30 Kasım 2012 Cuma

Şu’arâ Suresi 176-191 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


176- Eyke halkı da peygamberlerini yalanladılar.

177- Hani Şuayb, onlara dedi ki; "Siz hiç Allah'tan korkmaz mısınız?"

178- "Ben size gönderilmiş, güvenilir bir elçiyim."

179- "Öyleyse Allah'tan korkunuz da çağrıma uyunuz."

180- "Ben bu çağrı hizmetime karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum; benim çabalarımın karşılığını verecek olan, âlemlerin Rabb'idir."


İşte Hz. Şuayb'ın kıssası, bu surenin diğer kıssaları gibi ibret dersi bağlamında burada yer almaktadır. Tarihi süreç içindeki yeri ise Hz. Musa'nın kıssasından öncedir. Eykeliler-genellikle- Medyen halkıdır. Eyke; Sık birbirine girmiş (balta girmemiş) ağaçlık demektir. Öyle anlaşılıyor ki, Medyen'in etrafı böyle uzayıp giden ağaçlıklarla çevriliydi. Medyen'in coğrafi konumu ise, Akabe Körfezi civarında Hicaz ile Filistin arasına düşmektedir.

Hz. Şuayb da bütün peygamberlerin kavimlerine hitap ettiği noktadan çağrıya başlamıştır. İnanç sisteminin temeli, ücret almaktan sakınma meselelerinden işe koyulmaktadır. Daha sonra onların özel konumlarına ilişkin sorunlara yönelmektedir.


181- "Ölçme işlemlerinizde dürüst olunuz, eksik ölçenlerden olmayınız."

182- "Tartma işlemlerinde doğru ve duyarlı terazi kullanınız."

183- "Halkın mallarına düşük değer biçmeyiniz, yeryüzünde kargaşa çıkarıp dirliği bozmayınız."

Bu milletin karakteri de, A'raf ve Hud surelerinde ifade edildiği gibi ölçüde ve tartıda hile yapmalarıydı. Haklarından daha fazlasını zorla ve gasp ederek almalarıydı; İnsanlara haklarından daha az vermeleriydi; ucuza alıp fahiş fiyatla satmalarıydı. Öyle anlaşılıyor ki, onlar ticaret kervanlarının geçtiği bir kavşakta bulunuyorlar, ticaret borsalarına hükmediyorlardı. Peygamberleri, onlardan bütün işlemlerinde adalet ve doğruluğu ilke edinmelerini istiyordu. Zira sağlam bir sistemin ardından iyi ilişkiler devreye girer. İnsan bu inanca rağmen, insanlarla ilişkilerinde Hak ve adaletten sapamaz.

Sonra Hz. Şuayp, onların içlerinde takva duygularını harekete geçirmeye çalışır. Onlara bir olan, bütün kuşakları ve önce geçen toplumların hepsini yaratan Allah'tan korkmalarını hatırlatıyor.


184- "Sizi ve sizden önceki kuşakları yaratan Allah'tan korkunuz."


Onlar ise hemen kendisine, karmakarışık, saçma sapan şeyler söyleyen, büyülenmiş biri yaftasını yapıştırdılar.


185- Eykeliler dediler ki; "Sen büyüye çarpılmış birisin."


Hemen peygamberliğini inkâr ettiler. Sen de bizim gibi bir insansın dediler. Böyle bir insan, onların anlayışında peygamber olamazdı. Bu nedenle söylediği şeyler konusunda onu yalancılıkla itham ettiler.


186- "Sen de sadece bizler gibi bir insansın. Senin kesinlikle yalan söylediğin kanısındayız."


İddiasında doğru sözlü biriyse kendilerini korkutup durduğu azabı hemen getirmesi, gökten parçalar düşürmesi, göğü üzerlerine yığması, parça parça düşürmesi için kendisine meydan okumaya kalktılar.


187- "Eğer doğru söylüyorsan başımıza gökten parçalar yağdır."


Bu, aşağılayan, alaya alan ve patavatsız hareket eden bir insanın meydan okuyuşudur. Peygamberimize meydan okuyan müşriklerin tutumlarını andırmaktadır.


188- Şuayb "Rabbim neler yaptığınızı herkesten iyi bilir. "


Anlatımda mesele detaylandırılmadan, uzatılmadan hemen sonuca geçilmektedir.


189- Eykeliler, Şuayb'i yalanladılar. Bunun üzerine "Yakar bulut günü"nün azabı yakalarına yapıştı. O gerçekten müthiş bir günün azabı idi.


Rivayete göre, nefesleri tıkayan, göğüsleri daraltan aşırı, boğucu bir sıcaklık kendilerini yakalamıştı. Sonra bir bulut göründü kendilerine. Onun gölgesine sığındılar. Orada serinlik gördüler. Sonra birden bu bulut, her tarafı titreten, her yanda yankılanan çığlığa dönüştü. Bu çığlık onları ürküttü ve yerle bir etti. İşte buna "Yakar bulut günü" adı verildi, işte gölgelik bu bilinen günün temel özelliği oldu!

Sonra bu surede yer yer tekrarlanan yorum cümlesi geliyor.


190- Kuşku yok ki, bu olaydan alınacak dersler vardır. Onların çoğunluğu inanmamış kimselerdi.

191- Ve yine kuşku yok ki, senin Rabb'in üstün iradeli ve merhametlidir.


Bu suredeki kıssalar böylece sona eriyor. Hemen ardından son yorum geliyor. Kıssalar sona erdi. Bunların hepsi de peygamberlerin ve peygamberliklerin kıssasını: Yakalanma ve yüz çevirme, meydan okuyuş ve ceza kıssasını sunmaktadır.

Bu kıssalar surenin girişinden sonra başlamışlardı. Giriş bölümünde Hz. peygamberin -salat ve selam üzerine olsun- ve Kureyş müşriklerinin özel durumu ele alınıyordu. Onlardan söz ediliyordu:

Ey Muhammed, onlar mümin olmuyorlar diye neredeyse canına kıyacaksın. Eğer dilesek onlara gökten bir mucize indiririz de karşısında boyunlar eğik kalır.

Onlar son derece merhametli olan Allah'ın kendilerine gönderdiği her yeni uyarıya burun kıvırarak sırt çevirirler.

Onlar yalanladılar. Fakat alay konusu ettikleri gerçeklerin somut olayları ile yakında yüz yüze geleceklerdir. (Şuara suresi, 3-6)

Sonra kıssalar anlatıldı. Bunların hepsi de kendilerine gelen haberleri alaya alan bir topluluğun tipik örnekleriydi!

Kıssalar sona erdikten sonra, anlatımın seyri, surenin giriş bölümünde ele alınan konuya tekrar döndü. Bu son yoruma yer verildi. Burada Kur'an'dan söz ediliyor. O'nun Âlemlerin Rabb'i olan Allah tarafından gönderildiği pekiştiriliyor. Asırlar önce meydana gelen bu kıssalar da bu gerçeği pekiştirmektedir. Kur'an onları Âlemlerin Rabb'i olan Allah'tan alıp getirmektedir. İsrailoğulları (Yahudi) bilginlerinin bu peygamberin ve onun okuduğu Kur'an'ın haberini biliyorlardı.. Zira bu konu hakkında eski kutsal kitaplarda bilgi verilmişti. Ancak müşrikler apaçık delillere karşı inat ediyorlardı. Onun bir büyü veya şiir olduğunu iddia ediyorlardı. Eğer Arapça konuşmayan yabancı birine bu Kur'an inseydi, o da tutup bunu onların diliyle kendilerine okusaydı yine iman edecek değillerdi. Zira onları imandan alıkoyan delil yetersizliği değil inatlarıydı! Bu Kur'an'ı Hz. Muhammed'e -salat ve selam üzerine olsun- getiren, kahinlere haber getiren şeytanlar değildi. Kur'an aynı zamanda şiir de değildi. Çünkü bunun değişmez bir yolu (uslubu) vardı. Hâlbuki şairler tepkilerine ve arzularına göre her sahada dolaşırlar. Bu Allah tarafından müşriklere bir hatırlatma, bir öğüt olarak gönderilen Kur'an'dan başkası değildi. Yüce Allah onları cezalandırmadan önce böylece kendilerini uyarıyordu. Kendisi ile alay ettiklerinin haberi gelmeden önce onlara öğüt veriyordu. "Zalimler ne acı bir akıbetle yüz yüze geleceklerini yakında anlayacaklardır.” (Şuara suresi, 227)

29 Kasım 2012 Perşembe

Şu’arâ Suresi 160-175 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


160- Lut'un soydaşları da peygamberlerini yalanladılar.

161- Hani kardeşleri Lut, onlara dedi ki; "Siz hiç Allah'tan korkmaz mısınız?”

162- "Gerçekten ben, size gönderilen güvenilir bir peygamberim."

163- "Öyleyse Allah'tan korkunuz da çağrıma uyunuz."

164- "Ben bu çağrı hizmetime karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum, benim çabalarımın karşılığını verecek olan âlemlerin Rabb'idir."


Hz. Lut'un kıssası bu arada yer alıyor. Tarih süreci içindeki yeri ise, Hz. İbrahim'in kıssasının yanı idi. Yalnız, daha önce de belirttiğimiz gibi bu surede tarihi süreç gözetilmemiştir. Gözetilen sadece peygamberliğin, metodun (yolun) ve yalan sayanların akıbetinin, yani inananların kurtuluşu ve ilahi mesajı yalan sayanların akıbetinin değişmediği ilkesini yerleştirmektir.

Hz. Lut kavmini eleştirirken, Hz. Nuh, Hz. Hud, ve Hz. Salih'in başladığı yerden başlıyor. Onların patavatsızlığını eleştiriyor. Kalplerinde takva bilincini harekete geçirmeye çalışıyor. Onları imana ve itaate çağırıyor. Doğru yolu gösterdiği için onların mallarını cebine indirmeyeceğine ilişkin kendilerine temin veriyor. Sonra tarihte kendilerinin de belirgin haline gelen sapıklık ürünü günahlarını eleştiriyor:


165- "Sizler erkekler ile cinsel ilişki kuruyorsunuz, öyle mi?"

166- "Buna karşılık Rabb'inizin sizin için eş olarak yarattığı kadınları bırakıyorsunuz? Sizler doğal sınırları çiğneyen, sapık bir toplumsunuz."


Ürdün Vadisinde bulunan çeşitli kentlerde yaşayan Lut kavminin bu tiksindirici günahı cinsel sapıklıktı. Kadınları bırakıp erkeklere yönelmekti. Bu cinsel sapıklık, fıtrata aykırı çirkin bir sapma idi. Yüce Allah kadını ve erkeği temiz kılmış ve her birini eşine karşı eğilimli yaratmıştır ki, üreme yolu ile hayatın devam etmesine ilişkin dilemesi ve hikmeti gerçekleşsin. Üreme ise ancak kadın erkek buluşması ile mümkündür. Buna göre kadın-erkek arasındaki bu eğilim, evrende işleyen genel yasalardan biridir. Bu yasa ile evrendeki herkes ve herşey yüce Allah'ın bu varlık âlemini idare eden iradesinin, dilemesinin gerçekleşmesi için gerçek bir ahenk ve yardımlaşma içine girmektedir. Erkeğin erkeğe gitmesinin ise hiçbir hedefi yoktur. Bir amaç gerçekleştirmez. Bu, evrenin fıtratına ve yapısına da paralel düşmez. Böyle sapık bir ilişkiden birilerinin zevk alması da ayrıca hayret vericidir. Kadın-erkeğin buluşma esnasında duyduğu zevk ise Allah'ın dilemesinin gerçekleşmesi için fıtrata yerleştirilmiş bir vasıtadan öteye geçmez. Demek ki, Lut kavminin bu çirkin fiilinin, evrenin yasasına aykırı olduğu açıktı. Bu nedenle söz konusu sapıklıktan vazgeçmek veya yok olmaktan başka çareleri yoktu. Zira onlar hayatın rotasından çıkmış, fıtrat kervanından ayrılmışlardı. Çünkü varlıklarının hikmeti olan evlenme ve çocuk sahibi olma yolu ile hayatlarını sürdürmekten soyutlanmışlardı. Hz. Lut onları bu sapıklıkları bırakmaya çağırıp, Rabb'lerinin kendileri için yaratmış olduğu eşlerini terketmelerini, fıtrata karşı gelmelerini ve bunda gizli olan hikmetin sırlarını çiğnemelerini eleştirdiğinde anlaşıldı ki, onlar, hayat kervanına ve fıtrat yasasına dönüş yapmaya hazır değiller:


167- Soydaşları "Ey Lut, eğer bu dediklerinden vazgeçmezsen kesinlikle seni buradan süreceğiz" dediler.


Hz. Lut, onların arasında yabancı bir insandı. Amcası Hz. İbrahim'in, babasından ve milletinden ayrılıp vatanını ve yurdunu terk ettiğinde onunla birlikte buraya gelmişti. Hz. İbrahim ve onunla birlikte iman eden bir avuç inanmış insanla beraber Ürdün'ü geçmişti... Sonra bu toplumla birlikte yaşamaya başlamıştı. Nihayet yüce Allah onu bu adamlara peygamber olarak gönderdi ki, içinde bulundukları bataklıktan onları kurtarsın. Bir de baktı ki, sağlıklı fıtratın tertemiz biçimine çağırmayı bırakmadığı takdirde kendisini aralarından sürüp çıkarmakla tehdit ediyorlar.

Bu durumda yaptıkları işten, içinde bulundukları sapıklıktan tiksindiğini, nefret ettiğini açıkça ifade etmekten başka çaresi kalmamıştır.


168- Lut dedi ki; “Ben sizin bu sapık davranışınızdan tiksinenlerdenim.”


Ayet-i kerimede geçen "kaliy" sözcüğü aşırı biçimde tiksinmek demektir. Hz. Lut bu sözü tiksinerek ve nefret ederek onların yüzüne vurmuştur. Sonra Rabbi'ine yönelerek kendisini ve ailesinin bu beladan kurtarmasını dilemiştir.


169- "Ya Rabbi, beni ve ailemi bunların sapık davranışlarının yaygın cezasından kurtar."


Kendisi onların fiilini istememektedir. Dürüst fıtratı ile onların bu yaptıklarının alçaltıcı, mahvedici bir iş olduğu hissetmektedir. Kendisi de onların içinde yaşamaktadır. Rabb'ine yönelmekle, kendisini ve ailesini, milletini yakalayacak felaketten kurtarması için niyazda bulunmaktadır.

Yüce Allah da Elçisinin duasını kabul buyurmaktadır:


170- Biz de Lut'u ve ailesini kurtardık.

171- Ailesinden sadece yaşlı bir kadın, sapıklar arasında kaldı.


Bu yaşlı kadın başka surelerde belirtildiği gibi Hz. Lut'un karısıdır. Bu kadın gerçek bir cadıydı. Toplumun bu tiksindirici fiilini onaylıyor ve onu yapmaları için yardımcı oluyordu!


172- Sonra geride kalanları yok ettik.

173- Onların başlarına müthiş bir yağmur yağdırdık. Uyarıcıları umursamayanların başlarına yağan yağmur ne fenadır.


Bir rivayete göre onların kasabaları yerin dibine geçirildi. Üzerini su kapladı. Bu kasabalardan biri Sodom'dur. Sodom'un Ürdün'deki Ölü Deniz'in altında kaldığı sanılıyor.

Bazı jeoloji bilginleri, Ölü Deniz'in altında daha önceleri yerleşme bölgesi olan bazı şehirlerin bulunduğunu doğrulamaktadır. Bazı arkeoloji bilginleri Deniz'in yanında bir kalenin kalıntılarını, bu kalenin yanında ise, kurbanların kesildiği bir mezbahanın kalıntılarını ortaya çıkarmışlardır.

Ne olursa olsun, Kur'an-ı Kerim, Lut kasabalarının haberini ve bu apaçık sözünü bu şekilde vermeyi yeterli görmüştür.

Şimdi de onların bu şekilde cezalandırılmalarından sonra yer yer tekrar edilen yorum geliyor:


174- Kuşku yok ki, bu olaydan alınacak dersler vardır. Onların çoğunluğu inanmamış kimselerdir.

175- Ve yine kuşku yok ki, senin Rabb'in üstün iradeli ve merhametlidir.

28 Kasım 2012 Çarşamba

Şu’arâ Suresi 141-159 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


141- Semudoğulları da peygamberlerini yalanladılar.

142- Hani kardeşleri Salih onlara dedi ki, “siz hiç Allah'tan korkmaz mısınız?”

143- "Ben size gönderilmiş güvenilir bir Allah elçisiyim."

144- "Öyleyse Allah'tan korkunuz da çağrıma uyunuz."

145- "Ben bu çağrı hizmetime karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum; benim çabalarımın karşılığını verecek olan, âlemlerin Rabb'idir. "


Bu bütün peygamberlerin sürekli tekrarladıkları çağrının kendisidir. Kur'an-ı Kerim kasıtlı olarak, her peygamberin toplumuna söylediği sözün ifadesini aktarırken hep bir sözü kullanmaktadır. Böylece peygamberliğin öz ve metot (yol) olarak bir olduğunu, üzerinde bina edildiği ana ilkenin temelde bir olduğunu ifade etmek istiyor. Bütün peygamberlerin ana mesajı: Allah'a iman, Allah'tan korkma, Allah tarafından görevlendirilen peygambere itaat etmektir.

Sonra Semud kavminin özel şartlarına değinilip, şartlarının ve konumlarının gereği olan meseleler ele alınmaktadır. Semud kavmi Şam ile Hicaz arasında yer alan Hicr bölgesinde yaşıyorlardı. Peygamberimiz -salat ve selam üzerine olsun- Tebuk savaşında Ashabı ile birlikte onların harap edilen yurtlarından geçmiştir. Hz. Salih, onların bu nimetlerden yararlandıktan sonra uygulamalarına, tutumlarına göre sonuçta hesaba çekileceklerini belirtiyordu:


146- "Siz bu dünyada hep güven içinde yaşatılacağınızı mı sanıyorsunuz?"

147- "Bahçeler ve pınarlar arasında"

148- "Ekinler ve olgun tomurcuklar hurmalar arasında"

149- "Dağları maharetle oyup alımlı köşkler yapıyorsunuz?"


Onlar kardeşleri Salih'in tasvir ettiği güzel hayat şartları içinde yaşıyorlar. Yalnız bu güzel hayatın farkında değiller. Bu nimetleri kimin kendilerine bağışladığını düşünmüyorlar! Kaynağını ve geliş yerini araştırmıyorlar. Bu nimetleri kendilerine veren nimet sahibine şükretmiyorlar. Allah'ın peygamberi bu güzel nimetleri onların gözleri önüne geliyor ki, üzerinde düşünsünler, değerlerini anlasınlar, onların yitirilmesinden endişe etsinler.

Hz. Salih'in onlara ilettiği mesajda, gaflet içindeki kalpleri uyandıran, arzularını ve korkularını uyaran dokunuşlar yer almaktadır: Siz bu dünyada hep güven içinde yaşatılacağınızı mı sanıyorsunuz? Yani siz zannediyor musunuz ki, şu içinde bulunduğunuz nimet, bolluk, rahat, sükûnet ve huzur içinde sürekli bırakılacaksınız? Bu kısa ve özlü ifadenin içerdiği mesaj: kapsamlılığı ve genişliğiyle bütün bu güzel şartlarda güven içinde yaşayacağınızı, yitirme korkusu, soyulma endişesi ve değişiklik ürperişi ile karşılaşmadan, her şeyin böyle devam edip gideceğini mi sanıyorsunuz!?

Bütün bu bağların-bahçelerin, kaynakların-ırmakların, çeşit çeşit ekinlerin, güzel salkımlı kolay hazmedilen ürünlerin, sanki hazmedilmiş, midelerde, ayrıca hazmedilmesine ihtiyaç kalmamış hurmaların içinde böylece bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz? Büyük bir ustalık ve üstün bir sanatla kayalarda yonttuğunuz evlerde, mutluluk ve sevinç içinde kendi halinize bırakılacağınızı mı zannediyorsunuz?

Onların kalplerine bu uyarıcı dokunuşlarla dokunduktan sonra Hz. Salih onları takvaya, itaate hak ve doğruluktan uzak, bozgunculuk ve kötülüğe eğilimli zalim iktidar sahiplerine karşı çıkmaya çağırıyor.


150- "Allah'tan korkunuz da çağrıma uyunuz."

151- "Aranızdaki azıtmışların emirlerine uymayınız."

152- "Onlar yeryüzünde kargaşa çıkarırlar, hiçbir bozukluğu düzeltmezler.”


Ne var ki, bu dokunuşlar ve çağrılar koflaşmış, katılaşmış olan bu kalplere ulaşıp, tesir etmiyor. Onlara kulak vermiyorlar. Ve yumuşamıyorlar.


153- Semudoğulları dediler ki; "Sen büyüye çarpılmış birisin."

154- "Sen sadece bizler gibi bir insansın. Eğer doğru söylüyorsan bize bir mucize göster."


Sen ancak bilmedikleri şeyleri saçmalayıp duran akılları büyülenmiş (beyinleri yıkanmış)lerden birisin. Sanki Allah yoluna çağırmak sırf delilerin yapabileceği bir çağrıdır!

"Sen sadece bizler gibi insansın." İşte ne zaman bir peygamber gelirse insanlığın aklına takılan şüphelerden biri de budur. İnsanlığın peygambere ilişkin düşüncesi sürekli olarak böyle sakat olmuştur. Peygamberin neden bir insan olarak gönderildiğini hikmetini, sırrını bir türlü kavramamıştır. Bunun insanlık için büyük bir şeref olduğunu anlamamıştır. İçlerinden peygamberlerin seçilmesiyle bu peygamberlerin insanlığı hidayet ve aydınlık kaynağına ulaştırmada öncülük ve önderlik yapacaklarını bilememişlerdir.

Peygamber gökten haber getirdiği, insanlara kapalı olan dünyadan gaybi haberler getirdiği için insan onun diğer insanlardan başka, farklı bir varlık olarak düşünmüş veya öyle olmaları gerektiği kanısına varmıştır. Çünkü insanlık tarih boyunca yüce Allah'ın bu peygamberlikle insana ne büyük bir değer verdiğini anlamamıştır. Ve yine insan anlamamıştır ki, yeryüzünde yaşadığı halde, yediği, içtiği, uyuduğu, evlendiği, çarşıda-pazarda dolaştığı, diğer insanların taşıdığı ve yaşadığı bütün diğer duyguları ve zaafları bünyesinde barındırdığı halde yüceler âlemi ile sıkı ilişki içinde bulunabilir. Dünyada normal bir insan olarak yaşarken bu büyük sır ile irtibatını sürdürebilir.

İnsanlık nesil nesil, kuşak kuşak, peygamberden, onun gerçekten Allah tarafından gönderilen bir elçi olduğunu gösteren harika bir mucize istemiştir. Eğer doğru söylüyorsan bize bir mucize göster. İşte aynı bu anlayıştan kalkarak Semud toplumu da bu mucizeyi istemiştir. Yüce Allah da kulu Salih'in bu isteğini kabul etmiş ve O'na dişi bir deve şeklinde bu mucizeyi vermiştir. Biz bu dişi deveyi önceki tefsir yazarlarının yaptığı gibi tanıtmaya dalmayacağız. Zira onu nitelemede kendisine dayanacağımız sağlıklı bir bilgi kaynağı yoktur elimizde. Bu nedenle onun Semud toplumunun istediği biçimde bir harika olduğunu söylemekte yetiniyoruz.


155- "İstediğiniz mucize işte şu dişi devedir. Su içme sırası bir gün onun ve belli bir günde sizindir."

156- “Ona bir kötülük dokundurmayınız. Yoksa Büyük Gün'ün azabına çarpılırsınız.”


Hz. Salih onlara dişi deveyi getirdi. İçtikleri suyun bir gün kendilerine bir gün de dişi deveye ait olması şartı ile. Ne onlar dişi devenin gününü zorla elinden alacaklar. Ne de dişi deve onların gününü ellerinden alacaktı. Ne günleri birbirine karışacak ne de içtikleri. Hz. Salih bu deveye hiç bir şekilde kötülük yapmamaları uyarısında bulunmuştu. Yoksa dehşet verici bir günün azabı kendilerini yakalayacaktı.

Peki, harika bir mucize inatçı bir kavme ne gibi bir yarar sağlamıştı. Kof kalplere iman doldurmamış, karanlık ruhları aydınlığa çıkarmamıştı. Kendilerini mağlup etmesine ve kendilerine meydan okumasına rağmen, onlar verdikleri sözde durmamışlar ve şartlarını yerine getirmemişlerdi.


157- Buna rağmen devenin ayaklarını keserek onu cansız yere devirdiler. Fakat hemen pişman oldular.


Ayet-i kerimede geçen “Akr” Boğazlamak demektir. Semud milletinden bu deveyi boğazlayanlar yeryüzünde bozgunculuk yapan, onun düzelmesini istemeyenlerdi. Daha önce Hz. Salih kendilerini böyle bir işten sakındırmış ve uyarmıştı. Fakat onlar uyarıdan korkmadılar. Bu nedenle suçları herkese genelleştirildi. Bu büyük günah yüzünden hepsi cezalandırıldılar.

Millet bu işi yaptığına pişman oldu. Fakat iş işten geçtikten ve uyarı gerçekleştikten sonra:

"Arkasından azab, yakalarına yapıştı."

Burada atmosferin hız ve aceleyi gerektirmesinden dolayı bu azabın türü bile belirtilmemiştir.


158- Arkasından azab, yakalarına yapıştı. Kuşku yok ki, bu olaydan alınacak dersler vardır. Onların çoğunluğu inanmamış kimselerdi.

159- Ve yine kuşku yok ki, senin Rabb'in üstün iradeli ve merhametlidir.

27 Kasım 2012 Salı

Şu’arâ Suresi 123-140 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


Hud kavmi, Ahkaf'ta yaşıyordu. Ahkaf Yemen tarafında Hadramut yakınlarında bulunan kum tepecikleridir. Bunlar tarih süreci içinde Nuh kavminden sonra gelmişlerdir. Onlar yeryüzünün inkârcılarını temizleyen Tufan'dan bir süre sonra kalbleri sapıklığa yönelmiş topluluklardan biriydiler.

Bu kıssa, A'raf suresinde detaylı olarak verilmişti. Hud suresinde de, Mü'minun suresinde ise, Hz. Hud'un ve Ad'ın ismine yer verilmeden ele alınmıştı. Bu surede ise kıssanın iki ucu arasındaki bölümü özetlenmiştir. Kıssanın bir ucu Hz. Hud'un toplumunu ilahi mesaja çağırması diğer ucu bu toplumun, ilahi mesajı yalan sayanlarının uğradığı akıbettir. Bu kıssa da Hz. Nuh'un toplumunun kıssası gibi başlamaktadır.


123- Ad oğulları da peygamberlerini yalanladılar.

124- Hani kardeşleri Hud, onlara dedi ki, "Siz hiç Allah'tan korkmaz mısınız?"

125- "Ben size gönderilmiş, güvenilir bir Allah elçisiyim. "

126- "Öyleyse Allah'tan korkunuz da, çağrıma uyunuz. "

127- "Ben bu çağrı hizmetime karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum, benim çabamın karşılığını verecek olan âlemlerin Rabb'idir. "


Bu her peygamberin söylediği değişmeyen sözdür. Allah'tan korkma ve elçisine itaat etme çağrısı, insanların ellerinde bulunan dünya hayatının mallarına, nimetlerine gönül bağlamama, yeryüzünün geçici değerlerinin üzerine çıkma, Allah'ın katındaki değerli, üstün mükâfatına göz dikme, yönelme bayrağının açılması; işte bütün peygamberlerin mesajı.

Sonra bu toplumun özel durumuna ve uygulamalarına yöneliyor. Sırf gücü ile övünmek, zenginliğini ilan etmek, bina yapımında yoğunlaşmak ve yükseklere çıkmak,-lüks, burjuva hayat için inşaat sektörüne yönelmeleri eleştiriliyor.

Aynı şekilde, bu dünyanın imkânlarına sahip oldukları, burada büyük güçlere sahip oldukları için böbürlenip, Allah'ın gözetlemesinden ve korkusundan habersiz bir hayata yönelmeleri de tenkit ediliyor.


128- "Sizler her yüksek tepeye gösteriş amaçlı bir anıt dikerek boş işlerle mi oyalanıyorsunuz?"

129- "Hiç ölmemek ümidi ile sağlam köşkler mi yapıyorsunuz?


Ayet-i kerimenin metninde geçen "Riğ" sözcüğü yeryüzünün yüksek yerleri demektir. Öyle anlaşılıyor ki, onlar yeryüzünün yüksek yerlerine binalar yapıyorlardı. Uzaktan bakan onları bir işaret biçiminde görüyordu. Bundan amaç da, güçlerini ve ustalıklarını ortaya koyup, bununla böbürlenip övünmekti. Bu nedenle Kur'an onların bu eylemlerini "boş bir eylem" olarak nitelemiştir. Eğer onlar bu binaları yolculara kılavuzluk yapmak ve yönlerini belirlemelerini sağlamak için yapmış olsalardı, kendilerine "Boş işlerle mi oyalanıyorsunuz?" denmezdi. Bu direktif de, çabaların, ustalıkların ve malların yararlı ve zorunlu olan işlerde harcanması gerektiğine dikkat çekmekte, sırf üstünlüğünü ve ustalığını ortaya koymak amacı ile lüks ve ziynet için harcanmaması gerektiğine parmak basmaktadır.

"Hiç ölmemek ümidi ile sağlam köşkler mi yapıyorsunuz?"

Ayetinden anlaşılıyor ki, Ad kavmi sanayi uygarlığında önemli bir yere ulaşmıştı. Dağları yontmak, saraylar yapmak, yüksek tepelere, dağlara işaretler yerleştirmek için fabrikalar kurabilecek düzeye gelmişlerdi. Bu öyle bir dereceye varmış ki, toplum, bu fabrikaların ve bunların vasıtaları ile yapmış oldukları saldırılarından koruyabileceklerine inanır olmuşlardı.

Hz. Hud, toplumun yaşadığı hayatı kınamaya devam ediyor:


130- "Birini yakalayınca zorbaca yakalıyorsunuz."


Onlar katı kalbli, sert yapılı taşkın insanlardır. Tuttukları zaman koparırlar. Yakaladıkları zaman katı yürekle, kaba davranmakta bir sakınca görmezler. Tıpkı sahip oldukları maddi kaba kuvvetle övünen zorbalar gibi.

Burada Hz. Hud, onları Allah'tan korkmaya ve elçisine itaat etmeye çağırmaktadır ki, bu kaba, zalim, zorba karakterin önüne geçsin:


131- "Allah'tan korkunuz da çağrıma uyunuz "


Hz. Hud burada onlara Allah'ın nimetlerini hatırlatıyor; istifade ettikleri, birbirlerine karşı övünç aracı yaptıkları zorbalıklarına alet ettikleri nimetlerini. Bu durumda onların öğüt almaları ve şükretmeleri gerekirdi. Kendilerine verilen nimetlerin ellerinden alınma endişesine kapılmaları, boşu boşuna, zalimce, çirkin bir. Şımarıklık ile saçıp-savurmaları nedeniyle cezalandırılma hissini içlerinde duymaları gerekirdi!


132- "Size bildiğiniz nimetleri bağışlayan Allah'tan korkunuz."

133- "O size davar sürüleri ile evlatlar bağışladı. "

134- "Bahçeler ve pınarlar armağan etti."

135- "Sizin hesabınıza 'büyük gün' ün azabından endişe ederim.”


Böylece önce onlara özet halinde nimeti ve nimet vereni hatırlatıyor:

"Size bildiğiniz nimetleri bağışlamıştır."

Bu gözlerinin önünde bir şeydi. Biliyorlar, tanıyorlar ve içinde yaşıyorlar. Sonra meseleyi biraz açıyor. "O size davar sürüleri ile evlatlar bağışladı. Bahçeler ve pınarlar armağan etti." Bunlar o sırada bilinen, alışılagelen nimetlerdi. Aynı zamanda her dönemdeki nimetlerdir. Sonra onları büyük bir günün azabından sakındırıyor. Bu azaba düşmelerine dayanamadığı için şefkat örneği oluyor. Zira o da kendilerinin kardeşi ve onlardan biridir. Bu günün kuşkusuz azabının onlara dokunmamasını şiddetle arzu etmektedir.

Ne var ki, bu hatırlatma ve korkutma, kurumuş, katılaşmış, donuklaşmış kalblere ulaşıp bir etki gösteremiyor. Bakıyoruz ki, saçma sapan sözlerde, inatçılıkta ve alaycılıkta ısrar ediyorlar.


136- Adoğulları dediler ki, "İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizim için birdir."

137- "Bu uygulamalarımız, eski atalarımızdan bize gelen geleneklerden başka birşey değildir. "

138- "Bizim azaba çarpılmamız sözkonusu değildir. "


Bu aşağılama, kaba söz ve yüreksizlik ifade eden bir sözdür. Gerisindeki donukluğu, kireçlenmeyi ve taklide dayanmayı ele vermektedir.

Hz. Hud'un reddettiği ve kendilerinin içinde bulundukları halin delili, bu yaptıklarının daha öncekilerin ahlakı ve yolu olmasıdır. Onlar, öncekilerin yolunda giderler! Sonra onlar, kendilerinden öncekilerin azaba düşme ihtimalini red ederler! "Bizim azaba çarpılmamız söz konusu değildir." Burada sure, onlar ile peygamberleri arasında geçen tartışmanın tamamını ve detayını vermiyor. Birden işin sonuna adım atıyor!


139- Böylece peygamberlerini yalanladılar. Biz de onları yok ettik. Kuşku yok ki, bu olaydan alınacak dersler vardır. Onların çoğu inanmamış kimselerdir.

140- Ve yine kuşku yok ki, senin Rabb'in üstün iradeli ve merhametlidir.


İki kısa cümle ile iş bitiyor. Zorba olan Ad toplumunun defteri dürülüyor. Yaptıkları fabrikalar kapanıyor. İçinde yaşadıkları bol nimetler: sürüler, hayvanlar, bağlar-bâhçeler, su kaynakları ve kendilerine verilen çocuklar birden sona eriyor!

Ad toplumundan sonra nice milletler bu şekilde düşünmeye başlamış, bu türden nimetlerle övünmüş, uygarlıkta ilerledikçe Allah'tan uzaklaşmış, insanın artık Allah'a ihtiyacı olmadığını sanmaya başlamıştır. Kendisini korumak için başkasının yok oluşuna neden olan etkenleri kullanmış ve düşmanlarının başına gelenlerin kendisinin de başına geleceğini düşünmemiştir. Bu yolda sabah-akşam doludizgin ilerlerken bir de bakar ki, hangi yola girerse girsin, altından ve üstünden azabın üzerine gelmekte olduğunu görür.

26 Kasım 2012 Pazartesi

Şu’arâ Suresi 111-122 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


111- Soydaşları, "peşinden gelenler aramızdaki ayak takımı iken hiç biz sana inanır mıyız" dediler.


Onlar ayak takımı derken fakirleri kastediyorlar. Fakirler, peygamberlere ve peygamberliklere, imana ve teslim oluşa herkesten önce sahiplenenlerdir. Boş bir böbürlenme, çıkar, makam ve mevcut durum, bunlardan kaybedecekleri hiçbir şey onları "doğru yol"dan alıkoyamaz. Bu nedenle onlar hemen kabul edenler ve herkesten önce ilahi mesajı sahiplenenlerdir. İleri gelen bürokratları, teknokratları, aristokratları ise büyüklükleri böbürlenmeleri, sahte yapılanmalara dayalı, kuruntu ve efsane destekli, din maskesine bürünmüş çıkarları onları hep geri bırakır. Kıpırdanmalarını engeller.

Sonra onlar, arı-duru tevhidin sonuçta kendilerini diğer insan kitleleriyle eşit duruma getirmesini, bütün sahte değerleri ayakaltına alışını kabul edemezler. Zira tevhid inancında sadece bir değer bayraklaştırılır. Bu da iman ve iyi işler (amel-i salih) yapmaktır. Bu herhangi bir topluluğu yükseltecek, diğerlerini alçaltacak tek değerdir. Bütün insanlar artık bir ölçüye göre, inanç sistemi ve onun dürüst bir yaşantı kriteri ile değerlendirilirler, tartılırlar.

Onun içindir ki, Hz. Nuh onlara verdiği cevapta değişmez değerleri belirlemekte, peygamberin uzmanlık alanını sınırlandırmakta, insanların işlerini ve hesaba çekilişlerini ise Allah'a havale etmektedir. İşlediklerine göre onları sorguya çekecek kimsenin Allah olduğunu dile getirmektedir.


112- Nuh dedi ki; "Onların neler yaptıklarını ben bilemem."

113- "Onların hesabını görmek, sadece Rabb'ime düşer. Keşke bu gerçeğin bilicinde olsanız "

114- "Mü'minleri yanımdan kovmak bana yakışmaz."


Aristokratlar, ileri gelenler, sürekli olarak fakirler hakkında şu kanıya sahiptir: Fakirlerin alışkanlıkları ve ahlakları seçkinlerin hoşuna gitmez. Nezaket sahibi, ince ruhlu, tatlı zevkleri bulunan yüksek tabakanın bulunduğu ortamlarda onlara katlanmak mümkün değildir. Hz. Nuh onlara diyor ki: Ben insanlardan iman dışında başka bir şey istemiyorum. Onlar ise iman etmiş bulunuyorlar. Bundan önce yaptıkları ise Allah'a havale edilmiştir: Bunları tartacak ve değerlendirecek, iyiliklerine ve kötülüklerine göre onları cezalandıracak, ödüllendirecek olan da O'dur. Allah'ın değerlendirmesi en sağlıklı değerlendirmedir: "Keşke bu gerçeğin bilincinde olsanız", keşke Allah'ın terazisinde ağır basan gerçek değerleri anlasaydınız. Benim görevim sadece uyarmaktan ve gerçeği açıkça ortaya koymaktan ibarettir.


115- "Ben sadece açık sözlü bir uyârıcıyım. "


Hz. Nuh -selam üzerine olsun- apaçık delilini ve sağlıklı mantığını onlara yönelttiğinde, onlar, apaçık delil ve red edilmesi mümkün olmayan delille O'nunla tartışmayı sürdürmekten aciz kalarak, azgınların, gayr-i meşru otoritelerin, delil açısından sıkıştıklarında, kesin delil aleyhlerine döndüğünde başvurdukları yönteme başvurdular. Maddi kaba kuvvet ile tehdit etmeye başladılar. Zaten gayr-i meşru otoriteler, delil açısından sıkıştırıldıkları, kesin delilin kendilerini aciz bıraktığı her yerde ve her zamanda böyle tehdit yoluna baş başvurmuşlardır.


116- Soydaşları; “Ey Nuh, eğer bu dediklerinden vazgeçmezsen taşa tutulup öldürülenlerden olacaksın" dediler.


Burada azgın iktidar sahipleri çirkin yüzlerini gösteriyorlar, sapıklık kaba kuvvetini ortaya koyuyor. Hz. Nuh'da katı, kuru, donuk kalblerin yumuşamayacağını öğreniyor.

Bunun üzerine Hz. Nuh biricik Dosta, eşsiz Yardımcıya yöneliyor. Zaten inananlar için ondan başka sığınak da yok.


117- Bunun üzerine Nuh dedi ki: "Ya Rabbi, soydaşlarım beni yalanladılar."

118- "Onlar ile aramdaki meseleyi Sen kesin çözüme bağla; beni ve yanımdaki mü'minleri kurtar."


Aslında Hz. Nuh'un Rabb'i, toplumunun O'nu yalanladığını biliyor. Yalnız bu, üzüntüsünü, şikâyetini, yardımcıya, destekçiye bildirme türünden bir ifadedir. İnsaf talebinde bulunmaktır. İşi, sahibine havale etmektedir: Onlar ile aramdaki meseleyi Sen kesin çözüme bağla. İsyanın ve yalanlamanın son sınırını belirliyor: Beni ve yanımdaki mü'minleri kurtar.

Yüce Allah, azgın iktidar sahipleri tarafından taşa tutularak öldürülmekle tehdit edilen peygamberinin isteğini kabul etmiştir. Çünkü O, insanları Allah'tan korkmaya, elçisine itaat etmeye çağırmakta, buna karşılık bir ücret talep etmemekte, mal ve makam peşinde koşmamaktadır.


119- Bunun üzerine Nuh'u ve yanındakileri dolu bir gemiye bindirerek kurtardık.

120- Bunun arkasından dışarda kalanları suda boğduk.


İşte böyle kısa bir özet ile insanlığın şafağında iman ile tuğyan (azgınlık, isyankârlık, zorbalık) arasındaki savaşın son aşaması tasvir edilmiştir. Uzun boylu insanlık tarihi içinde yer alacak, gelecekteki bütün hak ile batıl kavgalarının sonu da böylece belirlenmiş olmaktadır.

Sonra bu surede üstün güç ve merhamet sahibi Allah'ın olağanüstü olayın tekrar yorumuna yer verilmektedir.


121- Kuşku yok ki, bu olaydan alınacak dersler vardır. Onların çoğunluğu inanmamış kimselerdi.

122- Ve yine kuşku yok ki, senin Rabb'in üstün iradeli ve merhametlidir.

22 Kasım 2012 Perşembe

Şu’arâ Suresi 103-110 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


103- Kuşku yok ki, bu olaydan alınacak dersler vardır. Onların çoğunluğu inanmamış kimselerdi.

104- Ve yine kuşku yok ki, senin Rabb'in üstün iradeli ve merhametlidir.


Bu, daha önce bu surede anlatılan Ad, Semud ve Lut kavminin sonlarının sergilenişinden sonra verilen yorumun aynısıdır. İlahi mesajları yalan sayanların başına gelenleri anlatan ayetlerden sonra da bu yorum yer almıştır. Kıyamet sahnelerinden biri olan bu sahne surenin akışı içinde ilahi mesajı yalan sayanların dünyadaki akıbetleri yerine verilmiştir. Zira bununla Hz. İbrahim'in ve bütün bir şirkin sonu tasvir ediliyor. Surenin bütün kıssalarında asıl ders ve ibret alınacak nokta da budur. Kur'an'daki kıyamet sahneleri somut bir realite gibi sunulur. Okundukları zaman sanki gözler onları seyreder, duygular onları hisseder, vicdanları onlarla sarsılır, titrer. Tıpkı insanların gözlerini fal taşı gibi açan, dikkatle seyredilen cezalandırma, yok etme örnekleri gibi.

Anlatım tarihsel açıdan Hz. Musa'nın kıssasını ele aldıktan sonra Hz. İbrahim'in kıssasına geçtiği gibi Hz. İbrahim'in kıssasından da Hz. Nuh'un kıssasına geçiyor. Tarihsel açıdan geriye gidiyor. Burada tarihsel çizgiyi izlemek amaçlanmamıştır. Amaç şirk ve ilahi mesajı yalanlamanın sonucundan alınacak ibrettir, derstir.

Hz. Nuh'un kıssası da Hz. Musa ve Hz. İbrahim'in kıssaları gibi Kur'an'ın değişik surelerinde ele alınmaktadır. Daha önce A'raf suresinde bu kıssa peygamberler ve peygamberlikler tarihinin seyir çizgisi içinde ele alınmıştı. Hz. Âdem’in Cennet'ten yeryüzüne indirilişinden bu yana gelen peygamberlerin mesajları tarih süreci içinde ele alınırken bu kıssaya kısaca yer verilmişti. Hz. Nuh'un milletini tevhide çağrısı, dehşet verici bir günün azabına karşı onları uyarması, milletinin kendisini sapıklıkla itham etmesi, milletinin kendileri gibi bir insanı Allah'ın elçi olarak kendilerine göndermesine hayret edişi, Hz. Nuh'u yalanlamaları ve bu nedenle boğulmaları ile Hz. Nuh ve onunla birlikte iman edenlerin kurtuluşu detaylara inilmeksizin anlatılmıştı.

Hz. Nuh hikâyesi Yunus Suresinde kısaca sunulmuştu. Peygamberliğinin son dönemleri, milletinin meydan okuyuşu ve onu yalanlamaları, kendisinin ve yanında bulunan inanmışların kurtuluşu, diğerlerinin ise boğdurulmaları kısaca verilmişti.

Hud suresinde ise, Tufan, gemi ve Tufandan sonrası ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştı. Boğulanlar arasında bulunan oğlu hakkında Rabb'ine dua edişi, tevhid inancı etrafından kendisi ile milleti arasında meydana gelen tartışması geniş biçimde açıklanmıştı.

Hz. Nuh'un kıssası, Mü'minun suresinde de anlatılmıştı. Orada Hz. Nuh'un milletini bir olan Allah'ı tanımaya çağırışı, onların ise, onun kendileri gibi bir insan olması, kendileri üzerine bir üstünlük kurmak istediği, Allah bir elçi göndermek istediğinde bir meleği elçi olarak gönderebileceği gerçekleri ile reddedişleri ve onu bunlardan dolayı delilik ile suçlayışları, sonra Hz. Nuh'un Rabbine yönelerek yardımını dileyişi anlatılmış ve gemi ve tufan'a kısa bir işareti bulunulmuştu.

Bu kıssa genellikle Ad, Semud, Lut toplumu, Medyen halkı kıssalarının sıralandığı bir dizi kıssa içinde ele alınmaktadır. Bu surede de aynı yöntem izlenmiştir. Kıssanın burada ele alınan kısmı ise özellikle Hz. Nuh'un kendi toplumunu Allah tan korkmaya çağırması, doğru yola gelmelerine karşılık kendilerinden hiçbir ücret talep etmeyeceğini açıklaması, ileri gelenlerin kendilerinden tiksindiği, fakir mü'minleri yanından kovmayı red etmesi, bu sorun aynı zamanda Hz. Muhammed'in -salat ve selam üzerine olsun- Mekke'de tıpkısı ile karşılaştığı bir meseleydi, kendisini toplumundan uzaklaştırmasını Rabb'ine niyazda bulunması, yüce Allah'ın O'nun bu dileğini kabul ederek ilahi mesajı yalan sayanları suda boğması, inananları ise kurtarması, üzerinde yoğunlaşmaktadır.

"Nuh'un soydaşları peygamberlerini yalanladılar."

İşte bu sondur. Kıssanın sonu. Önce onunla başlamaktadır ki, ta baştan onu ön plana çıkarsın. Sonra detaylara iniyor.

Hz. Nuh'un toplumu Hz. Nuh'tan başkasını yalanlamadıkları halde onların peygamberleri yalanladıkları ifade ediliyor. Çünkü öz itibariyle peygamberlik birdir. Allah'ı birleme çağrısıdır. Sadece O'na kulluk mesajıdır. Bu ilkeyi yalanlayan biri bütün peygamberleri yalanlamış olur. Zira bu onların hepsinin çağrısıdır. Kur'an da bu gerçeği vurgular ve onu pek çok yerde değişik biçimlerde ifade eder. Çünkü bu, İslam inancının ana ilkelerinden biridir. Bütün ilahi çağrılar onu içerir. Bu ilkeye göre insanlar iki kampa ayrılır: Mü'minler kampı, kâfirler kampı. Tarihteki bütün peygamberliklerde ve bütün asırlarda bu kamplar varlığını sürdürmüşlerdir. Buna göre Müslüman bakar ki, Allah tarafından gönderilen her dine ve her inanç sistemine inanan ümmet kendisinin de ümmetidir. Tarihin ta ilk şafağından tevhidin son dini İslam’ın parlamasına kadar bütün dönemlerde bu gerçek hiç değişmemiştir. Diğer kamp ise, her milletin ve dinin kâfirleridir. Buna göre mü'min bütün peygamberlere iman eder, peygamberlerin hepsine saygı gösterir. Çünkü onların hepsi bir olan mesaja, tevhid mesajına çağıran elçilerdir.

Müslümanın değer yargılarına göre insanlık ırklara, renklere ve yalanlara göre kamplara ayrılamaz. Sadece doğruluk, gerçek taraftarı, yanlışlık ve eğrilik taraftarı diye kamplara ayrılırlar. Müslüman, her yerde ve her zaman hak taraftarlarının yanında haksızlığın karşısındadır. Müslümanın bilincinde değerler, ırk, renk, dil, vatan, günlük hayattaki ve tarihin derinliklerine gömülmüş yakınlıklar tutkusu, asabiyatının üstüne çıkar. Yükselir, sadece bir değer oluşturur. Bu da herkesin kendisinden sorgulandığı ve hepsinin ona göre değerlendirildiği iman değeridir.


105- Nuh'un soydaşları peygamberlerini yalanladılar.

106- Hani kardeşleri Nuh, onlara dedi ki, Siz hiç Allah'tan korkmaz mısınız?

107- "Ben size gönderilmiş, güvenilir bir Allah elçisiyim."

108- "Öyleyse Allah'tan korkunuz ve çağrıma uyunuz."

109- "Ben bu çağrı hizmetime karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum, benim çabamın karşılığını verecek olan alemlerin Rabb'idir."

110 "O halde Allah'tan korkunuz ve çağrıma uyunuz."


Hz. Nuh'un, milleti tarafından red edilen, yalan sayılan çağrısı budur işte. Halbuki Hz. Nuh onların kardeşiydi. Kardeşliğin gereği barışa, tatmine, imana ve tasdiğe götürmesiydi. Yalnız onun toplumu bu bağa dikkat edip değer vermedi. Siz hiç Allah'tan korkmaz mısınız? İşlediğinizin cezasından korkmaz mısınız? Kalbleriniz Allah korkusunu ve ürpertisini hissetmez mi? dediğinde, kardeşleri olan Hz. Nuh'un çağrısına karşı kalbleri yumuşamadı.

Takvaya dikkat çekip ona yönlendirmek bu surede sürekli biçimde vurgulanıyor. Yüce Allah Hz. Musa'yı Firavun ve milletine bir elçi olarak gönderdiğinde O'nu takvaya çağırmakla görevlendirmişti. Hz. Nuh da milletini ona çağırdı. Hz. Nuh'tan sonra gelen peygamberlerin hepsi de milletlerini Allah'tan korkmaya çağırdılar.

"Ben size gönderilmiş güvenilir bir Allah elçisiyim."

Hainlik yapmam. Aldatmam. Hile yapmam. Açıklanması istenen yükümlülüklerde hiçbir şeyi ne arttırırım ne de eksiltirim.

"O halde Allah'tan korkunuz ve çağrıma uyunuz."

Böylece onlara tekrar Allah'tan korkmayı hatırlatıyor. Bu sefer bu korkuyu belirliyor ve onu yüce Allah'a izafe ediyor. Bununla onların kalbleri itaate ve teslim oluşa doğru hareketlendirilmek isteniyor.

Sonra onlara dünya ve nimetleri konusunda güvence veriyor. Onları Allah'ın dinine çağırmakla kendisi bir çıkar sağlayacak değildir. Kendilerine doğru yolu gösterdiği için bir ücret, bir mükâfatta istememektedir. Mükâfatını, insanları dinine çağırmakla yükümlü tutan âlemlerin Rabb'inden talep etmektedir. Bu çağrı karşılığında hiçbir ücret istenmediğine dikkat çekilmesi sağlıklı bir çağrının sürekli olarak ücretsiz olması gerektiğini ortaya koymaktadır. İşte bu, İslam dininin çağrısı ile, insanların alışageldiği diğer çağrılar arasındaki temel farklardan biridir. Diğer sözde dini çağrılarda, kahinler ve din adamları insanların mallarını ceplerine indirmek için, dini, bir sömürü aracı olarak kullanırlar. Kâhinler ve dini asıl amacından saptırmış olan din adamları sürekli olarak çeşitli yollarla malları sömürmenin kaynaklarından biri olmuşlardır. Gerçek anlamdaki Allah'a çağrı ve bu çağrının öncüleri ise, daima çıkardan uzak duran salt kimselerdir. Doğru yola çağırma karşılığında ücret almazlar. Onların ücretlerini vermek âlemlerin Rabb'inin işidir.

Burada insanlara ücret ve sömürü açısından güvence verildikten sonra tekrar takva ve itaat istenmektedir kendilerinden: "Allah'tan korkunuz ve çağrıma uyunuz". Yalnız buna rağmen onlar kendisine hayret verici bir itirazla karşılık veriyorlar. Bu, insanlığın her peygambere karşı ileri sürdüğü tarih boyunca tekrarlanan bir itirazdır.

20 Kasım 2012 Salı

Şu’arâ Suresi 83-102 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


83- Ya Rabbi, bana yararlı bilgi ve egemenlik ver ve beni iyi kullarının arasına kat.

84- İlerdeki kuşaklar arasında doğruluğun sözcüsü olmamı nasip eyle.

85- Beni bol nimetli cennette sürekli kalanlardan eyle.

86- Babamı affeyle. Çünkü o sapıklardandır.

87- İnsanların yeniden dirilecekleri gün beni mahcup etme.

88- Ki, o gün, insana ne malı ve ne de evlatları yarar sağlamaz.

89- Yalnız temiz kalple Allah'ın huzuruna gelen kurtulur.


Bütün bir duanın içinde yeryüzünün, dünyanın nimetlerinden hiçbiri yer almıyor. Hatta vücud sağlığı bile. Bu, yüce ufuklara yönelen bir duadır. Arınmış duygular onu harekete itmektedir. Allah'ı tanıyan ve bu nedenle onun dışındaki her şeyi değersiz, basit gören, verdiklerinin tadını damağında hissettiği için daha fazlasını isteyen, tadına vardığı ve dilediği ölçüde korku ve ümit halı içinde derinleşen bir kalbin duasıdır.

"Ya Rabbi, bana yararlı bilgi ve egemenlik ver ve beni iyi kullarının arasına kat "

Sağlıklı değerler ile saçma değerleri birbirinden ayırmamı sağlayacak ve beni daha kalıcı gerçeklere ulaştıracak bir yolun başına getirecek olan hikmeti ver bana.

"Beni iyi kullarının arasına kat.

Bu sözü yumuşak huylu, içini Allah'a açan, şerefli peygamber Hz. İbrahim söylüyor. Bu ne alçak gönüllülük! Bu ne hassasiyet! Bu ne kusur işlemekten endişe etme duygusu! Bu ne kalbleri evirip-çeviren Allah korkusu! Allah'ın salih kullarına katılmaya karşı bu ne büyük arzu! Rabb'inin, kendisini iyi işlerde başarılı kılması vasıtası ile salih kullara katması konusunda ne coşkun bir beklenti bu!

"İlerdeki kuşaklar arasında doğruluğun sözcüsü olmamı nasip eyle"

Süreklilik isteğinin kendisini sürüklediği bir duadır bu. Kendi soyu ile değil, inancı ile sürekli olmayı istiyor. Rabbinden diliyor ki, ilerdeki kuşaklara doğru bir söz nasip etsin. Kendilerini Hakk'a, gerçeğe çağırsın. Arı, duru ve kolay olan Hz. İbrahim dinine çağırsın. Herhalde bu Hz. İbrahim'in başka yerde yaptığı duanın aynısıdır. Nitekim Hz. İbrahim oğlu Hz. İsmail ile birlikte Ka'be'nin duvarlarını yükseltirken şöyle diyordu: "Hani İbrahim ile İsmail Ka'benin duvarlarını yükseltirlerken şöyle dua etmïşlerdi: "Ey Rabbimiz, yaptığımızı kabul et. Hiç şüphesiz sen her şeyi işiten ve bilensin. Ey Rabbimiz, ikimizi de sana teslim olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar, bize ibadet yollarımızı göster, tevbelerimizi kabul buyur: Hiç şüphesiz sen tevbeleri kabul edensin ve çok merhametlisin. Ey Rabbimiz, içlerinden onlara senin ayetlerini okuyacak, Kitabı ve hikmeti öğretecek, kendilerini kötülüklerden arıtacak bir peygamber gönder. Hiç şüphesiz sen azizsin ve hikmet sahibisin."

Yüce Allah O'nun isteğini yerine getirdi. Duasını kabul etti. İlerideki kuşaklar arasında doğruluğun sözcüsü yaptı. O kuşaklar arasından insanlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onlara kutsal kitabı ve hikmeti öğreten, ruhlarını kötülüklerden arındıran peygamber gönderdi. Onun isteğinin kabul edilmesi binlerce sene sonra gerçekleşmişti. Bu, insanlara göre hesaplandığında; uzun bir zaman olsa da, Allah katında belirlenen bir zamandır. Hikmeti gereği olarak bu zaman geldiğinde kabul edilen dua bu zamanda gerçekleşir.

"Beni bol nimetli cennette sürekli kalanlardan eyle."

Daha önce de, kendisini salih amellere muvaffak etmek suretiyle salih kullarına katmasını Rabbinden dilemişti. Zaten salih ameller, kendisini onların saflarına götürüp katacaktı. Nimet cenneti ise Allah'ın salih kullarının varacakları cennettir.

"Babamı affeyle. Çünkü o sapıklardandır".

Hz. İbrahim -selam üzerine olsun- babasından o kadar ağır sözler işitmesine ve ağır tehdidine maruz kalmasına rağmen ona böyle davranıyor. Çünkü daha önce babasını bağışlanması için ona dua edeceğine söz vermişti. Böylece sözünü yerine getirdi. Kur'an'ı Kerim'in başka ayetlerinde akraba bile olsalar müşrikler için af dilemenin caiz olmadığı açıklanmıştır. Hz. İbrahim'in babası için af dilemesinin ona verdiği bir sözden kaynaklandığı ifade edilmiştir. "Fakat babasının bir Allah düşmanı olduğunu kesinlikle anlayınca onunla ilişkisini kesti" (Tevbe suresi 114) Yakınlığın, soy yakınlığı değil, inanç yakınlığından ibaret olduğunu anlamıştır. Bu da, İslami eğitimin apaçık ilkelerinden biridir. Her şeyin başında gelen bağ, Allah yolundaki bağlılığın sembolü olan inanç bağıdır. İnsanoğlunun iki bireyi arasında, inanç temeline dayanmadan herhangi bir bağ oluşturulamaz. Bu bağ çözüldükten sonra diğer bağlar kendiliğinden çözülür. İnsanlar birbirlerinden öyle uzak düşerler ki, artık hiçbir bağ, hiçbir yakınlık fayda vermez.

"İnsanların yeniden dirilecekleri gün beni mahcup etme.
"Ki, o gün insana ne malı ve ne de evlatları yarar sağlamaz".
"Yalnız temiz kalple Allah'ın huzuruna gelen kurtulur."

Hz. İbrahim'in -selam üzerine olsun- "İnsanların yeniden dirilecekleri gün beni mahcup etme" sözünden O'nun ahiret gününün korkusunu ne derece hissettiğini, Rabbinden ne kadar utandığını, O'nun huzurunda rezil olmaktan ne kadar endişe ettiğini, O'nu gereği gibi tanımamaktan ne derece korktuğunu anlayabiliyoruz. Hâlbuki o şerefli bir peygamberdir. Ayrıca "Ki, o gün insana ne malı ve ne de evlatları yarar sağlamaz. Yalnız temiz kalple Allah'ın huzuruna gelen kurtulur" sözlerinden kıyamet gününün gerçeğini ne ölçüde anladığını, değerlerin gerekliliğini nasıl kavradığını fark ediyoruz: Buna göre, kıyamet gününde, samimiyet, kalbin tamamını Allah'a açma samimiyeti, kalbi her türlü yabancı duygudan, hastalıktan, başka amaçtan arındırma, onu şehevi ihtiraslardan ve sapmalardan temizleme, Allah'ın dışındaki şeylere bağlılıktan özgür kılma samimiyeti dışında başka hiçbir değer yoktur. İşte kalbe, değer ve itibar kazandıran temizlik, selamet budur. "Ki o gün insana ne malı ve ne de evlatları yarar sağlamaz." Yeryüzünde insanların, köpeklerin leşlere saldırdığı gibi üzerine atıldıkları bu geçici, kof değerler o gün hiçbir yarar sağlamaz ve ahiret terazisinde hiçbir ağırlık sahibi olmaz!

Tam bu esnada Hz. İbrahim'in kendisinden sakındığı kıyamet sahnelerinden biri sergilenmektedir sanki gözlerinin önünde. Ona bakıyor ve gerçekten görüyor. Sonra ürkek bir içtenlikle Rabb'ine yöneliyor, duasını yapıyor:


90- O gün, cennet, kötülüklerden sakınanların yakınına getirilir.

91- Cehennem de sapıkların gözleri önünde dikilir.

92- Sapıklara denir ki; "Hani vaktiyle taptığınız sözde ilahlar?”

93- "Allah'ı bir yana bırakarak ilah edindiğiniz putlar? Şimdi size yardım edebiliyorlar, ya da kendilerini kurtarabiliyorlar mı?"

94- Düzmece ilahlar ile sapıklar baş aşağı cehenneme atılırlar.

95- Şeytanın bütün askerleri de.

96- Orada birbirleri ile tartışmaya tutuşarak derler ki,

97- "Vallahi bizler apaçık bir sapıklığa saplanmıştık."

98- "Çünkü sizleri âlemlerin Rabb'ine denk tutmuştuk."

99- "Bizi ağır suçlular yoldan çıkarmışlardır. "

100- "Şimdi bizim bir şefaatçimiz yok. "

101- "Cana yakın bir dostumuz da yok."

102- "Ah keşke, bir daha dünyaya dönebilsek de mü'minlerden olsak."


Cennet yaklaştırıldı ve Rabb'inin azabından endişe eden takva sahiplerine gösterildi: Cehennem sapıkların gözlerinin önüne getirildi. Yolu şaşıran, kıyamet gününü yalan sayan, zalimler için ortaya kondu. Onlar şimdi Cehennem'in bir sahnesi üzerinde duruyorlar. Azarlamaları, feryatları işitiyorlar. Pat pat aşağı cehenneme atılmadan önce bunları seyrediyorlar. Bu duruş sırasında Allah'ın dışında taptıkları ilahtan sorguya çekiliyorlar. Bu konu, Hz. İbrahim ile milletinin kıssası. Hz. İbrahim ile onlar arasında, onların taptıkları tanrılar hakkında meydana gelen tartışma ile at başı gitmektedir. Onlar bugün sorguya çekiliyorlar. "Sapıklara denir ki, hani vaktiyle taptığınız sözde ilahlar? Allah'ı bir yana bırakarak ilah edindiğiniz putlar?" Onlar neredeler? "Şimdi size yardım edebiliyorlar, ya da kendilerini kurtarabiliyorlar mı?" Onlardan bir cevap alınmaz. Onların cevap vermeleri zaten beklenmez de. Bu, azarlama ve kınama amacı ile yöneltilen bir sorudur. "Düzmece ilahlar ile sapıklar baş aşağı cehenneme atılırlar. Şeytanın bütün askerleri de". Pat pat! Kelimelerin ses tonlarından onların, itişme, kakışma, çaresiz ve düzensiz olarak ateşe düşme, gürültülerini sanki duyar gibi oluyoruz. Pat pat seslerinden kaynaklanan baş aşağı düşüş seslerini işitiyor gibiyiz. Tıpkı bir nehrin göçerttiği bir yarın arkasından toprak yığınlarının yıkılması gibi. Bu, taşıdığı anlamı kendi ses tonu ile canlandıran bir sözcüktür. Onlar şaşkınlar, sapıklardır. Onlarla birlikte bütün sapıklar pat pat oraya döküleceklerdir. Onlar ve "Şeytanın bütün askerleri de" Aslında hepsi de İblis'in askerleridir. Bu, önce bir ayrıntıyı ifade edip sonra genel ifadeye varma sanatıdır.

Sonra Cehennemde onlara kulak veriyoruz. Onlar ilah diye taptıkları putlara diyorlar ki, "Vallahi bizler apaçık bir sapıklığa saplanmıştık. Çünkü sizleri âlemlerin Rabb'ine denk tutmuştuk." Allah'a taptığımız gibi sizlere de taptık; ya Allah ile birlikte ve ya O'nu bir yana bırakarak. Şimdi zaman ve fırsat geçtikten sonra onlar böyle alıkoyanlara atıyorlar. Sonra ayrılıyorlar. "Artık iş işten geçmiştir", bunu anlıyorlar. Bundan sonra sorumlulukların yükümlülüklerin sonucunu paylaştırmanın bir yararı yok. "Şimdi bizim bir şefaatçimiz yok. Cana yakın bir dostumuz da yok." Ne yardımcı, aracı olabilecek ilahları ne de fayda verecek dostlar var artık. Geçmiş için bir aracı koymak mümkün olmadığına göre, acaba tekrar dünyaya dönüp orada kaçırdığımız fırsatları değerlendiremez miyiz? "Ah keşki bir daha dünyaya dönebilsek de mü'minlerden olsak." Bu bir temenni, dilek olmaktan öteye geçmiyor. Bu kıyamet günüdür. Artık ne dönüş ne de aracılık yok!