31 Mayıs 2013 Cuma

Neml Suresi 54-58 Âyetleri S. Kutub Tefsiri

54- Lut'u da peygamber olarak gönderdik. Hani O, soydaşlarına şöyle demişti: "Sizler, normal cinsel ilişki düzenine ters düştüğünüze göre ve birbirlerinizin gözleri önünde o iğrenç işi yapıyorsunuz, öyle mi?"

55- "Siz kadınları bırakıp erkeklerle cinsel ilişkide bulunuyorsunuz öyle mi? Aslında sizler her türlü bilgiden yoksun, beyinsiz bir toplumsunuz."


Birinci seslenişinde onların bu çirkin işe bulaşmalarına hayret etmektedir. Zira onlar bütün türleri ve cinsleriyle hayatın, fıtrata uygun biçimde akıp gittiğini görüyorlar. Hayatın ve canlıların içinde sadece kendileri bu fıtrata ters düşmektedirler. İkinci ifadenin de bu çirkin işin yapısını, tabiatını açıklamaktadır. Sadece onun üzerindeki perdeyi kaldırıp açmak bile bu sapıklığın, insanlığın ve fıtratın yasasına ters olduğunu ortaya koymaya yetiyor. Sonra onları cahilliğin her iki anlamı ile damgalamaktadır. Bilgisizlik anlamındaki cahillik... Beyinsizlik ve aptallık anlamındaki cahillik... Bu çirkin sapmada, cahilliğin her iki anlamını çakıştırmaktadır. Fıtratın mantığını kavramayan biri her şeyde cahildir. Hiçbir şeyi bilemez. Fıtrattan bu kadar sapan biri beyinsizdir, aptaldır, bütün hakları çiğneyen azgın biridir!

Peki Hz. Lût'un sapıklığa karşı bu tepkisine ve düzgün fıtratın doğrultusunda onları yönlendirmek isteyişine toplumun karşılığı ne oldu?

Çok kısa cevap vermişlerdi. Hz. Lût'un ve O'nun çağrısına kulak verenleri, iffetlerini koruyan insanlar olmaları nedeniyle, sürgün etmek istediler! Bunlar da Hz. Lût'un -eşi dışındaki- ailesiydi.


56- Soydaşlarının tek cevabı birbirlerine şöyle demeleri oldu: "Lut'un yakınlarını şehrinizden çıkarınız, çünkü onlar temizliğe pek meraklı kimselermiş!"


Onların bu sözleri, bu iğrenç ve pis işten arınmayı küçümsemelerinden kaynaklanmış olabilir. Bu pis işten uzaklaşmamaları, arınmaya karşı gelişlerinden de kaynaklanmış olabilir. Onların fıtratları bozulduğu için bu sapık eğilimlerin iğrençliğini bile fark edemez olmuşlardı. İffetli ve namuslu bir hayat yaşamak kendilerine zor geldiği için de böyle söylemiş olabilirler! Zira iffetli hayat onların bu tür sapıklıklarından vazgeçmelerini, dönüş yapmalarını gerektiriyordu.

Hangi açıdan bakarsak bakalım, onlar yapmak istediklerini yaptılar ve işlerine devam edip sözbirliği yaptılar. Ne var ki, Allah onların yapmak istediklerinin tersini dilemişti.


57- Lût'u ve eşi dışındaki yakınlarını kurtardık. Eşinin ise geride kalarak yok olmasını kararlaştırdık.

58- Onların başlarına müthiş bir yağmur yağdırdık. Uyarıları umursamayanların başlarına yağan yağmur ne fenadır!


Burada, başka sureler de detaylarıyla verilen yok edici yağmura daha fazla değinilmiyor. Biz de surenin anlatım üslubuna paralel olarak bu kadarcık bir yorumla yetiniyoruz.

Fakat şu da var ki, Lût toplumunun yok edilişinde diriltici, yeşertici bir etken olan yağmurun sevilmesinde bir hikmet olduğunu düşünüyoruz. Bu düşünce, yüce Allah'ın bu planına ilişkin bir tahminden öteye geçmese de, biz burada, Lût kavminin hayatın özü ve bereketi olan hayat suyunu -erkeğin özsuyunu yerinde kullanmamaları ile onları yok eden bu yağmur arasında bir ilişki olduğunu düşünüyoruz... Yüce Allah sözünü ve onunla neyi ifade etmek istediğini, yasalarını ve planlarını en iyi bilendir.

Hz. Musa, Hz. Davut, Hz. Süleyman, Hz. Salih ve Hz. Lût'un -selâm hepsinin üzerine olsun- kıssalarından seçilen bölümlerin sergilenmesinden sonra bu önümüzdeki ders ile Neml suresi sona eriyor. Bu son, konusu açısından, surenin girişi ile ilgilidir. Onunla sağlam bağları vardır. Surenin başlangıcı ile sonu arasında yer alan hikâyelerde tam bir uyum içindedir. Her kıssa surenin bir bütün olarak ortaya koyduğu amacın belli bir kesitini ele almaktadır.

Bu ders, Allah'a övgülerde bulunarak, O'nun Nebiler ve Resuller gibi seçkin kullarını selamlayarak başlıyor. Nitekim daha önce hikâyeleri anlatılan peygamberler de Allah'ın bu seçkin kulları arasında yer almaktadırlar. Bu övgü ve bu selam ile inanç temellerine ilişkin bir gezintiye geçilmektedir. Evrenin sahnelerinde, insanın iç âleminin derinliklerinde, gayb olaylarının kuytu köşelerinde, kıyamet alametlerinde, kıyamet sahnelerinde, yüce Allah'ın korudukları dışında yerde ve gökte bulunan herkesi ürperten mahşer ahvalinde gerçekleşen bir gezintidir bu.

Bu gezinti esnasında onları kainat sayfasında ve insanın iç âleminde bulunan sahneler önünde durdurur. Onlar da bu apaçık gerçeklerin ne varlığını inkâr edebilirler ne de onları başka biçimde yorumlayabilirler. Üstün güç ve idare sahibi tek yaratıcının varlığına teslim olmaktan başka çareleri kalmaz.

Bu sahnelerin sergilenişi etkili vurgular içinde birbirini izler. Bütün deliller aleyhlerine döner, bütün duygular onları kuşatır. Onlara ard arda sorular sormaya devam eder. “Gökleri ve yeri kim yaratmıştır? Kim gökten yağmur indirip onunla şen bahçeler yetiştirmenizi sağlamıştır? Kim yeryüzünü bir yerleşim bölgesi kılmış, arasına nehirler serpiştirmiş, dağlar yerleştirmiş ve iki deniz arasına perde koymuştur? Sıkıntıya düşenin niyazda bulunduğu sırada yardımına koşan, kötü şartları bertaraf eden kimdir? Sizi yeryüzünün halifesi kılan kimdir? Karanın ve denizin karanlıklarında size yol gösteren kimdir? Rahmetinin (yağmurun, yağışın) önünden bir müjdeleyici olarak rüzgârları gönderen kimdir? İlk yaratan ve sonra yeniden diriltecek olan kimdir? Gökten ve yerden size rızk gönderen kimdir?” Her defasında onların beyinlerine vuruyor. Allah ile beraber başka bir ilah mı var? Onlar böyle bir iddiada bulunma imkânına sahip değiller. Allah ile birlikte bütün bu işlerde az da olsa etkili olan başka bir ilah var diyemiyorlar. Ama yine de Allah'ın dışında başka ilahlara tapıyorlar!

Yürekleri ağızlara getiren bu güçlü dokunuşlardan sonra onların ahireti yalanlamaları, bu konuda ulu orta tartışmaları anlatılıyor. Bundan sonra da onların kalplerini daha önceleri kendileri gibi ilahi mesajı yalan sayan ve ulu orta tartışanların sonlarına yöneltip dikkatlerini çeken bir yorum yer alıyor. Bu dokunuşlar, onların etrafını kuşatan varlık âlemini dolduran evrensel veya kalplerinde hissettikleri vicdani dokunuşlar oldukları için kalplerini titretmektedir.

Bunlar özetlendikten sonra mahşer sahnesine, oradaki korku ve ürpertiye geçilmektedir. Tekrar bir çırpıda onları yeryüzüne getiriyor. Sonra yine onları Mahşer sahnesine döndürüyor. Sanki onların kalplerini tutup sarsıyor, tir tir titretiyor.

Gezintinin sonunda sonuç bölümü yer alıyor. Bu etkisi ve ürkütücülüğü açısından son dokunuşa benziyor... Hz. Peygamber ahireti yalanlayan, Allah'ın cezasını alaya alan müşriklerin işinden elini eteğini çekiyor. Çünkü onların kalpleri evrenin sahnelerine, mahşerin korkunç hallerine, Allah'ın mesajını dinleyenler ile O'na karşı gelenlerin sonlarına yöneltilmiş bulunmaktadır. Onları tercih ettikleri yolun akıbetleri ile baş başa bırakıyor. Programını, yolunu ve yöntemlerini sunuyor. Artık dileyen tercihini yapar:

"Ey Muhammed de ki; Bana sırf bu şehrin Rabb'ine kulluk etmem emredildi. O bu şehri dokunulmaz kıldı. Her şey O'nundur. Bana O'nun buyruğuna boyun eğenlerin ilki olmam emredildi. Bana bir de Kur'an okumam emredildi. Kim doğru yola gelirse kendi iyiliği için doğru yola gelmiş olur. Kim eğri yola saparsa de ki: Ben sadece bir uyarıcıyım." (Neml Suresi, 91-92)

Bu gezinti başladığı gibi Allah'a övgüde bulunarak noktalanıyor. Zaten övgüye layık olan da sadece O'dur. Onları Allah'a havale ediyor, ayetlerini gösteren ve gizli açık tüm işlerden haberi olan Allah'a…


"De ki; "Hamd Allah'a mahsustur. O ilerde size ayetlerini gösterecek, siz de onları tanıyacaksınız. Rabb'in onların yaptıkları işlerden kesinlikle habersiz değildir." (Neml Suresi, 93)

30 Mayıs 2013 Perşembe

Neml Suresi 48-53 Âyetleri S. Kutub Tefsiri

48- O şehirde, toplumda sürekli kargaşa çıkaran, hiç bir bozukluğu düzeltmeye yanaşmayan dokuz tane elebaşı vardı.

49- Bunlar "Bir gece Salih'in evini basarak kendisini ve ailesini öldürelim, sonra da güvenliğini üstlenen akrabasını `Onun ailesinin öldürülme olayından haberimiz yok, kesinlikle doğru söylüyoruz' diyelim " diye aralarında Allah adına and içtiler.


Bu dokuz kişinin kalpleri bozgunculuk ve bozukluk ile dolup taşmıştır. Artık orada düzelme ve düzeltme için hiçbir yer kalmamıştı. Onun için Hz. Salih'in çağrısından ve davasından rahatsız oldular. Kendi aralarında bir komplo hazırladılar. Hayret ki onlar kötü olduğu kadar çirkin de olan bu planlarını yaparken birbirlerini Allah'ın adına yemin etmeye çağırıyorlar! Bu çirkin plan da, kendilerinin sadece Allah'a kul olmaya çağırmaktan başka suçu olmayan Hz. Salih ve ailesinin gece karanlığında öldürülmesiydi.

Bu yüzeysel bir oyun ve basit bir tuzaktır. Ne var ki, onlar kendilerini bununla tatmin ediyorlar. Yalanlarının kılıfını hazırlıyorlar. Onları böyle bir yalana iten sebep Hz. Salih'in ve ailesinin kan davasını güdecek olan akrabalarından kurtulmaktı. Evet, bu tip insanların doğru sözlü olduklarını lanse etmeye bu kadar özen göstermeleri hayret vericidir doğrusu! Fakat insanın içi, kalbi saptırmalar ve çelişkilerle doludur. Özellikle insan doğru yolu çizen imanın aydınlığı ile yolunu belirlemediğinde bu saplantı ve çelişkiler daha da yoğunlaşır.

Böyle planladılar. Ve bu şekilde tuzak kurdular ama yüce Allah onları gözetliyordu. O kendilerini gördüğü halde onlar O’nu görmüyorlardı. Onlar farkında değilken O planlarını biliyor, tuzaklarını seyrediyordu.


50- Böylece onlar bir tuzak kurdular. Fakat Biz de onlara, farkında olmadıkları bir tuzak kurduk.


Bu tuzak nere o tuzak nere? Bu plan nerde o plan nerde? Bu güç nere o güç nere?

Zorba iktidar sahipleri ellerindeki güç ve tuzaklara ne de çok güvenir, onlarla kendilerini aldatırlar. Ama her şeyden haberdar olan ve her şeyi gören Yüce Gözetleyiciden gafildirler. Bütün işlerin dizginini elinde bulundurup onların hepsini kıskıvrak yakalayan Yüce Güçten habersizdirler.


51- Şimdi bak bakalım, onların tuzaklarının sonu nice oldu? Biz onları ve soydaşlarını hep birlikte yok ettik.

52- İşte enkaz yığınına dönüşmüş evleri!.. Sebep zalimlikleridir. Hiç kuşkusuz Allah'ın değişmez yasasını bilenlerin bu olaydan alacakları dersler vardır.


An diye ifade edilen bir zaman dilimi içinde yıkılış ve yok oluş olup bitiyor. Evler boşalıyor, bütün bir yurt bomboş ve ıpıssız bir harabeye dönüyor. Hâlbuki onlar surenin bir önceki ayetinde plan yapıyor, tuzak kuruyorlardı. Ve tuzaklarını gerçekleştirmeye güçlerinin olduğunu sanıyorlar!

Bu olaydan hemen sonra hızlı bir şekilde olayın sergilenişi anlatımın içinde amaçlı olarak verilmiştir. Ta ki her şeye son veren kesin ve ani yakalayışın şiddeti ortaya konsun. Kendi güçlerine aldananlara, kudretin yakalayış şiddeti... Kendi tuzaklarının sağlamlığı ile övünen düzenbazlar karşısında mağlup düşmeyen planlamanın yakalayış şiddeti sergilensin.

"Hiç kuşkusuz Allah'ın değişmez yasasını bilenlerin bu olaydan alacakları dersler vardır."

Surenin kıssalardan sonra gelen yorumların üzerine yoğunlaştığı konu ilimdir.

Kıskıvrak yakalama sahnesinden sonra Allah'tan korkan ve O'nun ilkelerine aykırı düşmekten sakınan mü'minlerin kurtuluşundan söz ediliyor.


53- Buna karşılık mü'minleri ve Allah'ın yasalarını çiğnemekten sakınanları yok olmaktan kurtardık.


Kutsi bir hadiste de belirtildiği gibi, Allah'tan korkan adamı yüce Allah diğer korkulardan korur. O iki korkuyu birden yaşamaz.

Hz. Lût'un kıssasının bu kesiti sonraki ayetlerde özet halinde verilecek. Burada kavminin Hz. Lût'u sürgün etmek isteyişleri ortaya konuyor. Çünkü o, kendilerinin açıkça toplanarak, tanışarak ve anlaşarak yaptıkları çirkin davranışlara karşı çıkıyor. Kadınları bırakıp erkeklere gitmekle yüce Allah'ın insanları hatta tüm canlıları kendisi üzerine yarattığı fıtrata ters düşmelerine, cinsel sapıklığa yönelmelerine göz yummuyor.

Lût kavminin bu sapıklığı, insanlık tarihinde meydana gelen akıl almaz olaylardan biridir. Bazen psikolojik hastalıklar veya geçici bazı durumlar nedeniyle birkaç kişi böyle bir sapıklık içine düşebilir. Erkekler hem cinslerine gitmeye eğilim gösterebilirler. Bu tür olaylar çoğunlukla kadınların bulunmadığı, askeri kışlalarda veya cinsel duyguların baskı altında tutulduğu hapishanelerde meydana gelir... Ama kadınların varlığına ve onlarla evliliğin kolaylığına rağmen böyle sapıklıkların bütün bir ülkede yayılıp toplumda gelenek haline gelmesi ile insan toplulukları tarihinde meydana gelen gerçekten hayret verici bir olaydır.

Yüce Allah, bir cinsin karşı cinse eğilim duymasını fıtrata yerleştirmiştir. Zira O, hayatın tamamını iki cinsin çiftleşmesi ilkesi üzerine kurmuştur. Yüce Allah buyuruyor ki, "Toprağın yetiştirdiği bitkileri, kendilerini ve daha bilmedikleri nice canlıların tümü çiftler halinde yaratan Allah noksanlıklardan münezzehtir.” (Yasin Suresi, 36) Bitkilerden tutun da, insanlara hatta insanların bilmediği pek çok yaratıklara varıncaya kadar bütün canlıları çift olarak yaratmıştır. Çift olma özelliği sadece canlıların değil bütün bir evrenin oluşumunda köklü bir özellik olarak ortaya çıkmaktadır. Atomun kendisi bile elektronlardan ve nötronlardan oluşmaktadır. Yani artı yüklü ve eksi yüklü elektronlardan meydan gelmektedir. Atom ise, şu ana kadar keşfedilen ve bütün yaratıklarda bulunan en küçük birimdir.

Nereden bakarsak bakalım, değişmeyen gerçek, canlıların çift olma ilkesine dayandığıdır. Hatta dişi-erkek cinsleri bulunmayan varlıkların bile dişilik ve erkeklik hücreleri kendi bünyelerinde ve onlar da bu hücrelerin buluşması ile çoğalmaktadır.

Yaradılış yasasında çift olma hayatın ilkesi olduğundan yüce Allah iki eş arasındaki çekiciliği, cazibeyi fıtrata yerleştirmiştir. Öyle ki bu çekim için ayrıca bir eğitime gerek yok. Düşünmeye bağlı değil. Bunu da, hayatın fıtrattaki itici gücü ile yoluna devamını kolaylaştırmak için yapmıştır. Canlılar, fıtratın isteklerini gerçekleştirmekten zevk alırlar. Planlayıcı, kudret sahibi olan Allah da onların bünyelerine yerleştirdiği zevklerin ötesinde dilediğini gerçekleştirir. Hem de onlar farkında olmadan ve başkasının yönlendirmesine ihtiyaç duymadan. Yüce Allah, kadınların organları ile erkeklerin organlarını, her iki tarafın eğilimlerini bu iki cinsin buluşarak zevk alacakları biçimde yaratmıştır. İki erkeğin organların da ve eğilimlerinde ise böyle bir şey yoktur.

Bu nedenle hiçbir zorlayıcılığı olmadığı halde toplumun, fıtri zorunluluğun dışında bir yön tutturması, Lût kavmi örneğinde olduğu gibi, toplu haldeki fıtri bozulmanın akıl almaz bir örneğidir.


Hz. Lût, işte böyle bir tepki ve şaşkınlık ile toplumunun bu çirkin sapmasına karşı koymuştur!

28 Mayıs 2013 Salı

Neml Suresi 45-47 Âyetleri S. Kutub Tefsiri

Kur'an-ı Kerim'in çoğu yerinde Hz. Salih (Ve sedum) kıssası Hz. Nuh, Hz. Hud. Hz. Lut ve Hz. Şuayb'ın kıssaları ile birlikte, genel bir anlatım içinde verilmektedir. Bazen bu anlatım içinde Hz. İbrahim'in kıssası yer alır. Bazen de yer almaz. Bu surede ise özellikle İsrailoğulları'nın hikâyesi üzerinde yoğunlaşıldığı için Hz. Musa'nın kıssası ile Hz. Davud ve Hz. Süleyman'ın kıssası yer alıyor. Bu dizi içinde Hz. Hud ve Hz. Şuayb'ın hikâyesi kısaca verilmiş Hz. İbrahim'in hikâyesine ise hiç yer verilmemiştir.

Bu surede Hz. Salihin -selâm üzerine olsun- hikâyesi anlatılırken dişi deve ile ilgili bölüm yer almıyor. Sadece Hz. Salih'e ve ailesine karşı duran, O'nun haberi olmadığı halde başlarına çorap örmeye çalışan dokuz kişilik bir grubun gece planlarına yer veriliyor. Yüce Allah da bu bozgunculara karşı onların haberi yok iken bir tuzak hazırlıyor. Onları ve toplumlarını topluca yok ediyor. İman eden ve günaha girmekten sakınanları ise, kurtarıyor. Bozguncuların evlerini harabeye çeviriyor. Ve bunları gelecek kuşaklar için ibret kılıyor. Mekke'deki müşrikler yıkılmış-harabeye çevrilmiş bu evlerin yanından geçiyorlar fakat onlardan ders ve ibret almıyorlar...

Hz. Salih'in mesajı, bir tek cümleyle özetleniyor: "Allah'a kulluk edin" Her kuşak için yüce ufuklardan gönderilen mesajın, üzerinde yoğunlaştığı temel ilke budur. Evrende insanın etrafını kuşatan her delil, içinde, ruhunda gizlenen her işaret insanları, bu biricik gerçeği kabul etmeye çağırmaktadır. Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği kuşaklar ve zamanlar boyunca insanlık, kolayca anlaşılabilen gerçek karşısında, karşı koymaya, alaya almaya ve yalanlamaya yönelik tavır takınmıştır. İnsanlık bugüne kadar da sürekli mutlak gerçeğe karşı çıkmış, bir ve doğru olan Allah'ın yolundan saptıran değişik yollara yönelmişlerdir.

Kur'an-ı Kerim Hz. Salih'in ilahi mesaja çağrısı ve bu konuda bütün çabasını ortaya koyduktan sonra onların nasıl bir tutum izlediklerini özetlemektedir. Böylece onlar birbirine cephe almış ve iki gruba ayrılmışlardır.


45- Semudoğullarına da "Allah'a kulluk ediniz" çağrısını seslendirsin diye kardeşleri Salih'i peygamber olarak gönderdik. Fakat Semudoğulları, birbirleri ile çatışan iki karşı gruba ayrıldılar.


Bir grup onun çağrısına kulak verip kabul etmiş, diğer grup da ona karşı çıkmıştır. Kur'an-ı Kerim'in başka yerlerinde bu kıssaya ilişkin açıklamalarından anladığımıza göre O'na karşı çıkanlar çoğunluktaydı. Surenin bu bölümünde, Kur'an-ın, hikâye anlatımında izlediği metoda bağlı olarak bir boşluk yer alıyor. Burada bırakılan boşluktan anlıyoruz ki, ilahi mesajdan yüz çevirip onu yalan sayan Mekkeli müşriklerin Peygamberimize -salât ve selam üzerine olsun- karşı tutumları gibi, Allah'ın hidayetini isteyecekleri yerde Hz. Salih'in kendilerini uyardığı Allah'ın azabının hemen gelmesini istediler. Hz. Salih ise hidayeti istemeyip azabın hemen gelmesini istemelerini yadırgamış ve onları tevbe edip Allah'a yönelmeye çağırmıştır. Belki bu yolla Allah'ın rahmeti kendilerine ulaşabilirdi.


46- Salih onlara "Ey soydaşlarım, niye iyilikten önce kötülüğü istiyorsunuz, neden çarpılacağınız cezanın biran önce başınıza gelmesini diliyorsunuz? Allah'tan af dilesenize; ola ki O'nun merhametinden pay alırsınız."


İlahi mesajı yalanlayanların kalpleri bozuk olduğu için şöyle diyorlardı: "Allah'ım hu senin katındaki gerçeğin kendisi ise, bize gökten bir taş yağdır veya bize acıklı bir azap gönder" Hâlbuki onların "Allah'ım! Eğer bu senin katındaki gerçek ise bizi O'na iman etmeye, O'nu tasdik etmeye ilet" demeleri gerekiyordu.

Hz. Salih'in kavmi de böyle diyordu. Peygamberlerinin rahmet, tevbe ve bağışlanma istemeye ilişkin yol göstermesini, yönlendirmesini kabul etmiyorlardı. O'nun ve onunla birlikte iman edenlerin, başlarına bela olduklarını ileri sürüyor ve onları uğursuz sayıyorlardı. Bunların ardından başlarına bir kötülük geleceğinden endişe ediyorlardı.


47- Semudoğulları, Salih'e "Sen ve yanındakiler bize uğursuzluk getirdiniz" dediler. Salih dedi ki; "Sizin kısmetiniz Allah katında belirlenmiştir. Aslında siz toplum olarak sınavdan geçiriliyorsunuz."


Ayetin metninde geçen "Tatayyür" kavramı uğursuzluk demektir. Bu anlayış, hurafeler ve kuruntular peşinde sürüklendikleri ve bunlarla imanın netliğine kavuşamadıkları için cahil, bilinçsiz milletlerin geleneklerinden biri haline gelmiştir. Bu bilinçsiz insanlar, bir iş yapmak istediklerinde bir kuşa sığınırlardı. Bu kuşu ürküterek uçurduklarında kendilerine yol göstereceğine inanıyorlardı. Eğer kuş önce sağ tarafa uçar sonra sol tarafına dönerse bunu bir müjde olarak kabul eder ve hemen o işi yapmaya koyulurlardı. Yok, eğer kuş önce sol tarafa uçar sonra sağ tarafa dönerse bunu uğursuzluk olarak değerlendirirlerdi. Ve zarara yol açabileceğini beklerlerdi. Zavallı kuş gaybı nereden bilecek! Kendisine öğretilen uçma hareketiyle meçhul âlemden nasıl haber getirebilir ki? Fakat insanın ruhu ve duyguları bilemediği, gücünün yetmediği konularda meçhule ve gayba dayanmadan yaşayamaz. İnsanlık bu konuları, iman ederek gaybleri Allah'a havale etmediğinde sınır tanımayan hiç bir bilgiye boyun eğmeyen içerik itibariyle kesin inanca, gönül huzuruna iletmeyen bu tür kuruntulara ve hurafelere dayanır gider.

O günden bugüne kadar Allah'a iman etmekten yüz çeviren, gayb konusunu O'na havale etmeyi kendilerine yediremeyen ve kendi kanaatlerine göre bilimde belli bir düzeye çıktıklarına inanan, bu nedenle de dine dayanmayı kendilerine yakıştırmayanlar... Allah'a, O'nun dinine ve gayb bilgisine inanmayanlar... Evet işte bunlar 13 rakamına çok büyük anlam yüklüyorlar. Siyah bir kedinin önlerinden geçmesiyle yollarını değiştiriyorlar. Bir kibrit çöpünün iki alev çıkararak yanmasına değişik anlamlar yüklüyorlar... Daha buna benzer nice basit hurafelere dalıyorlar. Hâlbuki fıtrat imana susamıştır. Onsuz duramaz. İnsanın bilimsel bilgilerle henüz ulaşmadığı bu evrenin pek çok gerçeklerinin yorumlanmasında, bu imana dayanma gerekliliğini hisseder. Evrenin bazı gerçeklerine insanlık, hiç bir zaman ulaşamayacaktır. Bunlar yeryüzünde halifelik görevini yapması için gereken ihtiyaçların dışındadır. İnsan, bu halifeliği yerine getirmek için Allah tarafından bir takım yetenekler ve güçlerle donatılmıştır!

Hz. Salih'in milleti kuruntu ve hurafe çölünde sapıklık, bilinçsizlik ve basitlik içinde yüzmelerinin sonucu olan sözler söylediği zaman Hz. Salih onları imanın aydınlığına, karanlıklardan ve yanılgılardan uzak olan apaçık iman gerçeğine yöneltmek istemiştir:

Salih dedi ki; "Sizinle kısmetiniz Allah katında belirlenmiştir." Nasibiniz, geleceğiniz ve sonunuz Allah'ın katındandır.” Yüce Allah insanlara bazı yasalar belirlemiş, bir takım şeyleri emretmiş ve onlara apaydınlık yolu açıklamıştır. Kim Allah'ın yasasına uyar, O'nun gösterdiği yolda yürürse işte o kurtuluşa erip hayırlı olanı yapmıştır. Artık bundan sonra kuşlara bağlanmaya gerek kalmaz. Kim de yasanın dışına çıkar, düzgün yoldan ayrılırsa, artık o kötülüğün içine dalmış demektir.

"Aslında siz toplum olarak sınavdan geçiriliyorsunuz."

Allah'ın nimetleriyle deneneceksiniz. Başınıza gelen iyilikler ve kötülüklerle sınanacaksınız. Uyanıklık, yasaları düşünmek ve olayları izleyip bunların arka planında yer alan deneme ve sınamanın bilincinde olmak işin sonunda iyiliğin gerçekleşmesinin garantisidir. Bazı hayvanları veya bazı insanları uğursuzluğun ve kötülüğün kaynağı saymak boş bir anlayıştır. Zira bunların hepsi Allah'ın yarattığı varlıklardır.

İşte bu şekilde, sağlıklı bir inanç sistemi işleri değerlendirmede insanları netliğe, doğruluğa ve sağduyuya kavuşturur. Kalpleri sürekli uyanık tutarak meydana gelen olayları düşünmeye iletir. Tüm bu olayların arka planında Allah'ın “elinin” olduğunu, meydana gelen hiç bir şeyin boşuna veya rastlantı sonucu oluşmadığı bilincini insanlara yerleştirir... Böylece hayatın ve insanın değeri artmış, yükselmiş olur. Bu şekilde insan, bu gezegen üzerindeki yolculuğunu, etrafını kuşatan bütün bir evren ile evrenin yaratıcısı, idarecisi ve düzenleyicisi olan Allah tarafından bu evrene yerleştiren yasalar ile bağını koparmadan hayatını sürdürme olanağına kavuşmaktadır.


Ne var ki, bu sağlıklı mantığa ancak bozulmamış kalpler yönelebilir ve onu kabul edebilirler. Artık dönüşü olmayacak biçimde, sapmış, saptırılmış kalpler onu kabul edemezler. Hz. Salih'in kavminin seçkinlerinden dokuz kişinin de kalbinde ne düzelme ve ne de düzeltmek var. Bu sebeple ona tuzak hazırlayıp karanlıkta ailesiyle beraber onu öldürmeye yöneldiler.

23 Mayıs 2013 Perşembe

Neml Suresi 38-44 Âyetleri S. Kutub Tefsiri

38- Süleyman (yanındakilere dönerek) “Ey devletin ileri gelenleri, bu adamlar boyun eğerek huzuruma gelmeden önce hanginiz kraliçenin o tahtını bana getirebilir?” dedi.

39- Cinlerin ele başlarından biri "Sen şu oturduğun yerden kalkmadan önce o tahtı sana getiririm. Hem bu işi başaracak gücüm vardır ve hem de bu konuda güvenilir bir kişiyim" dedi.

40- Kutsal Kitap kaynaklı bilgisi olan biri ise "Gözünü açıp kapamadan o tahtı sana getireyim " dedi. Süleyman tahtı önünde yere konmuş görünce, "Bu, şükür mü edeceğim yoksa nankörce mi davranacağım diye beni sınavdan geçirmek isteyen Rabb'inin bana yönelik bir lütfudur. Kim şükrederse kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden de bilsin ki, yüce Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur ve bağışı karşılıksızdır." dedi.


Acaba Hz. Süleyman -selâm üzerine olsun- kraliçe ve milletini teslim almış olarak getirmeden önce neden onun tahtını getirtmek istiyor? Tercihimize göre Hz. Süleyman bunu, emrindeki olağanüstü kuvvetlerin bir göstergesi olarak ona takdim ediyordu. Böylece kraliçenin kalbini etkisi altına almayı ve onu Allah'a iman etme çağrısına itaate yaklaştırmayı planlıyordu.

Cinlerden olan ifrit, bu tahtı oturum sona ermeden getirebileceğini söyledi. Hz. Süleyman hüküm ve karar amacıyla sabahtan öğleye kadar oturum düzenliyordu. Herhalde Hz. Süleyman bu zamanı uzun buldu ve geç olur dedi. Birden "Kutsal Kitap kaynaklı bilgisi olan biri ise" bir göz açıp kapayana kadar, öbür tarafına dönmeden onu getirebileceğini teklif etti. Burada adamın ismi ve bilgisine sahip olduğu Kitab'ın adı verilmiyor. Biz onun Allah ile sağlam bağları bulunan, Allah'tan kendisine bir ayrıcalık verilen, bu ayrıcalık ile engelleri ve uzaklıkları rahat biçimde aşabilecek büyük bir kuvvet elde eden inanmış bir adam olduğunu anlıyoruz. Bu, Allah ile sağlam bağı bulunan insanların eliyle gerçekleştiği görülen ve şu ana kadar sırrı ve sebebi çözülmeyen, insanların normal hayatlarında alışageldikleri olayların ötesinde kalan bir realitedir. İşte bu konuda hurafeler ve mitolojiler dünyasına dalmadan, sağlıklı görüşlerin sınırlarını zorlamadan söylenebilecek sözlerin en ilerisi bunlardır!

Bazı tefsir bilginleri "Kutsal Kitap kaynaklı bilgisi olan birisi" sözünün ardına düşmüşlerdir. Bazıları bu Tevrat'tır demişler. Bazıları da bu adam Allah'ın ismi a'zamını biliyordu demişlerdir. Diğer bazıları ise bu iki görüşün dışında başka görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu ileri sürülen görüşler içinde sağlam bir yorum ve açıklamaya rastlayamadık. Gerçekçi bir bakış açısı ile olaya baktığımızda işin çok daha kolay olduğunu görüyoruz. Bu evrende bilmediğimiz nice sırlar, kullanmadığımız nice kuvvetler, enerjiler vardır. Aynı şekilde insanın bünyesinde nice sırlar ve kuvvetler vardır ki, henüz onları keşfedebilmiş değiliz. Ne zaman ki yüce Allah kullarından birine bu sırlardan birini açar, bu kuvvetlerden birini hizmetine verirse, o zaman hayatta alışılmışın dışında olağanüstü bir olay meydana getirir.

Yüce Allah'ın imkan vermediği hiç bir olay kulun gerçekleştiremeyeceği bu olaylar, O'nun izni, planı ve dilemesi sonucu bu adamın eliyle meydana gelmiştir.

Yanında bir parça kitap bilgisi olan bu adam, sahip olduğu ilim meydana gelen harika olayın oluşması için gereken bazı evrensel sırları ve kuvvetleri elde etmeye kendisini hazırlamış bulunuyordu. Çünkü elde ettiği Kitap bilgisi kalbini, Rabb'ine öyle bağlamıştı ki, bu onu donatılacağı kuvvetlere ve sırlara karşı duyarlı kılması ve Allah'ın kendisine bağışladığı kuvvetleri ve sırları kullanmaya hazır hale getirmişti.

Bazı tefsir bilginleri bu adamın Hz. Süleyman'ın -selâmı üzerin olsun- kendisi olduğunu belirtmişlerdir. Biz bu adamın başka bir kişi olduğu kanısındayız. Eğer bu adam Hz. Süleyman'ın kendisi olsaydı konu içinde bu anlaşılırdı. Onun ismi gizlenmezdi. Zaten bu hikaye kendisini anlatmaktadır. Böyle önemli, onurlu bir davranışta onun adının gizlenmesini gerektiren bir neden de yoktur. Bazıları ise: Onun adının Araf ibni Berhiya olduğunu söylemişlerdir. Bunun da sağlıklı bir delili yoktur.

"Süleyman tahtı önünde yere konmuş görünce `Bu, şükür mü edeceğim, yoksa nankörce mi, davranacağım diye beni sınavdan geçirmek isteyen Rabb'imin bana yönelik bir lütfudur. Kim şükrederse kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden de bilsin ki, yüce Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur ve bağışı karşılıksızdır' dedi."

Bu çarpıcı sürpriz ve ilginç olay Hz. Süleyman'ın -selâm üzerine olsun- kalbine dokunuyor, yüce Allah'ın onun isteklerini böyle mucize biçiminde gerçekleştirmesi onu etkiliyor ve bu şekilde verilen nimetin korkunç bir sınavı beraberinde getiren ve uyanıklık gerektiren bir olay olduğunu, bu sınavı başarabilmek için Allah'ın yardımına muhtaç olduğunu anlıyor. Verilen nimetin değerini takdir etmesi ve onu verenin lütfunu takdir etmesi gerektiğini biliyor. Allah'ın ancak bu bilinci gördüğünde kendisine destek vereceğini ifade ediyor. Aslında yüce Allah şükredenlerin şükretmelerine muhtaç değildir. Şükreden kendi yararına şükretmiş olur. Allah'ın verdiği nimetlerini arttırmasına neden olur. Sınavı geçmesini, yardım edilmesini sağlar. Nankörlük edenlere gelince, Allah onların şükrüne muhtaç değildir. ‘Cömerttir’, cömert olduğu için verir.

Nimet ve bu nimetin ardından gelen sınavın bilincine varmak karşısında bir süre sarsıldıktan sonra Hz. Süleyman -selâm üzerine olsun- az sonra gelecek olan kraliçenin irkilmesini, ürpermesini sağlayacak hazırlıklara devam ediyor.


41- Sonra yanındakilere dönerek "Tahtı kraliçenin tanımayacağı şekilde değiştirin! bakalım onu tanıyabilecek mi, yoksa tanımayacak mı? dedi."


Yani tahtının en belirgin özelliklerini, işaretlerini değiştirin. Bakalım bu değişikliklere rağmen hatırası ve dikkatliliği onu tanımasına neden olur mu yoksa onu başka tahtlarla karıştırıp bu değişiklik nedeniyle onu tanıyamaz mı?

Herhalde Hz. Süleyman ona tahtını sorarak zekasını ve yeteneğini ölçmek istiyordu... Sonra birden, kraliçenin geldiği sahneye geçiliyor.


42- Kraliçe gelince kendisine: "Bu senin tahtın mıdır?” diye soruldu. O da dedi ki; "Sanki odur. Zaten bu mucizeden önce bize bilgi verilmiş ve biz senin çağrına boyun eğmeye hazırlanmıştık."


Bu büyük bir irkiliştir. Burada kraliçenin aklına bir şey gelmiyor. Yurdundaki kilit altında, muhafızların korumasında bulunan kendi tahtı nerede sultan Süleyman'ın başkenti olan Kudüs nerede? onu nasıl buraya getirebilirler? Kim onu getirebilir?

Fakat bunca değişikliklere ve farklıklara rağmen taht yine kraliçenin tahtıdır.

Sonunda zekice ve usta bir dille ifade edilen cevabını veriyor: "Sanki odur" Ne benim diyor, ne de benim değil diyor. Bu ilginç olay karşısında ileri görüşlülüğünü ve keskin zekâsını ortaya koyuyor.

Burada anlatımda bir boşluk var. Sanki ona, irkilmesine neden olan bu olayın sırrı haber verilmiş ve o da şöyle demişti: "Ben daha önceden, yani Hz. Süleyman'ın hediyeyi reddedip onunla görüşmeyi kabul ederken iman edip Müslüman olmaya karar verdim. Zaten bu mucizeden önce bize bilgi verilmiş ve biz senin çağrına boyun eğmeye hazırlanmıştık."

Bundan sonra ayetlerin akışı kraliçeyi, Hz. Süleyman'ın mektubu geldiği sırada Allah'a iman etmesinden ve İslam'a girmesinden alıkoyan sebebi açıklamaya geçiyor. Bunun sebebini kâfir bir toplumda yetişmesine bağlıyor. Güneşe ve bunun gibi Allah'ın yaratıklarına tapınılan bir ortam, o'nun Allah'a tapmasına engel olmuştu. Nitekim kıssanın başında buna değinilmişti:


43- O'nu, Allah'ı bir yana bırakarak taptığı putlar doğru yola girmekten alıkoymuştu. Çünkü kafir toplumun bir üyesi idi.


Hz. Süleyman, kraliçeye beklenmedik bir olay daha hazırlamıştı. Şimdiye kadar ki ayetlerin anlatımı onu açıklamamıştı. Kraliçenin gelişinden önce hazırlanan ilk sürpriz olaya değindiği sırada bundan söz etmemişti. Bu ise Kur'an'ı Kerim'in hikâye anlatımında kullandığı başka bir özelliktir.


44- Kraliçeye "Şu köşke gir" dendi. Kadın köşkün girişini görünce onu engin bir havuz sandı ve ıslanmamak için topuklarını sıvadı. Bunun üzerine Süleyman kendisine "Bu cilalı billur bir köşktür" dedi. Bunun üzerine kraliçe dedi ki "Ya Rabb'i, ben kesinlikle kendime zulmetmişim, şimdi Süleyman'la birlikte tüm varlıkların Rabb'i olan Allah'a teslim oldum.


Buradaki beklenmedik olay, camın billurlaştırılmasıyla yapılmış bir saraydı. Zemini su üzerine kurulmuştu. Bu sebepten derin bir havuz şeklinde görünüyordu. "Saraya gir" denildiğinde, bu suya girmesi gerektiğini sandı. Eteklerini toparladı. Böylece beklenmedik olay amacına ulaşınca Hz. Süleyman ona bunun sırrını açıkladı. "Bu cilalı billur bir köşktür."

Kraliçe insanlığı aciz bırakan bu hayret verici olaylar karşısında irkilmiş ve dehşete kapılmıştı. Hemen yüce Allah'a dönmüş, daha önce başka varlıklara tapmakla kendi kendine zulmettiğini itiraf ederek O'na niyazda bulunmuş ve Hz. Süleyman'a değil, "Süleyman ile birlikte tüm varlıkların Rabb'i olan Allah'a" teslim olduğunu açıklamıştır. Hz. Süleyman'a insanın gücünü aşan büyük kuvvetlerin verildiğine şahit ve tanık olması bu teslim oluşunu kolaylaştırmıştı.

Böylece kraliçe belki doğru yola kavuşmuş ve aydınlanmıştı. Allah'a teslim oluşun onun kullarından birine itaat etmek olmadığını anlamıştı. İsterse bu insan onca mucizenin sahibi peygamber ve hükümdar olan Hz. Süleyman olsun fark etmez. İslam sadece alemlerin Rabb'i olan Allah'a teslim olmaktır. O’na iman edenlere O'nun davetçileriyle bir tarağın dişleri gibi eşit bir şekilde kul olmaktır: Şimdi Süleyman ile birlikte tüm varlıkların Rabb'i olan Allah'a teslim oldum.

Kur'an-ı Kerim'in anlatım üslubu bu noktaya parmak basıyor ve onu ön plana çıkarıyor. Böylece Allah'a imanın ve O'na teslim olmanın yapısını, özünü ortaya koyuyor. Bu öyle bir izzet ve şereftir ki, yenilgiyi zafere dönüştürüyor. Burada galip olan da mağlup olan da Allah yolunda kardeş olur. Ne galip vardır ne de mağlup. Tüm insanlar alemlerin Rabb'i olan Allah yolunda eşit haklara sahip kardeşler olurlar.


Kureyş kabilesinin ileri gelenleri ve seçkinleri Hz. peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerini İslam’a çağırmasını kabul edemiyor, bunu kendilerine yediremiyordu. Abdullah'ın oğlu Muhammed'e bağlanmayı bir türlü içlerine sindiremiyorlardı. Bu adamın başlarına geçmesini ve kendilerinden üstün olmasını kabul edemiyorlardı. İşte burada tarihte yaşayan bir kadın, Allah'a iman edişin özünü, davetçi ile muhatabı, lider ile peşinde gidenleri eşit kıldığını gösteriyor. Çünkü onlar, imanı kabullendiklerinde, Allah'ın elçisi ile birlikte alemlerin Rabb'i olan Allah'a teslim olmuş olurlar.

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Neml Suresi 27-37 Âyetleri S. Kutub Tefsiri


27- Süleyman, hudhud'a dedi ki; "Göreceğiz bakalım, doğru mu söylüyorsun yoksa yalancının birimisin?"

28- "Şu mektubumu götürüp onlara at, sonra seni göremeyecekleri bir yere çekil de bak bakalım ne gibi bir sonuca varacaklar?"


Burada mektubun içeriği açıklanmıyor. İçeriği de mektubun kendisi gibi gizli tutuluyor. Oraya gidiyor. Açıklıyor ve ilan ediliyor. Korkutma sanatı da en uygun yerinde sunuluyor!

Böylece bu sahnenin perdesi kapanıyor. Açıldığında birden kraliçeyi görüyoruz karşımızda. Mektup kendisine ulaşmış, bu önemli iş konusunda kraliçe halkının ileri gelenleriyle bunu değerlendiriliyor.


29-Kraliçe dedi ki; "Ey devletin ileri gelenleri, bana havadan çok önemli bir mektup atıldı.

30-Mektup, Süleyman'dan geliyor, Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile başlıyor.

31-İçinde "Bana karşı büyüklük taslamayınız, boyun eğerek huzuruma geliniz " diyor.


Kraliçe kendisine bir mektubun gönderildiğini onlara haber veriyor. Bu ifadeden biz onun bu mektubun kim tarafından gönderildiğini bilemediğini çıkarabiliriz. Eğer tefsir bilginlerinin belirttiği gibi kraliçe bu mektubun hudhud tarafından getirildiğini bilseydi normalde meydana gelmeyen bu ilginç olayı onlara açıklardı. Fakat kimin getirdiğini bilmediği için gönderme fiilini edilgen biçimde kullanmıştır. Bu da, kraliçenin mektubun kim tarafından ve nasıl ulaştırıldığını bilmediğini tercih etmemize neden olmaktadır.

Kraliçe mektubu "değerli" bir mektup diye niteliyor. Bu nitelik belki mektubun mühründen belki şeklinden belki de ileri gelenlere açıkladığı içerikten kaynaklanmaktadır: "Mektup Süleyman'dan geliyor. Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile başlıyor." İçinde Bana karşı büyüklük taslamayınız, boyun eğerek huzurumuza geliniz diyor." Kraliçe Allah'a tapmıyordu. Fakat Hz. Süleyman'ın namı bu bölgede de yayılmıştı. Kur'an'ın aktardığı mektubun ifade biçiminde bir üstünlük, ustalık ve kesinlik vardır. Bu da kraliçenin gönderilen mektubu "değerli bir mektup" şeklinde nitelemesinde etkili olmuş olabilir.

Mektubun içeriği gayet kolay anlaşılmakta ve etkili olmaktadır. Esirgeyen, bağışlaşan Allah'ın adı ile başlamaktadır. Ve sadece bir şeyin yerine getirilmesini istemektedir: Mektubu gönderene karşı büyüklük taslamayın, ona karşı dikilmeyin. Kendilerine adı ile hitab ettiği Allah'a teslim olarak gelin.

Kraliçe mektubun içeriğini milletinin ileri gelenlerine anlattıktan sonra yeniden söze giriyor. Onların düşüncelerini almak istiyor. Toplu bir değerlendirme yapılmadan kesin kararı vermeyeceğini açıkça bildiriyor.


32- Kraliçe: "Ey devletin ileri gelenleri, bu konuda ne yapmam gerektiğine ilişkin görüşlerinizi söyleyiniz, ben sizin görüşünüzü almadan hiçbir işi kesin sonuca bağlamam.”


Buradan da kraliçenin tedbirli, ileri görüşlü karakteri ortaya çıkıyor. Açıktır ki o ilk andan itibaren bilinmeyen bir şekilde kendisine gönderilen, üstünlüğü ve kesinliği ortada olan bu mektuba kendisini kaptırmıştır. Milletinin ileri gelenlerine bu mektubun "değerli" bir mektup olduğunu açıklarken bu etkisinde kalışı ileri gelenlerin gönüllerine de aşılamıştı. Anlaşılıyor ki o, cephe almak ve düşmanlık yapmak istemiyor. Fakat bunu açık olarak söylememektedir. Fakat mektubu bu şekilde nitelemekle görüşüne zemin hazırlamaktadır. Daha sonrada onların görüşlerini istemekte ve olayı değerlendirip ortak bir fikir ortaya çıkarmalarını beklemektedir.

Devlet başkanının emri altında çalışan adamlar genel kararlara bağlı olarak iş yapmaya hazır olduklarını açıklamakta, fakat asıl kararın kraliçeye ait olduğunu belirtmektedirler:


33- İleri gelen devlet adamları dediler ki; "Biz güçlüyüz, yaman savaşçılarız, ferman senindir, düşün de ne buyuracağına karar ver. "


Burada kraliçenin kişiliğinin ötesinde kadının kişiliği ortaya çıkmaktadır. Kadın karakter olarak savaşlardan ve yıkımlardan hoşlanmaz. Kuvvet ve sertlik silahını kullanmadan hile ve yumuşaklık silahını kullanır:


34- Kraliçe dedi ki; "Hükümdarlar bir ülkeye ayak bastıklarında oranın düzenini alt-üst ederler ve halkının seçkinlerini hor ve itibarsız duruma düşürürler. Onlar hep böyle yaparlar. "

35- "Şimdi ben onlara bir hediye göndereceğim ve elçilerimin nasıl bir cevapla döneceklerini göreceğim."


Kadın biliyor ki, bir kente girdiklerinde orada bozgunculuğu yaymak, yakıp yıkmak, ırza-namusa tecavüz etmek, orayı savunan güçleri ve bunlara komuta eden düşkünleri, ileri gelenleri ezip geçmek, direnişin ana kaynağını oluşturdukları için onları horlamak ve aşağılamak kralların genel karakteridir.

Hediye kalbi yumuşatır ve sevginin sembolüdür. Savaşın önlenmesine de yol açabilir. Bu aynı zamanda bir denemedir. Eğer Hz. Süleyman onu kabul ederse, bu onun dünyalık peşinde olduğunu ve dünya vasıtalarının fayda verebileceğini gösterir yok eğer kabul etmeye yanaşmazsa o zaman bu bir inanç meselesidir. Hiç bir mal onu engelleyemez. Yeryüzünün en değerli varlıkları bile onu durdurmaz.

Böylece sahnenin perdesi iniyor ve sonra yeni bir sahne için tekrar açılıyor. Bir de bakıyoruz ki, kraliçenin elçileri ve hediyeleri Hz. Süleyman'ın huzurunda. Hz. Süleyman onların kendisini mal ile satın almaya yönelmelerine fena halde kızıyor. Kendisini bu yolla İslam’a çağırmaktan vazgeçirmeye çalışmalarını şiddetle reddediyor. Sert biçimde ve ısrarla son sözünü söylüyor ve tehdidini savuruyor.


36- Kraliçenin elçisi gelince Süleyman ona dedi ki; "Beni mal ile mi kandıracaksınız? Allah'ın bana bağışladığı ayrıcalıklar size verdiklerinden daha üstündür. Siz bu hediyenizle övünebilirsiniz?"

37- "Şimdi efendilerine dön. Yemin ederim ki, karşı koyamayacakları kadar güçlü bir ordu ile üzerlerine yürürüz. Ve onurlarını çiğneyerek burunlarını yere sürte sürte onları yurtlarından çıkarırız. "


Tekliflerinin red edilişinde malın basite alındığı, yeri ve zamanı olmayan bu teklifin abesliği ortaya konuyor. İnanç ve dava alanında bu tür tekliflerin saçma olacağı belirtiliyor. "Beni mal ile mi kandıracaksınız? " Siz bana bu basit ve değersiz malları mı takdim ediyorsunuz? "Allah'ın bana bağışladığı ayrıcalıklar size verdiklerinden daha üstündür." Yüce Allah, elinizdekinden çok daha değerlisini bana vermiştir. Bana maldan daha değerli olduğu kesin olan şeyleri vermiştir. İlim ve peygamberlik. Cinlerin ve kuşların emrine verilişi. Onun için yeryüzünün diğer değerleri ve malları beni mutlu etmiyor. "Siz bu hediyenizle övünebilirsiniz?” Siz ancak yüce Allah ile bağları bulunmayan, onun hediyelerine mazhar olmayan, toprağa bağımlı insanları ilgilendiren bu tür basit değerleri arzu edersiniz.

Böylece onların tekliflerini reddettikten sonra tehdide başvuruyor: "Şimdi efendilerine dön. Ve korkunç olan akıbeti bekleyin. "Yemin ederim ki, karşı koyamayacakları kadar güçlü bir ordu ile üzerine yürürüz." Hiçbir insanını sahip olamayacağı hiçbir kraliçe ve milletinin karşı koyamayacağı ordularla geliriz. "Ve onurlarını çiğneyerek, burunlarını yere sürte sürte onları yurtlarından çıkarırız.” Onları aşağılanmış ve horlanmış bir biçimde oradan çıkarırım. Onları sürerim.

Böylece bu çetin sahnenin de perdesi kapanıyor. Elçiler geri dönüyorlar. Olay içinde onların görevi bitiyor. Ve artık onlardan hiç söz edilmiyor. Sanki her şey bitmiş ve bu konudaki söz sona ermiştir.

Sonra Hz. Süleyman'a -selâm üzerine olsun- yöneliyoruz. O, böyle bir karşılamanın düşmanlık isteyen kraliçenin işinin bitireceğini anlıyor. -Nitekim kraliçenin Hz. Süleyman'ın etkili mektubunun bir hediye ile karşılık vermesi de bunu gösteriyor!- Kraliçenin bu teklifi kabul edebileceğini kesinkes biliyor. Zaten öyle de oluyor.

Konunun içinde kraliçenin elçilerinin kendisine nasıl döndükleri, ona neler söylediği, bundan sonra onun ne yapmaya karar verdiği belirtilmiyor. Bu konular açıklanmıyor. Sonraki gelişmelerden kraliçenin gelmekte olduğunu, Hz. Süleyman'ın bunu bildiğini ve kraliçenin gelirken geride bıraktığı güvenli ve korumalı tahtının da getirilmesi işini komutanlarıyla müzakere ettiğini anlıyoruz...

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Neml Suresi 20-26 Âyetleri S. Kutub ve Mevdudi Tefsiri



20- Süleyman, ordusunun kuşlardan oluşan birliğini denetleyince dedi ki "Hudhud'u niçin göremiyorum, yoksa burada değil mi?

21- Onu ya ağır bir cezaya çarptıracağım ya keseceğim ya da bana mazeretini belgeleyen açık bir kanıt getirecek.


İşte hem hükümdar hem peygamber olan Hz. Süleyman. Güçlü ve büyük ordusu içinde... Şimdi o kuşları denetliyor fakat Hudhud’u göremiyor. Buradan anlıyoruz ki, bu kuş denetleme sırasında özel bir görevi olan bir hudhud'du. Yoksa bu kuş yeryüzünde bulunan yüz binlerce, milyonlarca hudhud kuşu içerisinde sıradan bir kuş değildi. Hz. Süleyman'ın özellikle bu kuşu araması da onun bu ayırıcı bazı özelliklerini ortaya koymaktadır. Bu dikkatli, uyanık bir kuştur.

Cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan onca büyük kalabalık içinde bir tek askerinin kaybolması Hz. Süleyman'ın gözünden kaçmıyor. Çünkü o ordusunun baştan sona denetim altında tutuyor. Böylece ayrılma ve geride kalmanın önüne geçiyor.

Bu nedenle hudhud kuşunu esnek, şahane ve güzel bir cümle ile soruyor: "Hudhud'u niçin göremiyorum, yoksa burada değil mi?”

Hudhud'un kaybolduğu anlaşılıyor. Hükümdarın onu sorması üzerine herkes, hudhud'un izinsiz olarak ordudan ayrıldığını öğreniyor! Öyleyse konu, anarşizmin engellenmesi için kesin bir tavır almayı gerektiriyor. Hükümdarın bu sorusundan sonra mesele bir sır olmaktan çıkıyor. Eğer bu konuda iş sıkı tutulmazsa diğer askerlere kötü bir örnek olabilirdi. İşte bu nedenle disiplinli bir hükümdar olan Hz. Süleyman emrine aykırı olarak ortadan kaybolan bu askerine tehditler savuruyor. "Onu ya bir cezaya çarptıracağım ya keseceğim"

Fakat biz biliyoruz ki, Hz. Süleyman yeryüzünde zorbalık yapan bir kral değildir. O Allah'ın bir elçisidir. Ve henüz ortadan kaybolan hudhud'un söylediğini dinlememişti. Onu dinlemeden ve sebebini araştırmadan hakkında son hükmü vermesi doğru olmazdı. İşte burada adil olan peygamberin karakteri ortaya çıkıyor  "Ya da bana, mazeretini belgeleyen açık bir kanıt getirecek."

Birinci sahne henüz sona ermeden hudhud kuşu çıkageliyor. Yanında çok ilginç hatta Hz. Süleyman'ı şok eden büyük bir haber var. Aynı şekilde gözlerimiz önüne serilen hikâyedeki bu olay bizi de şaşkınlığa düşürüyor.


22- Hudhud çok geçmeden çıkagelerek dedi ki: "Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim, sana Saba'dan çok önemli bir haber getirdim. "

23- "Ben o yörenin halkını yöneten bir kadınla karşılaştım. Allah ona her şeyi vermiş, görkemli bir tahtı var. "

24- "Onun ve soydaşlarının Allah'ı bir yana bırakarak güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, yaptıkları yanlış işleri onlara güzel göstererek kendilerine doğru saptırmış, bu yüzden doğru yolu bulamıyorlar. "

25- Şeytanın amacı, onları göklerdeki ve yeryüzündeki gizli şeyleri meydana çıkaran gerek saklı tuttukları ve gerekse açığa vurdukları tüm duygularını bilen Allah'a secde etmelerini engellemektir.

26- O Allah ki, kendisinden başka ilah yoktur ve yüce Arş'ın Rabb'idir.


Hudhud hükümdarın kesin kararlılığını ve disiplinini biliyor. Bu nedenle ortadan kayboluşunu açıklayacak ve hükümdarın dinlemesini sağlayacak sürpriz bir haberle sözlerine başlıyor: Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim, sana Saba'dan çok önemli doğru bir haber getirdim. Halkından biri "senin bilmediğin bir şey biliyorum" dediği halde, hangi hükümdar bu adamı dinlemez ki? "Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim."

Bu şok etkiyle hükümdarın kendisini dinlemesini sağladıktan sonra Sebe tarafından getirdiği kesin haberi ayrıntılarıyla anlatmaya başlıyor. Sebe ülkesi Arap yarımadasının güneyinde bulunan Yemen'in bir bölgesidir. Orada bu ülkeyi bir kadının idare ettiğini bildiriyor. "Allah ona her şeyi vermiş, görkemli bir tahtı var.”

Bu ifade kraliçenin hükmünün ve servetinin kuvvet ve güzel yaşam şartlarını en güzel biçimde gerçekleştirdiğini ifade ediyor: "Görkemli bir tahtı var." Zenginliği, refahı, teknolojik gelişmeyi gösteren ihtişamlı debdebeli bir hükümdarlık tahtı olduğu belirtiliyor kraliçenin. Kraliçe ve milletinin Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini belirtiyor. Burada onların sapıklığa düşüşlerini, şeytanın onlara yaptıklarını güzel göstermesine bağlanıyor. Bu nedenle onlar her şeyi bilen ve her şeyden haberi olan Allah'a kulluk etmeye fırsat bulamadıklarını açıklıyor. “Onun ve soydaşlarının Allah'ı bir yana bırakarak güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan yaptıkları yanlış işleri onlara güzel göstererek kendilerine doğru saptırmış, bu yüzden doğru yolu bulamıyorlar.”

Sebe, Güney Arabistan'da yer alan ve halkı ticaretle tanınmış bir ülke idi. Başşehri de, şimdiki Kuzey Yemen'in merkezi Sana'nın kuzey-doğusunda, takriben 55 mil mesafede olan Ma'rib kenti idi. Main krallığının yıkılışından sonra, M.Ö. yaklaşık 1100 yıllarında güç kazandı ve bin yıl boyunca Arabistan'da hüküm sürdüler. Daha sonra, M.Ö. 115 yılında onların yerini Himyerîler aldı. Bunlar da Arabistan'da; Yemen ve Hadramut, Afrika'da da Habeşiştan'ı idare etmiş, Güney Arabistan'ın meşhur başka bir milleti idi. Sebeliler, bir taraftan Afrika kıyıları, Hindistan, Uzak Doğu ve Arabistan'ın iç kısımlarının dâhil olduğu yerlerde cereyan eden tüm ticarî faaliyetleri, diğer taraftan Mısır, Suriye, Yunanistan ve Roma'ya yönelik ticareti ellerinde tutuyorlardı. Eski çağlarda servet ve refahları ile meşhûr olmaları işte bundandı. Hatta öyle ki, Yunan tarihçilerine göre o devirde dünyanın en zengin kimseleri bunlardı. Ticaret ve alışverişin yanında, ulaştıkları bu refahın başka bir nedeni de, ülkelerinin birçok yerinde barajlar inşa etmiş ve sulama maksadıyla yağmur suları toplamış olmalarıydı. Bu tesislerle ülkeyi gerçek bir bahçeye çevirmiş bulunuyorlardı. Yunan tarihçileri, Sebeliler ülkesinin olağanüstü yeşilliklerine dair ayrıntılı bilgileri bize kadar ulaştırmışlardır. Kur'an-ı Kerim de, Sebe Suresinin 15. ayetinde buna işaret eder.

Hüdhüd'ün söylediği "Senin bilmediğin şeyler hakkında bilgi edindim" anlamındaki cümle, Hz. Süleyman'ın (a.s) Sebe ülkesi hakkında hiç haberi olmadığını göstermez. Sınırları Kuzey Kızıldenizine (Akabe Körfezi ve çevresine) kadar uzanan Filistin ve Suriye hükümdarının, aynı denizin güney (Yemen ve çevresi) kıyılarını idare eden ve dünya ticaretinin de en önemli bir kısmını ellerinde tutan bir kavimden haberi olmaması imkansızdır (düşünülemez). Kaldı ki, Mezmurlar'a göre, Hz. Süleyman'ın (a.s.) babası Davud (a.s.) Sebe ülkesini biliyordu. Mezmurlar'da nakledilen duasında aşağıdaki kısımlara rastlamaktayız: "Ey Allah(ım) , krala senin hükümlerini ve kralın oğluna senin adaletini (doğruluğunu) ver. Senin kavmine adaletle ve zayıf kullarına hakk ile hükmetsin." (Mezmurlar, 72: 1-2) "Tarşiş ve adaların kralları ona baç getirsinler; Şeba ve Sebe (Yemen ve Habeş kolları) kralları hediyeler takdim etsinler." (Mezmurlar, 72: 9-10)  O halde 'Hüdhüd'ün demek istediği husus şudur: "Sebelilerin merkez şehrinde gözlerimle görüp de bildiğim şeyler hakkında sana henüz bir bilgi ulaşmış bulunmuyor."

Bu ayetler, Sebe halkının o dönemde, güneşe-tapmayı esas alan bir dine mensup olduğunu gösterir. Eski Arap rivayetleri de bu hususu doğrular mahiyettedir. İbn İshak, Soy bilimcilerin bu mealdeki ifadelerini nakletmiş bulunuyor. Şöyle ki, Sebeliler aslında, adı Abdüşşems (güneşin kulu veya güneşe tapan) , ünvanı da 'Sebe' olan bir atanın soyundan gelmişlerdir. Böyle bir izah İsrail kaynaklarınca da desteklenmektedir. Bütün bunlara göre, 'Hüdhüd' Hz. Süleyman'ın (a.s) mektubu ile bu ülkeye vardığı anda, Sebe melikesi güneş tanrısına tapmak üzere mabede doğru gidiyordu. Ve "Hüdhüd" o sırada getirdiği mektubu melikenin önüne attı.

Ayeti kerimede geçen "Hab'e" kavramı özlü bir ifade ile gizlenmiş şey demektir. İster gökten inen yağmur ve yerdeki bitkiler olsun, isterse yerin ve göklerin sırları olsun fark etmez. Bu sözcük; uçsuz-bucaksız evrende gayp perdesinin ötesinde gizlenmiş bulunan her şeyi içeren kinayeli bir sözdür. "Gerek saklı tuttukları ve gerekse açığa vurdukları tüm duyguları bilen Allah'a"… Bu da göklerde ve yerde gizlenmiş olan sırların insanın iç aleminden gizlenmiş olan sırlar ile karşılaştırılmasıdır. Psikolojik dünyasının, gizli-açık her şeyini kuşatmaktadır bu ifade.

Şu ana kadar hudhud, henüz hakkında kralın hüküm vermediği bir sanık konumundadır. Hudhud burada, anlattığı hikâyenin ardından her şeye gücü yeten, herkesin Rabb'i olan, yüce Arş'ın sahibi, tahtı ile hiçbir insan tahtının karşılaştırılamayacağı Allah'a işaret etmektedir. Böylece hükümdarın insani gücünü, Allah'ın büyüklüğü karşısında bastırmak, gölgede bırakmak istemektedir.

"O Allah ki, kendisinden başka ilah yoktur ve yüce Arş'ın Rabb'idir.” Kraliçenin ve milletinin yaptıklarının yorumu ile birlikte bu gizli işaret ile Hz. Süleyman'ın kalbine tesir etmektedir!

Biz şimdi kendimizi ilginç bir kuşla karşı karşıya buluyoruz. Bu, anlayış, zekâ ve inanç sahibi bir hudhud'dur. Haberi ustalıkla anlatmakta, konumunun özelliğini bilmektedir. Mahirane işaretlerde, değinmelerde bulunmaktadır. Secdenin ancak yerin ve göklerin gizliliklerini açığa çıkaran, yüce tahtın sahibi olan Allah'a yapılabileceğini kestirebilmektedir. Ama normalde hudhud kuşları anlayamazlar. Bu özel bir hudhud’dur. Kendisine bu özel yetenek verilmiştir. Bu ise alışılan şeylere ters düşen, mucizevî bir olgudur! Hz. Süleyman, hemen onu tasdik etmeye veya yalanlamaya kalkmıyor. Getirdiği büyük haberi hafife almıyor. Hemen araştırmaya geçiyor. Haberin sağlık derecesini belirlemeye çalışıyor.


27- Süleyman, hudhud'a dedi ki; "Göreceğiz bakalım, doğru mu söylüyorsun yoksa yalancının birimisin?"

28- "Şu mektubumu götürüp onlara at, sonra seni göremeyecekleri bir yere çekil de bak bakalım ne gibi bir sonuca varacaklar?"

19 Mayıs 2013 Pazar

Neml Suresi 17-19 Âyetleri S. Kutub Tefsiri


17- Süleyman'ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan ordusu toplanarak disiplinli bir halde bir araya gelerek, düzgün saflar halinde ve uygun adımlarla yürüyüşe geçti.


Bir araya gelip toplanmış ve hazırlanmış olan bu ordu, Hz. Süleyman'ın ordusudur. Cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan bir ordudur bu. İnsanın yapısal özelliklerini biliyoruz. Cinlere gelince, yüce Allah'ın onlar hakkında Kur'an'da verdiği bilgiden başka bir şey biliniyoruz. Buna göre cinler ateşin alevinden yaratılmışlardır. Yani ateşin birbirine giren alevlerinden yaratılmışlardır. Onlar insanları görürler, fakat insanlar onları göremezler. "...Sizin şeytanın ve adamlarının göremeyeceğiniz yerlerden onlar sizi görürler. Biz şeytanları, inanmayanlara dost yaptık." (A'raf Suresi, 27)  Burada şeytandan söz ediliyor. Şeytan ise cinlerdendir. Onlar normalde insanların kalplerine kötülük telkin edebilirler. İnsanlara günahları aşılayabilirler. Bunu nasıl yaptıklarını bilmiyoruz. Onlardan bir grup Peygamberimize iman etmişler. Fakat Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun onları görmemiş ve onların iman ettiklerini de bilememiştir. Allah bunu kendisine şöyle bildirmiştir. Ey Muhammed! De ki: "Cinlerden bir topluluğun Kur'an'ı dinlediği bana vah yolundu." Onlar şöyle demişlerdi: "Doğrusu biz doğru yola erdiren, hayrete düşüren bir Kur'an dinledik ve ona inandık. Biz Rabb'imize hiç kimseyi ortak koşmayacağız." (Cin Suresi 1-2)

Yine biliyoruz ki, yüce Allah onlardan bir grubu Hz. Süleyman'ın hizmetine vermiştir. Bu cinler Hz. Süleyman'a, saraylar, camiler, büstler, yemek için büyük kazanlar yapıyorlardı. Onun için denize dalıyorlardı. Allah'ın buyruğuyla onun emrine bağlı kalıyorlardı. İşte burada kuşlar ve insanlarla kardeşçe bir ordu oluşturanlar arasında bu cinlerde vardı.

Biz diyoruz ki, yüce Allah insanlardan bir topluluğu Hz. Süleyman'ın emrine verdiği gibi kuşların ve cinlerin bir kesimini de hizmetine vermiştir. Yeryüzünde yaşayan insanların tümü Hz. Süleyman'ın askeri olmadığı gibi (çünkü o zamanlar Hz. Süleyman'ın otoritesi ancak bugün Filistin, Suriye, Lübnan ve Irak diye bilinen Fırat kıyılarına kadar uzanıyordu) cinlerin ve kuşların da hepsi onun hizmetine verilmemişti. Eşit bir şekilde her ümmetten belirli bir topluluk onun emrine verilmişti.

Biz bu cinler meselesinde, İblis'in ve neslinin cinlerden olduğu görüşündeyiz. Nitekim Kehf suresinin 50. Ayetinde "Şeytan cin kökenli idi" ve Nass suresinin 5 ve 6. ayetlerinde ise  "İnsanların kalbine ister insan olsun ister cin olsun vesvese veren" deniyor.

İşte bu cinler Hz. Süleyman'ın zamanında da insanları aldatmaya, kötülüğe bulaştırmaya ve onların kalplerini kötülüğe kaydırmaya çalışıyordu. Eğer hepsi, doğru yola iletici bir peygamber olan Hz. Süleyman'ın emrine verilmiş olsalardı, onun hizmetinde ve emrin altında oldukları halde bu işleri yapamazlardı. Böylece anlaşılıyor ki, Hz. Süleyman'ın emrine verilenler cinlerin sadece bir kesimiydi.

Kuşlar konusundaki yorumumuzda Hz. Süleyman'ın kuşları denetlediğinde Hudhud'un olmadığını öğrenmesine dayandırıyoruz. Eğer bütün kuşlar onun emrine verilmiş olsaydı, hepsi onun ordusunda toplanacak ve bütün hudhud'lar bir araya gelecekti. O zaman da milyarlarca kuşun içinde milyonlarca hudhud'un içinden bir tek onun kaybolmasını fark edemezdi. "Ben neden Hudhud'u göremiyorum?" diyemezdi. Demek ki bu yaratılışı ve görevi ile özel bir kuştur. Bu hudhud kuşları içinde Hz. Süleyman'a tahsis edilen kuş olabilir.

Ya da bu sırada Hz. Süleyman'ın emri altında bulunan belli sayıdaki hudhud sürüsünün başında görevli nöbetçi olan hudhud, sürü içinde ve tüm kuşlar içinde özel bir yetenek ve anlayış kabiliyetinin verilmesidir. Herhalde Hz. Süleyman'ın emri altında bulunanlardan bazısına verilmişti. Tüm kuşlara verilmemişti. Çünkü bu hudhud kuşuna verilen yetenek akıllı, zeki ve takva sahibi insanları çağrıştıran bir yetenektir.

Hz. Süleyman'ın cinler, kuşlar ve insanlardan oluşan askerleri toplandı. Bunlar büyük bir ordu, büyük bir kalabalık idi. Hz. Süleyman ordusunun başını ve sonunu toparlıyor, Saflar halinde ve uygun adımlarla yürüyüşe geçiyor. Böylece dağılmalarını ve içlerinde kargaşanın çıkmasını önlüyor. Bu düzenli askeri bir topluluktur. Onu askeri terimlerle ifade etmek onun kalabalık olmasına düzenli disiplinli olduğunu belirtmek içindir.


18- Ordu karınca vadisine vardığında ordudaki karıncalardan biri "Ey karıncalar yuvalarınıza giriniz ki, Süleyman ve ordusu farkında olmadan sizi çiğnemesin" dedi.

19- Süleyman, karıncanın dediklerini işitince gülümseyerek dedi ki; "Ya Rabbi gerek bana ve gerekse ana babama bağışladığın nimetlere olanca gücümle şükretmemi ve hoşnut olacağın iyi işler yapmamı nasip eyle, rahmetinle beni iyi kullarının arasına kat.


Ordu yürüdü. Hz. Süleyman'ın kuşlardan ve cinlerden oluşan ordusu. Göz alıcı bir düzen ve disiplin içinde. Önü arkası bir bütün içinde. Safları sık. Adımlar birbiriyle uyum içinde. Böylece karıncaları bol olan bir vadiye geliyorlar. Bu öyle karıncası bol bir vadidir ki, Kur'an oraya karınca vadisi adını veriyor.  Vadiye yayılan karıncaların başında bulunan onların disiplininden ve korunmasından sorunlu olan bir karınca diğer karıncalara, özel iletişim ve haberleşme yoluyla aralarında geçerli olan dille diğer karıncalara seslendi. "Ey karıncalar yuvalarınıza giriniz ki, Hz. Süleyman ve orduları farkında olmadan sizi çiğnemesinler." Ayakları altında ezmesinler. Karınca yuvaları arının yuvaları gibi ince hesaplara göre düzenlenir. Orada herkesin görevi bellidir. Üstün bir akıl, üstün bir anlayış verilmesine rağmen insanlar çoğu zaman bu iş bölümünün bir benzerini yapmaktan aciz kalırlar.

Hz. Süleyman karıncanın söylediklerini anladı. Tebessüm etti. Söylediği sözlerin anlamına sevinip içi açıldı. Cezayı geciktirmeyen büyük bir adamın, cezasından kurtulmaya çalışan küçük birinin çabasına sevindiği gibi o da sevindi. Bu sözleri aracısız anladığı içinde çok huzurluydu. Çünkü bu Allah'ın kendisine verdiği bir nimetti. Bu nimet sayesinde insanlara kapalı olan, aralarına engeller konan, dünyalarla iletişim kesikliği nedeniyle bundan yoksundu. Ayrıca bir karıncanın böyle bir anlayışa sahip olması ve diğer karıncaların onun sözünü dinleyip itaat etmeleri de Hz. Süleyman'ın gönlünü ferahlatmıştı. Zira bu hayret verici, ilginç bir olaydı.

Bu tablolar kendisini hemen harekete geçirdi. Kalbini, bu olağanüstü bilgi nimetini kendisine bahşeden Rabb'ine yöneltti. İnsanlara kapalı olan gizli dünyalarla kendi arasındaki engelleri kaldırdı. İçtenlikle Rabb'ine yönelerek O'na niyazda bulundu "Ya Rabbi, gerek bana ve gerekse ana babama bağışladığın nimetlere olanca gücümle şükretmemi ve hoşnut olacağın iyi işler yapmamı nasip eyle.”

"Rabb'im" Böyle candan, doğrudan, içten bir niyaz ile... "Olanca gücümle" Beni tüm parçalarıyla bir bütün haline getir. Bütün organlarımı, hislerimi, dilimi, düşüncelerimi, duygularımı, sözlerimi, ifadelerimi, işlerimi ve yönelişlerimi derli toplu kıl. Bütün enerjimi toplamayı nasip eyle. Başını sonuna, sonunu başına ulaştır. (Zaten "Evziğni" kelimesinin dil bilgisi yönünden anlamı da budur) Ki bana ve babama verdiğin nimetlere karşı şükredebileyim.

Bu ifade o sırada Hz. Süleyman'ın kalbine dokunan Allah'ın nimetini ortaya koyuyor. Ondan nasıl etkilendiğini, yönelişinin gücünü, vicdanının ürperişini tasvir ediyor. Allah'ın bu geniş lütfunu hissettiriyor. Allah'ın kendisi ve babası üzerindeki rahmet elini somutlaştırıyor. Korku ve ürperti içinde rahmetin ve nimetin dokunuşunu hissettiriyor.

"Ya Rabbi, gerek bana ve gerekse ana babama bağışladığın nimetlere olanca gücümle şükretmemi ve hoşnut olacağın iyi işler yapmamı nasib eyle"

Güzel amel işlemek de ayrıca Allah'ın bir lütfudur. Yüce Allah verdiği nimetlere şükreden kullarını bu güzel amelleri nasip eder. Tüm varlığı ile yönelmesi, verdiği nimetlere şükretmesi için Rabb'inden yardım dileyen Süleyman da Rabb'ine yakarıyor ki razı olacağı işler yapması için kendisini başarıya ulaştırsın. O da çok iyi biliyor ki, iyi işler yapmak yüce Allah'ın eşsiz bir nimeti ve yardımıdır.

"Rahmetinle beni iyi kullarının arasına kat."

Beni rahmetine kat. Çünkü o salih kullar arasına girmenin Allah'ın bir rahmeti olduğunu biliyor. Kulun imdadına yetişen ve onu iyi işler yapmaya muvaffak eden, böylece iyi insanların arasına katan rahmeti... O bunu biliyor. Merhamet olunanlardan başarıya ulaşanlardan olması ve salihler kafilesine katılması için Rabb'ine yalvarıyor.

Allah'ın azabından emin değil, endişe ediyor... Peygamber seçildikten sonra bile az olmasından ve şükrünün noksan kalmasından korkuyor. Allah'a karşı takva bilinci ve korkuyla hareket eden, O'nun rızasını ve rahmetini gönülden arzu eden bir duyarlılık ile O'nun nimeti olduğu gibi ortaya çıkıyor. Burada karınca söylüyor. Hz. Süleyman, Allah'ın lütfu ve öğretmesiyle onun dediklerini anlıyor.

Burada sadece bir değil iki mucizeyle karşılaşıyoruz. Birincisi Hz. Süleyman'ın karıncanın kendi topluluğunu sakındırmasını anlaması. İkincisi ise, karıncanın bu gelenin Hz. Süleyman ve askerleri olduğunu anlamasıdır. Birincisi yüce Allah'ın Hz. Süleyman'a öğrettiği ilimden kaynaklanan bir mucizedir. Hz. Süleyman ise hem bir insan, hem bir peygamberdir. Bu mucize vadideki karıncalar yüce Allah'ın hayatlarını korumaları için bünyelerine yerleştirdiği içgüdülerin etkisiyle tehlikeden kaçabilirler. Ama bu karaltıların, Hz. Süleyman ve orduları olduğunu anlaması ise gerçekten insanların şimdiye kadar eşine rastlamadıkları bir mucizedir. Bu tür durumlarda konuyu mucizelerden saymaktan başka çare yoktur.

Şimdi Hz. Süleyman'ın Hudhud ve Sebe kraliçesi ile ilgili kıssasına geliyoruz. Bu bölüm altı sahneden oluşuyor. Sahne aralarında edebi boşluklar vardır. Ve bu boşluklar sunulan sahnelerle bir uyum oluşturup onlarla anlam kazanmaktadır. Sahneler edebi sunuş güzelliğiyle tamamlanıyor. Hikâyede bazı sahnelerden sonra verilen bir takım yorumlar da yer alıyor. Bunlarla da kıssada sahnelerin ne amaçla sergilendikleri ortaya konuyor. Ve Kur'an'daki genel özellik uyarınca hikâyelerden çıkarılması gereken ibret ve derslerde belirtiliyor. Bu yorumlar, sahneler ve boşluklarla çok güzel bir uyum içine giriyor. Hem edebi güzellik yönü hem de vicdani yönü ile tam bir ahenk sergiliyor.

Kıssada Hz. Süleyman'dan söz açıldığı için onun emri altındaki cinlere, insanlara ve kuşlara değinmek gerektiği gibi ilim nimetine de işaret gerekiyor. Zira cinlerin, insanların ve kuşların ilim konusundaki fonksiyonları üzerinde duruluyor. Ve ilmin fonksiyonu özellikle ön plana çıkarılıyor. Sanki bu giriş ile kıssada önemli rol alan herkese bir işarette bulunuyor. Bu ise Kur`an kıssalarında gerçekten önemli bir edebi özelliği oluşturuyor.

Aynı şekilde bu girişte kişilerin özel karakterleri ve bu karakterlerin en belirgin özellikleri de açıklık kazanıyor. Hz. Süleyman'ın kişiliği, kraliçenin kişiliği, hudhud'un kişiliği ve kraliçenin yakın çevresinin kişiliği bu arada netlik kazanıyor. Bunun yanında değişik tablolarda ve durumlarda bu şahsiyetlerin psikolojik durumları ve tepkileri de ortaya çıkıyor.