7 Aralık 2012 Cuma

Neml Suresi 6-14 Âyetleri S. Kutub Tefsiri


6- Bu Kur'an sana, her işi yerinde olan ve her şeyi bilen Allah katından indirilmektedir.


"Telakka" kavramı, her şeyi bilen ve her şeyi uygun biçimde düzenleyen Allah'tan, doğrudan hidayet almayı ifade ediyor. Allah her şeyi bir hikmete göre yapar. Her şeyi ilmi ile idare eder. Onun hikmeti ve ilmi bu Kur'an'da ortaya çıkar. Programı, yükümlülükleri, direktifleri, izlemiş olduğu yolu, inişindeki yer ve zaman uygunluğu, ard arda gelişi, konularının birbirine uygunluğu ile bütün bir Kur'an, O’nun ilmini ve hikmetini ortaya koyuyor.

Sonra kıssalar başlıyor. Bu da Allah'ın ilmini, hikmetini, gizli ve güzel olan idaresini en mükemmel biçimde gözler önüne seriyor:

Hz. Musa -selâm üzerine olsun- kıssasının bu bölümü surenin şu ayetinden sonra yer alıyor. "Bu Kur'an sana, her işi yerinde olan ve her şeyi bilen Allah katından indirilmektedir." Sanki Peygamber efendimize -salât ve selâm üzeri-ne olsun- Allah'tan vahiy alanların ilki sen değilsin deniliyor. İşte Hz. Musa'da aynı şekilde Allah'tan emirler alıyor. Firavun ve milletine götürmesi için peygamberliği yüklenmeye çağırılıyor. Senin müşrik olan milletin ilahi mesajı yalan saymaları yeni bir şey değildir. İşte Hz. Musa'nın milleti de iç âlemleri Allah'ın ayetlerini kesin hissettikleri halde yine de haksızlık yapıp büyüklük taslayarak Allah'ı inkâr ediyorlar" Gör bakalım o bozguncuların sonu nice oldu? (Neml Suresi, 14) Senin milletin de inkâr edenlerin ve büyüklük taslayanların sonunu beklesin!


7- Hani Musa ailesine: "Ben uzaklarda bir ateş gördüm gideyim de oradan size ya bir haber getiririm ya da bir kor parçası alıp gelirim de ısınırsınız" dedi.


Bu bölüm Taha suresinde, Hz. Musa, Hz. Şuayb'ın kızı olan hanımı ile birlikte Medyen şehrinden Mısır'a dönerken yolda başından geçen olaylar arasında anlatılmıştı (Hz. Musa'nın kendisine hizmet edip iki kızından biri ile evlendiği yaşlı ihtiyarın Şuayb peygamber olduğunu gösteren kesin bir hüküm yoktur. Yalnız her iki kıssanın Kur'an'da tarih süresi içinde verildiği her defasında Hz. Musa kıssasının Hz. Şuayb'ın kıssasından sonra yer almasına bakılırsa, bu görüşün tescil edilmesi isabetli olur. Bu da onların çağdaş olduklarını veya peş peşe gönderildiklerine işaret etmektedir.). Hz. Musa o sırada, hem karanlık hem de soğuk bir gecede yolunu şaşırmıştı. Nitekim Hz. Musa'nın ailesine söylediği şu söz de bunu göstermektedir: "Gideyim de, oradan size ya bir haber getirin ya da bir kor parçası alıp gelirim de ısınırsınız" dedi. Burada Tur dağına yöneldiği anlatılıyor. O zaman insanlar, gece yolcularına yol göstermek amacı ile çölde yüksek yerlerde ateş yakarlardı. Oraya vardıklarında bir ateş, bir meşale veya bir kılavuz bulabilirlerdi.

"Ben uzaklarda bir ateş gördüm"

Ateşi uzaktan gördü. Ona karşı içinde bir güven ve yakınlık hissetti. Orada kendisine yol gösterecek veya ailesini çölün gecesinin soğuğundan kurtarıp ısıtacak bir ateş parçası bulabileceğini umuyordu.

Hz. Musa gördüğü ateşe doğru yola koyuldu. Orada ne olduğunu öğrenmek istiyordu. Birden yüce çağrı ile karşılaştı.


8- Musa, ateş gördüğü yere geldiğinde şöyle bir ses duydu: Gerek ateşin yanındakiler ve gerekse çevresinde bulunanlar kutsanmıştır. Tüm varlıkların Rabb'ı olan Allah her türlü noksanlıklardan münezzehtir.

9- Ya Musa Kesin olarak bil ki Ben, üstün iradeli ve her işi yerinde olan Allah'ım.


Bu, bütünü ile kainatın kendisine karşılık verdiği âlemlerin ve göklerin kendisiyle ilişkide bulunduğu, bütün bir varlığın kendisine boyun eğdiği, ruhların ve vicdanların önünde tir tir titrediği bir çağrıdır. Yerin kendisi ile göğe bağlandığı, küçük atomun büyük olan yaratıcısının çağrısını onda bulduğu, zayıf ve fani olan insanın Allah'ın lütfu ile yalvarma ve yakarma makamına yükseldiği bir çağrıdır bu:

"Musa ateş gördüğü yere geldiğinde şöyle bir ses duydu"

Bu ifade etkenden edilgen biçimde kullanılıyor. Yüce Çağrıcıya saygı, O'na hürmet ve tazim için ifade böyle tersine çevriliyor.

“Gerek ateşin yanındakiler ve gerekse çevresinde bulunanlar kutsanmıştır” Ateşin yanında kim vardı? Bu ateş en sağlıklı görüşe göre yaktığımız ateşten değildi. Bu, kaynağı yüceler âleminden gelen bir ateşti. Büyük hidayeti göstermek için Allah'ın melekleri tarafından yakılmış bir ateşti. Ve bildiğimiz ateş gibi görünmüştü. Bu tertemiz ruhlar o ateşin içinde bulunuyorlardı. Onun içindir ki, çağrıda şöyle denilmiştir "Ateşin yanındakiler ve gerekse ateşin içindekiler kutsanmıştır" Böylece ateşte bulunan ve onun çevresinde bulunanlardan biri de Hz. Musa idi. Bütün bir varlık bu yüce bağışı kabullenmişti. Varlık âleminde ki dünyanın bu bölgesi, yüce Allah'ın orada tecelli etmesiyle kutsal ve bereketli olmuş ve öyle de devam etmiştir. Bu, orası için büyük bir rahmet kaynağı olmuştu.

Bütün bir varlık, çağrının ve kurtuluşun geri kalan kısmını şöyle tescil etmiştir "Tüm varlıkların Rabb'ı olan Allah her türlü noksanlıklardan münezzehtir." "Ya Musa kesin olarak bil ki Ben, üstün iradeli ve her işi yerinde olan Allah'ım."

Allah kendisini tenzih ederek âlemlerin Rabb'i olduğunu ilan ediyor. Seslendiği kuluna, kendisinin üstün ve hikmet sahibi olduğunu açıklıyor. Ve bütün insanlık Hz. Musa'nın -selâm üzerin olsun- şahsında bu şerefli ve parlak ufuklara yükseliyor. Ve Hz. Musa gördüğü ateşin yanında yüce mesajı buluyor. Ne var ki, bu mesaj dehşet verici büyüklükte bir mesajdır. Ayrıca kendisini soğuktan koruyacak ateşi de buluyor. İnsanlığı doğru yola ileten meşale olan ateş...

Bu hitab, Hz. Musa'nın peygamber seçilmesi ve o zamandaki yeryüzünün en büyük azgınlarına karşı ilahi mesajı yüklenmekle görevlendirilmesi içindi. Bu nedenle Rabb'i Hz. Musa'yı peygamberliğe hazırlıyor, donatıyor ve onu dayanıklı hale getiriyor.


10- “Elindeki değneği yere at.” Musa yere düşen değneğin yılan gibi kıvrılıp yürüdüğünü görünce geriye döndü ve arkasına bakmadan kaçmaya başladı. Bu sırada şöyle bir ses duydu "Ya Musa korkma! Çünkü Peygamberler benim huzurumdayken korkuya kapılmazlar. "


Burada Yahudilerin Firavunun zulmünden kurtuluşu "Taha Suresi"nde olduğu gibi uzun uzadıya anlatılmayıp özet şeklinde veriliyor.

Çünkü burada ibret alınması gereken nokta, yüce Allah'ın Hz. Musa'ya hitabı ve onu peygamberlikte görevlendirmesidir.

"Musa yere düşen değneğin yılan gibi kıvrılıp yürüdüğünü görünce geriye döndü ve arkasına bakmadan kaçmaya başladı."

Hz. Musa emredildiği şekilde "Asasını attığında" birden onun harekete geçtiğini ve sürünmeye başladığını gördü. Onun bu hareketi, yılanların hızlı hareket eden küçük türlerinden "conn" diye bilinenlerin hareketini andırıyordu. Bu sırada Hz. Musa'nın heyecanlı tepkisel karakteri devreye girdi. Ansızın onu hiç akla gelmeyecek bir korku yakaladı ve geri dönmeyi düşünmeksizin yılandan kaçarak uzaklaşmaya başladı. Bu hareket, aşırı heyecanlı karaktere sahip olan insanların böyle ani korku hallerinde nasıl bir dehşete kapıldıklarını ortaya koyuyor.

Sonra Hz. Musa'ya güven verici, yüce bir çağrı ile sesleniliyor. Taşıyacağı yükümlülüğün içeriği de kendisine açıklanıyor.

(Bu sırada şöyle bir ses duydu) "Ya Musa korkma! Çünkü peygamberler benim huzurumdayken korkuya kapılmazlar."

Korkma! Sen peygamberlikle görevlendirildin. Peygamberler, Rabb'lerinin huzurunda bu görevleri alırken korkmaz.


11- Yalnız zalimlerin durumu başka. Fakat eğer böyleleri kötülük yaptıktan sonra tutumlarını değiştirip iyilik yapmaya koyulurlarsa, hiç kuşkusuz Ben affedici ve merhametliyim.

12- Elini yenine sok: Dışarı çıkardığında, hiçbir hastalık belirtisi olmaksızın, ak bir parıltı saçacaktır. Bu olağanüstülükler, Firavun ile soydaşlarına göstereceğin dokuz mucizenin ikisidir. Onlar kesinlikle yoldan çıkmış bir toplumdu.


“Ancak zulmedenler korkarlar. Bu böyle. Yapmış oldukları kötü amelleri terk ettikten sonra iyi amellere yönelenler, işledikleri zulümleri terk edip adalete sarılanlar, içinde bulundukları şirkten kurtulup iman edenler, kötülüğü bırakıp iyiliğe yapışanlar, bunun dışındadır. Benim rahmetim geniştir ve bağışlamam da boldur.”

İşte şimdi Hz. Musa ikna oldu ve kalbi yatıştı. Peygamberliğin ve sorumlulukların mahiyeti kendisine açıklanmadan önce Rabb'i onu ikinci bir mucize ile donatıyor.

Öyle de oldu Hz. Musa elini elbisesinin açık yerine -yani yenine- soktu. Elini bembeyaz ve parlak olarak çıkardı. Bu bir hastalık eseri değil, mucizeydi. Rabb'i Hz. Musa'ya iki örneğini gösterdiği mucizelerin dokuz tane olduğunu ve bunların kendisini destekleyeceğini bildiriyordu.

Burada "A'raf suresinde açıklanan dokuz mucizenin tümü sayılmıyor. Bunlar kuraklık yılları, meyvelerin azalması, tufan, çekirge, tahıl güvesi, kurbağa ve kandır. Çünkü burada amaç, mucizelerin gücüne dikkat etmektir, yoksa mahiyetlerinin ne olduğuna değil. Ayetler, apaçık olmasına rağmen o toplumun bu mucizeleri inkâra kalkışmaları üzerinde yoğunlaşmaktadır.


13- Mucizelerimiz onların gözleri önüne serilince "Bu apaçık bir büyüdür" dediler.

14- Vicdanların kesinlikle doğru kabul ettiği bu mucizeleri gerçeği çiğneyerek ve küstahça burun kıvırarak inkâr ettiler. Gör bakalım, o bozguncuların sonu nice oldu?


Çok sayıdaki bu mucizeler apaçık gerçeği ortaya koymaktadır ki, gözü olan herkes onları görebilsin. Bu ayetlerin bizzat kendileri de aydınlatıcı, görmeyi sağlayıcı olarak nitelendirilmektedir. Bu mucizeler insanlara gerçeği gösteriyor ve onları doğru yola iletiyor. Buna rağmen onlar "Bunlar apaçık bir büyüdür" dediler. Böyle söylemeleri, bu kanaatte olduklarından veya birtakım şüpheleri bulunduğundan dolayı değildi. Böyle demelerinin başlıca nedeni, haksızlığı ve böbürlenmeyi esas aldıkları içindi. "Gerçeği çiğneyerek ve küstahça burun kıvırarak." Hâlbuki onlar, bu mucizelerin şüphe götürmeyen gerçeğin kendisi olduğuna gönülden ve kesin biçimde inanmışlardı."Vicdanlarının kesinlikle doğru kabul ettiği bu mucizeleri" büyüklük taslamalarından ve inkâr etmelerinden dolayı böyle dediler. Çünkü onlar iman etmeyi istemiyorlar, delil de istemiyorlar. Zira gerçeğe karşı üstünlük taslıyorlar. Bu basitçe üstünlük taslayışlarıyla, hem gerçeğe, hem de kendilerine zulmetmiş oluyorlardı.

Kureyş'in ileri gelenlerinin de Kur'an'a karşı tavırları böyle idi. Bu Kitab'ın gerçek olduğunu bildikleri halde onu inkâr ediyorlardı. Peygamberimizin kendilerini bir olan Allah'a çağrısını inkâr ediyorlardı. Çünkü onlar inançlarına ve dinlerine bağlı kalmayı istiyorlardı. Zira onlar bu dinlerine ve inançlarına bağlanmaları ile önemli bir konuma geliyor ve bundan büyük kazançlar elde ediyorlardı. Onların bu konumları ve gelirleri bu saçma inançlara dayanıyordu. Onlar, İslam çağrısının bu saçma inançlara karşı önemli bir tehlike oluşturduğunu ayakları altındaki kumların kaymasına sebep olacağını ve vicdanları titrettiğini biliyorlardı. Apaçık gerçeğin balyozları puslu batılın beynine ineceğini de biliyorlardı.

İnkârcılar gerçeği bilmediklerinden dolayı değil, tam tersine onu çok iyi bildikleri için kabul etmiyorlardı. Özellikle onlar gerçeğe içlerinden kesin inandıkları halde onu inkâr ediyorlardı. Çünkü onlar, gerçeğin konumlarına, çıkarların ve gelirlerine karşı bir tehlike oluşturduğunu görüyorlardı. İşte bu nedenle bu apaçık gerçeğin karşısına dikilip duruyorlardı. "Gör bakalım, o bozguncuların sonu nice oldu?"

Firavun ve milletinin akıbeti ortadadır. Kur'an onların sonlarını başka yerlerde açıklamaktadır. Burada bu konuya kısaca değiniliyor. Gerçeği inkâr eden ve ona karşı dikilen, öğütlere kulak asmayanların dikkatleri Firavun ve milletinin akıbeti üzerine çekiliyor. Belki bu yolla daha önceki bozguncuları yakalayan ceza, kendilerini de yakalamadan uyanırlar.

Bu ayetlerden sonra Allah kıssayı değiştiriyor.

Bu surede Hz. Süleyman'ın -selâm üzerine olsun- hikâyesi diğer surelere oranla daha geniş ve kapsamlıca yer verilmiştir. Burada kıssa, Hz. Süleyman'ın hayatının yalnız bir bölümünü, Hüdhüd ile Kraliçe Belkıs arasında geçen bölümünü kapsıyor. Ayetlerin akışına uygun olarak Hz. Süleyman'ın kendisine kuşdilinin öğretilmesini, her şeyin emrine verilmesini ve tüm·bu nimetler karşılığında Allah'a nasıl şükrettiğini insanlara açıklayarak hikâyeye giriş yapılıyor. Ardından cinlerin, insanların ve kuşların oluşturduğu topluluğun sahnesi yer alıyor. Karıncanın da kendi hem cinslerini, bu kervana karşı uyarması anlatılıyor. Hz. Süleyman'ın karıncanın sözünü anlayarak Rabb'inin nimetine karşı şükürde bulunması açıklanıyor. Kendisine bahşedilen bu nimetin bir imtihan olduğunu anlaması ve Rabb'inden bu sınavdan başarıyla ve şükrederek çıkabilmeyi istemesi anlatılıyor.

Bu kıssaların surede özet şekilde verilmesi ile surenin Kur'an'dan söz ederek haşlaması arasında bir ilişki vardır. Aynı şekilde bu Kur'an'ın İsrailoğulları'nın ayrılığa düştüğü konuların çoğunu ele alıp çözüme kavuşturduğu hükümleriyle, İsrailoğulları'nın tarihinde önemli dönemleri oluşturan Hz. Musa, Hz. Davud ve Hz. Süleyman kıssaları arasında da bir ilgi bulunmaktadır.

Bu bölüm ve girişlerin surenin konusu ile ilgisi ise, surenin ve bu bölümün değişik yerlerinde ortaya çıkmaktadır.

Daha önce surenin başlarında belirttiğimiz gibi, surenin atmosferi ve çağrışımları ilim üzerinde yoğunlaşıyor. Nitekim Hz. Davud ve Hz. Süleyman kıssasında da ilk olarak buna işaret ediliyor. "Biz Davud ve Süleyman'a izin verdik." Hz. Süleyman, Allah'ın kendisine vermiş olduğu nimetleri dile getirirken öncelikle Allah'ın kendisine kuşdilini öğrettiğini dile getiriyor. "Ey insanlar, bize kuşdili öğretildi" Hudhud kuşu da bir ara hangi nedenle kaybolduğunu izah ederken mazeretine şöyle başlıyor. "Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim, sana Sebe'den çok önemli doğru bir haber getirdim." Yine bu kıssada Kitap'tan bir bilgiye sahip olan kimsenin göz açıp kapayıncaya kadar Sebe kraliçesinin tahtını getirmesi ilimle ilintili olarak sunuluyor.

Surenin yüce Allah'ın apaçık bir mektubu, Kitab'ı olan Kur'an'dan söz ederek başlaması ve onların bu yüce mektubu yalanlamaya kalkmaları ile kıssadaki Hz. Süleyman'ın mektubuna karşı Kraliçe Belkıs'ın tutumu arasında bir ilgi kurulmaktadır. Kraliçe Belkıs, Hz. Süleyman'ın emrine verilen güçleri, insanların, cinlerin ve kuşların onun hizmetine verildiğini gördüğünde çok geçmeden, hem kendisi, hem de toplumu teslim olduğu halde müşrikler Hz. Süleyman'a bu güçleri bahşeden, kullarının çok üstünde bir güce sahip olan ve yüce tahtın sahibi bulunan Allah'a teslim olmaya yanaşmadıklarına dikkat çekilmektedir.

Surede Allah'ı, kullarına verdiği nimetleri, evrene serpiştirdiği ayetleri ve insanı yeryüzünde halife kıldığı halkı, Allah'ın ayetlerini inkâr edip bu nimetlere karşı şükretmediği sergileniyor. Kıssada Allah'ın kendisine verdiği nimetle şımarmayan, kuvvetine güvenip azmayan, sürekli verilen nimetlere şükreden bir insan örneği yer almaktadır... Böylece görülüyor ki, surenin konusu ile kıssanın değindiği meseleler ve durumlar arasında pek çok ve apaçık uygunluklar vardır.

Hz. Süleyman'ın Sebe Kraliçesi ile ilgili kıssası aynı zamanda edebi ifade biçiminin bütün şartlarını taşıyan en güzel örnektir. Bu kıssa hareketler, duygular ve tablolarla dolu bir kıssadır.

5 Aralık 2012 Çarşamba

Neml Suresi 1-5 Âyetleri S. Kutub Tefsiri


1- Ta sin, bunlar Kur'an'ın, açık anlamlı kitabın ayetleridir.


"Ta sin" Bu hece harfleri surenin ve Kur'an'ın bütününü oluşturan ana malzemeye dikkat çekmek içindir. Bu harfler, Arapça konuşan herkesin eli altındadır. Onca meydan okuyuşa ve delillerin hepsinin çürütülmesine rağmen onlar, bu malzemeden Kur'an gibi bir Kitap meydana getirmekten aciz kalıyorlar.

Bu noktaya dikkat çekildikten sonra hemen Kur'an'dan söz ediliyor. "Bunlar Kur'an'ın açık anlamlı kitabın ayetleridir."

Burada sözü edilen kitap, Kur'an'ın kendisidir. Öyle anlaşılıyor ki, Kur'an'ın bu sıfatla anılması, müşriklerin Allah'ın kitabına karşı tutumları ile Sebe kraliçesi ve milletinin Allah'ın kullarından biri olan Hz. Süleyman'ın gönderdiği mektubu karşılamaları hakkında gizli bir karşılaştırma yapmak içindir:

Sonra Kur'an'ı şu şekilde tanıtıyor:


2- Bu ayetler mü'minler için doğru yol kılavuzu ve müjde içeriklidirler.


Bu söz, "Kur'an'da mü'minlere müjde ve hidayet vardır" denilmesinden daha etkilidir. Çünkü bu şekildeki Kur'an ifadesi, Kur'an'ın özünün ve temel esprisinin mü'minler için müjde ve hidayet kaynağı olduğunu gösteriyor. Kur'an her dar geçitte ve her çetrefilli yolda mü'minlere kılavuzluk yapıyor. Bunun yanında onları hem dünya, hem ahiret hayatında mutluluğa kavuşturuyor.

Müjde ve hidayetin mü'minlere özgü kılınmasında büyük ve derin bir gerçek vardır. Çünkü Kur'an teorik bir bilim kitabı olmadığı gibi onu okuyan herkesin kendisinden faydalanıp sadece bilgisini derinleştirdiği bir uygulama kitabı da değildir. Kur'an, her şeyden önce kalbe hitap eden bir kitaptır, ışığını ve kokusunu kendisini iman ve kesin inançla karşılayan açık kalplere doldurur. Kişinin kalbi imanla dolduğu oranda Kur'an'ın tatlılığından zevk alışı da artar. Katılaşmış ve koflaşmış yüreklerin anlayamadığı, kavrayamadığı manaları, yönlendirmeleri anlamaya başlar. Kur'an'ın ışığı ile sapık kimselerin ulaşamayacağı gerçeklere ulaşır. O'nun sohbetinden, duyguları körelmiş okuyucuların istifade edemediği şeyleri öğrenir. İnsan çok kere ayetleri bilinçsizce ve aceleci olarak okur, fakât bu ona bir fayda sağlamaz. Bazen de gönlünde bir ışık parlar ve düşünemediği dünyalar ona açılır. Bu onun hayatında mucizevî bir etki yapar. Hayatının programını başka bir programla, yolunu başka bir yolla değiştirir.

Bu Kur'an'ın içerdiği tüm ahlaki ilkeler, yasalar ve düzenlemeler her şeyden önce iman üzerine kuruludur. Allah'a iman etmeyen, bu Kur'an'ı Allah tarafından gönderilen bir vahiy olarak kabul etmeyen, orada yer alan her şeyin Allah'ın gerçekleşmesini istediği şeylerin bir yansıması olduğuna teslim olmayan ve bu şekilde iman etmeyen bir kalp, Kur'an ile gereği gibi yolunu düzeltemez, onda yer alan müjdeleri gereği gibi algılayamaz.

Kur'an'da doğru yol, irfan, hareket ve yönlendirme ile ilgili büyük hazineler vardır. İman bu hazinelerin anahtarıdır. Kur'an'ın hazineleri ancak iman anahtarı ile açılabilir.

Gerçekten iman edenler, bu Kuran'la mucizeler meydan getirdiler. Kur'an, nağme yaparak okunan bir kitap haline geldiğinde bu nağmeler sadece kulaklara ulaşır oldu. Artık kulakları geçip kalplere ulaşmaz hale geldi. Bu durumda Kur'an bir eylem meydana getirmeyen ve kimsenin istifade edemediği nağmeler yığını oldu. Çünkü artık anahtarı olmayan bir hazineye dönüşmüştü:

Ayetler, Kur'an'ı müjde ve hidayet kitabı olarak gören mü'minlerin özelliklerinden bahsediyor.


3- Onlar namaz kılarlar, zekâtı verirler ve ahirete kesinlikle inanırlar.


Namazı kılarlar! Onu gerçekten kılmaları gerektiği biçimde kılarlar. Kalpleri, Allah'ın huzurunda durduklarını hisseder. Duygular aydınlık ufuklara doğru yükselir. Zihinleri Allah'ın yüce huzurun da O'na yönelme, niyazda bulunma ve kurtuluş dileme ile meşguldür.

"Zekâtı verirler" İç dünyalarını, cimriliğin rezilliğinden arındırırlar. Ruhlarını mala olan tutkunluktan kurtarıp erdemli kılarlar. Yüce Allah'ın kendilerine verdiklerinin bir kısmı ile, O'nun rızası için kardeşlerine iyilikte bulunurlar. Üyesi bulundukları Müslüman toplumun hakkını ödemeye çalışırlar "ahirete kesin biçimde inanırlar" Bu sebeple ahirette hesap verme düşüncesi onların zihinlerini diri tutar. Onların azgın ihtiraslarını firenler. Onların ruhlarını, Allah'tan sakınma, O'nun cezasından korkma, O'nun huzurunda isyankâr bir konuma düşmekten utanma duyguları ile doldurur.

Allah'ı zikreden, O'nun emirlerini yerine getiren, O'nun hesaba çekişinden ve azabından sakınan, rızasını ve sevabını arzulayan mü'minler... İşte bu mü'minlerin kalpleri Kur'an'a açılır. Kur'an onlara müjdeleyici ve doğruluk rehberi olur. Bir de bakarsın ki, Kur'an onların ruhlarında bir meşaleye, kanlarında bir canlılığa, hayatlarında bir harekete dönüşmüştür.

Kur'an, ahiretten bahsederken bu gerçek üzerine duruyor ve onu pekiştiriyor. Bunu, ona inanmayanlara karşı bir korku ve tehdit unsuru olarak kullanıyor. Onlar dehşet verici sonlarıyla karşılaşıncaya kadar sapıklıklarında debelenip duruyorlar.


4- Ahirete inanmayanlara gelince onlara yaptıkları kötü işleri güzel gösteririz de sapıklıkları içinde bilinçsizce debelenirler.

5- Onlar azapların en kötüsüne çarpılacaklardır ve yine onlar ahirette en ağır zarara uğrayanlar olacaklardır.


Ahirete iman ihtirasları ve şehevi istekleri frenleyen bir dizgin niteliğindedir. Dünya hayatında orta yolu ve ölçülü olmayı garanti eder. Ahirete inanmayan kimse ise, nefsinin şehevi isteklerine veya ihtiraslarına karşı koyamaz. O nimetlerden yararlanması için kendisine verilen biricik fırsatın bu gezegen üzerindeki hayatla sınırlı olduğunu zanneder. Bu dünya hayatı ne kadar uzun bir ömür olsa da yine kısadır. Bu dünya hayatı insanın özlem duyduğu beklentilerin şekillendiği bir şeye cevap veremeyecek kadar kısadır. Sonra eğer insan Allah'ın huzurunda hesap vermeyi düşünüyor, şahitlerin konuşturulacağı bir mükâfat ve ceza gününü beklemiyorsa, kabaran şehevi arzularını ve ihtiraslarını tatmin etmesine, zevklerine ve isteklerine engel olmasına ne sağlayabilir?

Bu nedenle ahirete inanmayan insan için bütün ihtirasları ve zevkleri yaşamak güzeldir. Bu arzu ve zevklere, takva veya hayâ gibi hiç bir engelle karşılaşmadan dalar. Nefis yaradılış gereği zevk aldığı şeyleri sever; onları hoş ve güzel görür. Allah'ın ayetleri ve mesajları (risalet) ile bu fani dünyadan sonra başka bir dünyanın olacağına inanmadığı sürece olayları böyle değerlendirecektir. Başka bir hayata inandığı andan itibaren artık nefis başka eylemlerden ve arzulardan zevk almaya başlar. Bunların yanında midelerin ve bedensel zevklerin tamamı değersizleşip basitleşir.

Yüce Allah insanın nefsini bu şekilde yaratmıştır. İnsan gönlünü doğru yol işaretlerine açtığında hidayeti bulabilecek, anlama yeteneğini hidayet ışıklarına kapadığı zamanda körelebilecek şekilde yaratmıştır. Allah'ın iradesi ve dilemesi hem doğru yolu bulma hem de ona karşı körleşme halinde geçerlidir. Bu irade, insan nefsinin yaratıldığı yasaya uygun biçimde gerçekleşir.

Bu nedenle yüce Allah ahirete inanmayanlardan şöyle bahsediyor: "Onlara yaptıkları kötü işleri güzel gösteririz de sapıklıkları içinde bilinçsizce debelenirler." Onlar ahirete inanmadıkları için Allah'ın yasası da yaptıkları işlerin arzu ve isteklerinin onlara süslü ve iyi gösterilmesi şekliyle gerçekleşmiştir. Burada süslü göstermekten amaç da budur. Onlar körü körüne giderler. Ondaki iyiliği ve kötülüğü görmezler. Ya da şaşırmışlardır. Bu konuda doğruya ulaşamazlar.

Kötülüğün ve fesadın kendisine güzel gösterilmesinin akıbeti bellidir. "Onlar azapların en kötüsüne çarpılacaklardır ve yine onlar ahirette en ağır zarara uğrayanlar olacaklardır." İster dünyada, ister ahirette olsun azabın en şiddetlisi onları bulacaktır. ahirete ise onlar mutlak hüsrana uğrayacaklardır.

Kötü işler çevirmenin uygun bir cezası olarak onlar böyle hüsrana uğrayacaklardır.

Surenin giriş kısmı, Hz. Peygambere bu Kur'an'ın gönderildiği ilahi kaynağın sağlamlığı pekiştirilerek sona eriyor.

4 Aralık 2012 Salı

Neml Suresi M. Esed Meali (Giriş bölümü Mevdudi'ye aittir.)


Nüzul zamanı: Surenin konu ve üslubu Mekke döneminin ortalarında inen surelere çok benzer. Bu benzerlik bazı rivayetlerle de desteklenmektedir. İbn Abbas ve Cabir bin Zeyd'e göre söz konusu surelerden önce Şuara, sonra Neml, ondan sonra da Kasas Suresi indirilmiştir.

Ana fikir ve konular: Bu sure iki bölümden meydana gelir. Birinci bölüm baştan 58. ayetin sonuna kadar devam eder. İkinci bölüm ise 59. ayetle başlayarak son ayetle son bulur.

Birinci bölümün ana fikri şudur: Yalnız Kur'an'ın getirdiği gerçekleri kâinat konusunda temel hakikatler olarak kabul eden ve hayatını bu gerçeklere itaat ve teslimiyet içerisinde sürdüren kimseler bu Kitap'ın hidayetinden faydalanabilir ve dolayısıyla vaat edilen mükâfatlara layık olabilir. Ne var ki, böyle bir hayatı sürdürmenin en büyük engeli ahireti inkâr etmektir. Çünkü bu inançsızlık kişiyi sorumsuz, bencil ve dünya hayatına aşırı derecede bağlı duruma getirir. Böyle bir kimsenin Allah'a teslim olabilmesi, hırs ve arzularını sınırlama yoluna gidebilmesi mümkün değildir.

Bu girişten sonra ortaya üç insan tipi konulur. Birinci tipin özellikleri Firavun, Semud kavminin ileri gelenleri ve Lut kavminin soyluları ile karakterize edilmektedir. Sayılanların tümü ahiret sorumluluğuna aldırmayan ve bunun sonucu olarak da dünyaya kul olmuş kişilerdir. Bu insanlar mucizeleri gördükten sonra inanmamakta direnmişlerdi. Dahası iyiliğe ve salih olmaya çağıranların aleyhlerine dönmüş ve onlara düşman kesilmişlerdi. Aklı başında her insanın nefretle karşıladığı çirkin davranışlarını ısrarla sürdürmüşler, kendilerini helak eden Allah'ın azabı gelip kapıya dayandığında bile uyarılara kulak vermemişlerdi.

İkinci tip Hz. Süleyman'ın (a.s) kişiliğinde sergilenir. Allah Hz. Süleyman'a (a.s) Mekkeli kâfirlerin ileri gelenlerinin hayal bile edemeyeceği bir derecede zenginlik, mülk ve ihtişam bağışlamıştı. Ne var ki, Allah önündeki sorumluluk bilincinden ve sahip olduğu her şeyin yalnızca Allah'ın bir lûtfu olduğu duygusunu taşıdığından tam bir teslimiyet içinde olmuş ve kendini beğenmişlik onun kişiliğini lekelememişti.

Üçüncüsü ise Sebe melikesinin karakterize ettiği tiptir. Sebe melikesi Arabistan tarihinin en zengin ve ünlü insanlarını yönetmiştir. Bir insanı kibir ve gurura sevk edecek her türlü imkâna sahipti. Kureyş'in sahip olduğu mal-mülkten çok daha fazla bir zenginliğe sahipti. Gene de "şirk" içinde olduğunu kabul ve itiraf etti. "Şirk", onun sadece atalarının hayat tarzı olmakla kalmıyor, ayrıca bir idareci olarak durumunu sürdürebilmek için takip etmek zorunda olduğu bir hayat biçimiydi de. Bundan dolayı "şirk"i terk etmesi ve "tevhid" yolunu benimsemesi sıradan bir müşrikin kabulünden daha güçtü. Buna rağmen gerçek apaçık ortaya çıkınca, hiçbir şey onu kabulden alıkoymadı. Aslında onun sapıklığı tutku ve arzularına kul olmaktan değil, müşrik bir çevrede doğup yetişmesinden ileri geliyordu. Yine de vicdanı Allah önünde sorumluluk duygusundan yoksun değildi.

İkinci bölümün hemen başlarında evrenin çok açık, gözle görülebilen bazı gerçeklerine dikkat çekilmiş ve Mekke kâfirlerine ardı ardına şu anlamda sorular yöneltilmiştir: "Bu gerçekler, halen sizin takip etmekte olduğunuz "şirk" inancını mı, yoksa Kur'an'ın sizi davet ettiği "tevhid" gerçeğini mi doğruluyor?" Bundan sonra kâfirlerin asıl şu gerçek hastalığına işaret edilerek şöyle denilmektedir: "Gözleri kör eden ve her türlü apaçık gerçeğe karşı onları taş gibi duygusuz hale getiren ahireti inkâr etmeleridir. Bu inkârları onlara hayatın her konu ve meselesini önemsiz ve gayri ciddi kılmaktadır. Onlara göre her şey bütünüyle yok olacağına, hayattaki tüm çabalar sonuçsuz kalacağına, bütün gayeler, hedefler anlamsız olacağına göre, hak ve bâtıl eşittir ve birbirine benzer şeylerdir. Hayat mücadelesi tümüyle gayesiz ve varacağı bir hedef yoktur. Böyle olunca, kişinin hayat sistemini hak veya bâtıl temeller üzerine dayandırma meselesi tümüyle önemini yitiriyor.

Yukarıda ana hatlarıyla belirttiğimiz bu bölüm Hz. Peygamber (s.a) ve Müslümanları, asi ve imansız kimseleri "tevhid"e davet etmekten caydırma amacı gütmüyor. İşin doğrusu bu bölümde güdülen amaç onları uyuşukluk ve uykudan uyandırmaktır. Bu nedenle 67-93. ayetleri arasında insanlarda ahiret duygusunu oluşturmak, onları inançsızlığın sonuçları konusunda uyarmak ve onları ahireti gözleriyle görüyormuşçasına inandırmak için belli şeyler tekrar tekrar vurgulanmıştır.

Sonuç olarak Kur'an'ın gerçek daveti, yani yalnız tek bir ilâha kul olma çağrısı kısa fakat mucizevî bir şekilde sunulmaktadır. Bunu kabul etmenin kendi yararlarına, reddetmenin de kendi zararlarına olacağı hususunda insanlar uyarılmıştır. Kabul ve teslimiyetten başka bir seçenek bırakmayan Allah'ın ayetlerini görünceye kadar imanlarını ertelemeleri durumunda -ki o zaman kıyamet gelip çatmış demektir- artık inanmalarının bir yararı olmayacağı unutulmamalıdır.

1. Tâ-Sîn. Bunlar Kur’an'ın, özünde açık olan ve gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koyan ilahî kitabın mesajlarıdır:

2. O kitap ki, inananlar için bir yol gösterici ve bir müjdedir;

3. o inananlar ki, salâtta devamlı ve duyarlıdırlar, arınmak için verirler ve ahirete de yürekten inanırlar!

4. Ahirete inanmayanlara gelince, onlara yapıp-ettiklerini güzel göstermişizdir; bu yüzden, körcesine bocalayıp durmaktadırlar.

5. Azabın en kötüsüne uğrayacak olanlar işte böyleleridir; ahirette en büyük kayba uğrayacak olanlar da böyleleri..!

6. Fakat [sana gelince, ey inanan kişi,] sen bu Kur’an'ı her şeyin aslını bilen (ve dolayısıyla) her konuda doğru hüküm ve hikmetle edip-eyleyen (Allah) katından almaktasın.


7. Hani, [çölde yolunu kaybeden] Musa ailesine: “[Uzakta] bir ateş görüyorum; size oradan [tutacağımız yol hakkında] belki bir haber getiririm, yahut ısınmanız için biraz közlenmiş odun getiririm” demişti.

8. Fakat oraya varınca, o'na şöyle seslenildi: “Bu ateşin [erişme alanı] içinde olan herkes ve çevresindeki herkes kutlu kılınmıştır! Sınırsız kudretiyle yüceler yücesidir Allah, âlemlerin Rabbi!”

9. [Ve Allah Musa'ya:] “Ey Musa!” [dedi,] “Her zaman doğru hüküm ve hikmetle edip-eyleyen O yüceler yücesi Allah Benim!”

10-11. “Şimdi asânı yere bırak!” Fakat [Musa] asâsının yılan gibi hızla hareket ettiğini görünce [korkuyla] arkasına bakmadan dönüp kaçtı. “Ey Musa, korkma!” [dedi, Allah,] “Çünkü Benim Katımda mesaj taşıyıcılar için korku yok! Bir haksızlık yapıp da sonra kötülüğü iyiliğe çeviren kimse için de (korku yok)! Çünkü, çok acıyıp-esirgeyen gerçek bağışlayıcı Benim, Ben!”

12. “Şimdi elini koynuna sok; her türlü lekeden arınmış olarak bembeyaz, ışıl ışıl çıkacaktır!” “[Ve şimdi de] dokuz mesaj[ımız]la Firavun ve onun toplumuna [git]; çünkü onlar gerçekten yoldan çıkmış bir toplum haline geldiler!”


13. Fakat onlara gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koyan mesajlarımız gelince: “Bu apaçık bir büyü!” dediler;

14. ve zihnen onların doğruluğuna kanî oldukları halde, sırf zulmü kendilerine yol edinmiş olmalarından ve kendilerini büyüklük duygusuna kaptırmış olmalarından ötürü mesajlarımıza karşı çıktılar; bak işte bozguncuların sonu nasıl oldu!


15. Ve gerçek şu ki, Biz Davud'a da, Süleyman'a da ilim verdik; bunun için, o'nların ikisi de “Bütün övgüler, bizi inanan kullarının birçoğundan üstün kılan Allah'a aittir!” derlerdi.

16. Ve [bu bakımdan] Süleyman Davud'un [gerçek] varisi idi; öyle ki, o şöyle derdi: “Ey insanlar! Bize kuşların dili öğretildi; [güzel ve iyi] şeylerin hepsinden [cömertçe] bahşedildi; bu [bize Allah'ın] apaçık bir lütfudur!”


17. İşte [bir gün] görünmeyen varlıklardan, insanlardan ve kuşlardan oluşan ordusu Süleyman'ın önünde bir araya getirilmiş ve sonra düzenli sıralar halinde yola çıkarılmıştı;

18. (Nitekim) karınca[larla dolu bir] vadiye geldiklerinde, karıncalardan biri: “Ey karıncalar!” diye bağırdı, “Hemen yuvalarınıza girin ki Süleyman ve ordusu, farkında olmadan sizi ezip geçmesin!”

19. [Süleyman temsildeki karıncanın] bu sözüne neşeyle güldü ve “Ey Rabbim!” dedi, “İçimde öyle düşünceler uyandır ki, bana ve ana-babama bahşettiğin nimetler için sana hep şükreden biri olayım; ve hep Senin hoşnut olacağın dürüst ve erdemli işler yapıyor olayım; ve beni, rahmetinle, dürüst ve erdemli kulların arasına sok!”


20. Ve [bir gün] kuşlar arasında göz gezdirirken: “Hüthütü niçin göremiyorum?” dedi, “Yoksa kayıplara mı karıştı?

21. [Eğer böyleyse,] karşıma inandırıcı bir mazeretle çıkmadığı takdirde, onu ya şiddetli bir cezayla cezalandıracağım ya da boynunu uçuracağım!”

22. Fakat hüthüt çok sürmeden çıkageldi ve: “Ben senin henüz bilmediğin bir şeyi öğrendim ve sana Sebe hakkında doğru bir haber getirdim” dedi.

23. “Oranın halkına bir kadının hükmettiğini gördüm; (öyle bir kadın ki,) kendisine [iyi ve güzel] şeylerin hepsinden [cömertçe] verilmiş; güçlü de bir yönetimi var.

24. (Ne var ki,) onu da, halkını da, Allah'ı bırakıp güneşe tapındıklarını gördüm; Şeytan onlara bu yaptıklarını güzel ve iyi gösterip kendilerini Allah'ın yolundan çevirmiş ve onlar da bu yüzden doğru yolu bulamıyorlar:

25-26. Allah'ın huzurunda yere kapanmaktan kaçınmaları gerek[tiğine inanıyorlar]; (oysa, fark etmiş olmaları gerekirdi ki) göklerde ve yerde saklı olan ne varsa ortaya çıkaran; gizli tuttuğunuzu da, açığa vurduğunuzu da bütün gerçeğiyle bilen O'dur;  (Ve) en yüce hükümranlığın, arşın Sahibi olan Allah'tan başka tanrı yoktur.

27. [Süleyman]: “Doğru mu söylüyorsun, yoksa yalancılardan biri misin, bunu göreceğiz!” dedi,

28. “Al bu mektubumu onlara götür; sonra bir kenara çekilip onları kendi hallerine bırak ve bak bakalım, nasıl bir sonuca varacaklar”.

29. [Sebe Melikesi Süleyman'ın mektubunu alınca,] “Siz ey soylular!” dedi, “Bana çok önemli bir mektup gönderildi.

30. Mektup Süleyman'dan geliyor ve çok acıyıp esirgeyen sınırsız rahmet sahibi Allah adına yazılmış.

31. [Mektupta Allah şöyle diyor:] “Sakın Bana karşı büyüklük taslamayın; kendi isteğinizle boyun eğerek Bana gelin!”

32. “Siz ey soylular!” diye ekledi, “Yüz yüze geldiğim bu meselede görüşünüz nedir, bana söyleyin; siz görüşlerinizi bana açıklamadan benim [kesin] bir karara varmam mümkün değil”.

33. (Seçkinler:) “Güçlü olduğumuza ve savaşta yıldırıcı bir cesaret ve maharet sahibi olduğumuza (güven), emir senindir; öyleyse artık vereceğin emri sen düşün” diye cevap verdiler.

34-35. (Melike:) “Gerçek şu ki, krallar bir ülkeye girdiklerinde orayı târümâr ederler; oranın soylu ve onurlu insanlarını aşağılarlar. İstilacıların davranış tarzı [her zaman] böyledir. Bunun içindir ki, bu [mektup sahiplerine] bir hediye gönderecek ve elçilerin nasıl bir tepkiyle döneceklerini bekleyeceğim.”

36. [Sebe Melikesi'nin elçileri] Süleyman'a geldiklerinde [Süleyman:] “Benim servetime servet mi katmak istiyorsunuz? Oysa, Allah'ın bana bahşettiği şey size bahşettiği her şeyden çok daha hayırlıdır! Öyleyse, sizin bu hediyeniz [ancak] sizi[n gibi insanları] sevindirir.

37. “[Şimdi seni gönderenlere] dön! Çünkü, [Allah diyor ki:] Şüphesiz, karşı duramayacakları güçlerle onların üzerine yürüyecek ve onları, küçük düşürülmüş olarak [o ülkeden] mutlaka çıkaracağız!”


38. [Olayların gidişi içinde Süleyman Sebe Melikesi'nin kendisine geleceğini öğrenince, çevresindekilere:] “Siz ey seçkin görevliler!” dedi, “Hanginiz bana [Sebe Melikesi'nin] tahtını, daha o ve ona bağlı olanlar Allah'a yürekten boyun eğmiş kimseler olarak bana çıkıp gelmeden önce buraya getirebilir?”

39. [Süleyman'a bağlı] görünmeyen varlıklar içinden gözü pek biri: “Daha oturduğun yerden kalkmadan onu sana getirebilirim, çünkü ben bu konuda gerçekten güvenilir bir güce sahibim!” dedi.

40. (Buna karşılık) vahiyle bilgilendirilmiş olan kişi: “Bana kalırsa” dedi, “ben onu, göz açıp kapayıncaya kadar sana getireceğim!” Ve onu gerçekten önünde görünce, “Benim şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü göstereceğim konusunda beni denemek üzere Rabbimin bahşettiği lütf[un bir belirtisi,] bu! Bununla birlikte [Allah'a] şükreden kişi, yalnızca kendi iyiliği için şükretmiş olur; nankörlük yapan kişi ise, [bilsin ki,] Rabbim hem sınırsız cömert hem de mutlak manada kendine yeterlidir!”

41. [Ve] sözlerine şöyle devam etti: “(Şimdi) onun tahtını tanınmaz hale sokun; bakalım, kendi başına doğru yolu bulacak mı, yoksa doğru yolu bulamayan kimselerden mi olacak.”

42-43. Ve böylece, [Süleyman'ın yanına gelince] ona: “Senin tahtın böyle miydi?” diye soruldu. [Sebe Melikesi:] “Sanki bunun gibiydi!” dedi. [Süleyman, bunun üzerine, yanındakilere:] “[İlahî] bilgi ondan önce bize verilmiş olduğu ve bizim de [başından beri] Allah'a yürekten boyun eğen kimseler olduğumuz halde, [Melike'nin, bizim kendisine bu yolda herhangi bir yardımımız olmadan, kendiliğinden hakka ulaştığını] [ve daha önce] Allah'ı bırakıp da tapına geldiği şeylerin kendisini [doğru yoldan] uzaklaştırmış olduğu, üstelik, hakkı inkar eden bir toplumun üyesi olduğu halde, [sonunda doğru yolu bulduğunu görüyoruz]” dedi.

44. [Az sonra] ona: “Girin bu saraya!” dendi. Fakat sarayı görünce, (önünde) engin-duru bir su (var) sandı ve eteğini yukarı çekti. [Süleyman:] “Bu, zemini camla döşenmiş bir saraydır!” dedi. [Sebe Melikesi:] “Rabbim!” dedi, “[Senden başkasına kulluk etmekle] ben kendime yazık etmişim; fakat [şimdi] Süleyman'la beraber âlemlerin Rabbi olan Allah'a yürekten boyun eğiyorum!”


45. Ve gerçek şu ki, Biz kavmine: “Yalnızca Allah'a kulluk edin” desin diye Semûd toplumuna [da] kardeşleri Salih'i göndermiştik; onlar, bunun üzerine, hemen birbirleriyle çekişen iki hizbe ayrıldılar.

46. [Salih ilahî mesaja karşı çıkanlara:] “Ey kavmim!” dedi, “İyiliği ummak yerine, neden kötülüğün çarçabuk sizi bulmasını istiyorsunuz? Belki acınıp-esirgeniriz diye niçin Allah'tan günahlarınızı bağışlamasını istemiyorsunuz?”

47. “Biz sende ve seninle beraber olanlarda uğursuzluk görüyoruz!” diye karşılık verdiler. [Salih:] “Uğurumuz ya da uğursuzluğumuz Allah'ın elindedir!” dedi, “İşin gerçeği, sizler sınanan bir toplumsunuz!”

48. İmdi, o şehirde bozgunculuk yapıp düzen ve uyumdan yana olmayan dokuz kişi vardı;

49. bunlar Allah adına yemin ederek aralarında andlaşıp “Ona ve ailesine geceleyin baskın yapalım [ve onların hepsini öldürelim]; sonra da o'na arka çıkacak olan kimseye, rahatlıkla, ‘Onun ailesinin uğradığı kıyıma biz katılmadık; çünkü biz haktan yana kimseleriz!’ diyelim” dediler.

50. Ve böylece bir tuzak kurdular; fakat, onların hiç fark edemeyecekleri biçimde, biz de bir tuzak kurduk.

51. Ve sonra, bak onların kurduğu bütün tuzakların sonu ne oldu: onları ve onların peşinden giden toplumu, hepsini yerle bir ettik;

52. ve işte onların yaşadığı yerler, işledikleri haksızlıklardan ötürü [şimdi] bomboş! Bu [olayda], bilmek, öğrenmek isteyen insanlar için mutlaka bir ders vardır;

53. ve inanıp Bize karşı sorumluluk bilinci taşıyan kimseleri kurtarmış olmamızda da!


54. Ve Lût'u da [böyle kurtarmıştık]; hani o kavmine “Bu çirkin eylemi, [insanın yapı ve yaratılışına aykırı olduğunu] göre göre, nasıl işliyorsunuz?” demişti,

55. “Gerçekten, kadınları bırakıp da, şehvetle erkeklere mi yöneliyorsunuz? Hayır, işin gerçeği, siz [hakka karşı körlüğü,] bilinçsizliği seçmiş bir toplumsunuz!”

56. Fakat halkının o'na verdiği cevap: “[Lût'u] ve Lût'un yandaşlarını şehrinizden çıkarın! Çünkü bunlar kendilerini temize çıkarmaya çalışan insanlar!” demekten başka bir şey olmadı.

57. Ve bunun üzerine Biz de o'nu ve ailesini kurtardık -yalnızca karısının geride kalanlar arasında olmasını gerekli gördük.

58. Ve ötekilerin üzerine [yok edici] bir yağmur yağdırdık; uyarıl[dıkları halde aldırmay]anların uğradığı bu yağmur ne korkunç bir yağmurdur!


59. De ki: “Bütün övgüler (gerçekte) Allah'a yaraşır. Selâm olsun, O'nun [rasûl olarak] seçtiği kullara!” Zaten Allah, insanların tanrısal nitelikler yakıştırdıkları her şeyden daha üstün, daha hayırlı değil mi?

60. Peki kimdir, gökleri ve yeri yaratan ve sizin için gökten su indiren? Öyle bir su ki, onunla, sizin bir tek ağacını bile yetiştiremeyeceğiniz görkemli bağlar, bahçeler yeşertiyoruz! Allah'la beraber başka bir tanrı, öyle mi? Hayır, hayır, [böyle düşünenler] yoldan çıkmış kimselerdir!

61. Peki kimdir, yeryüzünü [yerleşmeye] uygun bir yer haline getiren ve vadilerden dereler, ırmaklar akıtan; ve onun üzerine sağlam dağlar yerleştiren; ve iki büyük su kütlesi arasına bir engel koyan? Allah'la beraber başka bir tanrı, öyle mi? Hayır hayır, [böyle düşünenlerin] çoğu [ne söylediklerini] bilmiyorlar!

62. Peki kimdir, kendisine başvurduğunda darda kalmış olanın darına yetişen, kötülüğü gideren ve sizi yeryüzüne mirasçı kılan? Allah'la beraber başka bir tanrı, öyle mi? Aklınızda ne kadar az tutuyorsunuz [bütün bu gerçekleri]!

63. Peki kimdir karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulmanızı sağlayan ve rüzgârları rahmetinin önünden müjdeci olarak gönderen? Allah'la beraber başka bir tanrı, öyle mi? Allah, insanların tanrısal nitelikler yakıştırabileceği her şeyin ötesinde, her şeyden yücedir!

64. Peki, yaratılışı ilk defa başlatan ve sonra da onu aralıksız devam ettirip, yenileyen kimdir? Ve kimdir, sizi gökten ve yerden rızıklandıran? Allah'la beraber başka bir tanrı, öyle mi? De ki: “Eğer ileri sürdüğünüz iddiaya gerçekten inanıyorsanız getirin o zaman delilinizi!”

65. De ki: “Göklerde ve yerde olan hiç kimse, [yani] Allah'tan başka [hiç kimse,] yaratılmışların duyu ve tasavvur alanı dışında kalan gerçekleri bilemez”. [Yaratılmış olanlar] öldükten sonra ne zaman diriltileceklerini de bilemezler;

66. Hayır, onların ahiret konusundaki bilgileri gerçeğin berisinde kalmaktadır; zaten [çoğu zaman] onun gerçekliğinden yana şüphe içindedirler; hayır, ondan yana kördürler.

67. Bunun içindir ki, hakkı inkâra şartlanmış olan kimseler: “Nasıl yani, biz ve atalarımız toz toprak olduktan sonra [topraktan yeniden] çıkarılacağız, öyle mi?” diyorlar.

68. “Gerçek şu ki, bu bize ve atalarımıza daha önce de vaad edilmişti; eskilerin masallarından, efsanelerinden başka bir şey değil bu!”

69. De ki: “Yeryüzünde dolaşın da [böyle diyerek] günaha gömülüp gitmiş olanların sonunu görün!”

70. Fakat sen yine de onlar için kaygılanma; [Allah'ın mesajlarına karşı] ileri sürdükleri asılsız iddialardan ötürü de canını sıkma.

71. Ve “Eğer doğru sözlü kimselerseniz, [söyleyin siz ey inananlar,] bu [ölümden sonra diriliş] vaadi ne zaman gerçekleşecek?” diye sordukları [zaman],

72. de ki: “O çarçabuk gelmesini istediğiniz azabın bir kısmı belki de peşinize düşmüştür bile...”

73. İmdi, gerçek şu ki, senin Rabbin insanlara karşı sınırsız lütuf sahibidir; ne var ki onlardan çoğu şükretmez.

74. Ve yine senin Rabbin onların kalplerinin gizlediği şeyleri de, açığa vurduğu şeyleri de bütünüyle bilmektedir;

75. göklerde ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki [O'nun yarattığı âlem için koyduğu] yasalar ve ilkeler örgüsünde yeri olmasın.


76. Bu Kur’an'ın, İsrailoğulları'nın üzerinde anlaşmazlığa düştükleri pek çok meseleyi açıklığa kavuşturduğu ortadadır.

77. Çünkü o inanmak isteyenler için gerçek bir yol gösterici ve bir rahmettir.

78. Gerçek şu ki, [ey inanan kişi], senin Rabbin onların arasında kendi yasalarıyla hükmedecektir; çünkü her şeyin aslını bilen en yüce iktidar sahibi O'dur.

79. Öyleyse, [yalnızca] Allah'a güven; çünkü inandığın şey, doğruluğu besbelli gerçeğin ta kendisidir.


80. Gerçek şu ki, sen ölülere de işittiremezsin, sırt çevirip uzaklaşan sağırlara da işittiremezsin bu çağrıyı;

81. ve (yine) sen [kalben] kör olanları saptıkları yoldan çevirip doğru yola yöneltemezsin; sen (sesini) ancak mesajlarımıza inan[maya istekli ol]anlara işittirebilirsin ki onlar da zaten bize yürekten boyun eğecek olan kimselerdir.

82. Ve [o kalben sağır ve kör olanlara gelince: Haktan yana kendilerine söylenen] söz bütün açıklığıyla gerçekleştiği zaman, onların karşısına yerden, kendilerine insanlığın mesajlarımıza gerçek bir imanla inanmadığını söyleyen bir yaratık çıkaracağız.

83. Ve o Gün her ümmetin içinden mesajlarımızı yalanlayanları ayrı bir bölük olarak toplayacağız; ve böylece, onlar [günahlarının derecesine göre] sınıflandırılacaklar;

84. öyle ki, [yargı önüne] çıktıkları zaman, Allah, onlara: “(Doğru düşünce ve) bilgi yoluyla üstesinden gelemeyince tutup mesajlarımızı yalanlamaya kalktınız, öyle mi? Peki, bu yaptığınız neydi öyleyse?” diyecek.

85. Ve (böylece, onlara vaktiyle söylenen) söz, onların tüm karalamalarına rağmen, olanca gerçekliğiyle karşılarına çıkacak ve onlar da buna karşılık artık diyecek söz bulamayacaklar;

86. öyle ya: geceyi, içinde sükûn bulsunlar diye (derin ve kuşatıcı); gündüzü de, (olup biteni) görsünler diye (aydınlık) yaptığımızın farkında değiller miydi? Şüphesiz, bunda, inanmak isteyen insanlar için çıkarılacak dersler vardır!

87. Ve o Gün sûra üflenecek ve böylece Allah'ın istediği kimseler dışında, göklerde ve yerde var olan herkes (tarifsiz bir) korkuya kapılacak; ve başları önlerine düşmüş olarak herkes O'nun huzuruna çıkacak.

88. Ve o kadar yerinden oynatılmaz sandığın dağların, [o Gün] bulutlar gibi geçip gittiğini görürsün: her şeyi şaşmaz bir düzene bağlayan Allah'ın işidir bu! İşin doğrusu, O edip-eylediğiniz her şeyden haberdardır!


89. Her kim ki [O'nun huzuruna] iyi eylemlerle çıkarsa, buna karşılık [daha] hayırlısını elde edecektir; ve böyleleri o Gün'ün korkusundan emin olacaklardır.

90. Ama kimler ki kötü eylemlerle çıkıp gelirse, böyleleri yüzüstü ateşe atılacaklar; [ve kendilerine:] “Yapıp-ettiklerinize göre hak etmediğiniz bir ceza mı bu?” [diye sorulacaktır].


91-92. [Ey Muhammed, de ki:] “Ben, yalnızca, kutlu kıldığı bu şehrin ve var olan her şeyin Rabbine kulluk etmekle emrolundum; yani, O'na yürekten boyun eğen kimselerden olmakla emrolundum; bir de, bu Kur’an'ı [insanlara] okuyup ulaştırmakla.” Bundan sonra artık kim ki, doğru yolu tutarsa, o yolu kendi iyiliği için tutmuş olacaktır; ve kim de yoldan saparsa, [böylelerine] de ki: “Ben yalnızca bir uyarıcıyım!”

93. Ve yine, de ki: “Övgüler olsun Allah'a! Alametleri[nin gerçek olduğunu] size gösterdiğinde [ne iseler] onları tanıyacaksınız”. Ve Rabbin yaptıklarınızdan asla gâfil değildir.

3 Aralık 2012 Pazartesi

Şu’arâ Suresi 213-227 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


213- Sakın Allah'ın yanı sıra başka bir ilaha yalvarma; yoksa azaba çarpılanlardan olursun.

214- Öncelikle en yakın akrabalarını uyar.

215- Sana uyan mü'minlere karşı alçak gönüllülük kanatlarını indir.

216- Eğer hemşerilerin sana karşı gelirlerse onlara "Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım" de.

217- Üstün iradeli ve merhametli olan Allah'a dayan.

218- O seni namaza durduğunda görür.

219- Secde edenler ile birlikte eğilip dikildiğini de görür.

220- Hiç kuşkusuz O, her şeyi işitir ve her şeyi görür.


Allah ile beraber başka bir ilaha yöneldiğinde -böyle bir şey imkânsızdır, ama meseleyi anlamak için öyle düşünelim- azaba çarptırılacaklar arasında peygamberimizin de yer alacağı belirtildiğine göre artık varın başkasını siz düşünün! Peygamber olmayan insanlar böyle bir işe yöneldiklerinde nasıl azaptan kurtulacaklardır?! Orada hiçbir kayırma da söz konusu olmayacaktır. Bu büyük günahı, işlediği takdirde peygamberin üzerinden dahi bu azabın kaldırılması mümkün olmaz!

Peygamberin -salât ve selam üzerine olsun- kendisini uyardıktan sonra, ailesini uyarması da emrediliyor ki, başkasına ders olsun. İman etmeyip şirkte direttikleri taktirde azabın bunları da tehdit ettiği böylece ifade edilmiş oluyor. "Öncelikle en yakın akrabalarını uyar" Rivayetlerin belirttiğine göre bu ayet indirildiğinde peygamberimiz -salât ve selam üzerine olsun- Safa tepesine gelip üzerine çıktı. Sonra "Hele gelin Hele gelin" diye çağırdı. Bazıları kendileri geldiler. Bazıları da elçilerini gönderdiler. Böylece insanlar toplandı. Peygamberimiz orada konuşmaya başladı. "Ey Abdulmuttalip oğulları! Ey Fihoğulları! Ey Lüey oğulları! Ben şimdi size dağın öbür yamacında düşman süvarilerinin bulunduğunu ve size saldırmak istediklerini söylesem bana inanır mısınız” diye sordu. Evet, dediler. Sonra ilave etti "Ben şiddetli bir azaptan önce size gönderilmiş bir uyarıcıyım". Ebu Leheb söze karıştı ve "Gün boyunca ağzın kurusun. Sırf bunun için mi bizi çağırdın" dedi? Bunun üzerine yüce Allah Ebu Leheb'in iki eli kurusun. Kurudu da" suresini gönderdi. (Buhari, Müslim)

Hz. Aişe anlatıyor: "Yakın akrabanı uyar" ayeti geldiğinde Allah'ın elçisi -salât ve selam üzerine olsun- kalktı ve "Ey Muhammed'in kızı Fatıma, Ey Abdulmuttalib'in kızı Safiye, Ey Abdulmuttalip oğulları, Ben Allah'ın huzurunda sizi kurtaramam. Malımdan dilediğiniz kadar isteyebilirsiniz. Müslim ve Tirmizi kendi rivayet zincirlerine dayanarak Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini naklediyorlar: Bu ayet indiğinde peygamberimiz -salât ve selam üzerine olsun- Kureyş kabilesini genel ve özel isimleriyle çağırdı ve şöyle buyurdu: Ey Kureyşliler kendinizi ateşten kurtarınız. Ey Ka'boğulları, canınızı ateşten kurtarınız. Ey Muhammed'in kızı Fatıma! Kendini ateşten kurtar! Allah'a yemin ederim ki, ben Allah'ın huzurunda size hiçbir yönden faydalı olamam. Yalnız siz benim akrabamsınız. Sizin akrabalık haklarınızı sonuna kadar gözeteceğim.

Bu ve benzeri hadisler peygamberimizin -salât ve selam üzerine olsun- olayı nasıl algıladığını, yakın akrabasına nasıl anlattığını onların işlerinden ellerini çektiğini, ahiret konusunda onların durumlarını Rabblerine havale ettiğini, yaptıklarını, ettiklerinin kendilerine fayda vermediği, bir sırada akrabası olmalarının bir yarar sağlamayacağını, Allah'ın elçisi olmasına rağmen bu durumda Allah katında kendileri için bir şey yapamayacağını açıklıyor. İşte bütün açıklığı ve netliği ile, Allah'ın yüce elçisi dahi olsa kul ile Allah arasında hiçbir vasıtayı kabul etmeyen İslam budur.

Aynı şekilde yüce Allah, peygamberine, kendisi aracılığı ile Allah'ın davasına gönül verip kabul eden inanmışlara nasıl davranacağı da açıklıyor:

"Sana uyan mü'minlere karşı alçak gönüllük kanatlarını indir."

Bu yumuşaklık, alçak gönüllük ve merhamet somut şekillenmiş bir halde veriliyor. Kanatları germe halinde veriliyor. Tıpkı konmak isteyen kuşun iki kanadını yere germesi gibi. İşte peygamberimiz de -salât ve selam üzerine olsun hayatı boyunca mü'minlere karşı böyle davranmıştır. O'nun ahlakı Kur'an'dı. O Kur'an'ı Kerim'in canlı eksiksiz bir tercümanıydı.

Yüce Allah, peygamberine isyankarlara karşı nasıl davranacağını da açıklamıştı. Onları Rabb'lerine havale edecek ve onların yaptıklarından el etek çekecekti. "Eğer hemşerilerin sana karşı gelirlerse onlara `Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım' de."

Bu, Mekke'de peygamber -salât ve selam üzerine olsun- müşriklere karşı savaşmakla emredilmeden önce böyleydi.

Sonra peygamberi -salât ve selam üzerine olsun- Rabbine yöneltiyor. Sürekli yakın ilişki ve koruma bağını O'nunla oluşturuyor.

"Üstün iradeli ve merhametli olan Allah'a dayan".

"O seni namaza durduğunda görür."

"Secde edenler ile birlikte eğilip dikildiğini de görür."

"Hiç kuşkusuz O, her şeyi işitir ve her şeyi görür."

Onları isyanları ile baş başa bırak. Onların yaptıklarından uzaklaş. Rabbine yönel. Ona dayan. Bütün işlerinde O'ndan yardım dile. Bu surede yüce Allah iki yerde tekrar şu iki sıfatla nitelendiriliyor. Kuvvet ve merhamet. Sonra peygamberin -salât ve selam üzerine olsun- kalbi, yakınlık ve içtenliği hissediyor. Tek başına namaza dururken Rabbi kendisini görüyor. Secdeye kapanan topluluğun arasında da görüyor. Yalnızken de görüyor. Namaz kılan topluluğun içinde onlara direktif verirken, onları düzene koyarken, onlara imamlık yaparken, onları bir halden bir hale sokarken de hep görüyor. Hareketlerini de duruşlarını da görüyor. Dualarını da niyazlarını da işitiyor: "O her şeyi işitir ve her şeyi görür."

Buna göre, ifadede, koruma, yakınlık hesaba katma ve yardım etme gibi unsurları içeren bir içtenlik var. Böylece Hz. peygamber -salât ve selam üzerine olsun- Rabbinin koruması altında, himayesinde ve en yakın ilişki içinde olduğunu hissediyordu. Bu yüce içtenlik atmosferi içinde yaşıyordu.

Surenin son gezintisi de yine Kur'an hakkındadır. Birinci seferinde onun Âlemlerin Rabbi tarafından indirildiği ve onu Ruh-ul Emin'in getirdiği pekiştiriliyordu. İkincisinin de onu şeytanların indirmiş olma iddiası çürütüldü. Bu seferde ise şeytanların Hz. Muhammed -salât ve selam üzerine olsun- gibi güvenilir, doğru sözlü, iyi bir yol izleyen insanlarla ilişki kurmadıkları, onların ancak her yalancı, günahkâr ve sapık insana gelip gittikleri belirtiliyor, yani onlar, şeytanların telkinlerini alan ve onları şişirerek, gizemlilik kazandırarak yaymaya çalışan kâhinlere gelip giderler.


221- Şeytanların kime ineceğini size söyleyeyim mi?

222- Onlar ne kadar aşırı yalancı ve günah düşkünü varsa onlara inerler.

223- Onlar, çoğunluğu yalancı olan şeytanların söylediklerine kulak verirler.


Arap toplumunda cinlerin kendilerine haber getirdiklerini iddia eden kâhinler vardı. İnsanlar bunlara sığınıyor ve onların haberlerine güveniyorlardı. Bunların çoğu yalancıydı. Onlara inanmak ise, kuruntulara ve yalanlara paçayı kaptırmaktı. Herhalde kâhinler insanları doğru yola çağırmıyorlardı, Allah'tan korkmalarını istemiyorlardı. Onları imana iletmiyorlardı. İnsanları Kur'an- Kerim ile sağlıklı bir hayat yoluna çağıran peygamberimiz ise -salât ve selam üzerine olsun- onlar gibi bir insan değildi.

Onlar bazan Kur'an'a şiir diyorlardı. Hz. peygamberin de -salât ve selam üzerine olsun- şair olduğunu söylüyorlardı. Bununla beraber, insanların kalplerine inen, duygularını harekete geçiren, karşı koyamayacakları bir şekilde onların iradelerine egemen olan eşine asla rastlamadıkları bu sözü nasıl karşılayacaklarını kestirmemenin şaşkınlığı içindeydiler.

Bu suredeki Kur'an ayetleri Hz. Muhammed'in -salât ve selam üzerine olsun yolu ve Kur'an yolunun asla şairlerin yolu ve şiir yolu ile ilgisi olmadığını açıklıyorlardı. Çünkü bu Kur'an apaçık bir yol izliyordu. Belirlenmiş bir amaca çağrı yapıyordu. Dosdoğru bir yolla bu amacına doğru ilerliyordu. Peygamber -salât ve selam üzerine olsun- bugün söylediğiyle yarın çelişmiyordu. Değişen arzulara ve duygusal tepkilere bağlı bir yol izlemiyordu. Bir çağrı üzerinde ısrar ediyor, bir inanç üzerinde yoğunlaşıyor, zikzakları olmayan bir yolda ilerliyordu. Şairler ise böyle değildir. Şairler değişebilen tepkiler ve duygusal hareketlerin esiridirler. Duyguları onlara hâkim durumdadır. Bu da onları diledikleri gibi bu duyguları ifade etmeye iter. Aynı şeyi bir zaman siyah görürken başka bir zaman beyaz görürler. Bazı mutlu oldukları zaman bir söz söylerler. Öfkelendiklerinde ise başka bir söz söylerler. Sonra onlar aynı düzeyde durmayan oynak karakterlerin sahibi kimselerdir!

Bunun yanında kuruntudan dünyalar yaparak bu dünyalarda yaşarlar. Bazı işleri ve sonuçları hayal ederler. Sonra onları yaşanan bir gerçek olarak hayal eder ve ondan etkilenirler. Eşyanın hakikatine, gerçeklerine çok az ilgi duyarlar. Zira onlar hayallerinde, içinde yaşadıkları başka bir realite oluştururlar.

Belli bir davası olan ve bu davasını realite dünyasında, insanların yaşadığı dünyada gerçekleştirmek isteyen insan ise böyle değildir. Dava sahibinin bir hedefi, bir programı, bir yolu vardır. Açıkgöz, açık kalb, uyanık akıl ile programına göre yolunda ilerlemeye devam eder. Kuruntuya razı olmaz. Rüyalarla yaşamaz. İnsanlar dünyasında bir realiteye dönüşmedikleri müddetçe hayallerle yetinmez. Onlarla tatmin olmaz.

Buna göre peygamberin -salât ve selam üzerine olsun- programı ile şairlerin programı birbirine taban tabana zıttır. Bu konuda hiçbir kuşku da yok. Olay apaçık ve net olarak ortadadır.


224- Şairlere gelince; ancak amaçsız, havai insanlar onların peşinden gider.

225- Görmüyor musun ki, onlar her vadiye dalarlar.

226- Ve yapmadıklarını söylerler.


Onlar karakterlerine ve arzularına uyarlar. Bu nedenle arzu ve isteklerine esir olan şaşkınlar onların peşlerine takılırlar. Zira bunların hiçbir amaçları ve hiçbir programları yoktur.

Şairler, söz, düşünce ve bilincin her vadisine takılırlar. Zira bunların hiçbir amaçları ve hiçbir programları yoktur.

Şairler söz, düşünce ve bilincin her vadisine takılırlar. Her zaman diliminin, üzerlerindeki etkilerine gösterecekleri tepkilere göre, herhangi bir baskı atmosferinde oradan oraya takılıp giderler.

Şairler yapmadıkları şeyleri söylerler. Zira kendi hayallerinin ve duygularının ürünü olan dünyalarda yaşarlar. Kendilerine çekici gelmeyen gerçek hayatın bu hayal ürünü dünyalarını tercih ederler! Bu nedenle çok şeyi söylerler. Fakat onları yapmazlar. Çünkü bunları kuruntu âlemlerinde yaşarlar. İnsanların görülen dünyalarında bunların bir gerçekliği, bir pratiği yoktur.

İslam yapısı hayat pratiğinde uygulanmaya müsait, hazır, eksiksiz bir hayat programıdır. İslam gizli olan vicdanlardan hayatın görülen bütün uygulamalarına varıncaya kadar her şeyi kuşatan geniş kapsamlı bir harekettir. İslamın bu tabiatı, şairlerin insanlık tarafından bilinen genel karakteri ve tabiatıyla uyuşmaz. Çünkü şair iç âleminde bir takım ütopyalar yaratır ve onlarla tatmin eder kendisini. İslam ise, hayallerin gerçekleşmesini ve onların gerçekleştirilmesi için çalışmayı gerektirir. Bütün duyguları realite âleminde üstün bir örnek olarak gerçekleştirmeye çalışır.

İslam insanların hayatın gerçeklerini olduğu gibi karşılamayı onlardan kaçıp ütopya türü hayallere yönelmemeyi tercih eder, sever. Eğer bu gerçekler, onların hoşuna gitmiyorsa, uyguladıkları programa uygun düşmüyorsa, İslam bu durumda insanların onları değiştirmelerini ve istediği programı gerçekleştirmelerini öngörür.

Bu nedenle İslam, insanların uçup giden kuruntulara, hayallere mümkün ölçüde kapılmamalarını, onların kökünü kazımalarını ister. İslam insanın bu gücünü yüce hayallerin gerçekleştirilmesi uğrunda harcamasını öngörür. Yüce ve geniş kapsamlı programını gerçekleştirme uğrunda bütün enerjisini harcaması gerektiğini belirtir.

Bununla beraber İslam, ayetlerin yüzeysel olarak ele alınışı halinde anlaşılacağı gibi şiire ve sanatın kendisine karşı savaş açmaz. Belki ayetlerin yüzeysel olarak değerlendirilmesiyle böyle bir yargıya varabilirse de gerçek öyle değildir. İslamın karşı koyduğu savaştığı şey, şiir ve sanatın izlediği yol, ütopyaların yolu: sınırsız arzuların hiçbir ilkeye bağlı olmayan tepkilerin yolu, insanları tasavvurlarını gerçekleştirmekten alıkoyan ütopyaların yolu.

Ruh, İslam'ın yoluna girip oraya yerleştiğinde, şiiri ve sanatı ile İslami prensiplerle yetiştiğinde, olgunlaştığında ve aynı zamanda realite dünyasında bu tertemiz duyguları gerçekleştirmeye çalıştığında kuruntulara dayalı dünyalar yaratıp bunların içinde yaşamakla yetinmediğinde, hayatın realitesini, çarpık, geri kalmış ve çirkin halde yüzüstü bırakmadığında;

Ruhun İslami bir amaca yönelik değişmez bir programı bulunduğunda, dünyaya bakıp onu İslam açısından, İslamın ışığında değerlendirdiğinde; sonra da bunların hepsini şiir ve sanat ile ifade ettiğinde; İşte bu durumda İslam şiire soğuk bakmaz, sanata karşı savaşmaz. Belki ayetleri yüzeysel olarak değerlendirdiğimizde böyle bir bakış açısı ilk etapta göze çarpar ama gerçekten öyle değildir.

Kur'an-ı Kerim kalpleri ve akılları bu evrenin harika sanat güzelliklerine ve insan ruhunun derinliklerine yöneltir. Dikkatlerini bu alanlara çeker. Bunlar ise şiir ve sanatın ana malzemesidir. Kur'an'ı Kerim maddi ve manevi varlıkların güzellikleri önünde bir takım duruşlar yapar ki, şeffaflıkta, etkilemede bu sanat üstünlükleri ve güzelliklerini bir bütün olarak sergilemede hiç bir şiir Kur'an'ın bu tespitlerine ulaşamaz.

Bu nedenle Kur'an-ı Kerim şairlerin bu genel karakterinde bir istisna da yapar. Hükmünü mutlak olarak vermez.


227- Yalnız iman edip iyi ameller işleyenler, sık sık Allah'ı ananlar ve zulme uğradıklarında zalimlere karşı koyanlar böyle değildirler. Zalimler ne acı bir akıbetle yüz yüze geleceklerini yakında anlayacaklardır.


İşte bunlar şairlerin o genel karakteri dışındadırlar. Bunlar iman etmiş ve kalpleri inanç sisteminin gerçekleriyle dolmuştur. Hayatları bir yola, programa göre doğrulmuştur. İyilikler yapmışlardır. Bütün güçlerini, enerjilerini, güzel iyi işlere yöneltmişlerdir. Soyut düşüncelerle ve hayallerle yetinmemişlerdir. Zulme uğradıktan sonra zafere kavuşmuşlardır. Böylece bağlandıkları, inandıkları, gerçeğin zafere ulaşması için bütün enerjilerini harcayacakları bir mücadele ortamı içine girmişlerdir.

Peygamberimiz -salât ve selam üzerine olsun- döneminde, şirk ve müşriklerle girişen, savaş meydanlarında İslam inanç sistemini ve bu inancın sahibini savunan şairler arasında, Hasan İbni Sabit, Ka'b İbni Malik ve Abdurrahman İbni Revaha'yı da görüyoruz. Allah hepsinden razı olsun. Bunlar Medine'li Müslüman şairlerdi. Abdullah İbni Zeba'ri ve Ebu Süfyan İbni Haris İbni Abdulmuttalib de bu şairler arasında bulunuyorlardı. Bu son ikisi cahiliye dönemlerinde peygamberimiz -salât ve selam üzerine olsun- hicvediyorlardı. Müslüman olduklarında güzel Müslümanlar oldular. Peygamberimize övgüler, methiyeler yazdılar ve İslamı savundular.

Buhari’de yer almıştır ki: Peygamberimiz -salât ve selam üzerine olsun- Hasan İbni Sabit'e "Hicvet onları. Cebrail seninle beraberdir" demiştir. Abdurrahman İbni Ka'b babasından aldığı rivayette babasının peygamberimize -salât ve selam üzerine olsun- "Yüce Allah şairler hakkında indireceklerini indirdi, artık bu işi bırakayım" dediğinde peygamberimiz -salât ve selam üzerine olsun= "Mü'min hem kılıcı, hem diliyle savaşır. Canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, dil ile onlara söylediğiniz her söz yayından fırlayan bir ok gibi onlar üzerinde etki yapmaktadır. (İmam Ahmet rivayet etmiştir.)

İslam şiirinin ve İslam sanatının kapsamı, zamanın şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun olarak gerçekleşen bu örnekler, çok daha geniş bir alana yayılmaktadır. Şiirin veya sanatın hayatın herhangi bir alanına ilişkin İslami bir düşünceden, yaklaşımdan kaynaklanmış olması İslamın hoş göreceği bir şiir veya sanat olması için yeterlidir.

Bu şiir veya sanatın bir savunma, bir saldırı olması doğrudan İslama çağrıda bulunması, onu yüceltmesi, İslamın önemli günlerine ve erlerine övgüde bulunması zorunlu değildir.. İslami bir şiir olması için bir şiirin ille de bu konularda yazılmış olması zorunlu değildir.

Müslüman’ın bilinciyle bütünleşmiş bir bakışla, gelen geceyi ve yayılan sabahı seyretmek, bu sahneleri insanın iç âleminde Allah'a bağlar. İşte öz itibari ile İslami şiir de budur.

Bir aydınlanma veya Allah'a bağlanma veyahut Allah'ın yarattığı bu varlıkla ilişkiye geçme anı, İslamın sıcak bakacağı bir şiirin yazılmasına yeterli olacaktır. Bu konuda yol ayrılmıştır. İslamın, hayatın bütününe, hayatın içindeki ilişkilere ve bağlara ilişkin kendisine mahsus bir bakış açısı vardır. İşte bu bakış açısından kaynaklanan her şiir, İslamın hoş göreceği, sıcak bakacağı şiirdir.

Sure şu gizli ve özlü tehdit ile sona eriyor.

"Zalimler ne acı bir akıbetle yüz yüze geleceklerini yakında anlayacaktır." Müşriklerin inatlarını ve büyüklük taslayışlarını, Allah'ın cezasına ilişkin sözüne aldırmayışlarını, azabın hemen gelmesini isteyişlerini tasvir etmeyi, ayrıca peygamberlikler ve asırlar boyunca ilahi mesajı yalan sayanların akıbetlerini göz önüne sermeyi kapsayan sure burada noktalanıyor.

Sure, bu korkunç tehdit ile sona eriyor. Zaten bu tehdit surenin konusunu özetliyor. Sanki bu, zalimlerin değişik şekillerde somutlaşan bünyesini şiddetli bir şekilde sarsan hayalin canlandırıp beklediği ürpertici son dokunuştur.