30 Haziran 2012 Cumartesi

Furkân Suresi 67-71 Ayetleri Mevdudi Tefsiri


67- Onlar, harcadıkları zaman, ne israf ederler, ne de kısarlar; (harcamaları,) ikisi arasında orta bir yol olur.

Allah'ın gerçek kulları, harcamada bulunurken terazinin dilini tam ortada tutarlar. Ne gerekli harcamalarının sınırını aşarak israfta bulunurlar, ne de para biriktirip yığmak için acınacak durumlara düşerler; yalnız tutumludurlar. Hz. Peygamber'in (s.a) izleyicilerinin, kendilerini Arabistan'ın şehvetlerini doyurmada alabildiğine harcayan zenginleriyle, paralarını hayırlı yerlere kısan cimrilerinden ayıran niteliklerden biri de buydu.

İslâm'a göre şunlar israftır:

1) Gayri meşru yerlerde en küçük miktarda da olsa harcamada bulunmak,
2) Meşru yollarda kendi kaynaklarının dışına taşmak, ya da zevk için harcamada bulunmak,
3) Allah için değil de gösteriş için infakta bulunmak.

Öte yandan, kendisinin ve ailesinin ihtiyaçları için kendi mevki ve imkanları ölçüsünde harcamada bulunmamak, ya da hayırlı işler için parayı kısmak ise cimriliktir. İslâm'ın öngördüğü yol, terazinin dilini ortada tutmaktır. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Yaşayışta "itidal" üzere olmak, hikmet işaretidir." (Ahmed, Taberani) . 


68- Ve onlar, Allah ile beraber başka bir ilâh'a tapmazlar. Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmezler ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa 'ağır bir ceza ile' karşılaşır.

Gerçek kullar üç büyük günahtan sakınırlar: Şirk, katl ve zina. Bizzat Hz. Peygamber (s.a) bu günahların ağırlığı konusunda uyarıda bulunmuştur. Abdullah İbn Mes'ud'un rivayetine göre, kendisine en kötü günahlar sorulduğunda şu cevabı vermişlerdir:

1) Seni yaratmış olan Allah'a bir şeyi denk tutmak

2)Rızık korkusuyla çocuğunu öldürmek,

3) Komşunun karısıyla zina etmek. (Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesaî, Ahmed).

Büyük günahların yalnızca bunlar olmadığı açıktır. Fakat bu üçü, o zamanki Arap toplumunda işlenen günahların en yaygınları olduğundan, özellikle belirtilmişlerdir.

Şirk'ten kaçınmanın, gerçek kulların meziyetleri arasında sayılması konusunda, şirki bir kötülük saymayan kafirlere karşı, bunun neden bir fazilet olarak sunulduğu sorulabilir. Bunun cevabı şudur: Her ne kadar şirke dalmış da görünseler, Araplar'ın şirk doktrini üzerinde şüpheleri vardı. 

Tarihlerinde bunun örneği pek çoktur. Sözgelimi Ebrehe, Mekke'yi kuşattığı zaman, Kureyş Kabe'nin kurtulması için putlarına değil, Allah'a yalvarmıştı. Bu olayla ilgili şiirleri "fil halkı"nın helak edilmesinin, putlarının yardımından değil, Allah'ın gücünden ve tabiat üstü bir müdahaleden ileri geldiğine inandıklarını gösteren delillerle doludur.

Kureyş ve Arap putperestleri, Ebrehe Mekke yolunda Taif'e vardığında Taif halkının, en büyük putları "Lat"ın tapınağını yıkar korkusuyla Kabe'yi yıkması için kendisine yardım ettiklerini, hatta kılavuzlar vererek tepelerden Mekke'ye geçirdiklerini biliyorlardı. Bu olay Araplara öylesine dokunmuştu ki, bundan sonra yıllarca baş kılavuzun mezarını taşa tutmaya devam ettiler.

Ayrıca Kureyş ve diğer Araplar inançlarını İbrahim Peygamber'e (a.s) dayandırırlar, dinî ve sosyal adetleriyle Hac ibadetlerine İbrahim'in dininin bir parçası olarak bakarlardı. İbrahim Peygamber'in (a.s) putlara değil, Allah'a ibadet ettiğini de biliyorlardı. İçlerinde puta tapıcılığın ne zaman başladığını ve hangi putun nereden, ne zaman ve kim tarafından getirildiğini gösteren gelenekleri ve hikayeleri de vardı.

Sıradan Arabın, putlarına fazla saygı duymadığı da bir gerçektir. Hatta, onlardan hakaretle söz ettiği, istek ve duaları yerine gelmediğinde takdimlerini geri aldığı da olurdu. Sözgelimi, anlatıldığına göre, babasının öldürülmesinin intikamını almak isteyen bir Arap, putu Zü'l-Halase'nin tapınağına gider ve fal oku atar. Cevap, niyetinden vazgeçmesi şeklinde olur. Bunun üzerine Arap kızar ve bağırır: "Ey Zü'l-Halase! Sen benim yerimde olsan ve baban da öldürülmüş olsaydı, katillerin cezalandırılması gerektiğini söylemez miydin?"

Bir başka Arap, bereket vermesini istemek üzere develerini Sa'd isimli ilahının tapınağına getirir. Bu ise, üzerine kurban kanları sürülmüş uzun boylu bir puttur. Kendisini görünce develer ürker ve o yana-bu yana kaçışmaya başlarlar. Arap öylesine kızar ki, putu taşlamaya başlar ve bağırır: "Allah seni helâk etsin! Senden develerime bereket istemeye geldim, fakat sen hepsini elimden aldın."

Kökenleri hakkında kirli hikayelerin anıldığı bazı putlar vardı. Örneğin, anlatıldığına göre, heykelleri Safa ile Merve'ye konmuş bulunan Asaf ve Naile, aslında bir erkek ve kadın olup mukaddes Kabe içinde zina etmişler ve ceza olarak Allah kendilerini taşlaştırmıştı. Böylesi ilâhlara tapınan hiç kimse, kalbinden onlara karşı hiç bir saygı besleyemezdi.

Bütün bunlardan kolayca anlaşılabileceği üzere, Araplar Allah'a ibadetin değerini kalblerinde duyuyorlar, fakat bir yandan bu kalbi duyuşu, eski adetler ve cahiliye hayat ve değer anlayışı bastırırken, bir yandan da Kureyş'in öncü "dini" sınıfı, büyük çıkarları gereği Allah'a ibadet aleyhine halk arasında önyargılar üretiyordu. Bunlar Arabistan'daki öncülüklerine son vermekle sonuçlanacağı için putperestlikten vazgeçmezlerdi. Dolayısıyla, şirkten kaçınma ve bir Allah'a ibadet etme, kalblerinde bunun kendilerine rağmen doğru olduğunu bilen ve hisseden kafirlerin karşı çıkışlarından korkmayan Rasulullah'ın (s.a) izleyicilerinin bir üstünlük alameti olarak anılmaktadır.


69- Kıyamet günü, azab ona kat kat arttırılır ve o içinde aşağılanmış olarak temelli kalır.

Burada şu iki anlam da mümkündür: 1) Onun cezası hiç bitmeyecek ve tekrarlana tekrarlana devam edecektir. 2) Küfür, şirk ve tanrıtanımazlık günahlarına ek olarak katl, zina ve diğer günahları da işlemiş olanlar, isyanları ve her bir günahları karşılığında tekrar tekrar cezalandırılacaklardır. Büyük-küçük tüm günahları için sorguya çekilecekler ve bunlardan hiç biri bağışlanmayacaktır. Sözgelimi her bir katl ve her bir zina eylemi için ayrı bir ceza sözkonusu olacaktır.


70- Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amellerde bulunup davranan başka; işte onların günahlarını, Allah iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.

Bu, tevbe edip kendilerini düzeltenler için bir müjdedir. Çünkü, ayet 70'te ifade edilen "genel af"tan yararlanacaklardır. Gerçek kullar tarafından büyük bir nimet olarak karşılanmıştır bu. Çünkü, pek azı dışında İslâm'ı kabul edenlerin hepsi "cahiliye" günlerinde, bu günahlardan uzak değildiler ve dolayısıyla ayet 68-69'daki tehditle dehşete kapılmışlardı. Fakat bu af kendilerini rahatlatmakla kalmadı, aynı zamanda ümitlendirdi.

İçten tevbe eden ve yollarını düzelten kişilerin durumları, hadis kitaplarında geçmektedir. Sözgelimi, İbn Cerir ve Taberani, Ebu Hureyre'den şunu rivayet ederler: "Bir gün Mescid-i Nebevî'de yatsı namazını kılıp da eve döndüğümde kapıda duran bir kadın gördüm. Kendisine selam verip odama girdim ve kapıyı kapayarak nafile ibadetime koyuldum. Bir süre sonra, kadın kapıyı çaldı, açtım ve kendisine ne istediğini sordum. Bir sorunu olduğunu söyledi. Zina etmiş, gebe kalmış, doğan çocuğunu da öldürmüştü. Günahının bağşılanma ihtimalinin olup olmadığını öğrenmek istiyordu. Olumsuz cevap verdim. Üzüntüyle geri döndü ve feryad ediyordu: "Ah! Bu güzel vücut ateş için yaratılmış!" Ertesi sabah, namazdan sonra, geceki olayı Hz. Peygamber'in (s.a) huzurunda naklettim. Şöyle buyurdular:

"Çok yanlış bir cevap vermişsin Ebu Hüreyre, "Allah'ın yanısıra bir başka ilah çağırmayanlar... ancak tövbe eden ve iman eden ve salih amel işleyen hariç" ayetini okumadın mı?" Hz. Peygamber'den (s.a) bunu duyunca kadını aramaya çıktım ve yatsı vaktinde kendisine rastladım. Kendisine müjdeyi verdim ve sorusuna Hz. Peygamber'in (s.a) vermiş olduğu cevabı anlattım. Hemen secdeye kapandı ve kendisine bağışlanma yolu açan Allah'a şükretti. Sonra tövbe etti ve bir cariyesini oğlu ile birlikte azad etti."

Kaynaklarda yaşlı bir adam için de benzer bir olay anlatılmaktadır. Bu adam Hz. Peygamber'e (s.a) gelerek şöyle der: "Ey Allah'ın Rasûlü! Hayatım hep günah içinde geçti, yapmadığım günah kalmadı; o kadar ki, günahlarım dünyadaki bütün insanlara bölüştürülecek olsa, hepsi helâk olur. Bağışlanmam için hiçbir yol yok mu?" Hz. Peygamber (s.a) "İslâm'a girdin mi?" diye sorar. Adam "Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah'ın Rasûlüdür." cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) "Var git, Allah çok bağışlayıcıdır ve senin kötülüklerini iyiliklere çevirme gücüne sahiptir." der. Adam, "Bütün suç ve günahlarımı da mı?" diye sorar ve Hz. Peygamber (s.a) "Evet, bütün suç ve günahlarını" karşılığını verir. (İbni Kesir).

Burada iki anlam sözkonusudur: 1) İçten tövbe ettiği zaman, iman ve Allah'a itaat hayatına başlar ve Allah'ın rahmet ve yardımıyla, küfür halindeki kötülüklerin yerine iyi ameller işlemeye koyulur ve kötülüklerinin yerini iyilikleri alır. 2) Yalnızca geçmişteki kötülükleri silinmekle kalmaz, ayrıca amel defterine, Rabbi'ne isyanı bırakıp O'na itaat yolunu benimseyen bir kul olarak yazılır. Sonra, geçmiş günahlarına üzülüp tevbe ettikçe, daha çok salih ameller hanesine kaydolunur. Çünkü, günahtan tevbe etmek ve af dilemek bizzat salih bir ameldir. Böylece, amel defterinde iyilikleri bütün kötülüklerini bastırır ve böyle bir kişi yalnızca ahirette cezadan kurtulmakla kalmaz, aynı zamanda Allah'ın büyük nimetlerine de kavuşur.


71- Kim tevbe eder ve salih amellerde bulunursa, gerçekten o, tevbesi (ve kendisi) kabul edilmiş olarak Allah'a döner.

Yani, sonunda herkes Allah'a döner. Çünkü, yalnızca Allah insanın son ve gerçek sığınağıdır. Yalnızca O, insanı iyi amelleri dolayısıyla mükafatlandırabilir veya kötü amelleri nedeniyle cezalandırabilir. Yalnızca, O, Rahman'dır ve Rahim'dir; pişmanlığa afla karşılık verir ve içten tevbe edip doğru tavırlar takınılarak düzelindiği takdirde, geçmiş hatalarından dolayı kişiyi cezalandırmaz.

27 Haziran 2012 Çarşamba

Furkân Suresi 60-66 Ayetleri Mevdudi Tefsiri


60- Onlara: "Rahman (olan Allah) a secde edin" denildiği zaman, "Rahman da neymiş? Biz senin bize emrettiğine mi secde edecek mişiz?" derler ve (bu,) onların nefretini arttırıverir.

Firavun'un Musa Peygamber'e (s.a) "Nedir kainatın Rabbi?" dediği gibi, bunlar da gururları ve inançları yüzünden bunu söylüyorlardı. Firavun'un "Kainatın Rabbinden habersiz olmayacağı gibi, Mekke kafirleri de Rahman'dan habersiz değillerdi. Ayetin ifadesinden ve Rahman hakkındaki sorunlarının, ondan habersiz olduklarından değil, isyanlarından kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Yoksa, bundan dolayı Allah kendilerini cezalandırmaz ve kendisinin Rahman olduğunu yumuşak bir dille anlatırdı. Ayrıca Allah için Rahman kelimesinin eski zamanlardan beri Arabistan'da kullanılmakta olduğu tarihi bir gerçektir. 

"Onun Allah'tan gelen bir vahiy ve hakikat olduğu nasıl kesin ise, hikmet üzere, Allah'ın size olan rahmeti üzere temellenmiş olması da öyle apaçıktır. Bizzat kendiniz bilmektesiniz; asırlardır aranızdan hiç peygamber çıkmıyor ve yine bilmektesiniz ki, Arap kavmi cehalet içinde, ahlâki çöküntü ve tam bir geri kalmışlık içinde yüzmektedir. Böyle bir durumda aranızdan bir peygamberin çıkıp sizi uyarması, size doğru yolu göstermesine şaşırmamanız gerekirdi. Bu, sizin iyilik ve refahınız için Allah'ın karşıladığı büyük bir ihtiyaçtır aslında... Şunun belirtilmesi gerekir ki, Arabistan'da hakiki inancın ışığı tümüyle ilk kez, tarih öncesi dönemde yaşamış olan Hud ve Salih Peygamberler tarafından yayılmıştı. Onları Rasûlullah'tan (s.a) 2500 yıl önce yaşamış olan İbrahim ve İsmail Aleyhisselâmlar izledi. Onlardan sonra ve Rasûlullah'tan 2000 yıl önce Arabistan'a gönderilmiş olan son peygamber Şuayb Aleyhisselâm'dı. Görülüyor ki, bu oldukça uzun bir zaman dilimidir. İşte, bu kavme hiç uyarıcının gelmediği bu yüzden zikredilmektedir ve vakıa da budur. Bu, onlara hiç peygamber gönderilmediği anlamına değil, bu kavmin uzun süredir bir uyarıcıya ihtiyaç duyduğu anlamına gelir.

Burada hemen cevaplandırılması gereken bir soru akla gelebilir. Şöyle ki: Rasûllullah'tan önceki yüzlerce yıl Arap toplumuna hiç peygamber gelmediğine göre, cahiliye çağları boyunca sapıklık içinde yaşamış insanlar hangi gerekçeyle hesaba çekileceklerdir? Onlar, kendilerini hata ve sapıklıktan koruyacak bir kılavuza sahip değildirler. Öyleyse, sapmış olmaları durumunda, bu sapıklıkarından ötürü nasıl mesul tutulacaklardı. Cevap şudur: Onlar hakikî inanca dair ayrıntılı bilgiden yoksun olabilirlerdi belki; fakat cahiliye dönemlerinde bu insanlar tevhîd inancından habersiz değildiler; çünkü hiçbir peygamber, takipçilerine putperestliği talim etmemişti. Bu hakikat Arapların kendi beldelerinde doğmuş olan peygamberlerden gelen rivayetlerde de ihtiva edilmekteydi; ayrıca kendi beldelerinin hemen bitişiğinde doğmuş bulunan Musa, Davud, Süleyman ve İsa'nın (Aleyhimüsselâm) öğretilerini de bilmekteydiler. Arap geleneklerinde de çok iyi bilinmekteydi ki, Arapların kadim dönemlerinde izlenen gerçek din, İbrahim'in diniydi ve puta tapmayı onlar arasında başlatan ilk Adam Amr bin Luhayy idi. Şirk ve putperestliğin tüm yaygınlığına rağmen Arabistan'ın birtakım kesimlerinde Şirk'i reddedip, tevhid'i benimseyen ve putlara kurban sunmayı açıkça lânetleyen çok sayıda insan bulunuyordu. Bizzat Rasûlullah'ın (s.a.) zuhuruna yakın dönemde "Hunefa" (hanifler) olarak bilinen çok sayıda insan yaşamıştı ki, bunlardan bazıları şunlardı: Kuss bin Saidet-ül- İyadi, Ümeyye bin Ebi es-Salt, Suveyd bin Amr el-Mustalikî, Vaki bin Selame bin Züheyr el-İyadî, Amr bin Cündüb el-Cühenî, Ebu Kays Serme bin Ebi Enes, Zeyd bin Amr bin Nüfeyl, Varak bin Nevfel, Osman bin el-Huvaris, Ubeyde bin Cahş, Amir bin ez-Zerb el-Advanî, Allaâf bin Şehab et-Temimî, El-Mütelemmis bin Ümeyye el-Kinanî, Zühehyr bin Ebû Selmâ, Halid bin Sinan bin Gays el-Absî, Abdullah b. Kudâî... vd.

Bu insanlar açıkça itikadın temeli olarak tevhidi'i tebliğ ediyor ve müşriklerin dininden ayrı olduklarını söylüyorlardı. Apaçık ki, onlar bu kavrama, peygamberlerin talimatından geriye kalanlar aracılığıyla ulaşmışlardı. Dahası, Yemen'de modern arkeolojik araştırmaların sonucu olarak keşfedilmiş olan M.Ö. 4. ve 5. yüzyıllara ait metinler, o dönemlerde buralarda tek tanrıcı dinin varolduğunu ortaya sermektedir.

Bu dinin salikleri er-Rahman'ı ve Rabbü's-Semavati ve'l-Ard'ı (Göklerin ve yerin Rabbi) tek ilâh olarak kabul etmekteydiler. Bir mabedin harabeleri arasında M.Ö. 378 tarihli bir metin bulunmuş ve üzerinde o mabedin yalnızca "Göklerin İlâhı" ve "Göklerin Rabbi"ne ibadet için inşa edildiği kaydı tesbit edilmiştir. M.Ö. 465 tarihli bir diğerinde de tevhid doktrinine açıkça işaret eden kelimeler yer almaktadır. Aynı şekilde Kuzey Arabistan'da Fırat Nehri ile Kınnesrin arasındaki Zebed bölgesinde "Bism-ilâhu la izza illâ lehu, la şukra illâlehu" kelimelerini ihtiva eden M.Ö. 512 tarihli bir metin keşfedilmiştir. Tüm bunlar Rasûlullah'ın (s.a.) gelişinden önce, geçmiş peygamberlerin getirdiği mesajın tümüyle unutulmadığını ve insana hiç değilse şu hakikatı hatırlatacak birçok vesilenin hâlâ mevcut bulunduğunu göstermektedir: "Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır"!

Burada, ayeti her okuyanın ve her işitenin "Tilavet Secdesi" yapması gerektiğinde bütün alimler ittifak etmişlerdir. Hadis-i şeriflerde, bu ayeti işitenin "Zâdenallahü huşuan, emma zade lil-a'dai nüfûra": "Düşmanların nefreti arttığı gibi, Allah da bizim huşumuzu artırsın" denmesi buyurulmuştur.


61- Gökte burçlar kılan, onların içinde bir aydınlık ve nurlu bir ay vareden (Allah) ne yücedir.

"Burçlar" (büruç) Allah'ın ayetleridir, çünkü her uzay küresi görünmez sınırlarla çevrildiği için bir gökküreden diğerine geçmek imkansızdır. Bu bağlamda Arapça burç kelimesinin "etrafı surlarla örülmüş bir yer" anlamına geldiği belirtilmelidir. Fakat astronomide teknik bir terim olan burç, güneşin göklerde yaptığı yolculuğun geçiş noktalarını belirten burçlar kuşağının on iki konağından birini kastetmek için kullanılır. Bu, bazı müfessirleri bu ayette de burcun astronomideki anlamıyla kullanıldığını düşünmeye yöneltmiştir. 

"Biz burçları bakanlar için süsledik." "Bu kürelerden her birine parlak bir yıldız veya gezegen yerleştirdik ve onların güzel görünmelerini sağladık." Başka bir deyişle: "Biz sınırsız olan evreni, sönük, viran ve korkunç yapmadık, bilakis herkes onda hayret verici bir düzen ve ahenk bulur. Ondaki görüntüler o denli çarpıcıdır ki hepsi gönülleri ve zihinleri büyüler. Evrenin bu mükemmel yapısı, onun yaratıcısının sadece büyük ve hikmet sahibi olduğunun değil, aynı zamanda büyük bir sanatkar olduğunun da göstergesi ve delilidir." Kur'an'da yaratıcının bu yönü Secde suresi ayet 7'de belirtilmektedir: " (O Allah ki) yarattığı herşeyi güzel yapandır."


62- O, gece ile gündüzü birbiri ardınca kılandır; öğüt alıp-düşünmek isteyenler ya da şükretmek isteyenler için.

Gece ile gündüzün harika bir şekilde ard arda gelişi olgusunun derinden gözlenip üzerinde tefekkür edilmesi tevhide; ve insanın şükretmesi ve tam bir huşu ile önünde secdeye kapanması için O'nun Rezzak (Rızıklandırıcı) oluşuna bir delildir.


63- O Rahman (olan Allah) ın kulları, yeryüzü üzerinde alçak gönüllü olarak yürürler ve cahiller kendilerine muhatap oldukları zaman da "Selam" derler.

Yani, "Her ne kadar tüm insanlar doğuştan, önünde nefretinizi çeken secdeye çağrıldığınız Rahman'ın kullarıysa da, O'nun gerçek kulları şuurla O'na itaat yoluna girenler ve bu güzel niteliklere sahip olanlardır. Sonra, secdenin tabii sonuçları müminlerin hayatında görülürken, çağrıyı reddedişin kötü sonuçları da sizin hayatınızda görülmektedir." Burada dikkatler iki ayrı kişilik ve hayat modeline çekilmektedir: Hz. Peygamber'in (s.a) mesajını kabul edip yolunca gidenlerin yaşantı ve kişilikleriyle, cahiliyede ısrar edenlerin yaşantı ve kişilikleri. Burada, yalnızca onları toplumda gören ve haklarında bir karara varabilecek gören göz ve düşünen kafalara bırakılmaktadır.

"Tiranlar ve zalimler gibi büyüklene büyüklene yürümezler; onların "gidiş"i, yumuşak huylu, doğru düşünceli ve güzel ahlâk-lı insanların gidişidir."

"Vekar ve tevazu ile yürümek" ne hasta, ne zayıf bir kimse gibi yürümek, ne de huşu veya Allah korkusu gösterişinde bulunan bir münafık gibi yürümek anlamına gelir.

Rivayetlere göre Hz. Peygamber (s.a) sağlam ve çabuk adımlarla yürürdü. Bir gün Halife Ömer (r.a), bir gencin zayıf, hasta biri gibi yürüdüğünü görerek ona, "Hasta mısın?" diye sordu. "Hayır" cevabını alınca, kırbacını kaldırarak genci azarladı ve sıhhatli biri gibi yürümesini söyledi. Bu da gösteriyor ki, "mütevazi yürüyüş," zayıflık ve gereksiz huşu gösterisinde bulunan bir yürüyüş değil, soylu ve ağır başlı bir insanın yürüyüşüdür.

Allah'ın gerçek kullarının dikkati çeken ilk niteliği "yürüyüş"leridir. Çünkü, yürüyüş kişinin karakterini gösterir. Kibir ve gurur gösterisi içinde değil, mütevazi ve vekarlı bir yürüyüş, yürüyenin soylu ve ağır başlı bir kişi olduğunu gösterir. O halde, çeşitli tipte kişilerin farklı yürüyüşleri, onların ne tür bir karaktere sahip olduklarının göstergesidir. Ayet, Rahman'ın gerçek kullarının halk içinde "Yürüyüş"leriyle tanınabileceklerini ima etmektedir. Onların Allah'a ibadet ve itaatları kendilerini öylesine değiştirmiştir ki, ilk bakışta "yürüyüş"lerinden hiç bir kötülüğe bulaşmaları umulmayan soylu, mütevazi, vakur ve iyi huylu kişiler oldukları anlaşılır. 

Daha fazla açıklama için bkz. İsra 3: Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne dağlara boyca ulaşabilirsin. 

Burada kibirli ve zorba insanların davranışları eleştirilmektedir ve sadece birey için değil İslâm toplumunun toplu tavrı için de geçerlidir. Bu hidayet ve yol gösterme nedeniyle, bu kurallar (manifesto) üzerine, Medine'de kurulan İslâm devletinin yöneticileri ve kumandanları her tür kibir, zorbalık, gurur, kendini beğenme, yüksekten bakma gibi özelliklerden uzak kalmışlardır. O denli ki, savaş alanında bile gurur ve kibire neden olacak en ufak bir söz bile sarfetmemişlerdir. Onların giyecekleri, yiyecekleri, evleri ve binekleri hep sade ve basit olmuştur. Kısacası onların tacirleri "büyüklenenler" gibi değil, alçak gönüllü insanlar gibiydi. Bu nedenle onlar hiç bir zaman fethettikleri şehrin halkını kibir ve gururla korkutup ezmemişlerdir.

ve Lokman 19: "Yürüyüşünde orta bir yol tut, sesinden de (yüksek perdeleri) eksilt. Çünkü, seslerin en çirkin olanı gerçekten eşeklerin sesidir."

Bazı müfessirlere göre ayetin anlamı şudur: " Ne hızlı ne de yavaş yürü; ikisinin ortası bir yol tut." 

Fakat ayetin siyak ve sibakı gösteriyor ki; buradaki mesele, ne adım ne de yürüyüş şeklidir. Hızlı veya yavaş yürümenin kendisinde ahlâken hatalı bir şey olmadığı gibi yürümek için konmuş bir kural da olamaz. Bir kimsenin acelesi varsa hızlı yürümek zorundadır ve şöyle bir dolaşmaya çıkan birinin yavaş yürümesinde herhangi bir sakınca yoktur. Mutedil yürüme için bir ölçü bulunsa bile her şahıs ve her zaman için geçerli bir kanun konamaz. Ayette asıl kastedilen kibirli kibirli yürüyen kimsenin ruh durumunu ıslahtır. Bir kimsenin kibir ve gururu, onun ruh durumunu ve kibrinin sebebini gösteren yürüyüş biçiminde, adım atışında yansır.

Servet, iktidar, güzellik, bilgi, kuvvet ve bu tür şeyler bu insanı gururlu ve kibirli hale getirir ve her biriyle birlikte oluşan bir yürüyüş biçimi vardır. Buna mukabil bir tevazu gösterisi içinde yürümek de bir başka ruhî hastalığın sonucudur. Bazen bir insanın kendini beğenmişliği gösterişe kaçan bir tevazu, takva ve dindarlık şeklini alır ve bu durum, yürüyüşünde yansır. Ve bazen insan bu dünyanın sıkıntılarından o kadar bunalır ki, dünyaya küser ve hasta kimseler gibi yürümeyi âdet edinir. İşte Lokman'ın demek istediği şudur: " Bu akıl ve ruh durumlarından kaçın; gösterişsiz, mütevazi ve asil bir kimse gibi yürü; ne herhangi bir gurur ve kibir gösterişi olsun, ne acziyet ifadesi ve ne de bir takva tevazu gösterişi."

Rasulullah (a.s) ashabının bu meseleyi nasıl anladığı birkaç olaydan çıkarılabilir. Bir keresinde Hz. Ömer bir adamın başı önünde, omuzları düşmüş, süklüm püklüm yürüdüğünü görünce ona şöyle bağırdı: " Başını kaldırda öyle yürü; İslam acizlik değildir. " Aciz ve hasta gibi yürüyen bir başkasını gördü ve şöyle dedi: "Ey sefil; Dinimizi lekeleme." Bu iki olay gösteriyor ki, Hz. Ömer'in gözünde dindarlığın süklüm püklüm yürümekle ve yürürken gereksiz bir tevazu göstermekle ilgisi yoktur. O zaman böyle yürüyen bir adam görse bu davranışın İslamı yanlış temsil edeceğini ve diğer müslümanlara da kasvet vereceğini düşünürdü. Benzeri bir olaya da Hz. Aişe şahit olmuştu. Perişan ve bitkin bir vaziyette yürüyen birini görünçe ona ne olduğunu sordu. Kendisine: " O Kurra'dan (yani Kur'an'ı okumak, öğretmek ve ibadetle meşgul kimselerden biri) " dendi. Bunun üzerine şöyle dedi: " Ömer Kurrâ'nın reisiydi. Fakat yere sağlam basar, bastıra bastıra konuşur ve mecbur kaldığında da iyi bir sopa çekerdi. "

"Cahiller": Okuma-yazma bilmeyen ve öğretim görmemişler değil, kaba ve küstah kişilerdir. Rahman'ın gerçek kulları, kendilerine kaba ve küstahça davranan cahillerle ilişkilerinde bile "kin" nedir bilmezler. Böylelerine rastladıklarında onlara esenlik dileyip yollarına devam ederler. Aynı durum Kasas Suresi ayet 55'te de ifade olunmaktadır. "Boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve "bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size; size selam olsun, bizim cahillerle bir işimiz yoktur" derler."


64- Onlar, Rablerine secde ederek ve kıyama durarak gecelerler.

Yani, gecelerini ne eğlence ve neşelenmekle, ne dedikodu ve masal söylemekle, ne de kötü işlerle geçirirler. Çünkü bunlar cahillerin işleridir. Allah'ın gerçek kulları, gecelerini ellerinden geldiğince zikir ve ibadetle geçirirler. Onların bu nitelikleri Kur'an'ın çeşitli yerlerinde açıkça ifade edilmektedir: "Yanları yataklarından uzaklaşır ve Rablerine korku ve umutla dua ederler." (Secde: 16) . "Gecenin az bir kısmında uyurlar ve seherlerde istiğfar ederler." (Zariyat: 17-18) . "Yoksa o, geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak boyun büken, ahiretten çekinen ve Rabbinin nimetini uman gibi midir?" (Zümer: 9) .


65- Onlar: "Rabbimiz, cehennem azabını bizden geri çevir; gerçek şu ki, onun azabı ödenmesi kaçınılmaz bir borç (veya sürekli bir acıdır) derler.

66- "Şüphesiz o, ne kötü bir karargâh ve ne kötü bir konaklama yeridir."

Yani, onların ibadeti, kendilerini Allah'ın sevgilileri olduğu ve cehennem ateşinin kendilerine dokunmayacağı şeklinde bir boş inanç ve gurura götürmez. Bütün ibadet ve salih amellerine rağmen, cehennem azabının korkusu içinde öylesine yer etmiştir ki, ahirette kurtuluşa ermelerinin kendi amellerine değil, Allah'ın rahmetine bağlı olduğunu bilerek, kendilerini cehennem azabından kurtarması için Rabblerine dua ederler."

26 Haziran 2012 Salı

Furkân Suresi 53-59 Ayetleri Mevdudi Tefsiri




53- İki denizi (birbirine) salıp katan O'dur; bu, tatlı, susuzluğu giderici, bu da tuzlu ve acıdır. İkisinin arasında (birbirlerine karışmalarını önleyen) bir engel (berzah) ve aşılmayan bir sınır koymuştur.

Bu olgu, denizde ve karada pekçok yerde görülmektedir, yani tatlı suyla acı su yanyana bulunmaktadır. Türk amirali Seydi Ali Reis, "Meratü'l-Memalik" adlı eserinde (16. yüzyıl) , İran Körfezi'nde, denizin acı sularının altında tatlı su kaynaklarının bulunduğunu ve donanması için bunlardan faydalandığını yazar. Amerikan Petrol Şirketi de içme suyu için Zahran yakınında kuyular kazmadan önce İran Körfezi'ndeki aynı kaynaklardan su almıştı. Bahreyn yakınında da, deniz yatağında halkın son zamanlara kadar su aldığı tatlı su kaynakları vardı.

Allah'ın birliğinin ve kainatın yegane Rabbi olduğunun akli delillerinden olan zahirdeki bu anlamın yanısıra, ayet ince bir anlam daha sunmaktadır: Allah dilediği zaman, nasıl denizin tuzlu sularının altından tatlı, içilebilir su kaynakları fışkırtıyorsa, aynı şekilde büyük ve kirli bir toplumdan takva sahibi, temiz bir toplum çıkarabilir.


54- Ve insanı bir sudan yaratıp onu, neseb ve sihr (iyyet sahibi) kılan O'dur. Senin Rabbin güç yetirendir.

Burada, insanın bir spermadan doğuşu, erkek ve kadından soyunun türeyişi mucizesi tevhide delil olarak anılmaktadır. Her ne kadar, erkek ve kadın aynı türe ait ise de, yine de onlar önemli ortak insanî niteliklere ve buna karşılık farklı fizikî yapı ve psikolojik özelliklere sahip iki cinstir. Mutlak Kadir olan Allah'ın bu "farklılığı", bu iki cinsi düşman değil, birbirini tamamlayıcı kılması tevhide bir delildir. Dünyada gerekli oranda oğullar ve kızlar yaratması da Kadir Yaratıcı'nın bir planıdır. Sonra, oğullar evlenir ve kan bağı meydana getirirken, kızlar da evlenip yeni ilişkilerin oluşmasında vasıta olurlar. Bu süreç, aynı medeniyete bağlı ve ayrı ırka ait aileler, kabileler ve kavimler meydana getirecek şekilde genişleyerek devam eder.

Ayette bir başka derin anlam daha yatmaktadır: Bütün hayat "farklılık-ihtilaf" ilkesi ekseninde dönmektedir: gece ile gündüz, yaz ile kışın ihtilafı gibi. Bu nedenle ayette şöyle denmektedir: "Ey müslümanlar, düşmanlarınızla aranızdaki ihtilafa sabredin. Çünkü bunun iyi sonuçlar vereceği kesindir."


55- Allah'ın bırakıp kendilerine yarar da, zarar da sağlayamayacak şeylere ibadet etmektedirler. Kâfir, (asıl) kendi Rabbine karşı (şeytana) arka çıkandır.

Bu, kafirin tam bir özelliğidir. O, Allah'a karşı çıkan herkesin yardımcısı ve savunucusu ve Allah'ın Kelimesi'ni yükseltmeye ve hükmünü yeryüzünde uygulamaya çalışan herkesin de düşmanıdır.

Allah'a itaatsizliğin olduğu her yerde o vardır; insanları Allah'a kulluk ve itaat yoluna götürmeye yönelik her çabanın karşısında yine o vardır.


56- Biz seni yalnızca bir müjde verici ve uyarıp-korkutucu olarak gönderdik.

Bu ayet , Hz. Peygamber'i (s.a) rahatlatmak ve ona karşı çıkan, işini aksatmaya çalışan kafirleri de uyarmak için olup adeta şöyle demektedir: "Senin görevin, yalnızca müjdelemek ve kafirlere küfrün sonuçları konusunda uyarı mesajını iletmektir. Mesajı kabul edip etmemelerinden veya müminleri mükafatlandırıp kafirleri cezalandırmaktan sen sorumlu değilsin."

Kur'an'da yer yer tekrarlanan bu tür ifadeler açıkça kafirlere yöneltilmekte ve sanki şöyle denmektedir: "Rasûl'ün mesajı, hiçbir bencillik taşımadan halkı ıslaha yöneliktir. Kimseyi mesajı kabule zorlamadığına göre, kendinize hücum edilmiş hissine kapılmanız yersizdir. Mesajı kabul ederseniz, bu, kendi iyiliğinize olacaktır; reddederseniz, bu da kendi zararınıza olacaktır. Rasûl, mesajı ilettikten sonra görev ve sorumluluğundan kurtulmuş olacak, sonra sorun sizinle benim aramda olacaktır?"

56'ıncı (ve benzeri ayetlerin) basit ve açık tefsiri bu olduğu halde, bazıları Rasûl'ün tek görev ve sorumluluğunun başka değil, yalnızca mesajı iletme olduğu sonucuna varmışlardır. Bunlar, Kur'an'ın Rasûl'ün yalnızca bir müjdeleyici ve korkutucu olmayıp aynı zamanda müminlerin öğretmeni, kanun koyucusu, yargıç ve yolgöstericisi, nefislerini arıtıcı ve onlar için bir hayat modeli ve söylediği her sözün, hayatın her alanında itaat edilip izlenmesi gereken bir kanun olduğunu tekrar tekrar vurguladığını unutuyorlar.


57- De ki: "Ben buna karşılık, Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen (insanlar olmanız) dışında sizden bir ücret istemiyorum."

Hz. Peygamber'in (s.a) peygamberliğinin bir diğer delili de budur: Mesajı karşılığında hiçbir şey istemeden, hiçbir çıkar gözetmeden tebliğ etmektedir o. Bunun da ötesinde, işini bırakmış, adı deliye, yalancıya, sihirbaza çıkmış, rahat hayatını terketmiş, görevi uğruna inanmayan yakınlarıyla ilişkilerini koparmış ve üstüne üstlük bir sürü işkenceye katlanmak zorunda kalmıştır. Bencil birinin salt dünyevî amaçlar uğruna bütün bunları göze alması düşünülemez. Bırakın böyle şeyleri göze almayı, tam tersine, hükümdar ve önder olmak için halkının ırkî ve kabilesel önyargılarından yararlanma yoluna gider. Oysa, Rasûlün mesajı bu tür önyargıların köküne balta indirmekle kalmıyor, aynı zamanda kabilesinin Arabistan putperestleri üzerinde etki ve egemenlik kurmalarını sağlayan ana unsuru da yerle bir ediyordu. Kur'an'ın diğer peygamberlerin misyonun doğruluğunu da kanıtlamak için tekrar tekrar getirdiği bir delildir bu.


58- Sen, asla ölmeyen ve daima diri olan (Allah) a tevekkül et ve O'nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından O'nun haberdar olması yeter.

59- O, gökleri ve yeri ve ikisinin arasındakilerini altı günde yaratan ve sonra da arşa istiva edendir. Rahman (olan Allah) dır. Bunu (bundan) haberi olana sor.

"Altı Gün" ile tam olarak ne kasdedildiğini söyleyebilmek zordur. Burada "gün" bir zaman dilimi anlamına gelebileceği gibi, dünyanın günlerinden bir gün anlamına da gelebilir.

"Gün" ile ilgili olarak bkz. Fussilet 11-15: Sonra, kendisi duman halinde olan göğe yöneldi; böylece ona ve yere dedi ki: "İsteyerek veya istemeyerek gelin." İkisi de: "İsteyerek (itaat ederek) geldik" dediler. Böylelikle onları iki gün içinde yedi gök olarak tamamladı ve her bir göğe emrini vahyetti. Biz dünya göğünü de kandillerle süsleyip-donattık ve bir koruma (altına aldık) . İşte bu üstün ve güçlü olan, bilen (Allah') in takdiridir.

Burada üç hususun izah edilmesi gerekmektedir.

a) "Gök" ifadesi ile tüm kainat kastolunmaktadır.
b) "Duman" ifadesi, bugünkü ilim adamlarının da kabul ettikleri gibi, kainatın şekillenmesinden önceki maddeye tekabül eder.
c) "Göğe yöneldi" ifadesini, yeryüzünün gökyüzünden önce yaratıldığı, daha sonra dağların yerleştirildiği ve bereketli gıdaların takdir edildiği şeklinde kabul etmek doğru değildir. Şu ayet sözkonusu anlayışı düzeltir: "Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve arza, "İsteyerek veya istemeyerek gelin" dedi. "İsteyerek geldik" dediler." Bu emir verilmeden önce, yeryüzü ve gökyüzü teşekkül etmemiştir. Yani kainatın yaratılışı daha yeni başlamaktadır. Sadece "Sümme" (sonra) kelimesi, yeryüzünden sonra gökyüzünün yaratıldığına delil teşkil edemez. Nitekim Kur'an'da bu kelimenin "tertibi zaman" için olmayıp, "tertibi beyan" için kullanıldığına dair birçok örnek vardır.

Yeryüzü ve gökyüzünden hepsinin, daha önce yaratılmış olduğu tartışması, kadim müfessirlerden bu yana sürüp gitmektedir. Bir grup, Bakara Suresi'nin 29. ayetine dayanarak, yeryüzünün önce yaratıldığını öne sürerken, diğer bir grup, Naziat Suresi'nin 27-33. ayetlerini delil kabul edip, gökyüzünün yeryüzünden önce yaratıldığını savunurlar.

Çünkü bu ayetlerde gökyüzü yeryüzünden önce zikredilmiştir. Fakat Kur'an'ın, bir tabiat ilimleri kitabı olmadığı ve bundan dolayı inzal edilmediği de bir gerçektir. Bu kitab insanları tevhid ve ahiret akidesine davet ederken, tabiatın sayısız gizliliklerine dikkat çeker ve kainatın, yeryüzü ve gökyüzünün yaratılışını düşünmeye çağırır. Dolayısıyla burada tertibi zamanın hiçbir önemi yoktur. Allah Teâlâ bunu, sadece birliğine bir delil olmak üzere öne sürmüştür. Hangisinin önce veya sonra yaratıldığı ise hiç önemli değildir. Ancak bunların eğlence olsun diye değil, ciddi bir maksat için yaratıldıkları vurgulanmıştır. İşte bu yüzden de Kur'an'da, bazı yerlerde yeryüzü, bazı yerlerde ise gökyüzü önce zikredilir. Allah Teâlâ, insanların dikkatini, yeryüzünün nimetlerine çekmek istediği zaman yeryüzünü önce zikretmektedir, çünkü insan yeryüzüne daha yakındır. Allah'ın yücelik ve kudretine dikkat çekilecek ise, bu sefer genellikle gökyüzü önce zikredilir. Çünkü gökyüzünün manzarası, insanoğlunu her zaman hayretler içinde bırakmıştır.

Burada kainatın yaratılışı anlatılırken, böyle bir üslup kullanmak suretiyle Allah'ın yaratışı ile insanın bir şeyi meydana getirişi arasındaki fark vurgulanmıştır. İnsan bir şeyi meydana getirmek istediğinde, zihninde bir plan kurar ve gereken malzemeyi hazırladıktan sonra da o malzemeyi zihninde kurduğu plan çerçevesinde şekillendirmeye çalışır. İnsan bazen elindeki malzemeyi istediği şekle sokar ve madde üzerinde hakimiyet kurmuş olur. Bazen de sözkonusu malzeme, insanın istediği şekle girmeyip, bu sefer madde galip gelmiş olur. Allah'ın bildirdiğine göre: Kainatın maddesi önce duman şeklindedir. Allah ona şekil vererek, kainatı yaratmayı istediğinde insanlar gibi oturup yeryüzünü nereye koyacağını, ay'ın nerede duracağını ve yıldızların nasıl asılacağını düşünerek bir plan yapmadı. O sadece "Bu şekle girin" diye emretti. Kainatın malzemesi olan duman da, böylece kendi kendine şekil almış oldu. Bu malzemelerin, Allah'a karşı direnme gücü olmadığı gibi Allah'ın da onlara şekil vermek için yorulmaya ihtiyacı yoktur. O "ol" der ve hemen "oluverir". Dolayısıyla içinde yaşadığımız yeryüzü iki günde meydana gelmiştir.

Allah'ın, bir şeyi, olmasını irade ettiğinde "ol" demesi, ve onunda hemen "oluvermesi" ile ilgili halketmedeki hususiyletleri Kur'an'ın birçok yerinde zikredilmiştir.







25 Haziran 2012 Pazartesi

Furkân Suresi 45-52 Ayetleri Mevdudi Tefsiri


45- Rabbini görmedin mi, gölgeyi nasıl uzatıvermiştir? Eğer dilemiş olsaydı onu durgun kılardı. Sonra biz güneşi ona bir delil kılmışızdır.

Burada delil kelimesi, gemileri limandan salimen çıkaran veya limana getiren ve suda götüren kişi, yani "kaptan" anlamınadır. Güneş gölgenin kaptanıdır. Çünkü gölgenin uzaması ve dürülmesi güneşin doğuş, yükseliş, batmaya meylediş ve batışına bağlıdır.


46- Sonra da onu tutup kendimize ağır ağır çekmişizdir.

"Onu kendimize dürdük": Onu yok eder veya görünmez kılarız. Çünkü, yok olan her şey Allah'a döner. Her şey Allah'tandır ve Allah'a dönmektedir.

Kur'an, güneşin yol açtığı gölge olgusunu iki amaç için anmaktadır: "Günlük hayatınızda gölgenin yararlarına dikkat etmiş olsaydınız, tevhid doktrinini tereddütsüz kabul ederdiniz. Gölge, böyle devamlı uzayıp kısalmamış olsaydı, hayat, güneşin ışık ve ısısına bağlı olduğundan, yeryüzünde hayat olmazdı. Öte yandan, hiç gölge olmasaydı, güneşin kesintisiz ısı ve ışığı hayatı imkansızlaştırırdı. Bunun yanısıra, güneş ve gölgede ani değişimler olsaydı, buna uzun süre katlanılamazdı. O halde, bu olgu üzerinde düşünmeli ve Hakim ve Kadir Yaratıcı'nın böyle yaptığını, sabit tabii kanunlara göre gölgenin uzayıp kısaldığını anlamalısınız. Bunun kendiliğinden böyle olmayacağı, ya da kör bir mekanizmanın bunu meydana getiremeyeceği veya pek çok bağımsız ilâhın kontrolü altında böylesine düzenli bir biçimde işlemeyeceği açıktır" denilerek, kâfirler bu olgudan bir ders alma ve hayvanlar gibi davranmama konusunda uyarılmaktadır.

İkinci olarak, mecazi anlamda bir gerçek ifade edilmektedir: Nasıl gölge hep aynı durumda kalmıyorsa, aynı şekilde, enine boyuna yayılmış görünen küfür ve şirk gölgesi de hidayet güneşi yükseldikçe dürülecek ve kısalacaktır. Fakat, Allah, her şeyi belli bir sebebe bağlayıp ani değişimler meydana getirmediğinden, bu da sabır ve katlanma istemektedir.


47- O, geceyi sizin için bir elbise, uykuyu bir dinlenme ve gündüzü de yayılıp-çalışma (zamanı) kılandır.


Gece, "eşyayı örtüp gizlemesi" anlamında bir "elbise"dir.

Bu ayet üç hedefe yöneliktir:

1) Tevhid'e bir delildir.
2) Günlük hayattan, ölümden sonraki hayata delil çıkarmaktadır.
3) Cahiliyye gecesinin sona ermekte olduğunu ve parlak ilim ve hidayet gündüzünün şafağının attığını müjdelemektedir. 

Dolayısıyla, cahiliyye uykusunda uyuyanların eninde sonunda uyanacakları, fakat ölüm uykusuna dalmış olanların uyanmayıp kendilerini hayattan yoksun bırakacakları ve gündüzün işlerinin onlarsız da devam edip gideceği kaçınılmazdır.


48- Ve kendi rahmetinin önünde rüzgârları müjdeciler olarak gönderen de O'dur. Biz, gökten tertemiz su indirmiş bulunmaktayız.


49- Onunla ölü bir beldeyi (toprağı) canlandırmak ve yarattığımız hayvanlardan ve insanlardan birçoğunu onunla sulamak için.

Bu ayette de tevhid doktrini ve ahirete deliller vardır. Bunun yanısıra, cahiliyye "kuraklığı" döneminin yerini, Allah'ın rahmetiyle kendisinden herkesin değilse de, Allah'ın pek çok kullarının faydalanacağı hayat bahşedici Vahiy ilmi sağanağı halinde gelen "kutlu nübüvvet yağmuru"nun aldığı ima edilmektedir.


50- Andolsun bunu, onların arasında öğüt alıp-düşünsünler diye çeşitli biçimlerde açıkladık. Ama insanların çoğu nankörlük edip ayak direttiler.


"Aralarında döndürdük durduk" ifadesi üç anlama gelebilir:

1) "Yağmur olgusunu, gerçeği kendilerine açıklamak için Kur'an'da defalarca tekrarladık."
2) "Kendilerine, yeri geldikçe sıcaklık ve kuraklık, mevsim rüzgarları ve bulutları, yağmur ve hayat verici etkileri, olguları gösterip duruyoruz."
3) "Her zaman aynı yer, aynı miktar yağmuru almasın, bazen bir yerde kuraklık olurken, başka yerde normalden fazla veya az yağmur yağsın, ya da bir başka yer yağmur sularıyla dolsun taşsın diye, yağış miktarını, yıl ve yıl dünyanın her tarafında değiştiriyoruz. Onlar da, günlük hayatlarında sayısız derecede farklı sonuçlarıyla tüm bu değişik olguları görüp duruyorlar."

Bu ayete, bizzat harika yağış sisteminin bile Allah'ın varlığının, kâinatın tek bir Rabbi olduğunun ve sıfatlarının delili olduğunu vurgulamaktadır. Yağışın, yıl boyu, yeryüzünün değişik yörelerine harika bir biçimde dağılımı, tek bir hakim düzenleyicinin varlığını ispatlamaktadır. Ne ki, inatçı kafirler bundan bir ders almazlar da, küfürlerinde diretir dururlar. Oysa, bu gerçek, Kur'an'da bu amaçla tekrar tekrar ifade edilmektedir.

Ayette ahirete de delil vardır. Çünkü, bizzat kafirler, yağmurların yıl be yıl ölü toprağa hayat verdiğini görmektedirler. Bu da, Allah'ın ölülere yeniden hayat vermeye kadir olduğunun açık bir delilidir. Ama kafirler bundan da ders almazlar ve sorumsuzca yollarına devam ederler.

Eğer 48. ayet mecazi anlamda alınırsa, "tertemiz su" Nübüvvet nimeti demek olacaktır. İnsanlık tarihi göstermektedir ki, ne zaman bu nimet gönderilmişse, cehaletin yerini ilim, zulmün yerini adalet ve kötülüğün yerini takva ve iyilik almıştır. Peygamberlerin gelişi, her zaman kesinlikle ahlâkî-manevî devrimin bir müjdecisi olmuştur. Fakat ondan yararlananlar, yalnızca peygamberlerin hidayetini kabul edenlerdir. Tarihin verdiği derstir bu, yine de kafirler inat ve nankörlükleri nedeniyle onu reddederler.


51- Eğer dilemiş olsaydık, her kasabaya da bir uyarıcı-korkutucu gönderirdik.


Yani, "Eğer dilemiş olsaydık, her memlekete ayrı bir peygamber gönderirdik. Fakat böyle yapmadık. Çünkü, son nebimiz tıpkı güneş gibi bütün dünyayı aydınlatmaya yeterlidir."


52- Öyleyse kâfirlere itaat etme ve onlara (Kur'an'la) büyük bir cihad ver.

"Cihad-ı Kebir" üç anlam ifade eder:

1) İslâm davası yolunda elden geleni yapmak.
2) Bu dava için tüm imkan ve kaynakları seferber etmek.
3) "Allah'ın Kelimesi"ni yükseltmek için tüm kaynakları harekete geçirip mümkün olan her cephede İslâm'ın düşmanlarıyla savaşmak. Bu da, dille, kalemle, malla, hayatla ve diğer bütün silahlarla yapılan "Cihad"ı içine alır.

18 Haziran 2012 Pazartesi

Furkân Suresi 32-44 Ayetleri Mevdudi Tefsiri



32- Küfredenler dediler ki: "Kur'an ona tek bir defada, toplu olarak indirilmeli değil miydi?" Biz onunla senin kalbini sağlamlaştırıp-pekiştirmek için onu böylece (ayet ayet indirdik) ve onu 'belli bir okuma düzeniyle (tertil üzere) düzene koyup' okuduk.


Mekke kâfirleri bu karşı çıkışı oldukça güçlü bulduklarından, tekrar tekrar ortaya atmaktadırlar. Kur'an da buna çeşitli yerlerde cevap vermektedir. 

Onlar bu soruyla şunu demek istiyorlardı: Kur'an gerçekten Allah sözü olmuş olsaydı, bir defada ve bütün bir kitap olarak indirilirdi. Çünkü Allah, her şeyi ve insanın her yaptığını bilir. Böyle olmadığına göre, yukarıdan hiç bir şey gönderilmemekte, fakat bu adam kendisi bütün bunları düzmekte, ya da başkalarından veya başka kitaplardan almaktadır."

Bir başka çeviri şöyle olabilir: "Böyle yapıyoruz ki yüreğini güçlendirelim ve onu cesaretle dolduralım." İfade, anlam bakımından kapsamlı olup her iki çeviri şekli de imkan dahilindedir. 


Bu kısa cümle, Kur'an'ın neden parça parça indirildiğini şu şekilde açıklamaktadır:

1) Hz. Peygamber (s.a) onu hafızasına nakşetsin ve yazılı olarak sunmaktan çok, kavmine ezberden okusun diye.

2) Mesaj ve öğretileri zihinlerde iyice yer etsin, tedricen, değişik zamanlarda, değişik usluplarla okunulan ayetlerden yararlansınlar diye.
3) Tarif ettiği hayat biçimi tam bir inanç ve kanaatle uygulansın diye. Hükümler ve bütün cepheleriyle bu ayet biçimi topluca ve bir defada bildirilseydi, istenilen düzeyde yaşanması mümkün olmazdı.
4) Hak ile batıl arasındaki savaşta Peygamber'in (s.a) ve izleyicilerinin yürekleri iyice cesaretlendirilsin diye. Bu, ilâhî hidayetin ve cesaret mesajlarının, pratik durumlara göre, gerektiği zaman ve gerektiği biçimde gönderilmesini gerektiriyordu. 


Açıktır ki, toplu olarak bir defada gönderilmiş olsalardı, bu amaca ulaşılamazdı. Yine bu göstermektedir ki, Allah, Rasulü'nü risaletle görevlendirdikten sonra, O'nu her türlü direnç ve muhalefeti karşılasın diye, işkencelerin ortasında yalnız başına bırakmamıştır. Allah, mücadeleyi ilgiyle izliyor, her zor durumda ve her kritik durumda Rasulü'ne yol gösteriyordu.


33- Onların sana getirdikleri hiç bir örnek yoktur ki, biz (ona karşı) sana hakkı ve en güzel açıklama tarzını getirmiş olmayalım.

Kur'an'ı parça parça göndermenin bir diğer hikmeti de budur. Allah bir "Hidayet Kitabı" meydana getirmek ve bunun öğretilerini Peygamber'i (s.a) aracılığı ile yaymak istemiyordu. Böyle yapmış olsaydı, kâfirler, Kur'an neden bütün bir kitap olarak bir defada indirilmedi şeklindeki karşı çıkışlarında haklı olurlardı. Kur'an'ı vahyetmenin gerçek amacı, küfür, cehalet ve günaha karşı Allah'ın bir iman, takva ve ilim hareketi başlatmayı dilemesiydi. Bunun için de hareketi yürütmek üzere bir peygamber seçmişti. Sonra, Allah bir yandan gerektiği zaman ve gerektiği şekilde hareketin rehberine ve izleyicilerine gerekli talimatı göndermeyi ve gerekli yolu göstermeyi kendi üzerine almış ve öte yandan da itirazları cevaplandırma, muhaliflerin şüphelerini giderme, nazil ettiği ayetleri bizzat tefsir ve açıklama ile yanlış anladıkları noktaları aydınlatma sorumluluğunu da üstlenmişti. Bu yüzden Kur'an, Allah tarafından vahyedilen farklı hitap ve konuşmaların bütünü olmuştur. Yalnızca bir kanun ve ahlâkî prensipler kitabı olmaktan öte, farklı durum ve şartlarda, her durum ve şartın gereğine göre hareketi her aşamasında yönlendirmek için parça parça indirilmiş bir kitap olmuştur Kur'an.


34- O yüzükoyun cehenneme doğru sürülüp-toplanacak olanlar; işte onlar, yer bakımından çok kötü, yol bakımından da sapık olanlardır.


Yani, "Sapıklıkları ve çarpık düşüncelerinden dolayı yüzleri üstü cehenneme çekileceklerdir."


35- Andolsun, biz Musa'ya kitabı verdik ve onunla birlikte kardeşi Harun'u yardımcı kıldık.

Burada "Kitap"tan kasıt, Hz. Musa'ya Mısır'dan çıktıktan sonra verilen Tevrat değil, Çıkış'tan önce rasul olarak görevlendirilmesi üzerine verilen İlâhî Hidayet'tir. Firavun'un sarayında söylediği sözler ve Kur'an'ın çeşitli yerlerinde anlatıldığı üzere, Firavun'la olan mücadelesi boyunca kendisine Allah tarafından gönderilen talimat Kitab'ın muhtevasına dahildir. Çok büyük ihtimalle, bunlar Tevrat'a alınmamıştır. Tevrat, Çıkış'tan sonra Sina Dağı'nda Musa'ya verilen taştan tabletler üzerine kazınmış On Emir ile başlamıştır.


36- Böylece onlara: "Ayetlerimizi yalanlayan kavme gidin" dedik; sonunda onları (Firavun ve çevresini) kökünden darmadağın ettik.


"Ayetlerimiz": Kendilerine Yakup ve Yusuf Peygamberler aracılığı ile iletilen ve yüzyıllarca İsrailoğulları'nın salihleri tarafından okunan, tebliğ edilen ilahi öğretiler.


37- Nuh'un kavmi de, peygamberleri yalanladıklarında onları suda boğduk ve insanlar için bir ayet kıldık. Biz zulme sapanlara acıklı bir azab hazırlamışız.


Onlar, bir insan olduğu için yalnızca Hz. Nuh'u değil, hepsi de insan olduğu için bütün peygamberleri yalancılıkla suçluyorlardı.


38- Ad'ı, Semud'u, Ress halkını ve bunlar arasında birçok kuşakları da (yok ettik).


"Ress Ashabı" hakkında kesin bir bilgi yoktur. Bu konuda müfessirler farklı şeyler söylemişlerse de, hiç biri tatmin edici değildir. Haklarında söylenebilecek tek şey, onların peygamberlerini bir "rese"e (eski ve susuz bir kuyu) atarak veya içine asarak öldüren bir topluluk olduğudur.


39- Biz (onlardan) her birine örnekler verdik ve her birini darmadağın edip mahvettik.


40- Andolsun, onlar üstüne felâket yağmuru yağdırılmış bulunan o ülkeye uğramışlardır; yine de onu görmüyorlar mıydı? Hayır, onlar dirilmeyi ummuyorlardı.

Sözü edilen memleket, Hz. Lut'un kavminin memleketidir ki, taş yağmuruyla helâk edilmiştir. Hicaz halkı, Filistin ve Suriye'ye giderken onun yıkıntılarına uğrar ve helâkı hakkındaki dehşetli hikayeleri dinlerdi.

Kâfirler ahirete inanmadıklarından, bu haberlere yalnızca bakmakla yetinirler ve onlardan hiç bir ders almazlardı. Bir mümin ile bir kâfirin ahiretle ilgili gözlemleri arasındaki fark budur: Kâfir bu tür şeylere salt bir seyirci veya en fazla bir arkeolog olarak bakarken, mümin aynı şeyden ahlâkî-manevî dersler alır ve bu dünya hayatının ötesindeki gerçekler konusunda bir basirete ulaşır.



41-42 Seni gördükleri zaman, seni yalnızca alay konusu edinmektedirler: "Allah'ın, peygamber olarak gönderdiği bu mu? Eğer biz onlara karşı kararlılık göstermeseydik, neredeyse bizi ilahlarımızdan saptırmış olacaktı." (derler) .Azabı görecekleri zaman, kim yol bakımından daha sapıkmış, onlar öğreneceklerdir.


Açıktır ki, kâfirlerin sorusuyla, ilâhları konusundaki kabul ve ısrarlı tutumları arasında bir çelişki vardır. Soru, "Sen şu düşük mertebenin çok çok üzerinde ididalarda bulunuyorsun." dercesine, Hz. Peygamber'i (s.a) aşağılama anlamı taşıyordu. Buna karşılık ilâhları konusundaki ısrarlı tutumları ise Hz. Peygamber'in (s.a) yüksek kişiliğini ve delillerinin gücünü dolaylı olarak itiraf ettiklerini, hatta mesajın başarı ve etkisinden korktuklarını göstermektedir. Çünkü, nerdeyse ilâhlarından vazgeçme noktasına bile geldiklerini bizzat kendileri açıklamaktadır.


43- Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?


"... Hevasını ilâh edinen", arzu ve tutkularının kölesi olandır. İlâhına ibadet eden biri gibi, o da tutkularına ibadet ettiğinden, bir puta tapan kadar şirk suçu işlemektedir. Hz. Ebu Umame'den rivayet olunan bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuşlardır: "Allah'tan başka kendilerine ibadet olunan sahte ilâhların Allah yanında en kötüsü, kişinin hevasıdır." (Taberanî). 

Daha fazla açıklama için bkz. Kehf 52 Ayet ve açıklaması: "Benim ortaklarım sandığınız şeyleri çağırın" (diye küfre sapanlara) diyeceği gün; işte onları çağırmışlardır, ama onlar, kendilerine cevap vermemişlerdir. Biz onların aralarında bir uçurum koyduk. : Bu konu Kur'an'ın birçok yerinde ele alınmıştır. Bu, Allah'ın hidayetini ve emirlerini bir tarafa atıp, Allah'tan başkasının emir ve yol göstermesine uymanın dil ile Allah'ın ortağı bulunduğu söylenmese bile böyle bir davranışın şirk olduğu vurgulanmaktadır. Hatta bir kimse başkalarını lanetliyor onları kabul etmiyor, fakat aynı zamanda ilâhî emirler yerine onların emirlerine uyuyorsa o zaman böyle bir kimse de şirk koşuyor demektir. Meselâ, bu dünyada herkesin şeytanları lanetlediğini, fakat yine de onlara uyduklarını görüyoruz. Kur'an'a göre, şeytanları lanetlemelerine rağmen insanlar onlara uyarsa, bu insanlar şeytanları Allah'a şirk (ortak) koşmuş olurlar. Belki bu söz ile yapılan bir şirk değildir. Fakat davranışlarda ortaya çıkan şirktir ve Kur'an bunu şirk olarak kabul ediyor.

Tutkularını kontrol altında tutabilen ve karar vermede sağ duyusunu kullanabilen kişinin, şirke ve küfre dalmış da olsa aklını kullanarak doğru yola gelebileceği umulur. Eğer böyle doğru yolu seçecek olursa, bu yolda da kararlı ve sağlam olur. Buna karşılık tutkularının kölesi olan bir insan, dümeni olmayan gemi gibi, hevası kendisini nereye sürüklerse oraya gider. Doğruyla yanlış, hakla bâtıl arasındaki fark onu hiç rahatsız etmez ve böylesi bir seçimde bulunmak da istemez.



44- Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır, onlar yol bakımından daha da şaşkın (ve aşağı) dırlar.


"Olsa olsa, hayvanlar gibidir onlar", çünkü körü körüne tutkularının ardından giderler. Nasıl, koyunlar ve sığırlar sürücülerinin kendilerini nereye otlağa mı, yoksa kesimhaneye mi götürdüğünü bilmezse, böyle insanlar da nereye sürüklendiklerini -felakete mi, kurtuluşa mı- bilmezler. Aradaki tek fark, hayvanların aklının olmaması ve götürüldükleri yer konusunda sorumluluklarının bulunmamasıdır. Fakat, ne yazık ki, akıl nimetiyle donatılmış insanlar hayvanlar gibi davranabilmektedir. Dolayısıyla, durumları hayvanlarınkinden çok daha kötüdür.

Yeri gelmişken, bu bölümün (ayet: 43-44) , Hz. Peygamber'i (s.a) mesajı böyle kişilere götürmekten alıkoymaya yönelik olmadığını belirtmeliyiz. Burada kâfirlere, hayvanlar gibi davranmaya devam ederlerse, karşılaşacakları sonuçlar konusunda dolaylı bir uyarıda bulunulmaktadır.





14 Haziran 2012 Perşembe

Furkân Suresi 22-31 Ayetleri Mevdudi Tefsiri


22- Melekleri görecekleri gün, suçlu-günahkârlara bir müjde yoktur. Ve o gün (melekler onlara) derler ki: "(Size sevinçli haber) Yasaktır, yasak."

23- Onların yapmakta oldukları her işin önüne geçtik, böylece onu savurulmuş toz zerreleri kılıverdik.

Bu ayetin tefsiri niteliğinde ilgili ayet: İbrahim 18-19:  Rablerine küfredenlerin durumu şudur: Onların yaptıkları, fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu bir kül gibidir. Kazandıklarından hiç bir şeye güç yetiremezler. İşte uzak bir sapıklık (içinde olmak) budur. Allah'ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını görmüyor musunuz? Dilerse sizi giderir-yok eder ve yeni bir halk getirir.

Yani, İlahi davete karşı sadakatsız, inançsız ve isyankar olanlar ve peygamberlerin davet ettikleri yola uymayı kabul etmeyenler, sonunda hayatları boyunca kazandıklarının ve yaptıkları işlerin bir yığın kül kadar değersiz olduğunu göreceklerdir. Uzun yıllar boyunca biriken büyük bir kül tepeciği nasıl fırtınalı bir günde rüzgar tarafından darmadağın ediliyorsa, aynı şekilde onların bütün büyük işlerinin o fırtınalı kıyamet gününde bir yığın külden başka bir şey olmadığı görülecektir. Onların göz kamaştırıcı kültürleri, büyük medeniyetleri, muhteşem krallık ve devletleri, büyük üniversiteleri, bilimleri, edebiyatları ve ikiyüzlüce yapılan ibadetleri, fazilet dedikleri davranışları, dünya hayatında övündükleri yararlı ve ıslah edici hareketleri, o gün bir yığın kül kadar değersiz olacak ve kıyamet gününün "fırtınası" tarafından etrafa saçılacak. O denli ki o gün ilahi teraziye koymaya değecek en ufak bir yararlı iş bile bulamayacaklar.

Bu, kafirlerin işlerinin kül kadar değersiz olduğunu söyleyen bir önceki cümleyi ispatlamaktadır. Soru şunları ifade etmektedir: "Neden bundan şüphe duyuyorsunuz? Yerlerin ve göklerin büyük sisteminin, batılın değil, Hakk'ın sürekliliğine bağlı olduğunu görmüyor musunuz? Hak ve gerçekliğe değil, gerçek dışı spekülasyon ve tahminlere dayanan herşeyin uzun süre yaşamayacağı gerçeğine herşey şahittir. O halde işlerini batıla dayandıran bir kimsenin düzenleri mutlaka boşa çıkacaktır.
Çünkü böyle bir kimsenin işlerini kum üzerine bina ettiği ve onların uzun sürmesini bekleyemeyeceği açıktır. Aynı şekilde hakkı ve gerçeği bir yana bırakıp, hayatlarını yanlış teori ve fikirlere dayandıranlar da sürekli bir değere sahip olabileceklerini beklememelidirler, çünkü onların tüm kazandıkları değersiz kül yığınları gibi dağılmaya mahkumdur. Bu apaçık bir gerçektir, buna rağmen neden hayat sistemini Allah'tan bağımsız bir şekilde kuran veya (başka tanrı olmadığı halde) bir başkasının ilahlığına dayandıran bir kimsenin bütün kazandıklarının eninde sonunda boşa çıkacağından şüphe duyuyorsunuz? İnsan bu dünyada ne bağımsızdır, ne de Allah'tan başkasının kuludur. Bu gerçeğe rağmen, neden hayatlarını batıla dayandıran bir kimsenin bütün yaptıklarının rüzgar tarafından darmadağın edilmiş kül yığınları gibi değersiz olduğunu anlayacağını düşünemiyor musunuz?"


24- O gün, cennet halkının kalacakları yer daha hayırlı, dinlenecekleri yer çok daha güzeldir.

Yeniden Dirilme günü, kâfirlerin hallerinin aksine, müminler her türlü güçlükten korunacak ve kendilerine büyük bir itibar gösterilip dinlenmeleri için asude yerlere konulacaklardır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Hayatımı elinde tutan Allah'a yemin olsun ki, uzun ve dehşetli Mahşer Günü, bir mümin için bir farz namaz vaktinin kısalığı ve hafifliği kadar kısa ve hafif olacaktır." (Müsned-i Ahmed) .


25- Göğün bulutlarla parçalanacağı ve meleklerin bir indirilme ile indirileceği gün;

26- İşte o gün, gerçek mülk, Rahman (olan Allah) ındır. Küfredenler için de oldukça zorlu bir gündür.

Yani, "O gün, dünyada insanları kandıran tüm diğer mülk ve hakimiyetler yok olup yalnızca kainatın gerçek hakimi olan Allah'ın mülk ve hakimiyeti geçerli olacaktır. Mümin Suresi, ayet 16'da aynı gerçek şöyle ifade edilir: "O gün onlar ortaya çıkarlar, kendilerinden hiç bir şey Allah'a gizli kalmaz. "Bu gün mülk kimindir?", "Vahid ve Kahhar olan Allah'ındır."

Hz. Peygamber de (s.a) bu konuda şöyle buyururlar: "Allah bir eline gökleri, diğerine de yeri alarak ilân edecek: "Hakim olan benim. Hükümdar benim. Nerde yerin diğer hükümdarları? Nerde o gaddar zalimler? Nerde o müstekbirler?" (Müsned-i Ahmed, Buhari, Müslim ve Ebu Davud, küçük farklılıklarla) 


27- O gün, zulme sapan, ellerini (hınçla) ısırarak (şöyle) der: "Ah keşke, peygamberle birlikte bir yol edinmiş olsaydım,"

28- "Vah yazıklar bana, ne olurdu da filanı dost edinmeseydim."

29- "Çünkü o, gerçekten bana gelmiş bulunduktan sonra beni zikirden (Kur'an'dan) saptırmış oldu. Şeytan da insanı 'yapayalnız ve yardımsız' bırakandır."

"Şeytan da insanı yapayalnız ve yardımsız bırakandır." Bu kâfirlerin hayıflanmasının bir bölümü olabileceği gibi, Allah'ın ihtarı da olabilir. Bu durumda anlam şöyle olacaktır: "Şüphesiz şeytan, insanı her zaman aldatan biridir."


30- Ve peygmber dedi ki: "Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar."

Arapça "mehcur" kelimesi çok çeşitli anlamlara gelebilir. Bunlara göre ayetin anlamı şöyledir: "Kavmim Kur'an'ı dikkate değer görmedi. Kabul etmedikleri gibi, ardından da gitmedi. Onu anlamsız ve deli saçması bir şey yerine koydular. Onu eğlenme ve alay konusu haline getirdiler."


31- İşte böyle; biz, her peygambere suçlu-günahkârlardan biri düşman kıldık. Yol gösterici ve yardımcı olarak Rabbin yeter.

Yani, "Kâfirlerin düşmanınız olması yeni bir şey değildir. Tüm önceki peygamberler ve rasûller için de durum böyle olmuştur. (Ayrıca bkz. En'am: 112: Böylece her peygambere, insan ve cin şeytanlarından bir düşman kıldık.) Bu, kaçınılmazdır. Çünkü, suçluların Hakk'a karşı çıkmaları benim sünnetimdir. Sabretmelisiniz. Zira tebliği yapar yapmaz herkesin hemen sizi kabul edip, size tabi olacağını ümid etmeyin. O halde, hemen sonucunu beklemeden tam bir güven ve kararlılıkla görevinize devam edin."

Hidayet, yalnızca gerçeğin bilgisini verme anlamında değil, İslâmî hareketin doğru çizgide sürmesi ve İslâm'ın düşmanlarının strateji ve planlarının akamete uğraması için, gereken vakitte, gereken yol göstericilikte bulunmak anlamına da gelir. "Yardım", bâtıla karşı savaşanların Hakk'ın bağlılarına yapılan her türlü ahlâkî, maddî ve manevî yardımı içine alır. Dolayısıyla, takva sahipleri için Allah kafidir ve Allah'a tam bir imanla bağlandıkları ve bütün güç ve enerjileri ile bâtıla karşı savaştıkları sürece, başka hiç bir desteğe ihtiyaç duymazlar.

Burada Hz. Peygamber (s.a) cesaretlendirilmektedir. Aksi halde, önceki vurgu, bu olmadan cesaret kırıcı olurdu. Yani, burada şöyle denmektedir: "Kafirler sana düşman da kesilseler, görevine devam etmelisin. Çünkü her durum ve aşamada seni yönlendirecek ve onlara karşı sana yardım edecek olan biziz. Düşmanlarının bütün planlarını boşa çıkaracak ve bâtılla savaşında her yönden sana yardım edeceğiz. Seni maddi araçlarla da donatacağız. Yeter ki sen bize güven ve bâtıl karşısında elinden geleni yap."