4 Şubat 2010 Perşembe

Kaf Suresi Meali

Sıra bu surede değil. Ama Ayetlerin anlamları altında ezildiğim bir sure.
Bu yüzden bu sureyle bitirmek istedim.

1. Kâf. DÜŞÜN bu yüce ve özlü Kur’an'ı!



2. Onlar içlerinden bir uyarıcının kendilerine gelmesine şaştılar; ve bu hakikat inkarcıları: “Ne tuhaf bir şey bu!” diyorlar,



3. “Neden [ve nasıl olur da] biz öldükten ve toz-toprak haline geldikten sonra [yeniden diriliriz]? Bu, gerçekleşmesi mümkün ve muhtemel olmayan bir dönüştür!”



4. Biz toprağın onların bedenlerini nasıl çürütüp yok ettiğini iyi biliriz, çünkü katımızda şaşmaz bir sicil vardır.



5. Buna rağmen onlar, [yeniden dirilmeyi inkar edenler,] ne zaman kendilerine tebliğ edildiyse hakikati yalanladılar; ve şimdi bir şaşkınlık içindeler.



6. Onlar tepelerindeki gökyüzüne hiç bakmıyorlar mı: onu nasıl inşa ettik, güzelleştirdik ve nasıl bütün kusurlardan, eksikliklerden arındırdık?



7. Ve yeryüzü ki; Biz onu genişletip yaydık, üzerine sağlam dağlar yerleştirdik ve üstünde her cins güzel bitki yeşerttik,



8. isteyerek Allah'a yönelen her insana bir basiret ve uyarı vesilesi olarak.



9. Biz gökten bereketli bir su indiririz ve onunla bahçelerin yeşerip büyümesini sağlarız, ve ekin tarlalarının,



10. ve salkım salkım meyveleriyle uzun hurma ağaçlarının,



11. insanlara tahsis edilmiş rızk olarak; ve bun[lar]la ölü toprağa hayat veririz; işte [insanın] ölümden [sonra] yeniden vücuda gelmesi de böyle [olacak]tır.



12. Bu [şimdi yeniden dirilmeyi inkar ede]nlerden önce Nûh'un kavmi de bu hakikati yalanladı ve Ress ve Semûd halkı da,



13. ‘Âd, Firavun ve Lût'un kardeşleri,



14. ve [Medyen'in] yemyeşil vadilerinin sakinleri ve Tubbe‘ halkı: onların hepsi elçileri yalanladılar; ve bunun üzerine [onları] uyardığım şey başlarına geldi.



15. O halde, Biz[im] yoktan var etme ile yorgun düş[tüğümüz nasıl düşün]ülebilir? Hayır, ama bazı insanlar yeni bir yaratma[nın mümkün olduğun]dan [hâlâ] şüphe duymaktalar!


16. GERÇEK ŞU Kİ, insanı yaratan Biziz ve onun iç-benliğinin ona ne fısıldadığını Biz biliriz: çünkü Biz ona şah damarından daha yakınız.



17. [Ve böylece,] ne zaman [tabiatında mevcut] iki eğilim, sağdan soldan çatışarak karşı karşıya gelseler,



18. insanın söylediği her şeyde yanıbaşında mutlaka bir gözetleyici bulunur.



**19. Ve [sonra,] ölüm kâbusu, kendisiyle beraber [asıl] gerçeği de ortaya koyacaktır -işte bu, [ey insan,] senin her zaman kaçtığın şeydir!!-



20. ve [yeniden diriliş] sûru, [sonunda] üflenecektir: işte o, bir uyarının gerçek olacağı Gün'dür.



21. Her insan, [kendi geçmiş] iç dürtüleri ve vicdanı ile ortaya çıkacak,



22. [ve ona,] “Sen,” [denilecek,] “bu [Hesap Günü]nü umursamıyordun, ama şimdi Biz senin (gözündeki) perdeni kaldırdık, bakışın bugün artık daha keskindir!”



23. Ve onun (kişiliğinin) bir parçası: “Her zaman benimle olan işte budur!” diyecek.



24. [Bunun üzerine Allah:] “Atın, atın cehenneme bütün [bu tür] inatçı hakikat düşmanlarını!” diye emredecek,



25. “Bu [her] hayra engel olanları, günahkar saldırganları [ve insanlar arasında] güvensizlik ve şüphe yayanları,



26. Allah'ın yanısıra başka ilahlar edinenleri: o halde atın bunları şiddetli azabın içine!”



27. İnsanın öteki kişiliği: “Yâ Rabbi!” diyecek, “Onun aklını, bilincini kötülüğe bulaştıran ben değilim; [hayır,] ama o [kendi yüzünden] sapıklığa düştü!”



28. [Ve] Allah: “Benim önümde çekişmeyin [ey günahkarlar!]” diyecek, “Çünkü Ben sizi [bu Hesap Günü'ne karşı] uyarmıştım,



29. Benim verdiğim hüküm değişmeyecek; ve Ben kullarıma asla zulmetmem!”



30. O Gün, cehenneme: “Doldun mu?” diye soracağız; o, “[Hayır]” diyecek, “başka yok mu [bana göndereceğin]?”



31. [O Gün] cennet, Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyanların görüş sahasına getirilecek ve hiç uzaklaştırılmayacaktır; [ve onlara;]



32. “Size vaad edilen [yer] budur!” [denilecek,] -“Allah'a yönelen ve O'nu her zaman aklında tutanlara [vaad edilen]-



33. insan kavrayışının dışında olduğu halde Rahman'ın ürpertisini duyan ve pişmanlık dolu bir kalp ile [O'na] gelmiş olan [herkese].



34. Bu [cennete] huzur içinde girin; bu, ebedî hayatın başladığı Gündür!”




35. Onlar orada arzu ettikleri her şeye sahip olacaklar, ama (bilsinler ki) katımızda daha fazlası da var.



36. BU[GÜN hakikati inkar ede]nlerden önce -onlardan çok daha güçlü olan- kaç nesli yok ettik: ama [her ne zaman azabımız başlarına geldiyse] yeryüzünde gezginler gibi dolaşıp sığınacak bir yer aradılar.



37. Bunda şüphesiz kalpleri açık olanlar, [yani] uyanık bir zihinle kulak verenler için bir uyarı vardır;



38. ve Bizim gökleri ve yeri ve aralarındaki her şeyi altı devrede yarattığ[ımızı] ve bizi hiçbir yorgunluğun etkilemedi[ğini bilenler için].



39. O HALDE [ey müminler,] onların söyleyebilecekleri her şeye karşı sabırlı olun ve güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbinizin sınırsız ihtişamını yüceltin ve hamd edin;



40. geceleri ve her namazın sonunda O'nun şanını yüceltin.



41. Ve [ölüm] çağrısında bulunan Allah'ın [sizi] yakından çağıracağı o Güne [daima] kulak verin;



42. [ve kendi kendinize düşünün] bütün [insanoğlunun] nihaî çağrıyı gerçekten duyacağı Gün[ü], [ölümden] hayata dönecekleri Günü.



43. Gerçek şu ki, hayat veren ve ölümü getiren Biziz; her yol, Bizim katımızda menziline varır,



44. onlar [Allah'ın hükmüne doğru hızla] koşarken yeryüzünün çepeçevre yarılıp parçalanacağı Gün: bu toplanma, Bizim için kolay olacaktır.



45. Biz onların, [o yeniden dirilmeyi inkar edenlerin] ne söylediklerini iyi biliyoruz; ve sen onları hiçbir şekilde [inanmaya] zorlayamazsın. Ama sen yine de Benim uyarımdan korkabileceklere bu Kur’an aracılığıyla hatırlatmada bulun.

Şems Suresi Meali

1. GÜNEŞİ ve onun aydınlık veren parlaklığını düşün,


2. ve güneşi(n ışığını) yansıtan ayı!


3. Dünyayı gün ışığına çıkaran gündüzü düşün,


4. ve onu karanlığa boğan geceyi!


5. Gökyüzünü ve onun hârika yapısını düşün,


6. ve yeryüzünü, onun (uçsuz bucaksız) genişliğini!


7. İnsan benliğini düşün ve onun nasıl (yaratılış) amacına uygun şekillendirildiğini;


8. ve nasıl ahlakî zaaflarla olduğu kadar Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle de donatıldığını!


9. Her kim [benliğini] arındırırsa, kesinlikle mutluluğa erişecektir,


10. onu [karanlığa] gömen ise hüsrandadır.



11. SEMÛD [kavmi,] kaba bir küstahlıkla [bu] hakikati yalan saydı;


12. içlerinden en onulmaz azgınları, [zulüm yapmak için] ileri atılırken,


13. Allah'ın Elçisi onlara: “Şu dişi deve Allah'ındır, öyleyse bırakın suyunu içsin [ve ona bir zarar vermeyin]!” demişti.


14. Ama onlar Elçi'yi (hiçe sayıp) yalanladılar ve deveyi vahşîce boğazladılar; bunun üzerine Rableri, bu günahları yüzünden onları yıkıma uğrattı ve tümünü birden yok etti:


15. çünkü [onlardan] hiç biri başlarına gelecek şeyin korkusunu taşımıyordu.

3 Şubat 2010 Çarşamba

Kadir Suresi

1. Biz o(Kur'a)n'ı Kadir gecesinde indirdik.


2. Kadir gecesinin ne olduğunu sen nereden bileceksin?


3. Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır.


4. Melekler ve Ruh, o gece Rab'lerinin izniyle her iş için iner de iner. *


5. Esenliktir o, ta tan yeri ağarıncaya kadar!




Bakara sûresinin 185'nci ayetinden anladığımıza göre, Kur'ân-ı Kerim Ramazan ayında indirilmiştir. Kur'ân'ın Kadir gecesinde indiğini bildiren bu sureye göre de Kadir gecesi Ramazan ayı içindedir.

Peygamber Efendimiz: "Kim Kadir gecesini iman ve ihlasla ihya ederse, geçmiş günahları afvolunur" buyurmuştur.

Ramazan ayının son günlerinde inzivaya çekilmek cahiliye döne­minde de biliniyordu. Ancak "Kadir gecesi" ifadesi ilk defa bu süreninin inmesiyle bilindi.

Rabbimiz bu geceyi kıyamete kadar gelecek insanlara yol gösteren kitabı indirdiği için bu gecenin değerinin bin aydan = (84 yıldan) daha hayırlı olduğunu bildirir.

Dünya koministlerinin fikir babalarından, Fransız Koministlerinin başkanlarından Roqer Garodi ömrünün son yıllarında Kur'ân'ı okur, müslüman olur ve "yıllardır aradıklarımı topluca buldum" der..

Bir insanın seksen yılda aklıyla bulamadıklarının tamamını kadir ge­cesinde inmeye başlayan bu Kur'ân'da bulur. Onun içindirki Kadir ge­cesini ihya etmek demek insanlığın hukukda, siyasette, ticarette, öz­gürlüklerini korumada, hak ve sorumluluklarını belirlemede en doğru kuralları koyan Kur'ân'ın iniş gecesini anmak, yeniden Kur'ân'ı okuyup yeni inmiş gibi ona sarılmak demektir.

Bize ışık veren, ısı veren güneş olmasa bu dünya hayatımızda be­denimiz zarar görür. Ama O, Allah'ın nuru Kur'ân, Kadir gecesinde doğmasaydı insanlık hala cehaletin karanlığında debelenir olacaktı.

Kur'âm indiren Allah (c.c)

Kur'ân'ı getiren Ruh-ül-Kuds = Cebrail

Kur'ân'ı alan Muhammed (s.a.v)

Kur'ân'ı etrafa yayan Ashabı güzin (r.a)

Bir ismi "Nur"'olan insanlığı aydınlatan Kur'ân, Allah'dan, Cebrail aracılığıyla Hz. Mühammed (s.a.v)'in gönlüne, O'nun dilinden ashabın gönüllerine nur halinde akıveriyor. Nur alıyorlar, Nur veriyorlar, Nurlu gözlerle bakıyorlar.

İşte böyle bir geceyi şuurlu bir şekilde ihya etmek şuurları nurlandırmak demektir.

"Biz O'nu Kadir gecesinde indirdik" buyuruyor.

O, dediği Kur'ân'dır. Dühan sûresinin ilk ayetlerinde O'ndan kas-dedilenin kitap olduğu açıklanmıştır. Bakara suresinin ilk ayetlerinde "işte kitap" denilmektedir.

Bundan sonra "Kitap" denildiğinde akla ilk önce Kur'ân gelmelidir. Diğer kitaplar Hadis kitabı, fıkıh kitabı, matematik kitabı, fizik kitabı, şiir kitabı v.s. gibi ilave kelimelerle açıklanmalı. Kitap denilince Kur'ân akla gelmelidir.

Bu sureyi, Kadir gecesinin değerini bildirmek için indirdik manası da anlaşılabilir.

Geçmiş ümmetlerin mücahidlerinin bin ayda kazandığı sevaba bu ümmet kadir gecesini ihya etmekle erişecektir. Çünkü geçmiş peygam­berler ve ümmetler belirli zaman, mekan ve kavim için gönderilmişlerdi.

Bu Kur'ân kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa gönderilmiştir. Bu ümmette Bu Kur'ân'ı taşımakla, indiği geceyi ibadet taat ve Kur'ân okumakla geçirdiği için, kendinden sonra gelenlere Kur'ân'ı taşıdığı için, bir gecesi bin aydan hayırlı olmuştur.

Peki bu gece Ramazanın hangi gecesidir? Pek çok rivayet vardır. Ramazanın yirminci gecesinden sonuna kadar bütün gecelerdedir. Ancak bu ümmetin çoğunluğu yirmi yedinci gecesini benimsemiştir ve inşaallah öyledir.

Ancak Abdullah b. Mesud'un; "bir senenin her gecesini ibadetle geçi­ren Kadir gecesini ihya eder" sözü daha garantilidir.

Atalarımızda; "Her geceyi kadir bil" demişler. Her gecenin hakkım verelim. "Her geleni Hızır bil" demişler herkese İslâmi kurallara göre davranalım.

Rabbin rızası iyiliklerde gizlidir. Hangi iyilik yapılınca Rabbin rıza­sını kazanacağız onu bilemediğimizden, herkese ve herşeye iyi davra­nacağız. Karıncanın gönlünü alan Süleyman olur.

Allah'ın gazabı da isyanlarda gizlidir. O'nun için hiçbir zaman kim­seye kötülük yapmamaya ve Allah'a isyan etmemeye dikkat edeceğiz.

Kadir gecesi öyle değerliki, Melekler ve Cebrail O gece Rabbin iz­niyle yeryüzüne inerler, Müminlere selam verirler ve Rabbimizin bildiği "Levhi mahfuzda" yazılı olan bir senelik işleri, Rabbimiz görevli melek­lere Kadir gecesinde bildirir ve Melekler O bilgiyle inerler ve melekle­rin selamı tan yeri ağarıncaya kadar devam eder.

29 Ocak 2010 Cuma

Abese Suresi

1, 2- Yüzünü ekşitip çevirdi, kendi­sine o âma geldi diye.

3- (Onun halini) sana hangi şey bil­dirdi. Belki o, arınacaktı.

4- Yahut öğüt alacaktı da bu öğüt kendisine fayda verecekti.

5- Ama kendisini müstağni gören adam (yok mu?).

6- İşte sen onu karşına alıyorsun.

7- Onun temizlenmemesinden dolayı senin aleyhine ne var?

8, 9, 10- Ama sana koşarak gelen kimse, o (Allah'tan) korkan bir (adam) olduğu halde, sen kendisini bırakıp da oyalanırsın.



Açıklaması


"Yüzünü ekşitip çevirdi, kendisine o âma geldi diye" Peygamber (s.a.) âma ona geldi ve sözünü kesti diye yüzünü buruşturdu ve yüz çevirdi. O şahıs Abdullah b. Ümmi Mektûm'dur. Rasulullah (s.a.), İbni Ümmi Mek-tûm'un sözünü kesmesini hoş karşılamayarak ve ondan yüz çevirince ayet indi. İbni Ümmi Mektûm, Peygamber (s.a.)'in meşguliyetini bilemediği için mazur sayılmıştır.

"(Onun halini) sana hangi şey bildirdi. Belki o, temizlenecekti. Yahut öğüt alacaktı da bu öğüt kendisine fayda verecekti", Ey Muhammedi Sana bildiren, öğreten nedir, belki de âma senden öğrendikleri ile amel-i salihe yönelecek, günahlardan temizlenecekti ya da öğrendiklerinden öğüt alıp hatırlayacak öğüt ona fayda verecekti.

Buradan anlaşılıyor ki: Âmânın dışında, Müşriklerden arınması ve hatırlatılması için ilgilenilenlerin hidayetlerinden umut yoktu. Burada Al­lah Tealâ İbni Ümmi Mektûm'u yüceltmektedir.

Peygamber (s.a.)'in bu uygulaması ihtiyat ve daha uygun olanın terki mesabesindedir. Asla bir günah değildir. Uygulama, İslâm dininde sorum­luluğun kaldırıldığı sevme, kızma, gülme ağlama gibi insan mizacına bağlı bir durumdan kaynaklandığı için peygamberlerin ismeti (günahlardan uzak oluşları) ile de ters düşmez.

Bu itab daha sonra açık bir şekilde dile getiriliyor:

1- "Ama kendisini müstağni gören adam (yok mu?) işte sen onu karşı­na alıyorsun" O malı, serveti ve gücü ile sendeki Kur"an bilgisinden ve ilâhi hidayetten, iman ve ilimden kendisini uzak görene yüzünü ve sözünü çevi­riyorsun. O ise sana ihtiyacı olmadığını hissettiriyor.

"Halbuki onun arınmasından sana ne?" Onun müslüman olmamasın­dan, hidayete ermemesinden ve günahlardan arınmamasından sana bir so­rumluluk düşmez. Senin tebliğden başka vazifen yoktur. Durumu onun gi­bi olan kâfirlerin işi ile ilgilenme.

2- "Ama sana koşarak gelen kimse, o (Allah'tan) korkan bir (adam) ol­duğu halde, sen kendisini bırakıp da oyalanırsın." Allah'tan korkarak sana hidayeti ve hayra irşadı talep için, Allah'ın öğütleri ile öğütlenmek için ge­leni ise görmezlikten geliyor, onunla meşgul olmuyorsun, ilgilenmiyorsun.

Bunun için Allah Tealâ Peygamber (s.a)'i uyararak İr inıseye özel muamele yapmamasını, aksine ünlü olanla garibi, zenginle fakiri, efendiy­le köleyi, erkekle kadını, küçükle büyüğü eşit tutmasını emretti. Allah di­lediğini sırat-ı müstakime hidayet eder.


11-Hayır. Çünkü o bir öğüttür.

12- Dolayısıyla dileyen onu hatırla­yıp öğüt alır.

13, 14- O, çok şerefli, kadri yüce, tertemiz sahifelerdedir.

15, 16- Kıymetli, sevgili, elçilerin el­leriyle (yayılıp duyurulmuştur.)

17- O kahredilesi insan, ne nankör­dür o!

18- Onu hangi şeyden yarattı?

19- Bir damla sudan yarattı da onu biçimine koydu.

20- Sonra onun yolu(nu) kolaylaştırdı.

21- Sonra onu öldürüp kabre soktu.

22- Daha sonra, dilediği zaman da onu tekrar diriltecek.

23- Gerçek (o insan Allah'ın) emret­tiği şeyleri yerine getirmemiştir.


Açıklaması



"Hayır! Çünkü o, bir öğüttür", İbni Ümmi Mektûm'a yaptığın gibi fa­kirden yüz çevirme ve arınmaya niyeti olmadığı halde zenginle ilgilenme. Şu ayetler veya sure ya da Kur*an bir öğüttür. Sana ve ümmetine yaraşan ondan öğüt almak ve gereği ile amel etmektir.

Ayette, Kur"an'ın kadrini yüceltme vardır; kâfirler onu kabul etsin ve­ya etmesin, onlara iltifat edilmez, aldırılmaz.

Sonra o öğüdü iki vasıfla nitelendiriyor:

1- "Dolayısıyla dileyen onu hatırlayıp öğüt alır." Bu açık ve net bir öğüttür, onun anlaşılması, öğüt alınıp gereği ile amel edilmesi mümkün­dür. İsteyen ondan öğüt alır, onu korur, gereğini yapar.

2- "O, çok şerefli, kadri yüce, tertemiz sahifelerdedir. Kıymetli, sevgili, elçilerin elleriyle" O, Allah katında şerefli sahifelere konmuş sabit bir öğüt­tür. İçindeki ilim ve hikmetten ötürü, Levh- Mahfuz'dan indiği, Allah ka­tında değeri yüksek olduğu için korunmuştur, onu ancak temiz olanlar tu­tabilirler. Şeytanlardan ve kâfirlerden muhafaza edilmiştir; ona ulaşamaz­lar. Eksiklik ve yanlıştan da uzaktır. Meleklerin eliyle taşınmıştır; onlar insanlara tebliğ için vahyi Allah ve elçileri arasında taşırlar.

Onlar Rableri nezdinde şereflidirler. Masiyetten beridirler. Muttaki ve Rablerine itaatkârdırlar. İmanlarında sadıktırlar. Kısaca Allah Tealâ me­lekleri üç vasıfla sıfatlandırıyor: Elçidirler, Allah ile Rasulleri arasında vahyi taşırlar. Rableri katında şereflidirler ve Allah'a itaat ederler. Ayetler­de de öyle buyurulmaktadır: "Onlar ikrama mazhar edilmiş kullardır." (Enbiya, 21/26). "Onlar Allah'ın kendilerine emrettiği şeylere asla isyan et­mezler. Neye de memur edilirlerseyaparlar." (Tahrim, 65/6)

İbni Cerir et-Taberi dedi ki: Doğru olan, ayetteki elçilerin melekler ol­duğudur. Elçilik de Allah ile kulları arasındadır. Bunun için insanlar ara­sında sulh ve iyilik için koşuşturana da elçi denmiştir.

Kütüb-i Sitte sahipleri ve Ahmed, Aişe (r.a.)'den şu rivayeti yaptılar: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Mahir olarak Kur'an'ı okuyan, şerefli ve mut­taki elçilerle beraberdir. Zorlanarak okuyanın da iki ecri vardır."

Ardından Allah Tealâ şu sözü ile de öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden insanları kınamıştır:

"O kahredilesi insan, ne nankördür o!" Kâfir insan kahredilesi ya da öldürülesi veya ezilesi; küfrü ne aşırıdır onun! Bu ona en ağır bir beddua ve küfürdeki aşırılığına şaşma ve ileri derecede bir kınamaya işarettir.

Sonra, Allah değersiz bir şeyden onu yarattığını ve yeniden yaratmaya da kadir olduğunu hatırlatarak buyuruyor ki:

"Onu hangi şeyden yarattı? Bir damla sudan yarattı da onu biçimine koydu" Şu Rablerini inkâr eden kâfirleri Allah hangi değersiz, hor şeyden yarattı? Allah Tealâ onu hakir bir sudan yarattı, onu büyüttü ve kendi maslahatına uygun hale getirdi. Yaratılışı tamamlayıp hayatı süresince ih­tiyaçlarına uygun organlarla tamamladı. Akıl, fikir, düşünce, güç ve Al­lah'ın nimetlerinden istifade etmesi için duyu organları ile güçlendirdi. On­ları Allah'ın hoşlanmayacağı şeylerde değil, O'nu memnun edecek şeylerde kullanmalıdır.

"Sonra onun yolu(nu) kolaylaştırdı" Bu ya, anne rahminden kolaylık­la çıkıştan kinayedir ya da, şu ayette geçtiği gibi Allah Tealâ hayır ve şerri elde etme yolunu kolaylaştırdı. "Biz ona iki de yol gösterdik." (Beled, 90/10) ona hayır yolunu ve şer yolunu açıkladık. "Gerçek biz ona yolu gösterdik. İster şükredici, ister nankör." (Dehr, 76/3)

"Sonra onu öldürüp kabre soktu. Daha sonra, dilediği zaman da onu tekrar diriltecek" Yaratıp ona hayat imkânı verdikten sonra ruhunu kabze-dip ona saygı için örtüleceği bir kabre koydu onu, vahşi hayvanların ve kuşların yiyeceği şekilde yeryüzünde bırakmadı. Daha sonra dilediği za­man onu tekrar diriltecektir. Buna ba's ve nüşûr denir.

"Gerçek (o insan Allah'ın) emrettiği şeyleri yerine getirmemiştir." Bu in­san için bulunduğu duruma göre bir azarlama ve kınamadır. Kusursuz in­san yoktur. Bazı insanlar küfürle kusur işlemişler, bazıları da isyanla, bir başkaları da kendisine uygun olan daha iyi ve daha üstünü yapma yerine aksini yaparak kusur işlemişlerdir. Ayet, insanın bu hali karşısında şaş­kınlığı gösteriyor. Varlığına kendi nefsinde, göklerde ve yerde deliller bu­lunduğu halde yaratanını inkâr edebiliyor, Rabbinin nimetini inkâr edebi­liyor, o nimetlere hamd ve şükürle, güzel karşılıkla muamele etmiyor, ni­metleri kendisine nispet edebiliyor. Hidayet ve rüşdün delillerini, isyanın tehlikelerini idrak edebildiği halde Allah'a isyan edebiliyor.


24- Öyle ya, o insan yediğine baksın.

25- Hakikat biz, o suyu bol bol dök­tük.

26- Sonra toprağı iyiden iyi yardık.

27- Bu suretle onda dane bitirdik.

28-31- Üzüm, yonca, zeytinlik, hur­malık, sık ve bol ağaçlı bahçeler, meyveler, otlaklar yarattık.

32- Hem size, hem davarlarınıza fayda olarak.



Açıklaması



"Öyle ya, o insan yediğine baksın" İnsan bir baksın, Rabbi, hayatının se­bebi olan yiyeceğini nasıl yarattı, nasıl tedbir edip ona hazırladı? Bunda, o nimetleri hatırlatma ve kuru topraktan bitkileri canlandırma örneği ile eri­miş kemik haline geldikten sonra cesetlerin de diriltileceğine işaret vardır. Sonra da yiyeceğin nasıl ortaya çıkarıldığını açıklayarak buyurdu ki: "Hakikat biz, o suyu bol bol döktük. Sonra toprağı iyiden iyi yardık."

Biz suyu gökten veya buluttan yere bol bol indirdik. Suyun indirilmesi yağ­murdur. Sonra onu yere yerleştirdik ve toprağa konmuş tohumu suladık, toprağı da ondan çıkan bitki ile yardık. O da yükselip, toprağın üzerine çıktı. Allah Tealâ daha sonra sekiz çeşit bitki sayarak buyurdu ki:

1-3- "Bu suretle onda dane üzüm, yonca bitirdik." Yerde gıdalanılacak buğday, arpa, mısır, çeşitli üzümler, hayvanların taze olarak yediği yonca. Mana şudur: Bitkiler, dane, üzüm ve yonca oluncaya kadar büyüyüp artar.

4-5- "Zeytinlik, hurmalık" Meyvesi bilinen zeytin ve hurma ağacını bi­tirdik.

6-8- "Sık ve bol ağaçlı bahçeler, meyveler, otlaklar yarattık." yoğun ve büyük ağaçlı çokça bahçeler, elma, armut, muz, şeftali, incir ve benzeri gibi yararlanılan meyvalar, hayvanlar için yiyecek ot, saman. Ayette geçen "el-ebbü" insanların yemediği ve ekmedikleri, yerden çıkan, ot ve diğer hay­vanlara ait yiyeceklerdir.

Ardından da bu bitkilerin yaratılmasındaki hikmeti ve nimet olma yö­nünü zikrederek buyurdu ki:

"Hem size, hem davarlarınıza fayda olarak" yani bunları size ve da­varlarınıza, siz yararlanın hayvanlarınız da yesin diye yarattık. Ayette ge­çen ve "davarlar" olarak tercüme edilen " en'am", deve, inek ve koyunlara denmektedir.


33- Fakat o kulakları sağır edercesi­ne haykıracak olan ses geldiği zaman

34, 36- Kişinin kaçacağı gün: Karde­şinden, anasından, babasından, ka­rısından ve oğullarından.

37- O gün bunlardan herkesin ken­dine yeter bir işi vardır.

38, 39- O gün yüzler vardır, parıl pa­rıl parıldar, güler, sevinçlidir.

40- O gün yüzler de vardır, üzerleri­ni toz toprak (bürümüştür.)

41- Onu bir karanlık ve siyahlık kaplayacaktır.

42- İşte bunlar kâfirler, facirlerdir.



Açıklaması



"Fakat o kulakları sağır edercesine haykıracak olan ses geldiği za­man." Kıyamet, ya da kulağa çarpan yani, onu duymaz hale getiren kıya­met gününün sesi geldiği zaman. es-Sâhha, kıyametin isimlerinden biridir. Allah onu yüceltmiş ve ona karşı insanları uyarmıştır. Begavi dedi ki: es-Sâhha, kıyamet gününün sesi demektir. Böyle adlandırılması, kulaklara çarpması ve şiddetinden dolayı kulakları sağır etmesindendir. İbni Cerir Sur'a üfürmenin adı olabilir, demiştir.

"Kişinin kaçacağı gün: Kardeşinden, anasından, babasından, karısın­dan ve oğullarından. O gün bunlardan herkesin kendine yeter bir işi var­dır." Ses geldiği zaman kişi, en değerli ve ona sevgi, şefkat ve duygu olarak en yakın olması gereken kardeş, anne, eş ve çocuk gibi akrabasını görüp de onlardan kaçıp uzaklaştığında. Çünkü korku büyük, şartlar çetindir. O gün herkesin onu akrabasından koparacak, uzak tutacak onları unutturacak bir derdi vardır. Allah Tealâ buyuruyor ki: "O gün seven sevdiğine hiçbir şeyle fayda vermez. Onlara yardım da edilmez." (Duhan, 44/41), "Hiçbir hı­sım bir hısımı sormayacak." (Mearic, 70/10).

Anlatılan şudur: Kişi dünyada kendisine sığındıklarından ahiret ha­yatında kaçacaktır. Ayetteki sıralamanın ifade ettiği husus da açıktır. En uzaktan kaçış: Kardeşten sonra ebeveynden, sonra da eş ve çocuktan. Ge­nel olarak en sevgili ve en yakına yükselerek. Zemahşeri dedi ki: Kardeşle sonra da ebeveynle başladı. Çünkü onlar en yakınlarıdır. Sonra da eş ve ço­cuklar. Çünkü onlar da en yakın ve en sevgili olanlardır. Adeta şöyle de­miştir: Kardeşinden kaçacak hatta ebeveyninden ve hatta eşinden ve ço­cuklarından. Razi de onun bu görüşünü teyit etmiştir.

en-Nezzam en-Nisaburî, Garâibu'l-Kur'an'mda bu görüşü yorumlaya­rak dedi ki: Bu görüş, eşin ebeveynden daha yakın ve daha sevgili olmasını gerektirmektedir. Herhalde bu akıl ve şeriatın aksinedir. Daha doğru olan şöyle denmesidir: Kişiyi dünyada yukarı ve aşağı doğru daha çok çevrele­yen akrabalarından bazılarını anmayı dilemiş ve yukarı doğru olanlardan başlamıştır. Çünkü aslın öne alınması fertn öne alınmasından evlâdır. Her iki taraftan ona aynı derecede yakın olan iki kişi önce anılmıştır: Birinci taraftan kardeşi ikinci taraftan da eşi. Çocukların varlığı eşin varlığına bağlı olduğuna göre eşin öne alınması uygundur.

Daha açık olan, kaçmanın manasının onların durumu ile ilgilenmenin azlığı olmasıdır. Ayette "o gün bunlardan herkesin kendine yeter bir işi var­dır, " yani, onu yakınlarından alıkoyar, engeller buyurulması da buna delildir.

İbni Ebi Hatim, Nesai ve Tirmizi İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet ettiler: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Yalınayak, çıplak, yaya ve sünnetsiz haşrolunacaksınız." Hanımı dedi ki: Ya Rasulallah! Birbirimizin avretini görür veya bakarız? Buyurdu ki: "O gün bunlardan herkesin kendine yeter bir işi vardır." Ya da "Onu bakmaktan alıkoyacak meşguliyeti vardır."

Sonra Allah Tealâ o zaman insanların durumlarını ve o günde iyiler ve kötüler diye ikiye ayrılacaklarını zikretti. Önce iyilerin vasıflarını anarak buyurdu ki:

"O gün yüzler vardır, panl parıl parıldar, güler, sevinçlidir." insanlar orada iki fırka olurlar gülen, aydınlık parlak yüzler: Onlar cennet ehli olan müminlerin yüzleridir. Zira o zaman ellerindeki nimet ve ikramları göre­cekler.

Sonra kötüleri şu sözü ile vasfetti:

"O gün yüzler de vardır, üzerlerini toz toprak (bürümüştür.) Onu bir karanlık ve siyahlık kaplayacaktır. İşte bunlar kâfirler, facirlerdir." Kıya­mette, Allah'ın hazırlamış olduğu azabı gördüğü için, tozlanmış, ümitsiz, karamsar yüzler vardır. O yüzleri karanlık, siyahlık, zillet ve şiddet kaplamıştır. O tozlanmış yüzlerin sahipleri, Allah'a iman etmeyip küfreden, pey­gamberlerin getirdiklerine de inanmayan ve kötülükler işleyenlerdir. Kü­für ile facirliği birleştiren fasıklar ve yalancılardır onlar. Nitekim ayette: "Kötüden, öz kâfirden başka da evlât doğurmazlar." (Nûh, 71/27) buyurul-du. Büyük günah sahibinin facir olduğunu da bu "kâfirler, facirler" ayetine binaen kabul etmiyoruz. Kâfirler facirlerdir, başkası değil.

Razi'nin dediği gibi, bu ve benzeri ayetlerde iki grubun bulunmuş ol­ması, üçüncü bir grubun, isyankâr, fasık müminlerin bulunmadığını göstermez.

27 Ocak 2010 Çarşamba

Necm Suresi

1. DÜŞÜN yücelerden inen [Allah'ın mesajının] gözler önüne serdiğini! 1


2. Sizin bu arkadaşınız ne sapmış, ne de aldatılmıştır,


3. ve ne de kendi arzu ve heveslerine göre konuşmaktadır:


4. bu [size ilettiği], kendisine indirilen [ilahî] vahiyden başka bir şey değildir;


5. son derece kudretli birinin ona öğrettiği (bir vahiy):


6. (o,) fevkalade bir güçle donatılmış [bir melektir] ki o an geldiğinde kendini gerçek şekli ve hüviyeti ile gösterdi,


7. ufkun en uç noktasında 4 görünerek,


8. ve sonra yaklaşarak yanına geldi,


9. aralarında iki yay mesafesi kalıncaya kadar, hatta daha da yakınına. 5


10. Böylece [Allah], vahyedilmesini uygun gördüğü her şeyi 6 kuluna vahyetmiş oldu.


11. [Kulunun] kalbi gördüğünü yalanlamadı: 7


12. Peki siz, ne gördüğü konusunda o'nunla tartışmaya mı giriyorsunuz? 8


13. Ve onu bir kez daha gördü, 9


14. en uzak noktadaki sidre ağacının yanında, 10


15. vaad edilen bahçenin yakınında,


16. meçhul bir parlaklığın çevresini sarıp kuşattığı sidre ağacının başında. 11


17. [Dikkat edin,] göz ne kaydı, ne de (başka yöne) çevrildi:


18. ve o, gerçekten de Rabbinin en muhteşem sembollerinden bir kısmını 12 gördü.


19. HİÇ düşündünüz mü [neden taptığınızı] Lât ve ‘Uzzâ'ya?


20. Ve [üçlünün] üçüncüsü ve sonuncusu olan Menât[a]? 13


21. Neden kendiniz için [yalnız] erkek çocuklar [istersiniz de] O'na kız çocuklar [isnad edersiniz?] 14


22. Bakın, bu kesinlikle haksız bir taksimdir!


23. Bu [sözde ilahî varlık]lar sizin ve atalarınızın uydurduğu boş isimlerden başka şeyler değildir; [ve] Allah onlara hiçbir yetki vermemiştir. 15 Onlar, [o putlara tapanlar,] sadece zannın ve kuruntuların 16 peşine takılıyorlar; halbuki şimdi onlara Rablerinden bir yol gösterici gelmiştir.


24. İnsan, her dilediğini elde etme hakkına sahip olduğunu mu 17 sanır?


25. Halbuki hem ötekisi, hem de bu dünya, [yalnız] Allah'a aittir! 18


26. Çünkü, göklerde ne kadar çok melek olsa da, onların şefaati [hiç kimseye] en ufak bir fayda sağlamayacaktır; meğer ki Allah dilediği ve razı olduğu kimse için [şefaat] izni vermiş olsun. 19


27. Bakın, [ancak] öteki dünyaya [samimiyetle] inanmayanlar, melekleri dişi varlıklar olarak görürler; 20


28. ve onların bu konuda hiçbir bilgileri olmadığından 21 yalnızca zannın ardından giderler: ama zan, hiçbir zaman gerçeğin yerini tutmaz.


29. O halde, Bizi anmaktan uzak duran ve bu dünya hayatından başka bir şeye önem vermeyenlere mani ol,


30. ki bu onlar için bilinmeye değer tek şeydir. 22 Şüphe yok ki Rabbin, kimin O'nun yolundan saptığını ve kimin O'nun rehberliğine uyduğunu hakkıyla bilir.


31. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'a aittir: O, kötülük yapanlara yaptıklarının karşılığını verecek ve iyilik yapanları da katıksız iyilikle ödüllendirecektir. 23


32. Büyük günahlardan ve çirkin fiillerden kaçınanlara gelince, onlar arada bir hataya düşseler de 24 (bilsinler ki) Rabbin bağışlamada cömerttir. O, sizi toz-topraktan 25 var ederken de, annelerinizin rahminde saklı bulunduğunuzda da sizinle ilgili her bilgiye sahiptir: 26 o halde kendinizi saf ve temiz görmeyin; [çünkü] O, kimin Kendisine karşı sorumluluk bilinci taşıdığını en iyi bilendir. 27


33. PEKİ, hiç düşündün mü [Bizi hatırlamaktan] uzak duranı [ve bu dünya hayatından başka şeye değer vermeyeni],


34. ve [kendi ruhunun temizliği için kendisinden] bu kadar az ve bu kadar gönülsüzce vereni? 28


35. O, insan kavrayışının ötesindeki şeyin bilgisine sahip [olduğunu] ve böylece [onu açıkça] görebil[diğini mi iddia ed]iyor? 29


36. Yoksa henüz kendisine bildirilmedi mi Musa'ya gelen vahiylerde ne vardı,


37. ve her türlü güvene layık olan İbrahim'e; 30


38. ve hiç kimse, kimsenin yükünü taşıyacak değildir; 31


39. ve insana uğrunda çaba gösterdiği dışında bir şey verilmeyecektir; 32


40. ve zamanı geldiğinde kendisine çabası[nın gerçek anlamı] gösterilecek, 33


41. ve sonra ona tam karşılığı verilecektir;


42. ve [bütün mevcudatın] başı ve sonu 34 Rabbinin katındadır;


43. [sizi] güldüren ve ağlatan yalnız O'dur;


44. ölümü getiren ve hayatı bağışlayan yalnız O'dur;


45. ve O'dur iki cinsi -erkeği ve dişiyi- yaratan,


46. [sadece] bir sperm damlasından,


47. ve O'nun kudretindedir ikinci bir hayatı da var etmek; 35


48. isteklerden arındıran ve mülk sahibi kılan yalnız O'dur;


49. ve yalnız O'dur en parlak yıldıza destek veren; 36


50. ve O'dur yok eden kadîm [kabileler] ‘Âd


51. ve Semûd'u, hiçbir iz bırakmayacak şekilde, 37


52. ve onlardan önce Nûh kavmini -[çünkü,] hepsi de kötülükte çok iştahlı ve çok azgın olmuşlardı-


53. (işte Rabbin onları yok etti,) tıpkı yıkılıp altüst olan öteki şehirleri yok olmaya terk ettiği


54. ve sonra ebediyyen görünmez hale getirdiği (gibi). 38


55. O halde Rabbinin hangi nimet ve kudretinden [hâlâ] şüphe duyabilirsin? 39


56. BU, önceki uyarılar gibi bir uyarıdır: 40


57. yakın olan şu [Son Saat] daha da yaklaşıyor,


58. [Ama] onu Allah'tan başka kimse açığa çıkaramaz...


59. Siz bu haberleri tuhaf mı buluyorsunuz?


60. Ağlayacağınıza gülüyorsunuz;


61. ve eğlenip duruyorsunuz?


62. (Ama artık) Allah'a secde edin ve [yalnız O'na] kulluk yapın!



1 Yahut: “Battığı zaman yıldızı düşün”: bazı sebeplerden dolayı müfessirlerin büyük kısmı tarafından tercih edilen bir çeviri şekli. Ancak, müfessirlerin hemen hemen tümüne göre, necm terimi -ki, “göründü”, “başladı”, “ortaya çıktı”, “meydana geldi” anlamlarına sahip olan neceme fiilinden türetilmiştir- aynı zamanda, tedrîcen, adeta parça parça meydana gelen yahut ortaya çıkan bir şeyin “gözler önüne serilmesi”ni/“gözler önüne serdikleri”ni gösterir. Bu nedenle, necm terimi, başından beri, Kur’an'ın tedrîcen vahyedilen parçalarının (nucûm) herbiri ve böylece tedricî vahiy süreci yahut onun “gözler önüne serilmesi” için kullanılmıştır. Bu çeviri, aslında, Abdullah b. ‘Abbâs'ın (Taberî tarafından nakledilen) yukarıdaki ayet ile ilgili yorumuna dayanmaktadır. Ayetin devamına bakılarak bu yorum, Rağıb, Zemahşerî, Râzî, Beydâvî, İbni Kesîr ve diğer otoriteler tarafından geçerli görülmüştür.

4 Kur’an'a ve sahih Hadislere göre Hz. Peygamber, hayatı boyunca en az iki defa, “gerçek şekli ve hüviyeti içinde ortaya çıkan” (ki, Zemahşerî tarafından işaret edildiği gibi, istevâ ifadesinin bu bağlamdaki karşılığıdır) bu meleğin görüntüsü (vision) ile karşılaşmıştır: ilk defa, fetratu'l-vahy olarak bilinen dönemin ardından, ikinci defa da, 13-18. ayetlerde işaret edildiği gibi, “mi‘râc” olarak bilinen sırlarla dolu tecrübe sırasında.

5 Eski Arapça'nın ifade şekline dayanan, meleğin yaklaşmasının bu görsel-temsîlî (graphic) “tanımlama”sı, Vahiy Meleği'nin açıkça hissedilebilir, hatta neredeyse dokunulabilir bir şekilde göründüğü düşüncesini yansıtmak içindir.

6 Lafzen, “vahyettiği her şeyi”: meleğin “gerçek şekli ve hüviyeti içinde”ki istisnaî tezahürüne ve ayrıca bu şekilde ilahî vahyin içindeki unsurlara atıf. Yukarıdaki ifade, en derunî anlamıyla, Allah'ın, seçilmiş peygamberlerine bile, varlığın, hayatın ve ölümün gerçek anlamını, evreni yaratmasındaki maksadın ve bizzat evrenin kendisinin gerçek sırlarını tamamen açmadığını gösterir.

7 Hz. Peygamber, yaşadığı deneyimin ruhî karakterinin tamamen farkında olduğundan, bilinci ile normal olarak kavrayamayacağı bir şeyi sezgisel olarak kavraması (“kalp gözü”) arasında bir çelişki yoktu.

8 Böylece Kur’an, Hz. Peygamber'in meleği görmesinin bir yanılsama değil, gerçek bir ruhî tecrübe olduğunu açıkça ortaya koymaktadır: ama o tamamen ruhî mahiyette bir tecrübe olduğundan, başkalarına ancak semboller ve temsîller vasıtasıyla anlatılabilirdi ki, şüpheciler bunları kolayca gözardı edilebilecek hayal ürünü şeyler olarak görüp “ne gördüğü konusunda onunla tartışmaya giriyorlar”dı.

10 Yani, sırlarla dolu “mi‘râc” tecrübesi sırasında. Sidratu'l-muntehâ ifadesinde dile getirilen görüntüyü açıklarken Râğıb, yapraklarının gölgesinden dolayı sidr veya sidra'nın (Arabistanın hurma ağacı) Kur’an'da ve mi‘râc ile ilgili Hadislerde cennetin “gölgesi”nin -yani, ruhî sükûnet ve esenliğinin- bir sembolü olarak kullanıldığını söyler. El-muntehâ sıfatı (“en uzak nokta”), Nihâye'de işaret edildiği gibi, Allah'ın, yaratılmış varlıkların ulaşabileceği bilgilere bir sınır koyduğu gerçeğinin bir göstergesi olarak alınabilir: bu da, özellikle, ne kadar kapsayıcı ve nüfûz edici olsa da, insan bilgisinin bile -cennette (bir sonraki ayette zikredilen “vaad edilen bahçe”)- Yaratıcı'nın yalnız kendisine sakladığı nihaî gerçekliğin künhüne asla ulaşamayacağını gösterir.

13 Hz. Peygamber'e bazı çok önemli hakikatlere nüfûz etme yeteneği bağışlandığını işaret ettikten sonra Kur’an, insanların ilahî güçler ve sıfatlar yükledikleri “düzmece/sahte semboller”e dikkatlerimizi çekmektedir: burada -bir örnek olarak- Hz. Peygamber'in müşrik çağdaşlarının Lât, Menât ve ‘Uzzâ üçlüsünde somutlaşan puta tapıcılıklarına dikkat çekilmektedir. İslam öncesi Arabistanı'nda, müşrik Arapların dişi telakkî ettikleri melekler ile birlikte “Allah'ın kızları” olarak gördükleri bu üç dişi puta tapılırdı ve bu putların Hicaz ve Necd'de birçok heykeli bulunurdu. Özellikle Lât'a tapınma daha eskilere dayanıyordu ve kesinlikle Güney Arabistan kökenliydi: Lât muhtemelen eski Yunan mitolojisindeki, Zeus'un eşlerinden biri ve Apollo ile Artemis'in annesi olan yarı-tanrıça Leto'nun bir prototipiydi.

20 Lafzen, “melekleri dişi adlarla adlandırırlar” -yani onların cinsiyet sahibi olduklarını düşünür ve/veya onları “Allah'ın kızları” olarak görürler. Kur’an'ın birçok yerde işaret ettiği gibi, bu bağlamda sözü edilen insanlar ölümden sonraki hayata inanırlar, çünkü meleklerin ve taptıkları hayalî ilahların kendileri ile Allah arasında “aracılık” yapacaklarını ve onlar için “şefaat”te bulunacaklarını ümit ederler. Ancak onların inançları, insanın öteki dünyadaki konumunun bu tür dışsal faktörlere bağlı olmadığını, ama doğrudan ve zorunlu olarak insanın bu dünyadaki yaşama tarzı ile bağlantılı bulunduğunu kavramalarına imkan vermeyecek kadar bulanıktır: ve böylece Kur’an, onların davranışının, pratik amaçlar açısından, öteki dünya düşüncesine tamamen karşı çıkanların davranışından fazla farklı olmadığını bildirir.

21 Yani, Kur’an'da melek olarak sözü edilen varlık kategorisinin gerçek niteliği ve fonksiyonu konusunda; çünkü onlar ğayb alanına, “insan kavrayışının uzanamayacağı” alana aittirler. Alternatif olarak, bihî'deki zamir Allah'a da yönelik olabilir; bu durumda yukarıdaki ifade “O'nun hakkında hiçbir bilgileri olmadığından” şeklinde çevrilebilir -bu, hem O'na bir “soy” isnad etmenin, hem de O'nun vereceği hükmün “aracılığa” veya “şefaat”e bağlı olduğuna veya onlar tarafından etkilenebileceğine inanmanın, teşbîhî/tecsîmî (anthropomorfic) Allah kavramının bir sonucu olduğuna ve bu nedenle hakikatle bir ilgisi bulunmadığına işaret eder.

23 Yani, iyi davranışlar, hak ettiklerinin kat kat fazlasıyla ödüllendirilecekleri halde kötülükler tam karşılıkları kadarıyla cezalandırılacaklardır (karş: 6:160); ve her iki hüküm de, Kudret Sahibi tarafından bir “aracılık” veya “şefaat”e ihtiyaç duymadan verilecektir.

31 Bu temel ahlakî kural Kur’an'da beş kez geçmektedir -6:164, 17:15, 35:18, 39:7'de ve nüzul sırasına göre ilki olan yukarıdaki ayette. Bu kuralın anlam ve sonucu üç aşamalıdır: ilkin, insanoğlunun doğumundan itibaren yüklendiği “ilk günah” şeklindeki Hristiyan doktrini kesinlikle reddedilmektedir; ikincisi, kişinin günahlarının bir azîzin veya peygamberin kendini feda etmesi sayesinde “bağışlanabileceği” fikri reddedilmektedir (mesela, Hz. İsa'nın insanlığın günahkarlığı için vekaleten kendini feda etmesi şeklindeki Hristiyan doktrininde yahut insanın Mithras tarafından vekaleten kurban edilmesi şeklindeki daha eski Pers doktrininde olduğu gibi); ve üçüncü olarak da, günahkar ile Allah arasındaki herhangi bir “aracılık” ihtimali reddedilmektedir.

32 Karş. Hz. Peygamber'in sahih rivayetlere dayanan temel bir Hadisi: “Eylemler, [onları vücuda getiren] niyetlere göre [değerlendirilecek]tir ve kişinin hesabına yalnızca bilinçli olarak niyetlendiği (eylemler) kaydedilecektir,” yani her ne yapmışsa onu yaparken taşıdığı niyetlerdir önemli olan. Bu Hadis, Buhârî tarafından yedi yerde -birincisi Sahih'ine bir tür giriş olarak- nakledilmiştir; ayrıca Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvûd, Neseî (dört yerde), İbni Mâce, İbni Hanbel ve başka bazı kitaplarda da yer almıştır. Bu bağlamda vurgulanması gerekir ki Kur’an'ın ahlakî sisteminde “eylem” (‘amel) terimi, iyi yahut kötü herhangi bir eylemin kasıtlı olarak ihmalini kapsadığı gibi, doğru ya da yanlış her inancın bilinçli olarak dile getirilmesini de kapsar: kısaca, insanın bilinçli olarak amaçladığı ve sözle yahut eylemle ifade ettiği her şey.

36 Lafzen, “O Akyıldız'ın (şi‘râ) Rabbidir,” Büyük Köpek (Canis Major) takım yıldızına ait olan ve parlaklık derece ve sıralamasında (kadr/kadir -magnitude) ilk sırada yer alan bir yıldız. Ay gökteki en parlak yıldız olduğundan İslam öncesi Arabistanı'nda yaygın olarak tapınma konusu yapılırdı. Rabbu'ş-şi‘râ ifadesi, deyimsel olarak, evrenin Yaratıcısını ve Destekçisini mecaz yoluyla anlatmaktadır.

40 Lafzen, “eskilerin uyarılarından [yahut “uyarıları arasından”] bir uyarıdır” -Muhammed (s)'e bahşedilen vahyin “yeni” bir din kurmayı amaçlamadığı, tersine, daha önceki peygamberlere emanet edilen temel mesajı sürdürdüğü ve teyid ettiği gerçeğine işaret -bu örnekte Son Saat'in ve Allah'ın nihaî yargılamasının gerçekleşeceğinin kesinliğine işaret.

26 Ocak 2010 Salı

İhlas Suresi, Açıklamalı Meal

İhlas Suresi


1. DE Kİ: “O, Tek Allah'tır:


2. Allah, Öncesiz ve Sonrasız, Bütün Evrenin Asıl Sebebi. 1


3. O doğurmamıştır, doğurulmamıştır;


4. ve hiçbir şey O'na denk tutulamaz.” 2



1 Bu karşılık, Kur’an'da bir tek defa geçen ve yalnızca Allah için kullanılan Samed teriminin yaklaşık anlamını vermektedir. Bu terim, İlk Sebep ve Öncesiz-Sonrasız Mutlak Varlık kavramlarını, mevcut olan veya tahayyül edilebilen her şeyin esas kaynağı olan Allah'a döneceği ve bu nedenle hem yoktan var edilmesi hem de varlığını sürdürmesi açısından O'na bağımlı olduğu düşüncesi ile içiçe geçmiş şekilde kapsar.

2 Allah'ın her bakımdan tek ve benzersiz olduğu, bir başlangıcının ve sonunun olmadığı gerçeği, “hiçbir şey O'na denk tutulamaz” ifadesinde mantıkî karşılığını bulmaktadır: Böylece O'nu tasvir etme ve tanımlama ihtimallerini de saf dışı bırakmaktadır. Sonuç olarak, O'nun Varlığının mahiyeti insan kavrayışının yahut tahayyülünün sınırları dışındadır: bu gerçek, Allah'ı mecazî temsîller veya hatta soyut semboller aracılığıyla “tarif etme” teşebbüslerinin neden hakikatin inkarı ile eşit görüldüğünü açıklamaktadır.

22 Ocak 2010 Cuma

Felak ve Nas Sureleri

Felak Suresi

1. DE Kİ: “Sığınırım ben yükselen şafağın Rabbine,


2. O'nun yarattıklarının şerrinden,


3. ve bastıran kapkara karanlığın şerrinden,


4. karanlık işlere düşkün tüm insanların şerrinden,


5. ve kıskançlık duyduğunda kıskancın şerrinden.”



Nas Suresi

1. DE Kİ: “Sığınırım ben insanların Rabbine,


2. insanların Hakimine,


3. insanların İlahına;


4. fısıldayan sinsi ayartıcının şerrinden,


5. insanların kalbine fısıldayan;


6. görünmez güçler[in] ve insanlar[ın bütün ayartmaların]dan”.

14 Ocak 2010 Perşembe

Fil Suresi (Tefsir)

Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in doğumundan önce, Mekke'deki "Ka'be-i muazzama'yı" yıkmak üzere gelen, Ebrehe diye bir komutanın emrinde 60 bin kişilik bir asker ve o askerlerin arasında bu günkü tankların yerini tutan filler var.

Bunlar Mekke'deki Ka'beyi yerle bir etmek üzere gelen ordu. Allah (c.c) de, Peygamberler tarafından yapılan, Ka'be-i Muazzama'yı, bey-tullah'mı korumak üzere o güne kadar Mekke'lilerin tanımadığı kuşları göndererek ve o askerler üzerine gökyüzünden taşlar attığını, ve o taşlarla askerleri ve filleri helak ettiğini anlatan bir sure.

Bu sûreyi Kur'ân-ı Kerim'in mealinden, yani tercemesinden okuyan bir insan şöyle anlıyor; "Yahu biz namazda tarihi bir olayı, bir harb sahnesini tekrarlıyormuşuz." diyor, ama öyle değil.

Eğer öyle olsaydı, Allah (c.c) bu komutanın adını söylerdi. Askerlerin sayısını söylerdi. Komutanın adı surede yok. Askerlerin sayısı surede yok. Aynı zamanda karşı insanların da sayısı, isimleri ve aralarında geçen konuşmalar surede yok.

Buradan da anlıyoruz ki, önemli olan olayın kahramanları değil, ola­yın biçimi. Onun için Rabbim olayın keyfiyyetini bize anlatıyor. Bizim kıyamete kadar karşı karşıya olduğumuz İslâm düşmanlarına karşı, Rabbimin bize yardım edeceği müjdesini vermiş oluyor bu surede.

Bu sûre bu günlerde daha çok okunmalıdır. Çünkü o gün için Kabe-i Muazzam'ayı yıkmak üzere gelen ve tarihçilerin bildirdiğine göre Habeşli bir hristiyan.

Daha önce Hz. İsa (a.s)'ya iman etmiş insanlar, bu güzel dini, bu İslâm dinini Allah'ın Hz. İsa ile indirdiği ve İncil ile açıklamış olduğu bu Allah'ın dinini, insanlara yaymak üzere canları pahasına da olsa, bir ta­raftan yahudilerin hakim olduğu Yemen'e, öbür taraftan Bizans'ın ha­kim olduğu Roma'ya kadar İslâm'ı yaymak üzere gelmişler.

Bu insanlar çok değerli insanlardır ve bizim din kardeşlerimizdir. Onların bir çoğu, hakiki İncil'i insanlara tanıtmak üzere gelmiş ve ora­larda bir kısmı şehit, bir kısmı ise gazi olmuş veli insanlardır.

İşte bu insanlardan bir kısmı da İslâmi anlatmak üzere Yemen'e gitmişler ve orada işkencelere maruz kalmışlar. Burûc suresinde de ifade edildiği gibi; "ashab-ı Uhdud" için hendekler kazılmış, odunlar yakılmış, sonra Hz. İsa'ya iman etmiş insanlar, gurublar halinde cayır cayır yanan ateşe atılmışlardır. Bunu da yahudilerin ileri gelenleri zevkle seyretmişlerdir.

Ama gün gelmiş, devran dönmüş, Habeşistanda hıristiyanlık güç­lenmiş ve büyük bir güç olduktan sonra, Ebrehe'nin ordusu Yemen'e geliyor ve orada yahudiliğin saltanatına son veriyor. Orada bir müddet kalıyor.

Sonra Arab aleminin Mekke'de toplanmasına ve Ka'be etrafında tavaf edip putlara tapınmalarına ve Ka'be ile arapların birliğinin sağlanmasına karşı Habeşistan ile Bizans krallığı tarafından, Arabistan yarım adasındaki insanların yüzünü Ka'be'den Yemen'e çevirmek için, Yemen'in San'a şehrinde "Kulleys" isimli bir kilise yapılıyor ve insanların burac'a toplanması isteniliyor. Hatta kilisenin yapımında o günün şartlarında dünyanın en iyi mermerleri kullanılıyor.

Aynı dönemlerde İstanbul'da da Ayasofya yapılıyor. Birçoğumuzun bildiği gibi, O dönemde yapılan Ayasofya'da da en kaliteli mermerler kullanılıyor.

Fakat insanlar, O Kulleys kilisesine iltifat etmemişler. Özellikle araplar ona iltifat etmiyor ve Ka'be'nin etrafında toplanmaya ve orada ibadet etmeye devam ediyorlar.

Buradan şu anlaşılıyor. İnsanların gönüllerini para ile çekmek müm­kün değildir. İnsanları saraya çağırabilirsiniz, saraylarda parayla her türlü imkanları verebilirsiniz ama gönüllerini kazanmak apayrı bir iştir.

Ka'beyi yıkmak üzere gelen Ebrehe'nin orduları, Allah (c.c)'ın gön­derdiği kuşların attığı taşlarla helak edilmiştir. Bu bize bir müjde ve bir huzur vermektedir. Kıyamete kadar bütün mü'minlere güven vermek­tedir.

Nasıl bir güven vermektedir? O gün için en güçlü Ebrehe'nin ordularıdır. Tanklara yani fillere sahipler. 60 bin kişiler. Mekke'liler ancak 12 bin kişiler. Böylesine güçlü bir orduya karşı bir şey yapamazlarken, Allah (c.c) Hz. Adem'den, Hz. İbrahim'den beri ibadet edilme yeri olan o mübarek topraklar içerisindeki o mübarek yerin korunmasını üzerine almıştır.
Peygamberimizin dedesi bunu şöyle ifade etmiş; Ebrehe'nin orduları gelince talana da başlamışlar. Çevredeki develeri ve koyunları alıp alıp götürüyorlar. Peygamber Efendimizin dedesinin develerini de götür­müşler.

" Peygamberimizin dedesi, Mekke'nin ileri gelenlerinden ve görkemli bir zat. O da Ebrehe'nin yanına, hem kendi develerini hem de Mekke'deki develeri alman insanların develerini almak üzere gidiyor.

Ebrehe, Abdu'l-Muttalib'i görünce, görüntüsüne, tavrına, konuşma­sına hayran kalır. Konuşma esnasında ne istiyorsun? deyince. "Develerimi istiyorum" der. Ebrehe Abdu'l-Muttalibi küçümser. Der ki; sen bu halkın saygın bir kişisi olarak kendi işinle meşgulsün. Halbuki ben senden şunu beklerdim. "Ne olur topraklarımızı, milletimizi namusumuzu, çocuklarımızı ve hiçbir şeyimizi kirletmeden ülkene geri dön, deyip kendi ülken için ricada bulunmanı bekliyordum. Sen ise milli menfaatlerini değil, şahsi menfaatlerini bana arz ediyorsun."

Abdu'l-Muttalib'de der ki; "Develer benim malımdır. Ben malımı korumakla görevliyim. Ka'be Allah'ın evidir. Allah (cc)de kendi evini ko­ruyacaktır. Ben o konuda hiç tereddüt etmiyorum."

Oradan dönüşünde "Mekke'li insanları evlerinden ayrılmaya, dağa doğru çekilmeye teşvik eder. Onlar da dışarıya çıkarlar, Ebrehe ve or­duları da Ka'beye saldırırlar ve derken bilinmeyen kuşlar geldiler ve ayaklarında ve gagalarında taşıdıkları taşlan yukarıdan atmak sure­tiyle, o insanların önce ciltlerinde hastalık meydana getirdi ve o hasta­lıklarından kan ve irinler akmaya başladı. Sonunda hepsi de helak olup gitti" diye olayı bize nakleder tarih kitapları.

Ayet-i kerime ise; "O atılan taşlar onları yenmiş ekin haline getiri-verdi" der. "Asf" Arabın dilinde buğday danesinin kenarındaki kapcık'a yani saman olan bölümüne denir. Yani daneler yenilir ve kapcuğu kalır ve o da hayvanların ayaklarının altında ezilir durur.

Tefsircilerimiz; "işte Ebrehe'nin orduları da, hayvanların ayaklarının altında ezilmiş, ahırda gübreyle karışık hale gelmiş bir duruma dönüşüverdiler" derler. Tarihçilerimiz de; "çiçek hastalığı gibi bir hastalık meydana geldi ve bunların ölümüne sebeb oldu" diyorlar.

Günümüzde bazı müslümancıklanmızm, batıya olan imanları İslâm'a olan imanlarından % 51 fazla olduğundan dolayı her şeyi akılla izah etmeye gittiklerinden bu tür olayları aklîleştirilmeye çalışırlar.

"O zamanki Ebrehe'nin ordularına çiçek hastalığı musallat olmuştur. Böylece hastalık onların Kabe'yi yıkmalarını engelledi" diyorlar. Peki o zaman Rabbîm "ve ersele ileyhim tayran"ı niye söylesin? Yani kuşlar niye gelsinler. "Onlara taşı niye attığından bahsetsin?." Çiçek hastalı­ğının olması için kuşların gelmesine taşların atılmasına gerek yok.

Bu Allah'ın (c.c) bir mucizesidir. Allah'ın (c.c), kuşlar göndermek ve taşlar attırmak suretiyle Ka'bey-i Muazzama'yı koruması bir mucize olarak tarihimize geçmiş ve kıyamete kadar gelecek olan mü'minlere de, bu tür olaylar karşısında, her an güven vermektedir. Şahsen ben bu güven içerisindeyim.

Yani günümüzde de hıristiyan olan batı dünyası; en güçlü ordulara sahip olduğunu söylüyor, dünyanın en sağlam ekonomisine sahip olduklarını söylüyorlar.

Gökyüzüne kurmuş olduğu uydular vasıtasıyla yer yüzünde hangi insanın nerede hareket ettiğini, hangi tarlada neyin ekildiğini nerede neyin konuşulduğunu, gördüğünü ve duyduğunu söylüyor.

Çocukken biz Allah (c.c)'ı şöyle öğrenmiştik; "Allah vardır, birdir, şeriki ve naziri yoktur. Yani ortağı ve benzeri yoktur. Her yerde hazır ve nazırdır. Her yerde her şeyi görmektedir" diye öğrenmiştik. Allah'a inanmayan insanlar da şimdi aynısını Amerika için söylüyorlar.

Amerika vardır, birdir, benzeri ve ortağı yoktur, her yerde hazır ve de nazırdır diye müslümanların morallerini bozmak için basın ve yayın organları tarafından yaymlar yapmaktadır.

Biz herşeyi yaratan, yarattığı her şeyi gören ve her türlü gücün elinde bulunduğu Allah'a iman ediyoruz. Ne mutlu bize.

Ayetin başındaki "Keyfe" kelimesi, olayın keyfiyyetini bildiriyor ve normal bir olay olmadığını ve bîr mucize olduğunu anlatmaktadır. Allah (c.c) "Elem tera" derken bir de şunu ifade ediyor:

1- Bu Peygamberimize bir hitaptır.

2- Mekke'de bu ayeti duyan herkese hitaptır.

Bu sure nazil olduğunda, Mekke'de Ebrehe olayını bilen insanlar yaşıyordu. Hatta çocukların doğumu bile ona göre ayarlanmıştı. "Mesela fil yılından beş sene sonra dünyaya geldi" deniyordu. Yani Mekke'deki müşrikler bu olayı gayet iyi bildiklerinden, sure nazil olunca hiç itiraz eden olmamıştır.

"Ebabil" bölük bölük anlamına gelmektedir. Yani guruplar halinde her taraftan gelen ve bilinmeyen kuşlar demektir. Yani Mekke halkı bu kuşları daha önce hiç görmemiş ve tanımıyor. Rabbim göndermiş onları.

O kuşlar, onların üzerine tuğla gibi çamurdan yapılmış, taşlaşmış çamurlar atmaktadırlar. Ve onları yenmiş ekin haline getiriveriyorlar.

Günümüzde de biz, haçlı seferinin en büyüğü ile karşı karşıyayız. Avrupa'nın ve Amerika'nın tamamı, hıristiyan ve yahudi dünyası müş­rik alemiyle yani Japon'u, Çin'i ile birlik halindeler.

Bunu nereden anlıyoruz? Birleşmiş milletlerde bir araya geliyorlar Sudan'daki İslâmî gelişmelere karşı ambargo uygulama konusunda bir görüşme açıldığında, Amerika parmağını kaldırdımı, diğerleri de hemen arkasından sıraya geçiveriyorlar.
Yine Avrupa'nın ortasında sırplar bir milyon müslümanm kanına giriyor, bu Birleşmiş Milletler buna seyirci kalıyor.

Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran Allah'a iman ediyoruz biz. Yani ölmüş gibi olduğumuz bir zamanda, ümitlerin kesildiği bir anda, Allah (c.c) O toplumun içerisinden bir dirilik meydana getiriveriyor. Onun için hayatta hiçbir zaman ümitsiz olmayacağız.

Allah (c.c); "bizim ordularımız mutlak, surette galip gelecektir" di­yor. Başka bir ayette Allah(cc); "Eğer siz Allah'ın dinine yardım ederseniz, Allah size yardım edecektir. Eğer Allah size yardım edecek olursa, size galip gelecek olan yoktur." buyuruyor.

Biz samimiyetle, kalbimizle kahbımızla, canımızla, tenimizle, malı­mızla, bütün varlığımızla Allah'ın emrinde olduğumuzu yüreğimize sin­direlim. Sindirmek yeterli değil, bunu amel-i salih'e dönüştürelim.

"Ameli salihe dönüştürmek" demek; imanın yaşanır hale gelmesi demektir.

Namaza inanıyorum demek yeterli değil, namazı kılmak gerekir.

Orucu tutmak gerekir.

Cihada inanıyorum demek yeterli değil, cihadı yapmak gerekir. Müslümanların cihadı, insanları kültür yoluyla kafirleştirip toplu halde cehenneme atan, -ne yazıkki yine insandan olan- bu zebanilere karşı mücadele vermek demektir. Bunu tek başınıza da olsa yapacaksınız. İslam ile insan arasına giren engel giderilecektir.

Karşı tarafın gücü ne olursa olsun -tabi bizim de güçlenmemiz gere­kiyor- biz Allah'a sığınıp mücadelemize devam edeceğiz. Mücadelemize devam ederken de, bu Fil Suresini çok okuyacağız. Çünkü bu sûre bize ümit vermektedir.

Hersekli Arif Hikmet bey; "Olma isyana çeri' kuvvet ile fil gibi Düşmanı hakka hücum eyle Ebabil gibi"

diyor. Yani fil gibi kuvvete güvenerek, Allaha isyana cesaret edip yürüme. Sen Hak düşmanlarına karşı Ebabil gibi hücum eyle.

13 Ocak 2010 Çarşamba

Fil Suresi

Meal (Mustafa İslamoğlu)

1. Gözünde canlandırabilir misin Rabbinin Fil Ordusu'na nasıl muamele ettiğini?

2. Başlarına geçirmedi mi onların ince tasarlanmış haince hilesini?

3. Onların üzerine katar katar bilinmeyen nitelikte uçan taşıyıcı varlıklar saldı;

4. onlara taş kesilmiş balçık türü tanımlanamayan (şeyler) atıyorlardı.

5. Derken (Rabbin) onları, yenil(erek delik deşik edil)miş yapraklara benzetti.

6 Ocak 2010 Çarşamba

Kafirun Suresi

Mekke'de nazil olan, kafirlerle mü'minler arasında kesin bir çizgi çi­zen, halkımızın; "Kul yaeyyühe'l-Kafirün" diye isimlendirdiği ve Kur'ân-ı Kerim'de; "Kafirûn Sûresi" diye isimlendirilen bu sûre, altı ayettir.

Bu sureler; (biz farkına varmıyoruz ama) dünya gündemi ile ilgile­nen siyasilerin dikkatini çekmektedir. Taviz veren müslüman önderle­rimiz, her ne kadar birilerine mesajlar gönderseler de, elinoğlu İslâm ve müslümanlar hakkında hüküm verirken bizim söylediklerimize ve yap­tıklarımıza bakmıyor.

İşi kökünden halletmeye çalışan ve dünya siyasetini kendi doğrultu­larında yürütmek isteyenler, bizim görüntülerimiz ve sözlerimiz altında pek kalmıyorlar. Bizim sözlerimiz ve davranışlarımızın etkisi altında kalanlar, siyaseti yüzeyden değerlendiren, insanların inancıyla, inanç-sızlığıyla fazla ilgisi olmayanlardır.

Ama gerçekten İslâm'ın gücünü yok etmek isteyen insanlar, ne bi­zim sözlerimize bakıyorlar nede davranışlarımıza. Onlar bizim asıl inandığımız Kur'ân~ı Kerim'e ve sahih sünnete bakıyorlar. Olayları ona göre değerlendiriyorlar. Bunu bir misalle anlatayım.

Batılı bir yetkili son zamanlarda Türkiye'den bir yetkiliye şunu söy­lüyor. "Her ne kadar sen ve senin gibi düşünenler, batıya adepte olmuş olsanız bile, uluslar arası antlaşmalar bakanlar, başbakanlar ve cumhurbaşkanları veya milletvekilleriyle yapılmaz. Antlaşmada milletler esas alınır. Çünkü imzayı atanlar ölebilir, azledilebilir, hastalanabilir. Ama milletler devam eder. Bizim de sizi içimize (Avrupa Birliğine) almamamızın sebebi milletinizin inancıdır." Bu olayı gazeteler televiz­yondan naklederken, "Kültür farklılığınız var" dediler diye aktarıyorlar. Halbuki demeci veren avrupali "İslâm" kelimesini kullanıyor.

Avrupalı yetkili, Türk yetkiliye diyor ki; "senin milletinin fertleri Avrupaya geldiler, 30 senelik zaman içerisinde Avrupa devletlerinde 4.000 cami açtılar. 4.000 camide % 70'i bir araya geliyorlar. Ve Fatiha sûresinin sonunda; "Şu Allah'ın gazabına uğramış yahudilerle, sapık hıristiyanların yolunu istemeyiz" diyorlar. Günde beş vakit namazında 40 defa bir müslüman bana, "sapık, sapık, sapık" diyor. Arkasından bu sureyi okuyarak; "Ey Kafirler!" diyor."

Bu sûre, "La ilahe ill'allah" kelime-i tevhidinin açıklanması gibidir. Önce imansızların taptığım reddediyoruz, sonra dinimize sımsıkı sarılı­yoruz.

(Mahmut Toptaş)


Meal:

1. De ki:-Ey Kafirler!


2. Ben sizin kulluk ettiğinize kulluk etmem.


3. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edenler değilsiniz.


4. Ben sizin kulluk ettiğinize kulluk edecek değilim.


5. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz.


6. Sizin dininiz size, benim dinim bana!



Tefsir:

Ey Kafirler! diye hitap ettiğimiz insanları, şu televizyonda beyaz yüzlerini gördüğümüz insanlar olarak değerlendirmeyin. Dünyanın en kaliteli kumaşından yapılmış, en kaliteli terzinin elinde dikilmiş elbise­lerini giymiş, kıravaünı takmış, şıklığını tamamlamış, makyajı tam, gü­lümseyen ve sevimli bir imaj çizen batılı siyasileri televizyonda görüp de; "Ey Kafirler!" derken "bu ifadeyi onlara yakıştıramıyoruz" demeyin.

Bazıları, "hocam yakıştıramıyoruz" diyorlar. Kur'ân-ı Kerim de ve bu küçük surede; "Ey Kafirler!" diye hitap ettiğimiz, o gün için Kur'ân'ın muhatabı olan Ebu Cehil gibi Allah'a başkaldırmış insanlar; "Allah öyle diyorsa, ben de böyle diyorum. Allah'ın dediğine değil, benim dediğime uyulacaktır. Allah hem bu işlere karışmaz." diyen ve kadınları köleden daha aşağıda bir seviyede tutan, kız çocuğu dünyaya geldiğinde, "erkek adamın erkek çocuğu olur" deyip de kız çocuğunu öldüren ve zayıf, fakir insanların mallarına el koyan ve istediği gibi kendi çıkarları doğ­rultusunda insanları yöneten, öğünürken, "şu kadar adam öldürdüm" diyen, kılıçlarındaki kanla birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışan o cahiliye dönemi bedevi Araplar idi.

Aynı zaman da Mekke'nin etrafındaki yahudi ve hristiyanlar ile diğer müşrikler de bu hitaba dahil idi.

Bu gün biz de; "Ya eyyühe'l-Kâfirûn" derken, 1400 sene, öncesinin kafirlerine gönderme yapmıyoruz. Onların yolunu devam ettiren insan­lara gönderiyoruz. İnsanlar ana rahimlerinden tertemiz, günahsız ola­rak dünyaya geliyorlar. Ruhları ve bedenleri tertemiz olan bu insanların kültür yoluyla imansızlaştırılmasını sağlayan, topluca insanları cehen­neme sevk eden bir şebekeye hitap ediyoruz.

Kâfir deyince gözünüzün önüne şunu getirin. Bir çete düşünün, bir şebeke düşünün. Bu çete veya şebeke devlet kurmuş olabilir, (şu anki İsrail devlet başkanı bir zamanlar interpol tarafından aranan bir terörist idi. Şimdi emeline ulaşınca saygın bir devlet başkam oluyor. Yıl 1996)

Bu, bir tek insan veya dernek, veya vakıf veya devlet olsun, yaptığı iş kötü ise onun kurum veya kuruluşunu ve hukukiliğini dinim kabul et­mez. Yani kötülüğü, zulmü devlet de yapmış olsa, o da hukuki değildir. Onun için günümüzde; "Ey Kâfirler!" derken, şu kadar insanın hırsız olmasına sebeb olanlara hitap ediyoruz.

"Ey Kafirler!" demeden önce "Kul" kelimesini kullanıyoruz. Allah (c.c) öyle öğretmiş de ondan. "Kul" "söyle" demektir. Bu emir Kur'ân'ı okuyan ve dinleyen herkesi kapsar.

Peki "Kul" ile başlamasının sebebi ne? Bu surenin sebebi nüzulü şöyle: "Mekkeli müşrikler ilk zamanlarda sevgili Peygamberimizi Önemsememişler. Ama çok geçmeden bir de bakmışlar ki, hemen he­men Mekke'de her evde iman etmiş bir insan var. Mekke'li müşrikler bunu fark etmişler ve gelip Peygamberimize bir teklifde bulunmuşlar.

"Gel, dönüşümlü ibadet yapalım. İslâm hukuku ile bizim hukukumuzu dönüşümlü olarak uygulayalım.

Yani "bir sene sen bizim kurallarımıza göre yaşa, bir sene biz senin kurallarına göre yaşıyalım" diyorlar. Peygamberimiz ilk anda bunu red­detmiyor. Reddetmemesinin sebebi düşüneyim anlamında değil. Peygamberimiz kâinatın efendisi, kendiliğinden hareket etmiyor. Biraz beklemesinin sebebi, bu konuda Rabbimden kendisine emrin gelmesini ve bu konuda da yönlendirenin yine Allah olmasını istiyor. En güzel cevabı da Allah (c.c) verir. Derken bu Kâfirûn suresi nazil oluyor. "Deki: Ey kâfirler."

Burada Peygamber Efendimiz, kendisi devreden çıkmış oluyor. Yani "size bunu söyleyen ben değilim, sizi yaratan söylüyor. Sizi yaralan, benim sizin ilahlarınıza tapınmamı ve sizin kurallarınıza göre hareket etmemi yasaklıyor. Ben kendiliğimden konuşan ve böyle bir din icad eden adam değilim. Sizin yaratıcınız size "Kâfirler" diyor. Yoksa ben söylemiyorum. Allah (c.c) söylüyor." diyor Peygamber Efendimiz.

Yağmur yağarken ıslanan insan, kimseye kızmaz. Ama bu ıslanmış adamın üstüne bir bardak su dökerseniz size kızar. Çünkü su sizden geldi. Bizlerde inkarcılara karşı kendi fikirlerimizi söylemeyelim. Çünkü "akıl akıldan üstündür" Biz Rabbimizin kelamını kullarına tebliğ edelim.

Burada bir inceliğe de dikkat etmemiz lazım. Kâfirler de insan, onlar da ana kuzusu. Onun için biz kişinin şahsına hakaret etmiyoruz. Bizim düşman olduğumuz tarafı, O'nun beyninde taşımış olduğu insanlığın ki­ridir. İnsanlığın ilahlik iddiasına kalkması ve bazı insanların, "ben Allah'ın dediğini değil kendi dediğimi tutarım ve tuttururum" deyip si­lahı eline alıp, diğer insanları da cehenneme götürmek için oluşturduğu fikir pisliğinin temizlenmesine taraftarız ve bu pisliğe karşıyız.

Peygamber Efendimiz; "Geceleyin yatacağınızda "Kul ya eyyühel kâ­fir un" oku, çünkü o şirkten uzak tutandır" buyurmuş.Siz de okuyun. Bunu okuyunca siz, o gün içerisinde, bu fikir pisliğini üreten her türlü kurumlardan ve insanlardan, size doğru gelen imansızlık oklarını geri çevirmiş ve iman ile yatmış oluyor­sunuz. Ve onlara diyorsunuz ki, "ben sizin taptığınıza tapmam, yaptı­ğınızı yapmam."

Peygamber Efendimiz (s.a.v) çoğunlukla sabah namazının sünneti­nin birinci rekatında "Kâfirûn" suresini okurdu, ikinci rekatında da "İhlas" Suresini okurdu. Siz de okuyun. Niye? Yeni bir sabanda, ha­yata atılıyorsunuz. Bir çok küfürlerle, kafirlerle karşı karşıya gelebile­ceksiniz. Küfrün bir çok isteklerini size basın yoluyla telkin etmeye gi­decekler. Siz daha dışarıya çıkmadan, kendinizi İslâm'a şartlandıra­caksınız.

1960 yılından itibaren, Avrupaya işçi olarak giden Türkleri assimile, etmek, kendi aralarında eritmek için psikolog, sosyolog, pedogog ve bütün ...goglar, çalışmasına rağmen başarılı olamadıklarını, Avrupadaki dörtbin camiyi görünce anladılar. Peki Türkler bunu nasıl başardılar? Bunlar hergün, "Kul ya eyyühel kâfinin" hapları atıyorlar. Onun için de kendi İçlerinde eritemiyorlar.

Abdullah b. Huzafetü's-Sehmî öyle demiş; Hıristiyanlar bunları esir etmişler ve hıristiyan olmalarını istemişler. Bir tanesi bile kabul et­memiş. Öyleyse demişler "Papazın alnından öpeceksin" Abdullah "öpmem" demiş.

Gözlerinin Önünde sahabeden bir tanesini yağlı kazanın içerisine atıyorlar, bir anda etleri erimiş'kemikler çıkıvermiş duruma geliyor, yü­rekler dayanmaz bir halde. Abdullah b. Huzafe demişki, "yine de öp­mem." O zaman diyorlar ki, hepsi öldürülecek. Arkadaşlarının Öldürül­mesini istemeyen Abdullah papazın alnından öpüyor. Kurtulup Medine'ye geliyorlar. Arkadaşları papazın alnından öptüğü için dalga geçiyorlar.

Durumu Hz. Ömer öğrenince kalkıyor Abdullah'ın alnından öpüyor. Seni kutlarım, arkadaşlarını kurtarmışsın. "Leküm diniküm" diyoruz ama onları kendi hallerinde bırakmıyoruz. Onlarla ilgileneceğiz ve onlara sırat-i müstakimi göstermeye devam edeceğiz.

Kendini yakmak için üzerine benzin döküp yakmak isteyen adamı, kendi haline bırakmadığımız ve ona diller döktüğümüz gibi inkâr, isyan ve haramları yüklenip, kendini cehenneme hazırlayan insana da diller dökmeye devam edeceğiz.


Mahmut Toptaş ın tefsirini verdikten sonra M. İslamoğlu nun 6. ayetteki notundan bir parça koymak istiyorum. Beni çok etkiledi çünkü.

...Aslında "sizin değerler sisteminiz size,benim değerler sistemim bana aittir" derken, gerçekte siz değerleriniz üstüne pazarlık yapıp onları terk edebilir bulunuyorsunuz. Sonuçta sizin değerleriniz yok, fiyatlarınız var. Önceliğiniz fiyatlar, onun için pazarlık yapıyorsunuz. Benden de bu ahlaksız teklife evet dememi bekliyorsunuz. Fakat bir değeri değer yapan onun pazarlık kabul etmez olmasıdır. Benim değerlerim var ve ben onun için pazarlık yapmam. Yaparsam inancımız farklı olsa da dinimiz (hayat tarzımız) aynı olur...


-Bazen günahlara karşı pazarlık yaptığımızı düşünüyorum. Sorunun her şeyi gören ve bilen bir Allah inancını tam kavrayamamakta olduğu kanısındayım.

Hep aklıma şu soru gelir. Allah dese ki, kulum benim için nelerden vazgeçtin, neyi terk ettin? Ne derim!

Hayatımız çok mu vahiyle yoğrulmuş? Çok mu düzgün yaşantılarımız var ki terk edecek bir şeyler bulamıyoruz? Ya da terk edecek kuvvet mi yok? İnsan Allah için bazı şeyleri terk etmezse kimin için terk eder?

Hangi değerleri hayat tarzı edinmeliyizin cevabı bu sure de olsa gerek.-