüpheleri silinmiyecekti. Onların maksadı alay etmek olduğu için, onlara sadece şöyle bir cevap verilmiştir. "Kıyamet muhakkak gelecektir. Onda hiçbir şüpheniz olmasın."


49- Onlar, yalnızca tek bir çığlıktan başkasını gözetmezler, onlar birbirleriyle çekişip-dururken o kendilerini yakalayıverir.

50- Artık ne bir tavsiyede bulunmağa güç yetirebilirler, ne de ailelerine dönebilirler.

Yani, kıyamet insanların gözleyebileceği bir şekilde yavaş yavaş gelmeyecektir. Bilakis kıyamet insanların hiç ummadığı bir anda gelecek ve kim neredeyse orada kalacaktır.

İbn Ömer ve Ebu Hureyre, Rasûlullah'dan (s.a.) şöyle bir hadis rivayet etmişlerdir. "İnsanlar yürüyorlarken, pazarlarda alışveriş yaparlarken ve meclislerde sohbet ederlerken, aniden Sur'a üfürülecek. Bir kimse kumaş satın alıyorsa eğer, kumaşı elinden bırakmaya vakti olmadan, hayvanlarına su vermek için yalağa götürmüşse su vermeden, sofraya oturduğunda bir lokma almışsa, ağzına götürmeden kıyamet gelecektir.

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Yâsîn Suresi 20-36 Ayetleri Tefsiri - Mevdudi


20- Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: "Ey kavmim, elçilere uyun" dedi.

21- "Sizden ücret istemeyenlere uyun, onlar hidayet bulmuş kimselerdir."

Allah'ın bu salih kulu, elçilerin doğruluğunu bir cümlede özetlemiştir. Yani, bir Rasûl'un "hak" olması iki şarta dayalıdır:

1) Söz ve fiil, 2) İhlas. 

Sözkonusu şahsın öne sürdüğü deliller şudur: Birincisi, "Bu elçiler sizlere makul olan birşeyi tebliğ ediyorlar ve kendilerinde de herhangi bir kötülük bulunmamaktadır." İkincisi ise, "Hiçkimse onlara, kendi menfaatleri için tebliğ yapıyorlar diyemez. Dolayısıyla bu kimselerin tebliğ ettikleri mesajın reddedilmesi için makul bir delil yoktur. Kur'an, bu şahsın sözlerini naklederek, aynı zamanda bir Rasûlun "hak" olabilmesi için gereken iki ölçüyü de vaaz etmiştir. Şayet bir Rasûl'un "hak" olup olmadığını anlamak istiyorsanız bu iki ölçüye göre değerlendirme yapmalısınız. Hz. Muhammed'in (s.a) söz ve fiilleri onun doğruluk timsali olduğunu gösterirken ve tüm çalışmalarının ardından, bunları kendi çıkarları için yaptığına dair küçük bir işaret bile bulunmazken, kim, neye dayanarak Hz. Muhammed'in (s.a.) tebliğ ettiği mesajı reddedebilir?


22- "Bana ne oluyor ki, beni yaratana kulluk etmeyecekmişim? siz O'na döndürüleceksiniz."

Bu cümle delil olması ve tebliğin hikmetini açıklaması açısından iki güzel örnektir. Birinci bölümde; mahlukatın, yaratıcısı olan Allah'a itaat ve kulluk etmesinin, aklın ve fıtratın gereği olduğunu söylemiştir. Şayet bir mantıksızlık varsa o da insanın kendisini halketmeyen varlıklara kulluk etmesidir. İkinci bölümde ise o şahıs kavmine "Sizler sonunda ölecek ve şimdi kulluktan kaçındığınız yaratanınıza döneceksiniz. O'ndan yüz çevirdiğiniz halde nasıl iyilik bekleyebilirsiniz, bir düşünün" diyerek onların meseleyi idrak etmelerine çalışıyor.


23- "Ben, O'ndan başka ilahlar edinir miyim ki, Rahman (olan Allah) , bana bir zarar dileyecek olsa, ne onların şefaati bana bir şeyle yarar sağlar, ne de onlar beni kurtarabilirler."

Yani, ben apaçık bir günah işlersem eğer, Allah'ın indinde beni kurtarabilecek kadar makbul hiçkimse yoktur. Şayet Allah beni cezalandırmayı dilemişse, ona rağmen beni kurtarmaya kimsenin gücü yetmez.


24- "O durumda ise, gerçekten ben apaçık bir sapıklık içinde olmuş olurum."

Yani, "Bunların bile bile mabud kabul ettiğim takdirde."


25- "Şüphesiz ben, sizin Rabbinize iman ettim; işte beni işitin."

Bu cümle, tebliğin hikmet inceliklerini taşımaktadır. Bu salih kul böyle bir ifade kullanmakla onlara, "Benim iman ettiğim Rab sadece benim değil, sizlerin de Rabbi'dir. Ben O'na iman etmekle bir yanılgı içine düşmüş olmuyorum, ancak sizler iman etmemekle böyle bir yanılgıya düşüyorsunuz" diyerek hatırlatmada bulunuyor.


26,27- Ona: "Cennete gir" denildi. O da: "Keşke benim kavmim de bir bilseydi: Rabbimin beni bağışladığını ve beni ağırlananlardan kıldığını" dedi.

Yani, şehadetinin hemen ardından, bu salih kula cennet müjdesi verilmiştir. Melekler onu karşılamak için dizilmişlerken, ona "Firdevs cenneti seni beklemektedir" diye hemen haber vermişlerdir. Bu cümlenin yorumu hakkında müfessirler arasında farklı görüşler vardır. Katâde, "Allah bu kuluna cenneti hemen nasip etmiştir, orada yaşamakta ve rızıklanmaktadır" derken, Mücahid: "Melekler ona sen cennete gireceksin diye müjde vermişlerdir. Yani kıyametten sonra, herkes cennete girerken, o da cennete girecektir" şeklinde bir yorumda bulunmuştur.

Bu, üstün bir ahlâk örneğidir. Kendisini katleden kimselere karşı bu salih insanın içinde hiçbir kin ve kızgınlık olmadığı gibi Allah indinden beddua ve şikâyette bulunarak intikam almayı da düşünmemiştir. Bilakis şimdi de onların iyiliklerini isteyerek, "Keşke kavmim de benim sonumdan haberdar olsaydı. Böylelikle küfürlerinden vazgeçerek hidayete erseler" demiştir. Yani, "Benim hayatımdan değilse bile ölümümden ibret alsınlar". Bu şerefli insan kendini katleden insanların dahi cehenneme girmelerini arzu etmemektedir. Aksine onların hidayete ermelerini ve cennete kavuşmalarını temenni ediyor. Bu kimse hakkında Rasûlullah (s.a) şöyle demiştir. "Bu şahıs kavmi için hayatı boyunca da, ölümünden sonra da hep iyilik istemiştir."

Bu kıssa, dolaylı olarak Mekkeli müşriklere şu hakikati öğretmek için zikredilmiştir: Hz. Muhammed (s.a.) ve arkadaşları tıpkı bu kıssada olduğu gibi gerçekten sizlerin iyiliğini isterler. Tüm zulmünüze rağmen bu insanlar sizlere karşı bir kin ve nefret beslememektedirler. Onların kalbinde sizlerden intikam almak gibi bir his de yoktur. Bunlar yalnızca sizlerin sapıklığına karşıdırlar ve hidayete ermenizi istiyorlar. Bunun dışında herhangi bir maksat gütmüyorlar.

Sözkonusu ayet, diğer birçok ayetler gibi "Berzah" aleminin varlığını apaçık ispat etmektedir. Bu ayetten bazı cahillerin sandığı gibi ölümden sonra kıyamete kadar durgunluk olmayacağı anlaşılıyor.
Ancak bu safhada ruh, cismi olmaksızın diridir, konuşur ve işitir, hisseder, memnun da olur kederli de, dünyadakilere ilgi de duyar. Şayet böyle olmasaydı sözkonusu mümin cennet müjdesini duyduğunda, "Keşke kavmim benim hayırlı sonumdan haberdar olsaydı" diyebilir miydi?


28- Kendisinden sonra ise, kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik; indirecek de değildik.

29- (Ancak onlara) Yalnızca bir tek çığlık (yetti) ; anında sönüverdiler.

Burada ince bir kinaye vardır. Zira onlar kendi kuvvetlerine güvenerek gurur ve nefret içinde, güya bu üç elçiye inananları sindireceklerini sanıyorlardı. Ancak bunların o gücü, Allah'ın azabı geldiğinde bir çırpıda yok olmuştur.


30- Yazıklar olsun kullara; ki onlara bir peygamber gelmeyi görsün, mutlaka onunla alay ederlerdi.

31- Görmüyorlar mı, kendilerinden önce nice kuşakları yıkıma uğrattık? Onlar, bir daha kendilerine dönmemektedirler.

Yani, bunların izleri bile kalmamış ve azab geldiğinde kim nereye düşmüşse orada kalmıştır. Bugün hiçkimse onlar hakkında birşey bilmez. Çünkü onların sadece medeniyetleri değil, soyları bile yok olmuştur.


32- Ancak onların hepsi, toplanmış olarak huzurumuza getirilmişlerdir.

Geçen iki ayrı bölümde Mekkeli müşrikler, inkarları, hakkı yalanlamaları, ve Rasûlullah'a (s.a.) karşı koymalarından ötürü kötülenmişlerdi. Şimdi ise sıra Hz. Peygamber (s.a.) ile kafirler arasındaki asıl ihtilafa, yani tevhid ve ahiret akidesine gelmiştir. Rasûlullah (s.a) tevhid ve ahiret akidesini onlara tebliğ ediyor, onlar da karşı çıkıyorlardı. Bu konuda arka arkaya deliller getirmek suretiyle, insanlar düşünmeye davet edilmektedir. Peygamber (s.a) sizlere, kâinatın herşeyi ilan ettiğine bir bakın diyor. Nitekim önümüzde bulunan herşey bu hakikate işaret etmiyor mu?"


33- Ölü toprak kendileri için bir ayettir; biz onu dirilttik, ondan taneler çıkarttık, böylelikle de onlar ondan yemektedirler.

Yani, tevhidin hak, şirkin bâtıl olduğuna bir delil değil midir?


34- Biz, onda hurmalıklardan ve üzüm-bağlarından bahçeler kıldık ve içlerinde pınarlar fışkırttık:

35- Onun ürünlerinden ve kendi ellerinin yaptıklarından yemeleri için. Yine de şükretmiyorlar mı?

Bu cümleye "Onların meyvelerinden ve ayrıca kendi elleriyle yaptıklarından yesinler" şeklinde de bir anlam verilebilir. 

Bu kısa cümlelerle yeryüzündeki bitkiler dünyası, delil olarak öne sürülmüştür. İnsanlar, gece-gündüz yeryüzündeki ürünleri yedikleri ve yararlandıkları halde, onları hiç önemsemiyorlar, fakat gafletten kurtulup dikkat edecek olurlarsa, o zaman, bu mahsulü veren tarlaların, zengin bağ ve bahçelerin, üzerlerinde akan ırmak ve derelerin hiçbirinin kendi kendine oluşmadığını anlayacaklardır. Tüm bunların ardında, Alemlerin Rabbi olan Allah'ın hikmet ve kudreti gizlidir.

Yeryüzünün hakikati, yapısı ve ne tür elementlerden müteşekkil olduğu hakkında düşünün. Yeryüzü kendi kendine birşey yaratmaya kadir değildir. Bu elementleri ayrı ayrı da incelerseniz, bir terkip halinde de incelerseniz, onların kendi kendilerine can verebildiklerini göremezsiniz. Öyleyse bu cansız topraktan bunca bitkinin meydana gelmesi nasıl mümkün olmaktadır? Araştırdığınız takdirde birkaç sebep olduğunu görürsünüz. Şayet bu sebepler var olmasaydı hayat da olmazdı.

1) Yeryüzünün bazı bölgelerinde, toprağın üstündeki satıhta, bitkiler için gıda vazifesi gören bazı maddeler vardır. Bitkilerin köklerini salabilmeleri ve bazı gıdaları alabilmeleri için, bu üst satıh daha yumuşaktır.

2) Yeryüzünde çeşitli durumlarda akan suların içinde bazı maddeler vardır. Bu maddeler suyun içinde bulunmakla, bitkilerin gıda almalarını sağlarlar. Bitkiler bu suyu kökleri vasıtasıyla yerin altından alırlar.

3) Arzın üstündeki hava, dünyayı semavi afetlerden koruduğu gibi, ayrıca bulut olarak yağmurun yağmasını da sağlar. Bitkilerin canlılığını sürdürebilmeleri ve büyümeleri için gerekli olan bazı gıdalar da hava içerisinde bulunmaktadır.

4) Ayrıca bitkilerin münasip bir sıcaklık ve mevsimde ortaya çıkmaları güneş ve yeryüzü arasındaki dengeli ilişki sayesinde olmaktadır.

Bu dört temel unsurun (onların neden olduğu daha birçok hadise vardır) biraraya gelmesiyle bitkilerin yaşaması mümkün olmaktadır. Bütün bu şartlar önceden hazırlanarak, ayrı tohumlardan ayrı cinste bitkiler çıkmıştır. İşte toprak, su, hava ve mevsim unsurları münasip bir şekilde biraraya geldiği zaman, bitkiler büyümeye ve gelişmeye başlarlar. Her tohumdan aynı cinste çıkan bitki ve ağaçlar soya dayalı ortak özellikler taşırlar. Ayrıca bu bitki ve ağaçlar birkaç değil sayısız çeşitte yaratılmışlardır. Böylece bu sayısız çeşitteki bitkiler, insanlar ve hayvanlar için, gıda, elbise, ilaç ve daha birçok ihtiyacı karşılamaktadırlar.

Bu hayret verici nizam hakkında, inat ve taassuba saplanmamış bir insan düşünecek olursa eğer, bütün bu nizamın kendiliğinden olmadığına ve bu ihtişamın ardında hikmete dayalı bir plan olduğuna, vicdanı hemen şehadet edecektir. Öyleki o hikmet sayesinde toprak, su, hava ve mevsimler münasip bir dengeye göre biraraya gelmişler ve böylece insanların, hayvanların ve bitkilerin ihtiyaçları yaratılmıştır. Akıl sahibi hiçbir insan, böylesine muazzam bir nizamın sadece bir tesadüf eseri olduğunu düşünemez.

Dolayısıyla bunları birkaç ilahın yaratmadığı ortaya çıkıyor. Toprak, hava, su, güneş, bitkiler, hayvanlar ve insanlar da olmak üzere hepsinin yaratıcısı ve Rabbi tek olan Allah'dır. Şayet bunların herbirisinin ayrı ayrı Rabbi olsaydı bu muazzam nizam, o denli ince ilişkilerle oluşmuş bir sistem haline gelemezdi. Yine milyonlarca yıldız, böylesine bir birliktelik olmadan akıp gidemezdi.
Tevhid hakkında deliller serdedildikten sonra, "Bunlar şükretmiyorlar mı?" diye buyuruluyor. Yani hayatlarını sürdürebilmeleri için gereken herşeyin yaratılmış olmasına rağmen, onlar başkalarına şükrediyorlar ve bir çöp bile yaratmaya muktedir olamayan şeylere secde ve ibadet ederek, nankörlükte bulunuyorlar.


36- Yerin bitirmekte olduklarından, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan (Allah çok) yücedir.

Yani, O her ayıptan münezzehdir. O'nda hiçbir zaaf ve eksiklik olmadığı gibi ortağı da yoktur. Müşrikler Allah'a ortak koştukları için bu deliller öne sürülmüştür. Çünkü şirk koşmak - Allah'a sığınırız- Allah'da bir zayıflık ve noksanlık var demektir. Güya o ortaklar, Allah'ın eksik yönlerini tamamlayacak ve O'na yardım edeceklerdir. Yine onlar, Allah'ı dünyadaki hükümdarlar gibi zannederek kendisinin vezir ve müşavirlere muhtaç olduğunu ve sevgili veliaht ve yakınlarının hükümranlığına karışabileceklerini tasavvur ederler. Böylesine cahilce tasavvurlar olmasaydı, şirk de olmazdı. Bu nedenden ötürüdür ki Kur'an'ın çeşitli yerlerinde Allah'ın müşriklerin iftira ettikleri tüm ayıp, zaaf ve noksanlıklardan, pak ve münezzeh olduğu bildirilmiştir.

Bunlar Tevhid hakkında öne sürülmüş delillerdir. Daha önce zikredilmiş olan bazı gerçekler, burada tekrarlanıyor. Çevrenizde gece gündüz sürekli gördüğünüz şeyler üzerinde dikkatle düşündüğünüz takdirde bile, tevhid akidesine ulaşabilirsiniz. Erkek ve kadının birleşmesinden insan meydana geliyor, hayvanların da dişili-erkekli yaratılmasından onların nesli devam ediyor. Bitkiler de aynı kanunlara bağlıdırlar. Hatta cansız maddelerde de, farklı unsurlar biraraya gelerek, mürekkeb varlıklar oluşuyor. Sözgelimi maddenin temel yapısında bulunan pozitif ve negatif elektronların biraraya gelişiyle birlikte elektrik ortaya çıkmaktadır. Nitekim kâinatın yapısında bulunan tüm maddeler pozitif ve negatif olmak üzere bir çiftten ibarettir. Yani kâinat o kadar hassas ve dengeli bir şekilde inşa edilmiştir ki, akıl sahibi hiçbir insan tüm bunların bir tesadüf sonucu meydana geldiğini söyleyemez. Ayrıca bunca sayısız çiftin biraraya gelerek oluşturduğu bu muazzam nizam, birkaç yaratıcının eseri olamaz. Bu çiftleri biraraya getirmek suretiyle çeşit çeşit mahluku yaratmak, Allah'ın birliğinin apaçık bir ispatıdır.

22 Mayıs 2012 Salı

Yâsîn Suresi 13-19 Ayetleri Tefsiri - Mevdudi


13- Sen onlara, o şehir halkının örneğini ver; hani oraya elçiler gelmişti.

Kadim müfessirlerin çoğu bu şehri Antakya, iki elçiyi de iki havari sanmışlar ve bu olayın kral Antiochus döneminde geçtiğini söyleyebilmişlerdir. Fakat İbn Abbas, İkrime, Katade, Ka'b el-Ahbar ve Vehb bin Münebbih bu kıssayı Hıristiyanların güvenilir olmayan rivayetlerine dayanarak nakletmişlerdir. Oysa bu kıssanın tarihi bir mesnedi yoktur. Antakya'da bu sülaleden 13 kral, "Antiochus" lakabıyla M.Ö.65'e kadar hüküm sürmüştür. Ayrıca Hz. İsa'nın (a.s) Antakya'ya tebliğ etmeleri için havari gönderdiğine dair Hıristiyanların dayandıkları hiçbir belgeleri yoktur. Bilakis Kitab-ı Mukaddes'in, "Rasullerin işleri" bölümünden, Hz. İsa'nın (a.s) göğe kaldırılışından birkaç sene sonra Hıristiyan mübelliğlerin ilk kez Antakya'ya gittikleri anlaşılıyor. Bundan Allah Teâlâ'nın hiçbir peygamberini oraya göndermediği veya peygamberlerinden birini herhangi bir elçi tayin etmediği belli olmaktadır. Şayet bir şahıs oraya kendiliğinden tebliğ etmeye gitmişse bile, o şahsa Allah'ın peygamberi denilerek, tevil yapılamaz. Yine Kitab-ı Mukaddes'te, Antakya'da Yahudi olmayan birçok kimsenin Hıristiyanlığı kabul ettiklerinden söz edilmektedir. Oysa Kur'an yukarıdaki beldenin önemli bir özelliğini, belde halkının peygamberin davetini reddetmiş olmaları ve dolayısıyla azaba uğradıkları şeklinde açıklar. Tarihi hiçbir belgede Antakya'ya azab geldiğine dair bir kayıt yoktur. O halde Antakya halkının peygamberleri reddettiğini ve bu yüzden azaba uğradıklarını iddia etmek mümkün değildir.

Yukarıda da zikredildiği gibi, Antakya sözkonusu "belde" olamaz. Hangi belde olduğu Kur'an'da bildirilmemiş ve Rasûlullah'dan (s.a) bu konuda hiçbir hadis gelmemiştir. Ayrıca bu "Rasûllerin" kim olduklarından da bahsedilmemiştir. Kur'an kıssayı sadece bir vakıa olarak zikrettiği için belde ve Rasûllerin isimlerinin bilinmesi pek gerekli değildir. Sözkonusu kıssanın aktarılma amacı: "Kureyşlilere sizler nasıl inat ve zıtlıkla Rasûlullah'ı (s.a) inkar ediyorsanız, o beldedekiler de aynı yanılgı içindeydiler. Aynı yolu takip ettiğiniz ve inadınızda ısrarlı olduğunuz takdirde, sizlerin sonu da o beldedeki insanlar gibi olacaktır" demek suretiyle uyarıda bulunulmaktadır.



14- Hani biz onlara iki (elçi) göndermiştik, fakat onlar ikisini yalanlamışlardı. Biz de (iki elçiyi) bir üçüncüyle güçlendirdik; böylece dediler ki: "Şüphesiz biz, size, gönderilmiş elçileriz."

15- (Halk da ) dediler ki: "Siz, bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsiniz, Rahman (olan Allah) da herhangi bir şey indirmiş değildir. Siz, yalnızca yalan söylemektesiniz."


Diğer bir anlamıyla "Siz de bizim gibi bir insansınız ve peygamber olamazsınız" demek istiyorlar. "Muhammed bir peygamber değildir. Çünkü o da bizim gibi bir insandır" şeklinde aynı düşünceyi Mekke'deki müşrikler de savunuyordu.

"Dediler: Bu peygambere ne oluyor ki yemek yiyor, çarşılarda geziyor, ona kendisiyle birlikte uyarıcı olacak bir melek indirilmeli değil mi?" (Furkan: 7) 

"Kalbleri eğlencededir. O zulmedenler (aralarındaki) şu konuşmayı gizlediler. Bu (Muhammed) 'de sizin gibi bir insan değil mi? Şimdi siz göz göre göre büyüye mi kapılacaksınız?" (Enbiya :3) 


Kur'an-ı Kerim Mekkeli müşriklere, "bu tür cahilce düşünceleri ilk kez sizler ortaya atmış değilsiniz. Bilakis sizden önceki toplumlarda da "bir beşer rasûl, bir rasûl de beşer olamaz" şeklinde cahilce düşünceler öne sürmüşlerdi" diye bildiriyor. Nitekim Nuh kavminin ileri gelenleri de, onun risaletini reddederken aynı şeyleri söylemişlerdir.


"(Nuh) kavminin içinden ileri gelen bir grup (şöyle) dedi: Bu da sizin gibi bir insandan başka birşey değildir. Size üstün gelmek istiyor. Eğer Allah dileseydi melekleri indirirdi. Biz atalarımızdan böyle birşey işitmedik." (Müminun: 24) 

Ad kavmi, Hz. Hud (a.s) için aynı şeyleri söylemişlerdir.


"(Ad) kavminden kendilerine dünya hayatının bol nimetlerini verdiğimiz o inkar eden ve ahirete kavuşmayı yalanlayan eşraf takımı dedi ki; bu da sizin gibi bir insandan başka birşey değildir. Sizin yediğinizden yiyor, sizin içtiğinizden içiyor. Eğer sizin gibi bir insana itaat ederseniz o takdirde siz, mutlaka hüsrana uğrayanlardan olursunuz." (Müminun: 33, 34) 


Semud kavmi, Hz. Salih (a.s) için aynı şeyleri söylemiştir. 


"Bizden bir insana mı uyacağız? O takdirde biz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık içine düşmüş oluruz, dediler." (Kamer:24) 

Yaklaşık olarak tüm peygamberler, kafirlerin "siz bizim gibi bir beşerden başkası değilsiniz" itirazları ile karşılaşmışlar ve onlara "biz de sizin gibi bir beşerden başka birşey değiliz. Fakat Allah kullarından dilediğine nimetini lütfeder. Allah'ın izni olmadan biz size delil getiremeyiz. Müminler Allah'a tevekkül etsinler." (İbrahim: 11) diye cevap vermişlerdir.

Bundan sonra Kur'an her dönemde, aynı cahilce düşüncelerin, bazı kimseleri hidayetten alıkoyduğunu ve dolayısıyla onlara azab geldiğini bildiriyor:


"Böyledir, çünkü peygamberleri açık deliller getirirlerdi, fakat onlar: "Bize bir insan mı yol gösterecek" dediler ve yüz çevirdiler. Allah da muhtaç olmadığını gösterdi. Allah Gani'dir, Hamid'dir" (Tegabun: 6) 


"İnsanlar bize yol gösterici olamaz", şeklinde bir düşünceye dayanarak yüz çevirdiler ve inkar ettiler."


"Zaten kendilerine hidayet geldiği zaman insanları doğru yola gelmekten alıkoyan şey, hep, Allah bir insanı mı peygamber gönderdi? demeleridir." (İsra: 94) 


Kur'an daha sonraları, "Allah insanların hidayeti için, peygamber olarak her zaman insanları gönderir, melekleri değil. Çünkü insanlara, ancak insan olan bir peygamber örnek olabilir. Oysa insanoğluna melek veya başka bir varlık örnek olamaz" demiştir.


"Biz senden önce yalnız kendilerine vahyedilen erkeklerden başkasını peygamber göndermedik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun. Biz onları yemek yemeyen cesetler yapmadık. Ölümsüz de değillerdi." (Enbiya: 7-8) 


"Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlerde yemek yerler, çarşılarda gezerlerdi. Biz sizi birbiriniz için sınama yaptık. Sabrediyor musunuz? (bakalım) Rabbin herşeyi görendir." (Furkan: 20)

 
"Deki: Eğer yeryüzünde uslu uslu yürüyen melekler olsaydı, elbette onlara gökten bir meleği peygamber olarak gönderirdik." (İsra: 95) 


Bu, Mekkeli müşriklerin içinde oldukları başka bir cehaletti. Onlar, "Allah insana hidayet ve vahy göndermez" diyorlardı. Günümüzde Rasyonalistlerde (akılcılar) , "Allah bu dünyadaki işlere karışmaz, dünya ile bir ilgisi yoktur, bu insana kalmış bir husustur" diyerek aynı şeyleri tekrarlamaktadırlar.



16- Dediler ki: "Rabbimiz, gerçekten sizin için gönderilmiş elçiler olduğumuzu bilmektedir."
17- "Bizim üzerimizde de (sorumluluk ve görev olarak) apaçık bir tebliğden başkası yoktur."

Yani, bizim görevimiz Alemlerin Rabbi olan Allah'ın mesajını sizlere ulaştırmaktır. Sizlere bu mesajı kabul ettirmek bizim elimizde değildir. İster kabul edin, ister reddedin. Ancak reddeddiğiniz takdirde bunun sorumluluğu sizlere aittir. Biz kendi görevimizi yaparak, sizlere Allah'ın mesajını tebliğ ettik.


18- Onlar dediler ki: "Herhalde biz, sizlerden dolayı uğursuzluğa uğradık. Eğer (bu söylediklerinize) bir son vermeyecek olursanız, andolsun, sizi taşa tutacağız ve mutlaka bizden yana size acıklı bir azab dokunacaktır."


Bu ifadeyle, "Sizler uğursuzsunuz, sizin yaptıklarınız dolayısıyla tanrılarımız kızdı ve bu yüzden başımıza musibetler, felaketler geldi" demek istiyorlar. Aynı sözleri münafıklar ve kafirler Hz. Peygamber'e (s.a.) söylüyorlardı.

"Nerede olsanız, sağlam kaleler içinde bulunsanız, yine ölüm sizi bulur. Onlara bir iyilik erişirse, "Bu Allah katındandır" derler. Onlara bir kötülük erişirse, "Bu senin yüzündendir" derler. Deki: "Hepsi Allah katındandır." Bu topluma ne oluyor ki hemen hiç söz anlamıyorlar." (Nisa: 78) 


Kur'an'ın birçok yerinde böyle insanlara bu cahilane düşüncenin yeri olmadığı, kafirlerin diğer peygamberlere de aynı itirazları öne sürdükleri bildirilmiştir. Nitekim Semud kavmi de aynı şeyleri söylemiştir.


"Senin ve seninle beraber bulunanların yüzünden uğursuzluğa uğradık dediler, uğursuzluğunuz Allah'ın yanındadır. Doğrusu siz imtihan olunan bir kavimsiniz." (Neml: 47) 


Firavun'un kavmi de aynı tavır içindeydi: "Onlara bir iyilik geldiği zaman; bu bizim (yüzümüzdendir) , derler. Kendilerine bir kötülük ulaşırsa Musa ve onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı. İyi bilin ki, onların uğursuzlukları Allah katındandır, fakat çokları bilmezler." (A'raf: 131) 



19- Dediler ki: "Uğursuzluğunuz, sizinle birliktedir. Size öğüt verildi diye mi (uğursuzluğa uğradınız) ? Hayır, siz ölçüyü taşıran bir kavimsiniz."


Hiç kimse, bir başka kimse için uğursuz değildir. Uğursuzluk insanın kendisindendir. Çünkü herkesin nasibi takdir edilmiştir.

"Her insanın amellerini kendi boynuna doladık. Kıyamet gününde onun için açılmış olarak önüne konacak bir kitab çıkarırız." (İsra: 13) 


Yani, sizler öğütten kaçıyor ve hidayetten değil dalâletten hoşlanıyorsunuz. Bu sebepten, hak ve bâtıl hakkındaki düşünceleriniz bir delile değil, evham ve hurafelere dayanıyor.





20 Mayıs 2012 Pazar

Yâsîn Suresi 1-12 Ayetleri Tefsiri - Mevdudi


Nüzul Zamanı: Bu surenin muhtevasından, Mekke döneminin ortalarında veya sonlarına doğru nazil olduğu anlaşılmaktadır.

Konu: Kısaca bu surede, Hz. Muhammed'in (s.a) peygamberliğini inkâr etmenin, alay ve zulüm ile karşı koymanın korkunç sonuçlarıyla Kureyşli müşrikler korkutulmaktadır. Her ne kadar deliller öne sürülerek açıklamalar yapılıyorsa da bu surede "İnzar" esastır ve ağır basmaktadır.


Üç hususta deliller öne sürülmüştür.


1) Tevhid hakkında delil olarak, kâinatta cereyan eden hadiselere işaret edilerek, insanın aklına hitab edilmiştir.
2) Ahiret hakkında ise, kâinat, insan yapısı ve her akıl sahibinin düşünebileceği hususlar delil olarak ileri sürülmüştür.
3) Risalet hakkında şunlar delil olarak verilmiştir: Hz. Peygamber (s.a) İslam'ın tebliği dolayısıyla çektiği meşakkatlerden ötürü, sizlerden hiçbir surette ücret istemez. Çünkü O bunları karşılıksız yapmaktadır. Ayrıca Rasûlullah'ın (s.a) tebliğ ettiği mesaj akla uygundur ve bu mesajı kabul etmek sizlerin yararınadır.


Burada, kalplerdeki kilitlerin kırılması ve kalbinde az çok duygu bulunan hiçbir kimsenin etkilenmekten hali kalmaması için, kuvvetli bir üslûbla tehdit ve tenbih gayet şiddetli bir şekilde tekrarlanmıştır.


İmam Ahmed, Ebu Davud, Nesaî, İbn Mace ve Taberani, Hz. Muakkıl b. Yesar'dan, Rasûlullah'ın (s.a) şöyle bir hadisini rivayet etmişlerdir: "Yasin Suresi Kur'an'ın kalbidiir." Fatiha Suresi hakkında, adeta Kur'an'ın bir özeti olduğundan nasıl "Kitab'ın anası" denmişse, Yasin suresi için de "Kur'an'ın çarpan kalbi" denmiştir. Sureye böyle denilmesinin nedeni, onun etkileyici bir üslûpta ruhları harekete geçirmesi ve onları durgunluktan kurtarmasıdır.


Yine Hz. Muakkıl b. Yesar'dan İmam Ahmed, Ebu Davut ve İbn Mace, Rasûlullah'dan şöyle bir hadis rivayet ederler: "Ölmekte olanlara Yasin Suresi'ni okuyun." Hadisin maksadı, ölüm yaklaştığında, İslam'ı toplu bir şekilde hatırlatmak ve İslam akidesinin zihinlerde tazelenmesini sağlamaktır. Böylece söz konusu kişinin gözü önünde ahiret manzarası canlanacağı için, öbür dünyada ne gibi sahnelerle karşılaşacağını bilir ve kendisini buna hazırlar. Bunun bir faydası olabilmesi için kişi Arapçayı bilmiyorsa da, zikrin amacına ulaşabilmesi bakımından mealini okuması gerekir.


1- Yâsin.

"Yasin"in anlamı, İbn Abbas, İkrime, Dahhak, Hasan Basri ve Sufyan b. Uyeyne'ye göre, "Ey İnsan" veya "Ey Şahıs"tır. Bazı müfessirlere göre ise Yasin, "Ya Seyyid"in kısaltılmışıdır. Bu tevile göre, ayetin muhatabı Rasûlullah'dır.


2- Andolsun hikmetli Kur'an'a,
3- Gerçekten sen, gönderilen (peygamber) lerdensin.

4- Dosdoğru olan bir yol üzerinde.

Böyle bir başlangıç -haşa- Rasûlullah'ın (s.a) peygamberliğinden şüphede olması ve Allah'ın onu inandırmaya çalışması anlamına gelmez. Bu şekilde bir giriş, Kureyşli müşriklerin, Hz. Muhammed'in (s.a) peygamberliğini şiddetle inkâr etmelerinden ötürü yapılmış ve bu yüzden Allah surenin başında "Şüphesiz sen gönderilmiş peygamberlerdensin" diye buyurmuştur. Yani kafirler gerçekten büyük bir yanılgı içindedirler. Bundan dolayı Kur'an'a yemin edilerek, Kur'an "Hakim" sıfatıyla birlikte anılmıştır. "Kur'an senin peygamberliğine bir delildir ve hikmet doludur." Böylesine hikmetli sözleri ancak bir peygamber tebliğ edebilir. Çünkü bu sözler bir insanın yeteneklerinin çok üstündedir. Hz. Muhammed'i (s.a) tanıyan herkes bu sözlerin ona ait olmadığını veya başka bir kimseden öğrenmediğini çok iyi bilir.


5- (Kur'an) Güçlü ve üstün olan, esirgeyen (Allah') ın indirmesidir.

Burada Kur'an'ı inzal eden Allah'ın iki sıfatı beyan edilmiştir. Birincisi, Galib ve Kuvvetli, ikincisi Rahim, yani merhametli. Birinci sıfatın beyan edilmesinin nedeni, sözkonusu tebliğ ve nasihatın, sizler onu inkar ettiğinizde aciz bırakılabileceğiniz güçsüz birinden sadır olmamasıdır. Bilakis bu mesaj, herşey üzerinde galip olan kâinatın sahibindendir. O'nun emirlerine kimse karşı koyamayacağı gibi, hiçbir kimse O'ndan kaçıp kurtulamaz. İkinci sıfatın zikredilmesinin nedeni ise, Allah'ın merhametinden ötürü, hidayete ermeniz, dünya ve ahirette başarıya ulaşmanız için, sizlere Kitab ve Peygamber göndermesidir. 


6- Babaları uyarılıp-korkutulmamış, böylece kendileri de gafil kalmış bir kavmi uyarıp-korkutman için (gönderildin).


Bu ayete iki şekilde anlam vermek mümkündür. Birincisi bizim mealde verdiğimiz anlamda. Diğeri ise "gaflet içinde kalmış atalarının uyarıldığı gibi bu toplumu da uyarın" şeklinde. Birinci anlamı kabul ettiğimiz takdirde ayetin şu şekilde anlaşılması mümkündür: "Daha önceden birçok peygamber gelip geçmesine rağmen, bunların yakın zamandaki baba ve dedelerine peygamber gelmemişti. Dolayısıyla bunlar daha önceki nesillere gelen talimatları unuttuğu için, yeniden tebliğde bulunun."
Her iki anlam da doğrudur. Ancak burada akla şöyle bir soru gelebilir: "Bunca zaman içinde kendilerine bir uyarıcı gelmediği halde bu insanlar nasıl sorumlu tutulabilir?" Bu soruya şöyle cevap verilebilir. Allah'ın bir topluma gönderdiği peygamberin talimatları uzak bölgelere kadar yayılır ve onun getirdiği ışık yanmaya devam ederse, yeni bir peygamberin gönderilmesine gerek yoktur. Fakat onun getirdiği ışık ne zaman söner ve izleri yok olursa, işte o zaman Allah yeni bir peygamber gönderir. Bir peygamberin talimatları diri ve net olarak kaldığı sürece, o dönem bir peygamber olmaksızın geçti denemez. Araplara Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. Şuayb, Hz. Musa, Hz. İsa gibi peygamberler gelmiş, ayrıca onların talimatlarını yinelemek için Arabistan'a içeriden ve dışarıdan gelenler olmuştur. Bundan, Araplar arasında bu "mesaj"ın bilindiği anlaşılıyor. Ancak mesajın izleri kaybolmaya yüz tutup hurafeler ile karıştığında, Hz. Muhammed (s.a) Allah'ın izniyle peygamber seçilmiştir. Böylece Hz. Muhammed'in (s.a) peygamberliği ile birlikte gelen mesajın kaybolmayacağı ve hurafelerle karışmayacağı garanti edilmiştir.



7- Andolsun, onların çoğu üzerine o söz hak olmuştur; artık onlar inanmazlar.


Burada kesinlikle iman etmemeye karar vermiş ve Rasûlullah'ın (s.a) her dediğine karşı çıkma durumunda olan kimselere işaret olunmaktadır. Onlar hakkında "azabı hak ettiler ve artık, iman etmezler" şeklinde karar verilmiştir. Bundan şöyle bir anlam çıkar: Hz. Peygamber (s.a) gerektiği şekilde tebliğ yapmış olduğu halde yine de inkarlarında diretirlerse şayet, Allah bu inatlarından ötürü onlara iman nasip etmez. Aynı konu ileride şu şekilde açıklanmıştır: "Sen ancak zikre uyan ve görmediği halde Rahman'dan korkan kimseyi uyarabilirsin." (Yasin: 11) 


8- Gerçekten biz onların boyunlarına, çenelere kadar (dayanan) halkalar geçirdik; bu yüzden başları yukarı kalkıktır.


"Boyun halkası" ifadesi ile onların hakkı kabullenmelerine engel olan inatları kastedilmiştir. "O halkalar çenelerine kadar dayanmıştır ve bu yüzden kafaları yukarı kalkıktır" ifadesiyle de tekebbür göstererek kasıldıkları anlatılmak isteniyor. Allah, inatçılıkları dolayısıyla onların boyunlarına, kibir ve büyüklenme halkası geçirmiştir, ne kadar delil getirilirse getirilsin hakikati göremezler ve apaçık delilleri bile kabul etmezler.


9- Biz onların önlerinde bir sed, arkalarında da bir sed çektik. Böylelikle onları örtüverdik, artık görmezler.


"Önlerinden bir sed, arkalarından bir sed çektik" ifadesi ile onların yapılarındaki inat ve kibir dolayısıyla geçmiş olaylardan ders almadıkları gibi, geleceklerini dahi hiç düşünmedikleri kastolunuyor. Çünkü taassub, onların her yanını kapladığı ve yanlış düşünceleri gözlerine perde olduğu için, apaçık hakikatleri görememektedirler. Şayet selim bir fıtrata sahip olsalardı, bu hakikatleri görebilirlerdi.


10- Kendilerini uyarıp-korkutsan da, uyarmayıp-korkutmasan da onlar için birdir; onlar iman etmezler.

Bu, "tebliğ etmeye gerek yok" anlamına gelmez. Yani senin tebliğin hertürlü insana ulaşır. Bunların bazıları yukarıda zikredilmiştir. Diğerlerinin bahsi ileride gelecek ayetlerde sözkonusu edilecektir. Birinciler, yani tekebbür ve inat içinde olanlar, sana karşı çıkmakta kararlıdırlar. Bu yüzden onlar için üzülmene gerek yok, boşuna meyus olma ve tebliğe devam et. Çünkü sen bu insanların içinde, Allah'tan korkarak, doğru yola girmek isteyen kimselerin de bulunabileceğini bilmelisin. Tebliğ ederken gerçek muhatabın işte bu insanlardır, onları aramak ve bir araya getirmek senin görevindir. Diğerlerini bırak, bu insanları bulmaya çalış.


11- Sen ancak, zikre (Kur'an'a) uyan ve gayb ile Rahman olan (Allah') a (karşı) içi titreyerek korku duyan kimseyi uyarıp-korkutursun. İşte böylesini, bir bağışlanma ve üstün bir ecirle müjdele.


12- Şüphesiz biz, ölüleri biz diriltiriz; onların önden takdim ettiklerini ve eserlerini de biz yazarız. Biz her şeyi, apaçık olan bir kitapta tesbit edip korumuşuz.


Bundan, insanların amellerinin üç şekilde kaydedildiği anlaşılıyor. Birincisi, insanın iyi ve kötü tüm amelleri Allah'ın indinde kayıtlıdır. İkincisi insanın amelleri anında tespit edilmektedir. Sonra bunlar kıyamet günü ortaya çıkacaktır. Yani, insan tüm sözlerini, niyetlerini, arzularını zihninde yazılı bulacak ve yine tüm davranışları bir film şeridi gibi gözünün önünden geçecektir. Üçüncüsü ise insanın ölümden sonra geride bırakacağı iyi ya da kötü tesirlerdir. Bu tesirler nereye ve ne zamana kadar devam ederse, o kimsenin hesabına işlenecektir. Söz gelimi, kişinin çocuğunu iyi veya kötü şekilde terbiye etmiş olması dolayısıyla o çocuğun topluma olan etkileri, yani insanın ektiği tohumun karşılığı olan sevap veya günah, onun hesabına işlenecektir.



17 Mayıs 2012 Perşembe

Yâsîn Suresi Meali - M. Esed

1. Sen ey insanoğlu! 

2. Düşün bu hikmetle dolu Kur’an'ı:

3. Gerçek şu ki, sen Allah'ın elçilerinden birisin, 
4. dosdoğru bir yol üzeresin,
5. Kudret Sahibi ve Rahmet Kaynağı'ndan indirilmiş olan[ın sayesinde], 
6. ataları uyarılmamış ve bu nedenle kendileri [doğru ile eğrinin ne olduğundan] habersiz kalmış bulunan  insanları uyarasın diye [sana indirilmiş olanın] (sayesinde).

7. Onların çoğuna karşı [Allah'ın gazap] sözü mutlaka gerçekleşecektir:  çünkü onlar iman etmezler.

8. Onların boyunlarına çenelerine kadar uzayan demir halkalar geçirdik ki  kafalarını dik tutmak zorunda kalsınlar; 
9. önlerine ve arkalarına setler çektik  ve göremesinler diye üzerlerine perdeler geçirdik:
10. artık onları uyarsan da uyarmasan da onlarca birdir: inanmazlar.

11. Sen ancak (ilahî) uyarıyı can kulağıyla dinleyen  ve insan kavrayışının ötesinde bulunmasına rağmen Rahmân'dan korkan kişiyi uyarabilirsin: işte böylelerine [Allah'ın] mağfiretini ve en güzel ödülü müjdele!

12. Gerçek şu ki Biz, ölüyü yeniden hayata döndüreceğiz ve onların gelecek için yaptıkları her türlü [eylemi] ve geride bıraktıkları bütün [iyi ve kötü] izleri kayda geçireceğiz: zira biz, her şeyin apaçık kaydını tutarız.

13. Onlara, elçilerimizi gönderdiğimiz o şehir halkı[nın hikayesin]i örnek olarak anlat.

14. Biz onlara iki [elçi] gönderdik, ikisini de yalanladılar; bunun üzerine [onları], üçüncü biri ile destekledik; ve bu (elçi)ler, “Bakın, biz [Allah tarafından] size gönderildik!” dediler. 

15. [Berikiler]: “Siz de bizim gibi ölümlü insanlarsınız!” diye cevap verdiler, “Ayrıca Rahmân, herhangi bir [vahiy] de göndermiş değil. Siz sadece yalan söylüyorsunuz!” 

16. [Elçiler,] “Rabbimiz bilir ki” dediler, “biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz;
17. Fakat [bize emanet edilen] mesajı size açıkça tebliğ etmekten başka bir şey ile yükümlü değiliz”.

18. [Ötekiler,] “Doğrusu,” dediler, “bize uğursuzluk getirdiniz!  Eğer bundan vazgeçmezseniz sizi mutlaka taşlayacak ve başınıza bir bela saracağız!”

19. [Elçiler] şöyle cevap verdiler: “Kaderiniz, iyi de kötü de olsa, sizinle birlikte [olacak]tır! 13 [Hakikati] can kulağıyla dinlemeniz isteniyorsa [bu sizce kötü bir şey mi?] Hayır, fakat siz kendinize yazık etmiş bir toplumsunuz!” 

20. Kentin en uzak ucundan bir adam koşarak geldi [ve] “Ey kavmim!” dedi, “Bu elçilere uyun!
21. Sizden hiçbir karşılık beklemeyen ve kendileri doğru yolda olan bu kimselere uyun!”

22. “[Bana gelince,] neden beni yaratmış olan ve hepinizin dönüp varacağı Allah'a kulluk etmeyeyim?
23. (Neden) O'ndan başka ilahlar edineyim? [O zaman] Rahmân bana bir zarar vermek isterse ne onların şefaati zerre kadar fayda getirir, ne de (bizzat kendileri) beni koruyabilirler:
24. işte o zaman ben apaçık bir sapıklığa düşmüş olurum!”

25. “[Ey kavmim,] ben sizin Rabbinize iman ediyorum: öyleyse bana kulak verin!”
26. [Ve] ona: “Cennete gir[eceksin]!” denildiğinde  “Keşke” dedi, “kavmim bilseydi,
27. Rabbimin beni[m geçmişteki günahlarımı] bağışladığını ve beni saygın kişiler arasına dahil ettiğini!”

28. Ve ondan sonra biz kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik, indirme gereği de duymadık:
29. hiçbir şey [gerekmiyordu], bir [ceza] çığlığından başka! Ve sonunda sessiz ve hareketsiz bir kül yığınına dönüverdiler.

30. AH! Yazık şu insanlar[ın çoğun]a!  Kendilerine hangi elçi geldiyse o'nu alaya aldılar!

31. Kendilerinden önce kaç nesli yok ettiğimizi; [ve] bu [yok olup gide]nlerin bir daha onlara  dönüp gelemeyeceklerini görmüyorlar mı?
32. Ve [sonunda] hep birlikte huzurumuzda toplanacaklarını?

33. Onlar, ölü toprağa can vermemizde ve beslenmeleri için topraktan ürünler çıkarmamızda [yaratma ve diriltme gücümüzün] işaretini görürler;
34. orada [nasıl] hurmalıklar ve üzüm bağları [yetiştirmiş] ve içlerinden (nasıl) pınarlar fışkırtmıştık,
35. ki onları meydana getiren kendileri olmadığı halde meyvelerini yiyebilsinler. Buna rağmen hâlâ şükretmeyecekler mi?

36. Toprağın verdiği her türlü ürünü, insanların bizzat kendilerini ve hakkında [henüz] bilgi sahibi olmadıkları şeyleri çift çift yaratan Allah ne yücedir! 

37. Ve [bütün evren üzerindeki hakimiyetimizin bir parçası olan] gecede de onlar için bir işaret vardır: Biz ondan gün [ışığı]nı çekip alırız; ve birden karanlıkta kalıverirler.

38. Ve güneş[te de onlar için bir işaret vardır]: o, kendine ait bir yörüngede  akıp gider; bu, kudret sahibi ve her şeyi bilen [Allah]ın iradesinin bir sonucudur;
39. ve ay[da da bir işaret vardır ki] Biz onu, kuru ve eğik bir hurma dalını  andırır hale gelinceye kadar çeşitli safhalardan geçirdik:
40. ne güneş aya erişebilir, ne de gece gündüzü yok edebilir,  çünkü hepsi uzayda [yasalarımız doğrultusunda] hareket ederler.

41. Onlar için bir işaret de, soylarını/hemcinslerini dolu gemilerle  [denizlerde] taşımamızda
42. ve [yolculuklarında] binek olarak kullanabilecekleri benzer araçlar yaratmamızda  [bulunmakta]dır;
43. dilersek onları suda boğabiliriz, kimse de yardımlarına gelemez: işte [o zaman] onlar için bir kurtuluş yoktur,
44. meğer ki Biz onlara katımızdan bir rahmet ve [biraz daha fazla] hayat bağışlayalım.

45. Onlara: “Gözlerinizin önünde olan ve sizden gizli tutulan  [her şeyin Allah'ın bilgisi dahilinde olduğu gerçeğini unutmadan] dikkat edin ki Allah'ın rahmetine nail olabilesiniz!” denildiğinde [çoğu duymazlıktan gelir;]
46. ve onlara Rablerinden hiçbir mesaj  ulaşmamıştır ki ondan yüz çevirmiş olmasınlar.

47. Kendilerine, “Allah'ın size verdiği rızıktan başkaları için harcayın!”  denildiğinde, hakikati inkara şartlanmış olanlar, inananlara, “Rabb[iniz] dileseydi [Kendisinin] besleyebileceği kimseleri biz mi besleyelim? Doğrusu siz açık bir yanılgı içindesiniz!” derler;
48. ve şöyle devam ederler: “Bu [yeniden dirilme] vaadi ne zaman gerçekleşecek? Eğer doğru söylüyorsanız [buna cevap verin!]”

49. [Ve bilmezler ki] [yeniden dirilmeye] itiraz edip dururlarken, [ceza olarak] kendilerini sarsıp yok edecek bir tek patlama sesi onlara yeter! 
50. Ve [akibetleri öyle anî olacaktır ki] ne bir vasiyette bulunabilirler, ne de yakınlarına sığınabilirler.

51. Ve [sonra yeniden diriliş] sûru üflenecek; işte o zaman tümü kabirlerinden çıkarak Rablerine doğru koşacaklar!

52. “Eyvah!” diyecekler, “Kim bizi [ölüm] uykumuzdan uyandırdı?” [Bunun üzerine onlara şöyle denecek:] “İşte Rahmân'ın vaad ettiği budur! Demek ki O'nun elçileri doğru söylemişlerdi!”

53. Yalnızca bir tek patlama olur ve derken tümü önümüzde sıralanırlar [ve onlara şöyle denir:]
54. “Bugün hiç kimseye en küçük bir haksızlık yapılmayacak ve [yeryüzünde] yaptıklarınız dışında hiçbir şeyden sorumlu tutulmayacaksınız!”

55. “Kuşkusuz cenneti hak edenler bugün yaptıkları her şeyden hoşnut olacaklardır:
56. onlar ve eşleri sedirler üzerinde mutlu bir şekilde yatıp uzanacaklar; 
57. orada [yalnızca] sevinç ve mutluluğu tadacaklar ve istedikleri her şey onların olacak:
58. rahmet saçıcı Rabbin sözüyle gelen katıksız bir huzur ve rahatlık içinde.” 

59. “Ey suçlular, siz bugün şöyle ayrılın!

60. Siz ey Âdemoğulları, size demedim mi: Şeytan'a tapmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır!
61. Ve [yalnız Bana ibadet edin!] Dosdoğru yol budur!

62. [Şeytana gelince,] o bir çoğunuzu saptırmıştır; neden aklınızı kullanmıyorsunuz?”

63. “İşte tekrar tekrar uyarıldığınız cehennem: 
64. hakkı ısrarla inkar etmenizin sonucu olarak bugün oraya girin!”

65. O Gün ağızlarına mühür vuracağız,  fakat elleri dile gelecek ve ayakları [hayatta iken] yapmış oldukları her şeye tanıklık edecektir.

66. Eğer [insanların doğru ile yanlışı ayırd edememelerini] dilemiş olsaydık, onları görüp anlama melekesinden yoksun bırakırdık  da [doğru] yoldan hep şaşarlardı: ama [öyle olsaydı] onlar [doğruyu] nasıl görebilirlerdi? 

67. Eğer [doğru ile yanlış arasında seçim yapma özgürlüğünden yoksun olmalarını] dilemiş olsaydık, onları kesinlikle farklı bir tabiatta yaratırdık  ve bulundukları yerde [kökleştirirdik ki] ne ileri gidebilsinler, ne de geri dönebilsinler. 

68. Ama [şunu daima hatırlasınlar ki] Biz bir insanın ömrünü uzatırsak, aynı zamanda onun güç ve yeteneklerinde [yaşlandıkça] bir azalma meydana getiririz; (buna rağmen) hâlâ akıllarını kullanmazlar mı? 

69. Ve [işte böyle:] Biz bu [Peygamber'e] şiir [yeteneği] bahşetmedik, zaten [şiir] bu [mesaj]a uygun düşmezdi:  o yalnızca bir uyarı ve öğüttür; ve o özünde apaçık olan ve gerçeği dosdoğru gösteren  bir [ilahî] hitabedir,
70. ki [kalben] diri olanları uyarabilsin ve [Allah'ın] sözü hakikati inkara şartlanmış olanlara karşı tanıklık yapabilsin  diye.

71. Görmezler mi ki, eserlerimizden biri olarak kendileri için [bugün] kullanıp yararlandıkları evcil hayvanlar yarattık?
72. Ve onları insanların iradesine tâbi kıldık  ki bir kısmını binek olarak kullanabilsinler, bir kısmını da yiyebilsinler;
73. ve onlardan [başka] faydalar sağlayabilsinler ve içecek [süt] alabilsinler! Buna rağmen hâlâ şükretmeyecekler mi?

74. Ama [tam tersine,] onlar, kendilerine yardım edecekleri [ümidiyle] Allah'tan başka ilahlar  edindiler, [oysa bilmezler ki]
75. bunlar bağlılarına  yardım eli uzatamazlar, hatta onlara [yardım için] çağrılmış askerler ol[arak görün]seler bile.

76. Ama o [hakikati inkar eden]lerin sözlerinden üzüntüye kapılma: şüphe yok ki Biz onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da biliriz.

77. İnsan bilmez mi ki kendisini [tek] bir sperm damlasından yaratırız; ve o anda kendisini düşünme ve tartışma yeteneği  ile donatılmış görür.

78. Ama o hem [Bizi tartışmakta ve] Bizim hakkımızda karşılaştırmalar yapmakta,  hem de bizzat kendisinin nasıl yaratılmış olduğundan gafil bulunmaktadır! [Ve bunun şaşkınlığıyla da] “Kim, çürüyüp toz olmuş kemiklere hayat verebilir?” diye sormaktadır!

79. De ki: “Onları yoktan var eden, [yeniden] hayat (da) verir, çünkü O, her tür yaratma eyleminin bilgisine sahiptir;

80. O, yemyeşil ağaçtan sizin için bir ateş çıkarır ve onunla [kendi ateşinizi] yakarsınız”. 

81. Gökleri ve yeri yaratmış olan Allah, [yok olanların] yerine onlar gibi [yeni]lerini yaratmaya muktedir olamaz mı? Elbette olur! Zaten O her şeyin bilgisine sahip olan Yaratıcı'dır:
82. O, Tek'tir, Biricik'tir,  öyle ki bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece “Ol!” der -ve o (şey hemen) oluverir.

83. Her şeyin üstünde tasarruf sahibi olan Allah, ne yücedir; ve hepiniz O'na döndürüleceksiniz!