30 Nisan 2009 Perşembe

Bakara-124,125

124-Hani İbrahim'i Rabbi birtakım buyruk ve yasaklarla sınamış, o da bu imtihanı tamamlamıştı. Allah “Seni insanlara önder yapacağım” buyurdu. İbrahim, “Neslimden de önderler yap” dedi. Allah ise, “Benim ahdim zalimleri kapsamaz” buyurdu.

Rabbi İbrahim'i bazı kelimelerle imtihan etti. İbrahim de o imtihanda başarılı oldu. Yani Allah (cc.)'ın emrettiklerini yerine getirdi, yasaklarından kaçındı. Böylelikle imtihanda başarılı oldu.

Başarılı olunca O'na bir şahadetname verilmelidir, mükâfat verilme­lidir. Allah (c.c.), İbrahim (a.s.)'a da diyor ki "Ben Seni insanlara imam kılıyorum" . Peygamber yerine burada imam kelimesini kullanmış Allah (c.c). Kendisine uyulan kişi demektir. Peygamberlerin hepsi imamdırlar. Ama bugün imamlığı, imameti suğra ve imameti kübra diye ikiye ayırıyoruz. Asıl imamlık, imameti kübra dediğimiz şey, bu devlet başkanlığı için kullanılıyor. İmamet suğra mahallede cami imamına, camide cemaa­tın önüne kim geçiyorsa o imama denir. Dört rekatlı, üç rekatlı veya iki rekatlı namazda kişilerin önüne geçmesi ve insanların da ona uyması ne­deniyle ona da imam denilmiştir ama, Kur'ân-ı Kerîm'de imam denildi­ğinde kasdedilen devlet başkanı ve peygamberlerdir. Bir de küf­rün önderlerine imam deniliyor. Kendilerine uyulan kişi olmaları nede­niyle küfrün önderleri için Allah (c.c.) imam kelimesini kullanıyor.

"Ben seni insanlara imam kılacağım." Yani peygamber ve devlet baş­kanı kılacağım. Demekki insanların devleti ele geçirmeleri için Allah (c.c.)'nün kelimelerini yerine getirmeleri gerekiyor. İbrahim (a.s.) bazı emirleri alıyor, bazı yasaklan alıyor, emirlere ve yasaklara riayet ediyor. Yani Allah (c.c.)ın tam yönlendirdiği bir insan oluyor. Ve Allah (c.c.) de O nu imam kılıyor. Öyle deyince, İbrahim (a.s.) da, Ya Rabbi Benim nes­limden gelenleri de imam kıl, devlet başkanı ve peygamber kıl diye dua ediyor. Allah (c.c.) de buyuruyor ki, Benim bu ahdim bu sözüm zalimlere ulaşmaz. Yani bu imamlık makamına zalimler geçemez.

Peygamberlik makamına zaten zalim insan geçemez. Ama biz imam kelimesini devlet başkanlığı olarak alacak olursak yine aynı şekilde "za­limler bu makama nail olamazlar" deyince o zaman şu hatıra gelir: Bugün yeryüzündeki bütün devlet başkanları acaba adiller de, biz mi farkında değiliz? Adamlar devlet başkanı olmuşlar...! Tarih hiç şunu yazmamış: Adil bir topluluğun başına tarih boyunca zalim bir devlet başkam hiç gel­memiş. Tarih kaydetmemiş. Zorla da gelmemiş yani zorla dahi olsa adil bir topluluğun başına zalim bir devlet başkan gelememiş. Gelemezki. Eğer biz topyekün adil, dürüst insanlar olsak, birbirimize de tutkun olsak, şurada bir insan ne kadar güçlü olursa olsun, bize hakim olamaz. Ama biz birbirimizle bağımsız olacak olursak, bağlantısız olacak olursak, ba­na değmesin de ne yaparsa yapsın diyecek olursanız güçlü kuvvetli bir adam, yumruğu yerinde bileği yerinde bir adam, teker teker buradaki 300 kişiyi döver. Bin insan "Beni sokmayan yılan 1000 yıl yaşasın" diyorsa, belki en sonuncu olarak o sokulabilir, ama sokulacaktır. Madem ki, burdadır, o da sokulacaktır. Fakat sıradan gidecektir. Bana değmiyor, bana değmiyor derken bir gün kendisine değecektir. Ayeti kerîmede; Bir toplum kendini değiştirmedikçe Allah o toplumu değiştirmiyor.

Evvela insanlar kendi kendilerini değiştiriyorlar. Sonra da Allah on­ları değiştiriyor. Yani insanlar içerisinde bozulma meydana gelince onla­rın başına da bozulmuş bir insan çıkıveriyor.

Bir hadis-i şerifte de; "Nasılsanız öyle idare olunursunuz" buyuru­yor Peygamber Efendimiz (s.a.v.) (Keşfül-Hafa, Hakimden naklen).

Bir başka hadis-i şerifte de; "Sizin devlet başkanlarınız sizin amellerinizdir" diyor. (Keşfül-Hafa, Taberaniden naklen)
Amelleriniz toplanmış toplanmış şekillenmiş bir adam şekline bürünü ermiş diyor.



125-Biz Kâbe'yi insanlar için bir toplanma yeri ve güvenli bir mahal yaptık. Siz de İbrahim'in makamını namazgâh edinin. Nitekim Biz İbrahim ile İsmail'e, “Tavaf edenler, orada ibadet için kalanlar, rükû ve secde edenler için Beytimi temiz tutun” diye emretmiştik.

Hani Biz Beyt'i, yani Kâbe-i Muazzama'yi yani Harem-i Şerifi, Mekke-i Mükerreme'deki mescidi, Beytullah'ı, insanların toplanma yeri ve emin yer olarak kılmıştık diyor Allah (c.c). İbrahim'in makamını musalla kılınız, namazgah kılınız. İbrahim'in makamında namaz kılınız mânâsına geliyor ki, hacca gidenler bilirler. Hemen Haceru'l-Esved'den başlayıp beş altı adım veya on adım gidildikten sonra orada cam ve tunç­la kaplanmış bir şey vardır. Onun içinde de bir taş vardır. Orası Makam-ı ibrahim diye bilinir. O taş rivayete göre, İbrahim (a.s.) Kâbe-i Muazzama'yı yaparken yukardaki taşları koyabilmek için ayağının altına koydu­ğu tas. Yani iskele yaptığı taş. Bina yaparken iskele kurarlar ya. Onu is­kele olarak kullanmış.. O taştan bir parça orada teberrüken saklanmakta­dır. El sürme falan doğru değildir. Hani bazı hacılarımız giderler o camın dışından filan el sürerler ama onlar doğru değildir.

Allah (c.c), İbrahim'in makamını musalla edininiz. Yani namazgah ediniz. Orada namazınızı kılınız diyor. Onun için tavafım bitiren insanlar, yani Kabe'yi 7 defa tavaf ettikten sonra Makam-ı İbrahim'in arka tarafın­da iki rekat namaz kılarlar.

Bu âyet-i kerîmeden bizim anladığımız şu, kabirlere, peygamberlerin izlerinin olduğu yerlere tapınmamak kaydıyla, peygamberlerin ve salih insanların oturduğu, kalktığı, tuttuğu yerler diğer yerlerden daha değerli kabul edilebilir. Ama tapınmamak kaydıyla. Bazıları tapınma durumuna getirmiştir eski kabirleri şunları bunları.

Hatta hani dağda bir eşkıya bir eşkiyayı öldürmüş, üstüne de bir iki taş yığıvermiş, aradan yüz sene geç­miş o eşkıya halkın dilinde mübarek zat olmuş çıkmış. Ondan sonra ço­cuğu olmayanlar, köpeği yaşamayanlar bilmem ne etmeyenler oraya gidi­yorlar, çaput bağlıyorlar, kurban adıyorlar. Bunlar yanlış şeylerdir. Olma­yacak şeylerdir. Ama bir peygamber diyelim ki, şuraya uğramıştır, oraya uğramak günah değildir. Buna misal olarak İbrahim (a.s.)'ın makamını kendinize namazgah edininiz âyet-i kerîmesi var. Hz. Aişe Validemizin evinde Peygamberimiz vefat etmiş ve oraya defnedilmiş, defnedildikten sonra da Hz. Aişe Validemiz aynı evde namazını kılmaya devam etmiş.

Türkiye dışında bir kısım insanlar " kabrin olduğu yerde namaz kı­lınmaz" diyorlar. Peygamber Efendimiz'in bulunduğu mescidde namaz kılıyoruz biz. Mescid-i Nebevi'de namaz kılıyoruz. Hz. Aişe Validemizin evine defnedilmiş ve Hz. Aişe Validemiz de o evde Efendimiz vefat et­tikten sonra da namaz kılmıştır.

Sahabeden îtban b. Mâlik, bir gün Peygamber Efendimize gelmiş. Yâ Resûlellah, ne olur benim evime kadar gelsen, evimde bir namaz kılsan da daha sonra ben namazımı orada kılsam. Yani senin namaz kıldığın yerde kılsam, diye ricada bulunmuş. Peygamber Efendimiz de onun evine kadar gitmiş, iki rekat namaz kılmış. Ondan sonra Itban b. Mâlik'te evin­de nafile namaz kıldığında Efendimiz'in o oturduğu, namazını kıldığı yer­de kılmaya devam etmiş. Bunu bize Buhari Kitabu't-Tatavvu yani nafile bölümünde, Müslim Mesacid bölümünde, İmam Ahmed b. Hanbel'in Müsnedin 5. cildin 449. sahifesinde, İbnü Mace de 754 nolu hadisinde bir çok hadisçimiz bu olayı bize haber vermiştir.

Buradan da anlıyoruz ki, salih insanların tuttuğu, yaptığı şeyler bazı insanların yaptığından değerli olur. Ancak onların zatından kaynaklanmı­yor bu iş. Bu salih bir zattır, iyi bir insandır yaptığı iş Kur'ân ve Sünnet'e uygundur, uygun olması gerekir. Öyle ise ben de onu yapayım demek, sı­radan bir insanın yaptığını yapmaktan iyidir. Ama burada da gaye Kur'ân ve Sünnet'tir.

Hani son zamanlarda eser yazanlardan bir tanesi diyor ki, benim ki­taplarım sizi Kur'ân ve Sünnet'e yönelttiği gün, benim kitaplarımı okuma­yı bırakın. Yani benim kitaplarım Kur'ân ve Sünnet'e yöneltmek için ya­zılmış bir kitaptır. Onu sağlayabilmişsem benim kitaplarımı bırakın.

Yani insanlara değer verişimiz, Kur'ân ve Sünnet'e olan bağlılıkları ve hizmetleri oranındadır.

İbrahim ve İsmail'e (a.s.),ki İbrahim ve İsmail baba oğuldurlar, şöyle emrettik, vasiyet ettik. Tavaf edenler ve daima ibadet edenler çok­ça rüku ve secde edenler için evimi temizleyin. İbrahim (a.s.) ile İsmail (a.s.)'a görev veriliyor. Kâbe-i Muazzama'yı önce putlar­dan temizlemekle, sonra kötü insanlardan temizlemekle, her türlü şirke giden yolları kapatmakla, bir de maddi pisliklerden, yani insanların meydana getirdiği pisliklerden de temizlemekle görevlendirdiğini Allah (c.c.) bize haber veriyor. Yani her gün namazda yöneldiğimiz, hacda bizzat gördüğümüz Kâbe-i Muazzama, İbrahim ve İsmail (a.s.) tarafından ilk te­mizliği yapılmış, ibadet eden, tavaf eden, rüku ve secde edenler için te­mizlenmiştir.

29 Nisan 2009 Çarşamba

Bakara ; 120,121,122,123

(120) Sen onların dinine uymadıkça, ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar asla senden hoşnut olmazlar. Deki: "Gerçekten doğru yol, Allah'ın yoludur." Sana gelen bu ilimden sonra onların arzularına uyarsan, Sana Allah 'tan ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.

Allah (c.c.) bugün müslümanların dünya genelindeki müslümanların özellikle Türkiye'deki müslümanların bir yanılgısına 1400 sene evvelinden cevap veriyor ve doğrusunu bildiriyor bize.

Allah (c.c.) Yahudiler ve Hıristiyanlar, siz onların dinine girmedikçe yani Yahudi ve Hıristiyan olmadığınız müddetçe asla sizden hoşlanmazlar diyor. 70-80 seneden beri biz de sizin gibi olduk, bak sizin gibi giydik, sizin gibi yazıyoruz. Yazıyı eskiden sağdan sola doğru yazardık. Sizin hatırınıza soldan sağa doğru yazmaya başladık. Eskiden tepeden tırnağa giyinirdik, sizin hatırınıza altıda üstüde kaldırıverdik, cıbıldak dolaşmaya başladık. Sizin gibi içiyoruz, sizin gibi düşünüyoruz, sizin gibi geziyoruz dedik, adam "yo dedi". Niye yo? dedi. "Yahudi olmadınız, Hıristiyan olmadınız" diyor.

Allah (c.c.) kesinlikle bize bildiriyor.

Yahudiler ve Hıristiyanların dinlerine girmediğiniz müddetçe onlar sizden hoşnut olmayacaklardır. Razı olmayacaklardır. Biz bir yol arıyoruz. Daha önce NATO'ya girmişiz. Topyekün Müslümanlar girmedi de yukardaki adamlar girmişler. Yani kendi kendilerine gelin güvey olmuşlar. Yoksa bu halka hiç sorulmamış girelim mi diye. Bir yol aranıyor. NATO yolu denmiş. Birleşmiş Milletler denmiş. Şimdi de AT yolu deniliyor. Yani buraya girerseniz kurtulursunuz diyorlar.

Allah (c.c.) de diyor ki, Yahudiler ve Hıristiyanların dinine girmezseniz onlar sizden razı olmazlar. De ki gerçek yol Allah'ın yoludur. Yani AT'nin yolu değil, putun yolu değil, Allah'ın yoludur. Kendinize yol mu arıyorsunuz? Buyurun gerçek yol Allah'ın yoludur. Sana bu ilim geldikten sonra da Sen onların nevasına uyarsan yani kendi akıllarından yazdıkları kanunlara tabi olursan, Allah tarafından Sana bir dost da yoktur, bir yardımcı da.yoktur diyor. Ahiret için söylenmiş âyetler değil bunlar. Bu dünya içinde geçerli âyetlerdir. Ahiret için de geçerlidir. Allah'ın yolu bu tarafta dururken, Allah'ın yolu işte burda. Öbür tarafta da AT'nin veya putun yolu var. Eğer sen o AT’nin veya putun yoluna tabi olursan, bu ilim de yani Kur'ân'da sana verildikten sonra uyarsan, o zaman Allah'ın yardımı senin üzerinden kalkar. Ve öyle de olmuş. Biz Allah'ın Kitabına tabi olmayı bırakıp, başkalarının kitabına tabi olmaya başladığımızdan bugüne kadar hâlâ belimizi doğrultamamışız. Değil öyle gelişmiş ülkeler arasında sayılmak, "gelişmekte olan ülkelerde de hatır için söylüyorlar. Onurumuzu kırmamak için söylüyorlar. Daha da bu yolda belimizi doğrultmamız mümkün değil. Hani birisi önde gider, birisi de onu taklit ederse, takip ederse, takip etmeyi Türkçe kullanıyoruz. Takip aslında Arapça bir kelimedir. Takip, adamın ökçesinin bastığı yere basarak gitmektir. Eğer takip edecek olursanız o adamı hayat boyu geçmeniz mümkün değildir. Yani önünüzdeki birinin izini takip edeceksiniz, o adamı geçmeniz mümkün değildir. Çünkü adamın izine gözünü alıştırmışsın, o iz olduğu müddetçe gideceksin. Baktın ki, adam durmuş, sen de duruyorsun. Vardır bir hikmeti diyor. O duruyor sen duruyorsun, o yürüyor sen de yürüyorsun.

Hani buna misal olarak şunu verirler. Bir zamanlar denizlerde hakim olan Portekizlilermiş. Adamların kalyonlarıyla önlerine çıkanları ezip gidiyorlarmış denizlerde.

O gün için Osmanlı'nın sultanına da efendim biz de kalyon yapalım demişler. Demiş ki, kalyonu yaparsak onları takip etmiş oluruz. Ve onları hayatta geçemeyiz. Biz de kendimize has gemi icat edelim, demişler. Kadırgaları icat etmişler. Ve kadırgalarla kalyonlar Akdeniz'de çarpışınca kadırgalar, kalyonlara galip gelmiş. Ondan sonra da gemicilik sanayisinde de birinci sırayı almışlar. Eğer bir kalyon yapmaya kalksalardı bitmişti. Portekizliler bir başka modelini yapacaklardı, bunlar da o modeli alacaklardı. Ondan sonra onlar bir modele gideceklerdi, bunlar onu takip edeceklerdi ve ömür böylece zillet içerisinde geçmiş olacaktı.

Koşuda adamlar rekor kırmaya koşarken birbirlerini takip etmiyorlar. Hepsi ben öne geçeyim diye çalışıyor ve içlerinden bir tanesi de kazanıyor tabi ki.

Allah (c.c.) burada takip etmeyi tabi olmak kelimesiyle ifade ediyor. Eğer onlara tâbi olmuş olsaydın o zaman Allah da senden yardımını kesiverirdi diyor. Yol arıyorsan Allah'ın yoludur.


(121) Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler,onu hakkını vererek okurlar. İşte onlardır ona iman edenler. Kim ona küfrederse, onlar zarara uğrayanların ta kendisidir.

Bunun tefsirinde İbni Abbas (r.a.) diyorki: "Maharici Huraf a riayet ederek" yani harflerin hakkını vererek, mânâsını anlayarak, anladığı mânâ ile amel ederek" diye anlatmışlar. Yani hakkıyla Kur'ân okumak denilince hatıra bu gelmelidir. Hani bazı arkadaşlarımız okuyorlar, hakikaten güzel de okuyorlar, hayran da oluyoruz. Belki biz sesinin güzelliğine hayran oluyoruz. Ne güzel okudu yahu filan diyoruz. Benim çok sevdiğim bir arkadaşım Kur'ân okumaya yeni başlamıştı. Elif-Ba' dan başlamıştı. Şimdi Kur'ân'ı baştan sona her hangi bir âyetini okusanız şunu kastediyor diyebiliyor. Arapça bilmiyor da, bu âyette şu anlatılıyor diyor. Yani tefsirinden ve mealinden o kadar çalışmış ki, bu âyet şunu kastediyor diyebiliyor.

O arkadaş diyor ki; Camide cemaatla namaz kılıyoruz. İmam efendi namazda yani cehri olan namazlarda akşam, yatsı ve sabah namazlarında okuduktan sonra yani namaz kılındıktan sonra diyordum ki, hocam teşekkür ederim. Bugün şöyle bir mesaj verdiniz cemaate diyorum. Hoca vallahi ben okuduğumun anlamını bilmiyorum diyormuş. Bu okumak değildir. Yani hakkıyla okumak değildir. Okumaktır da hakkıyla okumak değildir. Hakkıyla okumak biraz önce dediğimiz gibi harflerinin hakkını vererek, mânâsını bilerek bildiği mânâ ile amel ederek okumaktır. Bildiği mânâ ile amel etmeyen adamın hali çok afedersiniz, benzetmesi belki biraz hoş değil ama, çocuğa evlilik hakkında bilgi veriyorsunuz, kitap okutuyorsunuz, bilgi veriyorsunuz, sonra da dünyanın en güzel kızıyla çikolatayı yan yana koydunuz mu, çocuk 7-8 yaşında olduğu için çikolatayı alıp geçip gidiyor. Oğlum gelini al kızı al, hayır çikolatayı alıyor. Çünkü anlamıyor, yani öğrendiğini tatbik edecek kıvama gelmemiş çocuk. Burada da adam mânâsını bilir. Âyet-i kerîmeyi baştan sona kadar anlar, ama amel etmemişse bu adam baliğ olmamış demektir. Şeyh Sadiyi Şirazi'ye sormuşlar, "Efendim insanın baliğ olma yaşı kaçtır?" demişler, "Fakihlere sorarsanız fıkıh kitaplarında erkek ihtilam olursa, kadın da âdet görürse akıl baliğ olmuş diye yazar. Ama bana göre bir adam kârıyla zararını bilemezse, küfürle imanın arasını fark edemezse kırkına da gelse o adam akıl baliğ olmamış demektir" diyor.

Akıl baliğ olmamış bu insanlara mânâsını anlamadan okuyanlar, mânâsını bilip de amel etmeyenler, bir yerde akıl baliğ olmamış insanlardır. Yani o zevkten tatmamış insanlardır. Hakkıyla okuyanlar, işte onlardır iman edenler. Hakkıyla okuyanlardır gerçekten iman edenler. Kim de onu inkâr ederse, küfrederse, hüsrana uğrayanlar da işte onlardır, zarara girenler işte onlardır diyor Allah (c.c).

Bu konuda başka âyet-i kerîmeler de var. Yani hakkıyla okuyanlar, okumayanlar konusunda. Ehli kitaptan Allah'ın Kitabı olan Tevrat'ı, Al­lah'ın Kitabı İncil'i hakkıyla okuyan insanlar vardır. Kasas: 52, 53,54


(122) Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.

Tevrat’a sarıldıkları oranda yücelmişler! Tevrat'tan uzaklaştıkça alçalmışlar.


(123) Hiç bir kimsenin hiç bir kimse adına ödeme yapamayacağı, hiç bir kimseden fidye kabul edilmeyeceği ve hiç bir kimseden de şefaat kabul edilmeyeceği o günden sakının.

Aracı da geçerli değil orada. Kâfirler için bir kere aracı hiç yoktur. Şefaat da yoktur onlara. Kâfirlere şefaat yoktur. Onlara yardım da olunmaz. Yani melekler yardım etmez, insanlar da yardım etmez.

Onun kazancı da, malı da, askerî gücü de, ekonomik gücü de fayda vermemiştir diye Tebbet Sûresinde okuyoruz.

28 Nisan 2009 Salı

Bakara; 118-119

(118) "Bilgisizler: "Allah bizimle konuşsa veya bize bir âyet ge­tirseydi ya" dedi. Onlardan öncekiler de işte böyle tıpkı onların dedi­ği gibi demişti. Kalpleri birbirine benzedi. Kesinlikle insanlar için biz âyetleri apaçık gösterdik."

Cahil, bilgisiz kişiler bilmeyen kişiler dediler ki, Allah bizimle ko­nuşmalı değil miydi? Yani Allah bizim karşımıza geçse dese ki bu Allah'ın Rasûlüdür. Bu gönderdiğim kitap Bendendir dese olmaz mıydı? Veya bize bir âyet getirseydi, mucize getirseydi ya, diyorlar. Bunu di­yenler cahiller diyor Allah (c.c). Bilmeyen kişiler böyle derler; ama aklı başında olan biraz bilinci yerinde olan kişiler böyle demezler. Düşünür­ler: Bu Muhammed bizim aramızda 40 sene yaşadı. Beraber gezdik, bera­ber oyun oynadık, beraber davar güttük, koyun güttük bu adamla. Bunun gördüğüyle bizim gördüğümüz aynı, duyduğuyla bizim duyduğumuz ay­nı, aynı havayı teneffüs ettik biz. Ama kırkından sonra öyle şeyler söylü­yor ki, biz söyleyemiyoruz. Öyle hareketler yapıyor ki, biz yapamıyoruz. Öyle ise bu bizden farklıdır, demesi gerekirken, Allah bizimle konuşsay­dı ya veya bir mucize getirseydi ya diyorlar. Allah (c.c.) ondan önceki­ler de bunların söylediğinin aynısını söylediler buyuruyor. Daha önce ge­çen insanlar da buna benzer söz söylemişler. Mesela yukarıda Bakara sûresinin 55. âyet-i kerîmesinde geçmişti. Tefsirini yapmıştık. Allah'ı apaçık şöyle şu gözlerimizle görmeden biz Allah'a iman etmeyiz veya Hz. Musa'ya Allah'ı bize göster diye ısrar etmişlerdi veya bir başkası çık­mış;

"Şöyle yeryüzünden ırmaklar akıtmadığın müddetçe biz sana iman etmeyiz." Yani şu kuru vadiden ırmak akıt öyle iman edelim demişler. Bir başka grup da yukarda geçti. Hz. Musa (a.s.) ile Tih Sahra­sına gittikleri halde orada susuzluktan yanarken Musa (a.s.)'ın onlara ka­yadan su çıkardığını gördükleri halde, yine de iman etmeyenlerdi.

Hıristiyanlar da Hz. İsa'ya şöyle diyorlardı.

"Allah'ın, bize gök yüzünden sofra indirmeye acaba gücü yeter mi?" (Maide:112)

Allah yeryüzünde sofra verirken onu görmeyen insan, gökyüzünden inince görecek mi acaba? Bu kara topraktan sarı buğdayı çıkaran ve bize ekmek yapıveren Allah (c.c.) o kara topraktan beyaz çiçeği yaratan ve bi­ze veren Allah (c.c.) bu tabiat sofrasını öküz gözüyle -ki aslında bu söz öküze hakaret olur- görenlere gökyüzünden sofra inse bile, iman etmiyecek olanlar yine iman etmezler.

Yukarıda bir söz söylemiştik. Bu günün kâfiri yani şu anda 1990 yılında Batı'da veya doğuda bir feylesof yetişmiş şöyle şöyle diyormuş. Bir felsefî akım geliştiriyormuş, deseler diyorum, adamın söyledikleri de bir kitap haline getirilse, güzel söyledikleri olabilir, her kâfir illâ kötü söz soyleyecek, söyledikleri hep yanlış olacak diye bir kaide yok. Peygamber Efendimiz (a.s.v.), cahiliyye dönemi şairlerinden bir şairin şiirini dinlemiş. "Allah'dan başka her şey batıldır yani yok olup gidecektir" diye bir şiir. Bunu duyunca Peygamber Efendimiz (a.s.v.) demiş ki, bu söz her ne kadar bu şairin şiirinde söylenmiş söz ise de, geçmiş peygamberlerden bir peygamber sözüdür. Yani kâfirin ağzından çıkmış ama bir peygamberin sözü ona kadar gelmiş, o da onu nakletmektedir diyor Efendimiz (a.s.v.)

Şimdi bir kâfir de çok güzel bir söz söylese biz onun yerini Kur'ân-ı Kerîm'de Allah'ın kelâmı olarak veya bir peygamberin sözü olarak yerini bulabiliriz. Eğer söylediği kötü bir söz ise onun da yerini bulabiliriz. Ya firavun söylemiştir, ya şeytan söylemiştir, ya Nemrut söylemiştir veya öylesine bir kâfir, ya Yahudiler veya hatta Hıristiyanlar söylemişlerdir. "Yani söylenmedik söz kalmadı" derler ya işte öyle bir şey.

Allah (c.c.) da burada bunların durumuna dikkat çekiyor. Bunların söyledikleri yeni değil. Daha öncekiler de böyle söz söylemişti. Bunların kalpleri birbirine benzer diyor. Yani bin sene evvel yaşayan bir kâfirin kalbiyle, bin sene sonra gelmiş, aynı sözleri söyleyen kâfirin kalbi birbiri­ne benzer diyor. Hani Allah'ı görmeden iman etmeyiz diyen Yahudi kâfirinin kalbiyle, günümüzde ben laboratuvarda inceleyemediğim şeye iman etmem diyen kâfirin kalbi aynıdır.

"işte ağızlarıyla söyledikleri söz bu" Bu Yahudi ve Hıristiyanlar'ın şirk kokusu olan mahza şirk olan bu sözleri daha önceki kâfirlerin sözlerine benziyor diyor. Yani Yahudiler'den önce de kâfir olanların söylediği sözü Yahudiler tekrarlamış, Yahudiler'in tekrarladığı bu sözü de günümüzde bir iki kâfir, ben görmediğime inanmam demek suretiyle tekrarlanmasına devam ediyor. Allah (c.c.) de onların kalpleri birbirine benzer diyor.

Buradan şunu anlıyoruz: Bize çocukluğumuzdan beri bazı büyükleri­miz, aman ha filan kâfirle mücadele verebilmek için onların kitaplarını okuyun derlerdi. Hiç Kur'ân okumaya sıra gelmezdi. Kur'ân veya Hadis-i Şerif okumaya sıra gelmezdi de, o günlerde Türkiye'de Türkçe yayınlan­mış bütün imansız kitapları gözden geçirdik, okuduk. Ne kadar varsa, belki imansız kesim bu kadar okumadı. Biz onların kitaplarını okuduk. Ama Kur'ân ve sünnete sıra gelmemişti. Halbuki şimdi anlıyorum ki, Kur'ân-ı Kerîmi okusaydık, çok iyi de anlamış olsaydık, onların ne söy­leyebileceğini tahmin ederdik. Kâfirin söyleyebileceği şunlardır. Çünkü onların kalpleri birbirine benzer. Dilleriyle söyledikleri de kalplerinin ter­cümanıdır zaten. Kalplerinde olanı dilleri tercüman olarak söyliyecektir, ve şunları söyleyecektir diyebilirdik. Yakın sahibi olan yani bütün edin­diği ilimleri, bilgileri bir delille elde eden kişiler için âyetlerimizi böyle­ce açıkladık diyor Allah (c.c).

Her konuştuğu, her söylediği, her iman ettiği konuda bir delili olan kişilere yakin sahibi deniliyor. O tür kişilere de biz âyetlerimizi açıkladık diyor Allah (c.c). Yani iyi insanların söylediklerini ve davranışlarını öğ­renmek isteyenlere Allah'ın âyetleriyle açıklanmıştır onların durumu. Kö­tü insanların düşünceleri, davranışlarını öğrenmek istiyorsanız buyurun yine Kur'ân-i Kerîm'de o tür insanların sözleri ve davranışları, düşüncele­ri açıklanmıştır.



(119) Şüphesiz Biz Sen'i müjdeci ve korkutucu olarak Hak (Kur'ân)'la gönderdik. Ve Sen Cehennemliklerden sorumlu değilsin.

Biz Sen'i Hak ile gönderdik. Hak, Cenab-ı Allah'ın bir ismidir. Hak, Kur'ân-ı Kerîm'in ismidir. Hak gerçek mânâsına doğru mânâsına gelir. Allah (cc.)'den bize gönderilen kanuna da Hak diyoruz. Çünkü hak olan Allah (cc.)'den geldiği için hakdır. Çoğulu da Hukuktur. Hani hukuk fa­kültesi diyoruz. Hak kelimesinin çoğuludur Hukuk.

Hak, Hak olan Cenab-ı Allah'dan gelirse hak olur, hukuk olur. Yoksa bunu insan belirlemeye kalkarsa o, hak veya hukuk olmaz. Çünkü insanın kendisi hak değildir. Kendisi hak olmayandan, hak türemez, gelmez. İnsanoğlunun geçmişi ve sonu vardır. Evveli ve Sonu vardır. Belirli zaman içerisinde yaşar, belirli düşüncelerin etkisi altında kalır. Her an da düşün­cesini değiştirebilir. Onun içindir ki, kendisi hak olmayanın söylediği hak ve hukuk olamaz. İnsanları bağlamaz, ama Hak olan Allah (c.c.) indirdiği kitap, Haktır, Hukuktur. Peygamber Efendimiz'e (a.s.v.) de "Biz seni Hak ile gönderdik, mü'minleri Cennetle müjdelemek, kâfirleri de sakın­dırmak, Cehennemden sakındırmak üzere. Sen cehennem halkından so­rumlu değilsin."

Yani bu insanlar niye Cehenneme gittiler diye yarın öbür dünyada Sana sormayacağız. Ama Sen görevini yerine getireceksin.Mü'minlere hep müjde vereceksin; Ve aynı zamanda nezirsin de, Cehennemden sa­kındıracaksın. Mü'minine, kâfirine Cenneti göstereceksin, o tarafa yönel­teceksin. Ama geriye kaldıkları takdirde Cehenneme de düşürülüverileceklerini haber vereceksin.

Yani Allah'ın koyduğu sınırlar içinde yaşandığı takdirde Cennete gi­dileceğini, dünyada devlete, ahirette Cennete varılacağını, bu sınırlara ri­ayet etmeyip telaşlananların Cehenneme yuvarlanacaklarını duyurmakla gö­revlisin. Yoksa; onlar üzerine musallat biri değilsin,

Onlar üzerinde dine zorlayıcı da değilsin.Dinde zorlama yoktur.

Yani tabancayı alıp insanların kafasına tutup iman et demek yoktur. Çünkü iman denen şey gönül işidir. İnsan tabancanın altında iman ettim diyebilir. Ama tabanca üzerinden çekilince, evine gidince, yalnız kalınca iman etmedim der. Onun için imansızı tabancayla imanlı yapmak zordur. Zor değil imkânsızdır. İmanlıyı imansız yapmak, imansızı da imanlı yap­mak mümkün değildir.

Bilindiği gibi Ammar b. Yaser'i, anası ile babasını, gözünün önünde işkence ederek şehit etmişler. Ammar b. Yaserde kafirlere pekiyi sizin dediğiniz gibi olsun demiş. Peygamber Efendimiz'in yanma ağlıyarak gelmiş ve Peygamber Efendimiz "O sözü söylediğinde kalbin nasıldı" diye sormuş. "Kalbim imanla dopdoluydu Ya Resûlallah" demiştir. Pey­gamber Efendimiz de tekrar sana aynı şeyi, işkenceyi yaparlarsa sen de o sözü söyleyiver demiştir.

Yani zorla imana getirilmez. Zorla da küfre döndürülmez. O bir gö­nül işidir. Sevgi de öyledir. Zorla bir insanı sevemezsin. Kendinizi zorlasşanız da yapamazsınız. Başkası zorlasa da yapılmaz bu iş. O bir gönül işidir.

Burada Sen Cehennem halkından sorumlu değilsin diyor Peygamber Efendimiz'e. Biz de; bu insanlardan sorumlu değiliz diyemeyiz. Beşîr ve Nezirlık görevini yaparsak o zaman diyebiliriz. Yani biz dilimizin ve gü­cümüzün yettiği kadar görevimizi yerine getirirsek, bu insanların en yet­kilisinden en yetkisizine kadar herkesin evine, dairesine, bürosuna, dükkânına, iş yerine, kışlasına kadar gidip Beşirlik görevini yani Allah (c.c.)'nün dünyada devlet vadettiğini, ahirette Cennet vadettiğini, iman edildiği takdirde bunları vereceğini bu insanlara duyurursak...

Yok eğer Allah'a iman etmediğimiz takdirde hem bu dünyada zillet hem de ahirette Cehennem olduğunu söylersek, münasip bir dille Allah'ın kelâmım anlatırsak "ya Rabbi benim gücüm bu kadar. Bana verdiğin gü­cü ben yerine getirdim, kullandım" diyebilirsek, o zaman bu insanların is­yanda diretmeleri ve inat etmelerinden dolayı da hesaba çekilmeyiz. Ama canım bilmiyorlar mı diyorlar. Evet bazı arkadaşlarımız diyor ki, canım bilmiyor mu?

Arkadaşlar! Biz de bir çok bildiğimizi başkalarının teşvikiyle yapa­rız. Başkası teşvik etmezse yapmayız. Biliyoruz ama yapmıyoruz. Fakat bir başkası hadi Ahmedim, Mehmedim, Velim, Alim şöyle yapalım de­yince yapıyoruz. O demezse yapmıyoruz. Ama yapılması gerektiğini bili­yoruz. Yani insanlar mutlak surette bir başkası tarafından, bir yakını tara­fından teşvik edilmeyi beklerler. Onun için biz de bu dini başka insanlara duyuracağız. Onların yanına kadar gideceğiz ve meseleyi tekrar, yeniden anlatacağız. Bildiği meseleyi bir başka yönüyle anlatma tarafına gidece­ğiz.

26 Nisan 2009 Pazar

Bakara 115,116,117

115-Doğu da Allah'ındır, batı da. Artık nereye dönerseniz dönün, orada Allah'a dönmüş olursunuz. Şüphe yok ki Allah'ın lütfü, rahmeti boldur, o her şeyi bilir.

Doğu da Allah'ındır. Batı da Allah'ındır. Ne tarafa yönelirseniz, Al­lah o taraftadır. Allah her şeyi kuşatan, her şeyi bilendir buyuruluyor.

Zamanın zalimlerinden Haccac, Said bin Cübey'ri huzuruna getirt­miş. Said b. Cübeyr "Bu devlete isyan farzdır" diye isyan etmiş insanlar­dan biridir. Yani "Bunlar zalimdirler. Allah'ın ahkamını icra etmiyorlar. Bunlara isyan vaciptir" demiş, beşyüz kadar içtihat makamına sahip insan ayaklanmışlar. Fakat bastırılmışlar. Haccac'ın huzuruna getirilmiş. Haccac sormuş. Peki demiş, Ömer, Osman, Ali, Ebu Bekir, bunların hangisi Cen­nette? Said "Valla cennete gidip gelmediğim için bilmiyorum" demiş. Pe­ki Ali hakkında ne diyorsun diye sormuş. Ben Ali'nin vekili değilim, onun adına konuşma makamında değilim. Bana benden sor veya pey­gamberimden sor veya Kur'ân'dan sor, ben onun vekiliyim diyerek cevap vermiş Said b.Ciibeyr. Hayatta hiç gülmediğini söylüyorlar. "Niye gül­müyorsun?" şeklinde bir soru sorar Haccac. "Gülünecek hiç bir şey görmedimde ondan" demiş. Haccac pekiyi öyleyse bir zurna, bir de keman getirin diye emretmiş ve, getirmişler. Bu aletler çalmaya başlayınca, Sa­id ağlama'ya başlamış. Adam onu güldürmek için getirtmiş onları. "Niye ağladın" demiş. Cübeyr "Bu kemanrn yayları diyorlar ki, biz bunun için yaratılmamıştık, bir zalimi eğlendirmek için yaratılmamıştık ama bi­zi gayemizin dışında kullanıyorlar diye inliyor da ben ona ağladım" de­miş. Haccac demişki "senin boynunu vurup Cehenneme atacağım".Bunun üzerine Said demiş ki: Eğer Cehenneme atmak senin elinde olsaydı, sana ibadet ederdim. Cehenneme atmak Allah'ın elinde olduğu için O'na ibadet ediyorum. Sen beni Cehenneme atamazsın vurun demiş, yönünü kıbleye dönmüş."Ben yönümü yeri göğü yaratan Rabbime yönelttim" âyetini okumuş.

Bu defa Haccac, bunun sırtını kıbleye getirin demiş. Sırtı kıbleye yö­nü kuzey tarafa gelmiş. O zaman da Bakara sûresinin 115. âyetini oku­muş.

"Nereye yönelirseniz yÖneliniz Allah o taraftadır."

Demişki yüz üstü yere yatırın. Yüz üstü yatınhnca da şu âyet-i kerîmeyi okumuş; Sizi topraktan yarattık, yine oraya döndürecek ve sizi tekrar oradan çıkaracağız. (Taha: 55) Ve o esnada da boynunu kopar­mışlar. O anda kanı fışkırmış ve fışkıran kanı Haccacın üzerine gelmiş. Öyle bir korkmuşki altı ay yatakta yatmış ve ölmüş. İstiska hastalığına yakalandı deniliyor. Yani suyu çok içme hastalığı. Suyu o kadar içiyorda yine doymuyor, içe içe içe karnı patladı ve yarıldı. Geberdi gitti diyor ta­rihçiler.

Ne tarafa yönelirsek Allah'ı o tarafta buluruz biz. Fıkıh kitaplarımız­da şöyle der: Karanlık bir gecedesiniz veya bilmediğiniz bir vadidesiniz. Güneş yok yıldızlar yok. Kıbleyi tayin edemiyorsunuz. Ne tarafa namaz kılacaksınız? Kalbiniz hangi tarafa fazlaca kanaat getirmişse o tarafa kılı­yorsunuz. Sabahleyin bir de baktınız ki, tam aksi istikamete kılmışsınız. Namazınız caizdir.


116-"(O zalimler): "Allah çocuk edindi" dediler. O (bu tür noksanlardan) münezzehdir. Bilakis gökler de ve yerdekiler de Onundur. Hepsi Ona itaat eder."

Yani Allah (c.c.) kendisine oğul edinmemiştir. Değil öyle, yerde ve gökte her ne varsa O'na aittir, O'nundur. Oğullar O'nundur, analar O'nundur, çocuklar O'nundur, babalar O'nundur. Denizler O'nundur, yıldızlar O'nundur, çiçekler O'nundur, böcekler O'nundur. Yani yeryüzündeki bütün oğullar, analar, babalar O'nun olunca bunlar içerisinden birini kendi­ne oğul edinmesine ne gerek var. Zaten hepsi O'nun. Yaratılmışın tamamini O yaratmıştır. Burada şu hatıra gelir: Peki kâfirler de Allah'a itaat ederler mi? Kâfirlerin gözü de, kalbi de, sinirleri de, saçları da, başlarıda bütün vü­cudu aslında Allah'a itaat etmektedir. Çünkü vücudunda cereyan eden Al­lah'ın tabii kanunudur. Orada itaat var. Onun isyanı, iradesini kötüye kul­lanmasıdır. İradesiyle Allah'ı kabul etmesi gerekirken, reddetmekte veya inkâr etmektedir. Günaha girdiği kâfir olduğu oradandır. Yoksa inkarcı insanın bile vücudundaki hücreleri, sinir sistemleri her şeyi Allah'ın koy­duğu kurallara göre hareket ettiğinden her şey O'na itaat etmektedir. Yal­nız iradesi Allah'a isyan etmektedir.

Tevbe: 30 "Yahudiler, Uzeyir Allah'ın oğludur dediler. Hıristi­yanlar da İsa Allah'ın oğludur dediler. İşte onların ağızlarıyla söyle­dikleri sözler bunlar,"Peki yeni bir söz mü söylüyorlar? değil. Daha önce kâfirlerin söyle­diğine benzer bir söz söylüyorlar bunlar.

Yani Yahudiler'den önce de, Hıristiyanlar'dan önce de tarih boyunca kâfirler kendilerine Allah'tan başka ilahlar edinmişler. Onları da Allah'a biraz daha yakın göstermeye çalışmışlar. Allah'ın oğludur demişler, veya arkadaşıdır demişler, veya bilmem başka bir şey söylemek suretiyle Al­lah'a şirk koşmaya kalkmışlardır.

Batı'da yüksek tahsilini bitirmiş, Türkiye'de Türkçe öğrenmek üzere gelmiş ve İstanbul Üniversitesinde Yabancı Diller Enstitüsü'nde veya Türkiyat Enstitüsü'nde Türkçe Öğrenmekte olan sekiz veya dokuz bayan, SultanAhmed'i gezmek istemişler. 0 arada Sultan Ahmet'te Emrullah ho­ca efendiyle görüşmek isterler. Emrullah hoca efendi de sen de hazır bu­lun diye rica etti. Beraber bulunduk. Alman mühendis bir bayan "hepimiz bir Allah'a inanıyoruz" dedi. Ben de: "Siz üç Allah'a inanıyorsunuz" de­dim. "Hâşâ hâşa estağfirullah" diyor bana. Bizde bir tek Allah'a inanıyo­ruz. "Ama okuduğunuz İncil'de İsa (a.s.) için Allah'ın oğludur diyor. Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğuna sen inanmıyor musun yoksa? dedim. İnanıyonım. İsa Allah'ın oğludur dedi.

Oğullar da bir gün büyüye büyüye baba olurlar. Yani ilah olurlar. Olur mu öyle şey? O günden bugüne kadar Allah niye bir tane daha oğul edinmemiş te yalnız İsa ile yetinmiş. Olur mu bu, mantıken olmaması ge­rekir dedik. Anlatması güç, anlatması güç dedi geçti.

Tarih boyunca niye oğul edindiler? Çünkü oğul babaya biraz daha yakın olması hasebiyle, kendi ilahlarının yüceltilmesi için böyle söyle­dikleri ifade edilir. Yani kendileri İsa (a.s.)'ı, Yahudiler de Uzeyir (a.s.)'ı yüceltmek için, ilahlaştırmak için Allah'ın oğlu demek yoluna gitmişler­dir. Ama biz, hergün namazımızda özellikle "Ettehiyyâtü"nün sonunda namazın dışında da Eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasulühü di­yoruz. "Biz şahitlik ederiz ki, Muhammed Allah'ın kuludur ve de Rasûîüdür". Yani iîahlaştırmıyoruz. Bilakis o da bir kuldur diyoruz.

"Deki, onlara Ben de sizin gibi bir insanım."

Yani Peygamber Efendimiz (a.s.v.) o günün Mekke'li ve Medine'li müşriklerine ve Müslümanlarına, bu günün Müslüman ve müşriklerine diyor ki, Ben de sizin gibi bir insanım. Ancak sizden farklı olan tarafım, "Bana vahyolunuyor." Yani Allah'tan Bana vahiy geliyor. Yoksa Ben de sizin gibi bir insanım. Yine Ben sizin aranızda yaşadım, Benim geçmişi­mi biliyorsunuz. Allah Beni peygamber olarak seçmiş bu âyetleri vahyediyor diyor Allah (c.c.).

Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'a Allah (c.c.) öyle demesini istiyor. Ve biz de Allah'ı evlat edinmekten tenzih ederiz. Buna ihtiyaç yok. Çünkü yerde ve gökte ne varsa Onundur. Ve her şey O'na itaat etmektedir. O Al­lah (c.c.)


117- O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir.

Yeri ve göğü önceden bir modeli örneği olmadan en güzel şekilde yaratandır. el-Bedi1 örneği olmadan, modeli olmadan yaratan Allah (c.c.) mânâsına geliyor. Yeri ve göğü daha Önce bir benzeri görülmeden en gü­zel şekliyle yaratandır. Bir işe hükmettiği zaman, ona ancak ol der, o da oluverir buyuruluyor. Kainatın yaratılışı, yerin ve göğün yaratılışı konu­sunda Aîlah (c.c.)'nün "kün" emriyle bu kainatın oluşuverdiğini bu âyet-i kerîmede ve buna benzer bir çok âyet-i kerîmede Allah (c.c.) haber veri­yor

"Bir şeyin olmasını istediğinde 'Ol' der, o da oluverir" buyuruluyor.

Günümüzde de araştırmacılarımız; şu şundan olmuştur, bu bundan olmuştur. Şunun oluşmasına sebep budur. Bunun oluşmasına sebep şudur diye gidiyor gidiyor. Bir yere varıp bir çıkmaz sokağa girip orada kalıyor neticede. Bundan ötesine aklım ermez diyor. Onun ötesine de varacak in­sanlar vardır beîki.Yani sonunda (kün) emrinin gereğiyle bu kainatın oluştuğunu insanoğlu belki görür, belki görmeyebilir, ama biz görmeden de iman ediyoruz ki, bütün kainat Allah (cc.)'nün (ol) demesiyle oluver­miştir. Çünkü yer yüzünde en akıllımız yani yaratıkların en akıllısı insanoğludur ve bu insanoğlu da mevcut olmayan bir şeyi bugüne kadar ya­ratmamıştır. Olanları bir araya getirmek suretiyle yeni başka şeyler mey­dana getirmişlerdir ama olanlardan yararlanarak meydana getirmişlerdir. Olmayan bir şey sonradan yaratılmamıştır.

25 Nisan 2009 Cumartesi

Bakara 112,113,114

(112) "Hayır, kim muhsin olarak (Allah'ı görmediği halde görür gibi) yüzünü Allah'a teslim ederse işte ona Rabbi katında ecir vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar."

Kim yüzünü Allah'a teslim ederse, özünü Allah'a teslim ederse yani müslüman olursa, o muhsin olarak sözü güzel, özü güzel, yaptığı güzel, herşeyİ güzel olur. Kim yüzünü ve özünü Allah'a teslim eder, müsîüman olursa, onun mükâfatı Rabbi katındadır. Onun için korku da yoktur, onun için hiç bir hüzün de yoktur diyor Allah (c.c).

Yani Cennete Müslüman gidecek diye biz kendimiz söylemiş olsay­dık, aynen Yahudi ve Hıristiyan'ın durumuna biz düşmüş olurduk, doğru. Ama bunu biz söylemiyoruz.

Yahudi'yi, Hıristiyan'ı, Cenneti, Cehennemi yaratan Allah (c.c.) di­yor ki, Cennete Müslüman gidecektir. Hz. Musa (a.s.) zamanındaki Ya­hudiler de Müslüman idiler. Yani Tevrat'a göre amel ediyorlardı, Cennete gidecekler. İsa (a.s.)'m zamanında yaşayan İsa (a.s.)'a iman eden ve İncil'i kabul eden insanlar da Müslümandı ve Cennete gideceklerdir.

Kur'ân'a iman eden ve Kur'ân doğrultusunda hareket eden insan da Cennete gidecektir, ama bu üç kitabı sapıtan, tahrif etmeye çalışan ve onun emrini çiğneyip yasaklarına riayet etmeyen kişiler Cennete gitme­yeceklerdir. Yani Allah'ın emirlerine bağlanan, özünü ona teslim eden, sözü güzel, özü güzel, yaptığı güzel, işlediği güzel yani yaptıkları Al­lah'ın emrine uygun olan kişi Cennete gidecektir.

Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'a Cebrail (a.s.) gelerek İhsan nedir? diyor. İhsan:

"Allah'ı görür gibi ona ibadet etmendir. Her ne kadar sen Allah'ı görmüyor isen de, Allah seni görmektedir" buyuruyor Allah Rasûlü(s.a.v.). yani caddede gidiyorsunuz. Allah (c.c.) beni görüyor diye gözüne sahip olacaksın. Konuşurken Allah (c.c.) benim konuştuklarımı duyuyor ve işitiyor diyecek ve diline sahip olacaksın. Mesela uzun yolda giderken radara yakalanmamak için radarın olduğu yerlerde arabanın hızını 90km. hz. nın üzerine çıkartmıyorsunuz; radar burada tesbit eder ilerde po­lis ceza keser diye.

Bu dünyada da bizim radarlarımız meleklerdir. Allah (c.c.) kendisi görüyor. Melekler de her yaptığımızı kaydediyor, radar gibi ilerde mah­şer günündeki meleğe teslim ediyor. Orada cezalar biçilecektir. Öyle ise Allah (c.c.)'nün sınırını yaşantımızda aşmamaya dikkat etmemiz gereki­yor.


(113) Yahudiler, “Hıristiyanlar bir temel üzerinde değiller” dediler. Hıristiyanlar da, “Yahudiler bir temel üzerinde değiller” dediler. Oysa hepsi Kitab’ı okuyorlar. (Kitab'ı) bilmeyenler de tıpkı bunların söyledikleri gibi demişti. Artık onların aralarında uyuşamadıkları davada, kıyamet gününde hükmü Allah verecektir.

Yahudiler, Hıristiyanlar hiç birşey değil canım. Kitapları da birşey değil, peygamberleri de birşey değil diyorlar.

Hıristiyanlar da diyorlar ki, Yahudiler hiçbir şey değil.İkisi de kitap okuduğu halde böyle diyorlar. Yahudiler de, Hıristiyanlar da İncil ve Tevrat'ı okumalarına rağmen, Hıristiyanlar, Yahudiler'i inkâr ediyor, Ya­hudiler de Hıristiyanlar'ı inkâr ediyor.

Hiç birşey bilmeyen müşrikler de onların dediklerini söylüyor. Yani Mekkeli müşrikler, "Vallahi Yahudiler de birşey değil, Hıristiyanlar da birşey değil,bunlarınki sahtekârlık" diyorlar.

Rabbim ne güzel ifade etmiş. Günümüzde de bir müşrik, yani Yahu­diliği de, Hıristiyanlığı da inkâr eden, müslümanlığı hiç kabul etmeyen bir adam, diyorki; "Din insanları uyutmak için insanların icat ettiği bir afyondur."

Rabbim de aynen bunu veriyor; Dinler hakkında hiçbir bilgisi olma­yan müşrikler de Yahudi ve Hıristiyanlar'in birbirleri için söyledikleri şe­yin aynısını söylüyorlar. Bunların ikisi de boş şeylerdir. İnsanları uyutmak için icat edilmiş afyondurlar diyor.

Ama bizim özelliğimiz ye güzelliğimiz şurdan geliyor: Aslında Musa (a.s.) Allah'ın peygamberidir. Peygamberimiz gibi peygamberdir. İsa (a.s.) Allah'ın peygamberidir, ve Peygamber Efendimiz gibi bir peygamberdir. Onların getirdiği Tevrat ve İncil, Allah'ın kelâmı olması bakımın­dan Kur'ân'dan hiçbir farkı yoktur. İkisi de Allah (c.c.)'nün kelâm sıfatı­dır. Öyleyse hiçbir ayrım yapmayız.

"Peygamberleri arasında hiç ayırım yapmayız" diye yatsı namazının sonunda Bakara sûresinin bu en son âyet-i kerîmesini de okuyoruz.

Yani böylelikle biz orta bir ümmetiz. Allah (c.c.) "Sizi orta ümmet kıldık" diyor.

Ne ifratta olmalıyız, ne de tefritte olmalıyız. Allah kıyamet gününde onların ihtilaf ettikleri konularda hükmünü verecektir. Yani hangisi boşmuş, Yahudi mi, Hıristiyan mı yoksa her ikisi mi, yoksa müşrikler mi da­ha boşmuş Allah (c.c.) hükmünü o gün verecektir.


(114) Allah’ın mescitlerinde onun adının anılmasını yasak eden ve onların yıkılması için çalışandan kim daha zalimdir. Böyleleri oralara (eğer girerlerse) ancak korka korka girebilmelidirler. Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük bir azap vardır.

"Allah'ın mescitlerinde Allah'ın ismini anmaktan insanları alıkoyan kişiden daha zalim kim vardır?" Yani yoktur demek isteniyor. Allah'ın mescitleri camilerdir. Sultan Ahmet Camii, Süleymaniye Camii, Gazi Atik Ali Paşa Camii, Yeni Cami, Ayasofya Camii yani bu camilerde Al­lah'ın ismini anmaktan alıkoyandan daha zâlim kimse yoktur.

Onları tahrif etme konusunda da yarış yapan, koşan kişiden daha za­limi yoktur diyor. Allah Mescid deyince bir bunları anlıyoruz, bir de mescid Peygamber Efendimiz (s.a.y.)bir hadis-i şerifinde; "Yeryüzü bana mescit kılındı" diyor. Yani yeryüzünde Allah'ın adının anılmasını engel­leyen ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran kişiden daha zalim kişi yoktur mânâsı da vardır. Ancak asıl gaye camilerdir. Yani Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa,.Mescid-i Nebi, Mescid-i Ayasofya, Mescid-i Sultan Ahmet gibi mescitler.

Bu kişiler oraya girerlerse bile ancak korkarak girmelidirler, titreye­rek girmelidirler. Yani Müslümanlar yönetimi almalı ve bu zalimler ora­ya illa girecekîerse bir korku içinde girmelidirler. Dünyada onlar için rüsvaylık vardır. Ahirette de büyük azap vardır diyor Allah (c.c.) Bu Allah'ın mescidinde, yeryüzünde Allah'ın isminin anılmasını en­gelleme konusunda dünyada bütün kâfirler el birliği yapıyorlar. Mescit­lerde de Allah'ın ismini engelleme faaliyeti hâlâ devam etmektedir. Mânâsını anlamadan Allanın adını veya Kur'an'ı zikrederseniz kimse ka­rışmaz size.

Gelin bunu bir de mânâsını anlıyarak söyliyelim derseniz, karşınıza biri çıkar. Mesela hacca gidenler.

"Yarabbi senin davetine icabet ediyorum. Senden başkasının daveti­ne icabet etmiyorum. Senin bir ortağın yok mülkünde. Bazıları mülkünde ortaklık iddiasında bulunuyorlar. Onları da reddederek gidiyorum. Sen varsın, teksin, birsin. Öyleyse Senin davetine icabet ediyorum.

Beni aslında Amerika da davet ediyor. Rusya da davet ediyor. Ya­rabbi "Senin davetine geliyorum" diye açıktan mânâ vererek biri bağıracak olursa vay sen yürüyüş yapıyorsun diyerek Önüne silahlı adamlar çıkar.

Harem-i Şerif de de çıkar, burada da çıkar, her tarafta çıkar. Mânâsını an­lamadan söyliyeceksiniz demek isterler. Halbuki: "Doğu da, batı da Allah'ındır. Her nereye dönerseniz Al­lah'ın vechi (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz Allah her şeyi kuşatan her şe­yi bilendir."

Bakara;109,110,111

(109) "Ehli kitaptan çoğu, gerçek kendilerine açıklandıktan son­ra nefislerin deki haset nedeniyle sizi imandan sonra küfre çevirmek isterler. Fakat siz Allah'ın emri gelinceye kadar onları bırakın ve affedin. Şüphesiz Allah herşeye kadirdir."

Hak, yani gerçek apaçık ortaya çıktıktan sonra, yani kendilerine Tev­rat veya İncil verildikten sonra onu kaybetmenin bir üzüntüsü var, ve Müslümanlara da Kur'ân-ı Kerîmin gelmesinden dolayı bir hasetleri var. Bu hasetlerinden dolayı imandan sonra sizin de küfre düşmenizi ister, Ehli kitaptan bir çoğu. Yahudiler ve Hıristiyanlar'dan bir çoğu imanınız­dan sonra küfre girmenizi arzu ederler. Bu konuda çalışma yaparlar. Ni­ye? Hasetlerinden dolayı.

Günümüzde de öyle. Adamların kendi dinlerine itimatları, güvenleri yok. Batı'ya işçi olarak veya görevli olarak gidip gelenlerimiz bilirler ki, Avrupalının % 90'ı ateisttirler, inanmazlar. Ama yöneticiler siyaset gere­ği inanmış görünürler. Bazı hocalarımızın çıkıp ta Hıristiyanlar dinlerine şöyle bağlı böyle bağlı demeleri laf. Dinlerine bağlı adam yok orada. Bi­zim işçilerimiz bastırıyor parayı kiliselerini satın alıyor. Bir çok cami ki­liseden dönmedir. Bu konuda hiç de hassasiyetleri yok. Siyasî sahada varlar. Yani yöneticiler dine İnanmadıkları halde, siyasî birliği sağlama­nın unsurlarından bir tanesi de din unsuru olduğundan dolayı onu tutma gereğini duyuyorlar. Dinlerinin çürüklüğünü bildiklerinden Yahudiler ve Hıristiyanlar, Müslümamn elindeki sağlam dine karşı da haset ediyorlar diyor Rabbim. Hasetlerinden dolayı bu sefer sizin imansızlığınızı istiyor­lar.

Hakikaten de kendilerinin bir toplantılarında, "Müslümanları Hıristi­yan yapmamız mümkün değildir. Nitekim bugüne kadar da olmamıştır.İslâm ülkelerinde sakın ha Yahudilik ve Hıristiyanlık propogandası yap­mayınız. İmansızlık propogandası yapınız diyorlar." Yani "Ateisttik pro­pogandası yapın" diyorlar. Rabbim bunu bize haber veriyor. En büyük tehlikeyi haber veriyor. Yani Rabbim bizim Hıristiyan ve Yahudi ol­mayacağımızı biliyor. Çünkü sağlam bir yerden çürük bir yere geçilmez. Fakat imansızlaşmayani zehirlenme meydana gelebilir. Adamlar da böylece zehirleme tarafına gidiyorlar. Yani Yahudi, Hıristiyan yapmıyorlar, yapamıyorlar fakat imansızlaştırma tarafına gidiyorlar, genelde de eğitim vasıtasıyla.

Allah'ın emri gelinceye kadar onlardan vaz geçin, yüz çevirin yani onlarla didişmeyi bırakınız. Onlarla uğraşmayınız, Allah'ın emri gelin­ceye kadar. Allah'ın emrinden kasıt muharebe emri yani harp emridir. Allah her şeye kadirdir. Peki vazgeçipte ne yapalım? Yani bu adamlar bu imansızlık faliyetlerine devam ediyorlar, Müslümanları imansızlaştır­maya devam ediyorlar. Fakat bu kıtal emri nazil olmadan önceki âyettir. Yani onlarla harp ediniz emri nazil olmadan önce gelen bir âyettir demiş­ler. Öyle bir zamanda;[219]



(110) "Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin. Kendiniz için önce­den hayır olarak neyi takdim ederseniz Allah katında onu bulacaksı­nız. Şüphesiz Allah yaptıklarınızı görüyor."

Namazlarınızı dosdoğru kılınız ve de zekâtlarınızı veriniz diyor. Ne demek? Sağlam bir müslüman toplum meydana getiriniz! Böyle bir or­tamda insanların, imansız-laştırmayı önleyecek en iyi tedbiri namazlarını kılmaları ve zekâtlarını vermeleridir. Birisi bir toplumu bir araya getiri­yor, kenetliyor. Hani yalnız kalanı kurt kapar derler. Yani sürüden ayrıla­nı kurt kapar. İnsanların da sürüden ayrılmamaları için bir araya gelebil­meleri için en rahat olan yerler Allah (c.c.)'nün mescidleridir. Müslüman­ların mescidlerde bir araya gelip birliklerini devam ettirmeleri gerekir.

Günümüzde birlikten çok bahsediliyor. Televizyonda, radyoda ve basında. Birliğimizi koruyalım, birliğimizi sağlıyalım, birlik olalım. Millî birlik ve beraberlik kelimelerine çok yer verilir. Peki ben size birleşelim desem sorarsınız Nerede birleşelim? SultanAhmet Camii'nde pazar günü öğle namazında birleşelim dersem adres vermiş olurum. Yani birleşelim deyince adres vermek gerekir. Birlik için adres verilmesi gerekir. Eğer adres verilemezse birlik olmaz.Bu insanlar da adres veriyorlar. Filanın yanında birleşelim diyorlar. Halbuki, o adam benim gibi bir adam. Bir adamın yanında birleşilmez. Çünkü adam oluverir. Ağacın yanında birle-şilmez, kuruyuverir ve çürüyüverir ondan sonra dağılır.

1400 sene öncesinden kıyamete kadar kalmakla görevlendirilmiş bir toplumuz biz. Beş yüz sene sonra gelen neslimizde aynı adreste birleşebilmeli. Ağaç adresi verirseniz çürüyor. İnsan adresi verirseniz ölüyor. Öyle ise ağaç olmasın, taş olmasın, insan olmasını toprak olmasın.

Öyleyse Allah (c.c.)'min emirleri etrafında birleşmemiz gerekiyor. İşaret; Namazlarınızı dosdoğru kılınız. Nerde kılınız? Almanya'da iseniz Almanya'nın merkezinde bir yer kurunuz orada kılınız, bir araya geliniz. . Amerika'da iseniz New York'un ortasında bir yer bulunuz, alınız veya ki­ralayınız ama orada birliğinizi koruyunuz. Ki orada olanlar daha iyi bili­yorlar; Müslümanların namazının önemini yurtdışında olanlar daha iyi biliyorlar. Amerika'dan öğretim görevlisi olan bir arkadaş mektup yazmış da, "hocam caminin önemini burda daha iyi anlıyoruz" diyor. "Pakistanlı­sı, Amerikalısı,Türk'ü, Malezyalısı ve Afrikalısı bir araya geliyoruz. Ne­ler yapalım neler edelim diye burada karar alıyoruz. Cami olmasaydı biz nerde buluşacaktık?diyor. Nereden birbirimizi tanıyacaktık diyor, 200 milyonluk nüfusun içerisinde.

Onun için yani birliği sağlayabilmek için "Namazı dosdoğru kılınız", tek başına kıl demiyor Rabbim kılınız diyor.

Peki bir araya geldiniz. Zengin insanınız var! Fakir insanınız var. Öyleyse zekâtlarınızı veriniz. Çünkü imansızlar bir kısmınızı para yö­nüyle satın alıyor. Öyleyse onun hiç değilse nisap miktarına malik bir ha­le gelebilmesi için, orta bir seviyeye ulaşabilmesi için o kardeşinize de zekâtlarınızı veriniz. Bir, manevî yönden güçlendiriyor. Bir de, maddî yönden güçlendirmeye Allah (c.c.) bizi teşvik ediyor değil emrediyor. Kendiniz için hayırdan neyi takdim ederseniz, Allah katında onu bulacaksınız diyor Allah (c.c.). Amelleriniz güzel olsun onunla karşılacaksınız. Hani bazı insanların namaz kılışını görüyoruz tuhaf oluyoruz: Camide yanımda bir adam dur­du, kim olduğunu bilmiyorum. Ben bir rekat kılıncaya kadar, üç rekatlı vitiri kıhverdi. Ben de süratli okuyorum yani. Daha rükua vardığı an Sübhânc Rabbiyel Azîm demesi mümkün değil,hemen geriye kalkıyor. Ne yapıyor ne ediyor onu bilemiyorum. Yani bunlarla karşı karşıya kala­caksınız. Amellerinizle karşı karşıya kalacaksınız. Bir manevî olanlarla karşılacaksımz. Bir de zekâtlarınızla, sadakalarınızla karşı karşıya kala­caksınız. Adam satılamamış kumaşları filan yerdeki Kur'ân Kursu'na tale­belere gönderiyor. Öbür dünyada gösterirler o malları, o satılamamış ku­maşları önüne çıkarırlar. Bir başka âyet-i kerîmede;

Yani yüzünüzü ekşitmeden alamiyacağınız bu malları başkalarına vermeyin (Bakara: 267) diyor Rabbim.

Yani kendi evinizde kendiniz kullanamayacaksanız, kullanmaktan kaçınacaksanız onları verme tarafına gitmeyin. Bu şu anlamda değil yal­nız, mesela eski elbiselerim var yakayım mı? Bunu karşılığında hayrr beklemeden verin gitsin.

Ama gerçekten Allah rızası için sadaka vereceğinizde böyle gönlü­nüzün pek hoşlandığı şeylerden verin,

Ayet-i kerîmede Rabbim; "En sevdiğiniz şeyleri Allah yolunda ver­medikçe takvaya erişemezsiniz"[220] diyor. En sevdiğiniz şeyi. Bu âyet-i kerîme nazil olunca, sahabeden birisi gelmiş demiş ki, Yâ Rasûlallah en sevdiğim varlığım, Medine'nin kena­rında şu kadar hurma ağacı olan bahçemdir. Ben bunu vereceğim diyor. "Peygamber Efendimiz de öyleyse akrabalarının fakir olanlarına ver" di­yor. Biri de geliyor Yâ Rasûlellah cok sevdiğim atımdır diyor.

Peygamber Efendimiz de "o atın hakkından gelecek olan Üsame'dir. Onun da atı yok ona ver" diyor. Yani en sevdiğimiz şeyi verebilme erde­mine ermemiz gerekiyor. Çünkü Allah (c.c.) buyuruyor ki verdiğinizle karşılaşacaksınız, yani Cennette o verdiğiniz elbiseyi giyeceksiniz. En güzel elbiseler yapın Cennette karşılığı olacaktır. Eski veriyorsan eski olacak. Yeni veriyorsan en yenisinden verecekler. Kokmuş yemekler yediriyorsan kokmuş yiyecekleri verecekler. Ama iyilerinden yediriyorsan iyileri verilecektir. "Allah yapmakta olduklarınızı görmektedir" Yahudi­ler bencil insanlar. Hıristiyanlar da öyle. Diyorlar ki;[221]



(111) "Yahudi ve Hıristiyan olanlardan başkası Cennete gircmeyecek" dediler. Bu onların kuruntularıdır. Onlara söyle: Doğru ise­niz haydi getiriniz burhanı delilinizi."
Cennete ancak Yahudi ve Hıristiyan olanlar girecek diyorlar.Bu âyet-i kerîmeye dayanarak Türkiye'den de bir yazar diyor ki, "biz de Yahudi ve Hıristiyanlar gibi olmayalım." Yani Yahudi olanlar diyor ki, "Cennete ancak Yahudiler girecek." Hıristiyan olanlar da "ancak Hıristiyanlar girecek." Biz de ancak müslüman olanlar girecek dersek onla­rın seviyesine düşmüş oluruz. Yani Allah Yahudisini de, Hıristiyamnı da, Müslümanım da koyacak cennetine diye bir mânâ çıkarmış, ama Rabbim devam ediyor.

Bu onların kendi hayalleri ve kuruntularıdır. De ki onlara; "Eğer doğru söylüyorsanız, yani Cennete yalnız Yahudi ve Hıristiyanlar gire­cek diyorsanız delilinizi getirin."

24 Nisan 2009 Cuma

Bakara 106,107,108

106-Biz, bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak (ertelersek) mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye kadirdir.

Yahudiler'in ve Hıristiyanların bir iddiası var. Diyorlar ki, Tevrat Allah'ın kitabı, Hıristiyanlar da, İncil Allah'ın kitabı diyorlar. Bu ehl-i kitap, madem öyleyse diyorlar, Kur'ân da Allah'ın kitabı diyorsanız, Al­lah tutupta Tevrat'ını niye ortadan kaldırsın, unuttursun ve tahrif ettirsin? Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de buyuruluyor ki;

Kelimelerin yerlerinden değiştirdiler. Yukarda geçmişti. "Hak ile batılı birbirlerine karıştırdılar."

Karıştırdılar diyor Rabbim, karıştırdıklarına işaret ediyor. Yani Tev­rat'ın ve İncil'in içerisine hakkın yerine batılı da karıştırdılar ki, elimizde­ki mevcut İncillere bakacak olursak orada görülür. Dört tane İncil'in içe­risinde biri birinde olmayan, mesela Matta'da olan Luka'da, Luka'da olan Markos'ta, Markos'ta olan Yuhanna İncil'inde görülemiyor. Eğer Allah (c.c.)'dan gelmişse hepsi aynı olması gerekirken, mesela kral'in hakkı kral'a, Allah'ın hakkı Allah'a. Yani Kayzer'in hakkı Kayzer'e, Allah'ın hakkı Allah'a olan cümlesi birinde var da diğer üçünde yok. Allah bunu indirmedi mi? İndirdi ise niye diğer üçünde yok, indirmediyse niye öbür­lerinde yok da bu birinde var? Yani sonradan.katmışlar. Fakat onlar di­yorlar ki, İncil Allah'ın kelamı ise niye değiştirilmesine müsade etti, tah­rifine müsade etti?

Biz de diyoruz ki, biz derken Rabbim bize bildiriyor ve biz de oku­yoruz ki, "Bir âyet-i yürürlükleri kaldırırsak veya o âyeti unutturursak ondan daha hayırlısını veya onun bir benzerini getiririz" diyor Allah (c.c). Bilmiyor musun? Allah her şeye kadirdir. Kelam Allah'ın kelamı; incil ve Tevrat. Onun içerisinden bir kısmını o insanlara unutturursa, ki bu unutturma onların hataları sebebiyledir, isyanları sebebiyledir. Yani lâyık olamadıklarından dolayı alınmıştır. Yoksa Allah (c.c.) bir adam böyle hafızasında tutarken ona da riayet ederken onu unutturmamıştır. Öyle olsaydı o adamların suçu olmazdı. Ama Allah (c.c.) o insanların ona layık olmadıklarını görünce, o âyetlerin bir kısmım onlara unutturuyor, sarhoşun kendi evinin yolunu unuttuğu gibi ve sonra da değiştiriyor. Bir: benzerini getiriyor; İncil ve Tevrat'ta olan bir kısım âyetler aynen Kur'ân-ı Kerîm'de de zikredilmiştir. Bir kere peygamberlere iman, ahirete iman, meleklere iman, Allah'a iman, Allah'ın sıfatlarına iman bütün bun­lar İncil'de de, Tevrat'ta da ve diğer peygamberlere gönderilenlerde de aynı idi. Ancak bazı ahkamda değişiklikler olmuştur. Allah (c.c.) da onla­rın daha hayırlısını getiririz veya bir benzerini getiririz diyor. Böylece Allah'ın her şeye kadir olduğunu ifade ediyor. Yine devam ediyor:[216]


107-Bilmez misin ki, göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır. Sizin için Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.

Yer gök onun mülkiyeti altında ise, yönetim de Allah (c.c.)'e ait ise bu peygamberler de yerle gök arasındadırlar. Öyle ise onlara neyi verece­ğini, insanlar içinden kimi peygamber seçeceğini, hangi şartlar içerisinde hangi âyetin insanlara faydalı olacağını en iyi bilen Allah (c.c.)'dür.

Allah'dan başka sizin için bir dost da yoktur, size bîr yardımcı da yoktur.


(108) Yoksa siz, daha önce Musa'nın sorguya çekildiği gibi pey­gamberinizi sorguya mı çekmek istiyorsunuz? Kim imanı küfre deği­şirse o dosdoğru yolu sapılmıştır.

Benî İsrail'den insanlar, Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'a gelerek çe­şitli sorular soruyorlar. Cennete gidince mü'minlerin ilk yiyeceği madde nedir? Ruh hakkında ne dersin? Musa (a.s.) ile ilgili sorular gibi çeşitli

sorular.Bu soruları bazen Peygamber Efendimiz'e, bazen de Ashaba soruyor­lar. Şu konuda ne diyorsunuz diyorlar. Müslümanların işi aslında nazil olan âyetlere göre hareket etmek ve o âyetleri insanlara duyurmaktı. Ama o insanlar geliyorlar, bunların bu faaliyetini engellemek için çeşitli soru­lar soruyorlar. O sorulan zaman içerisinde geçmiş peygamberlere ve Mu­sa (a.s.)'a sordukları gibi, Peygamber Efendimiz'e ve onun Ashabına da soruyorlar.

Günümüzde de hani müslümanlar arasına sokulmuş şeyler vardır. Veleddâlliyn mi, Vclezzâlliyn mi?..! Veladdâlliyn diye okumazsa na­maz caiz olmaz diyen bir hoca efendi tanırını. O yine benim tanıdığım bir hoca efendinin evine gittiğinde demiş ki, bana bak namaza sen geçiyor­sun imamette Veleddâlliyn demezsen benim namazım olmaz. Öbürü de Velezzâlliyn okuyor.Namaz bitince, birinci rekatta Veleddâlliyn oku­dum ama ikinci rekatta unutmuşum Velezzâlliyn okudum diyor.Diğeri namazdan sonra neyse namazın yansını hatırdın demiş

Fatih Sultan Mehmed de İstanbul'u feth ederken yani surları toplarıyla döverken, Hıristiyan papazları Cebrail'in kanadı 3684'müydü, 3683'müydü diye kendi aralarında ihtilaf etmekte imişler. Bizim aramız­da yani Müslümanların çok iyi niyetle sordukları sorular da vardır. Yani hoca efendilere kadar gidip, hocam çok Önemli bir sorum var bunu öğ­renmek için geldim filan diyor. Sorusuna bakıyorsun Adem (a.s.)'ın kanı RH pozitif miydi, RH negatif iniydi? Evet bu konuda yani bu konunun cevabı olarak kitap bile yazıldı.

Yani bunlar insanları meşgul etme taktikleridir. Hz. Adem (a.s.)'ın kam negatif mi, pozitif mi? Ben merakınızı gidereyim. O arkadaşın var­dığı netice sıfır.

Yani bütün müslümaaların günümüzde İslâm'ın ihya olrhası için gay­ret sarfetmesi gerekirken o yolda beynini ve pazusunu yorması gerekir­ken, gücünü oradan alıp başka yöne çevirmek yanlış. Rabbim buna dik­kat çekiyor.

Bunlar Musa (a.s.)'a da çok sorular sordular. Aynı sorulan Sana da soruyorlar.

Ben bir şehre gittiğimde bir kaç insanın İslâm'a gelmesine vesile ol­muştum. Biri dedi ki, hocam bizi komünist yapan, iktisat fakültesinin profesörleri değil. Buradaki filandır dediler. Onun yanına gittiğimde uzun bir konuşmadan sonra dedi ki, hoca sana bir sorum var. Bu sorunun cevabını verirsen senin dediğin olur. Dedimki bak cemaattan birisi ne so­rarsa sorsun cevabını vermeye çalışırım. Veremezsem yarın cevabını ve­ririm der ve kitaplara bakarım.Ama sen ne sorarsan sor cevabını burada vereceğim. Hiç kitaba da bakmıyacağım dedim. Neden dedi. Çünkü senin gibi komünistlerin Türkiye genelinde genelde on tane sorunuz var. Siz her hocaya bunu sorarsınız. Ben o soruların onunu da biliyorum. Onunun cevabı da bende hazır,sor hemen cevabını vereceğim dedim. Sordu he­men cevabını aldı. Şimdi iyi dostumdur. Gelir gideriz, görüşürüz.

Yani bunlar özel icat edilmiş sorulardır. İnsanların beynini bulandır­mak, asıl yapılması gerekenden uzaklaştırmak bunların gayesi.

Bizim yapacağımız âyetleri öğrenmek ve o doğrultuda da hareket et­mek;' "Efendim imansızların hakkından gelebilmek için komünist kitapla­rı da okumak lazım." Bîr ev dolusu kitap okusanız bitiremezsiniz. Türki­ye genelinde değil, dünya genelinde komünistler kitap yazmışlar. Ömrü­nüz yetmez.Sarraf olacak adam neyi öğrenir? Altunu öğrenir. Başkasını öğrenmez. Ben sarraflık yapacağım. Demirin karekterini de Öğreneyim. Tuncun karekterini de öğreneyim, bakırın, kalayın, çeliğin karekterlerini de öğreneyim derse bu adam sarraflık yapamaz. Ben sarraflık yapacak­sam, yani altunun özelliklerini öğreneyim yeter. Altunsa alırım, altun de­ğilse almam diyecek adam.

Biz de altın gibi bir dine sahibiz, bunu öğreneceğiz. Geleni bu ölçüye vuracağız. Ayetler bizim mihenk taşırnızdır. Uydu mu zaten alıyoruz. Uymadımı ne olursa olsun, hangi cins gavur olursa olsun almıyoruz. İs­ter yerli ismi olsun, ister yabancı veya pislik olsun hiçbirini ka­bul etmiyoruz diyeceğiz.

23 Nisan 2009 Perşembe

Bakara,103,104,105

103-Eğer onlar iman edip Allah’ın emirlerine karşı gelmekten sakınmış olsalardı, Allah katında kazanacakları sevap kendileri için daha hayırlı olacaktı. Keşke bilselerdi!

Bundan sonra gelen 104. âyet-i kerîmede Allah (c.c), konuşma üslu­bumuza da dikkat etmemizi istiyor. Yukarda geçmişti. "İnsanlara güzel konuşunuz, güzel muamele ediniz" demişti. Burada da güzel konuşur­ken kelimelerin seçilmesine dikkat etmemizi ister:

104-Ey iman edenler! “Râ’inâ (bizi gözet)” demeyin, “unzurnâ (bize bak)” deyin ve dinleyin. Kâfirler için acıklı bir azap vardır.

Şimdi Râina Arabın dilinde çoban mânâsına geliyor. Veya gözeten mânâsına geliyor. Çoban da zaten sürüsünü gözettiği için Râi deniliyor. Efendimiz; "Hepiniz gözeticisiniz, yöneticisiniz. Hepiniz gözettiğinizden sorumlusunuz" buyuruyor.

Aslında Râina kelimesinin ana mânâsı gözetmek, yönetmek mânâsı­na geliyor. Hepiniz yönetici ve gözeticisiniz. Ve gözettiğinizden, yö­nettiğinizden sorumlusunuz diyor.

Yani Peygamberimiz Efendimiz (a.s.v.), bir İslam toplumunda her ferdin diğerini gözetlediği ve yönettiğine herkesin birbiri hakkında so­rumlu olduğuna işaret ediyor. Baba oğlundan, oğul babadan. Ana kızın­dan, kızı anasından. Koca karısından, karı kocasından, komşu komşusun­dan. Mahalleler, mahallerden hepsi birbirinin yöneticisi ve gözeticisidir. Hani şöyle diyelim. Önde giden insanın başına bir bela gelecek olsa siz arkada yürüyensiniz onu koruyacaksınız. Yani hepimiz topyekün birbiri­mizin koruyucusu ve gözeticisiyiz.

Bugünkü toplumda ise herkes ferdî hareket ediyor. Kimse kimseye karışmayacaktır çünkü polis var. Ama vatandaş iyi bulmuş. "Olur böyle vak'alar, Türk polisi yakalar" diyor. Olay olduktan sonra, vatandaş öldük­ten sonra, adam telefon ediyor öldürülmekle karşı karşıyayım, beni öldürecekler."Valla öldürmeden müdahale edemeyiz" diye cevap geliyor. Po­lis de her telefon edene gelecek olursak halimiz ne olur diyor. Aslında o da doğru. Yani bir karakolda beş on tane adam var., Bir mahallede ise beş bin on bin tane adam var. Biz öldürdükten sonra geliriz diyor.

Ama dinim aynı mahalledeki bu insanlar birbirlerinin koruyucusu ve gözetleyicisidir diyor. Onun içindir ki, İslâm Hukuku bir mahallede bir insan öldürülse, faili de meçhul olsa, en yakın elli tane aileyi o işte so­rumlu tutuyor ve diyetini ödetiyor. Yani maddî, bedenî ceza vermiyor ama diyetini de ödetiyor. Niye siz mahallenize sahip değilsiniz anlamını taşır bu.

Burada Yahudiler Peygamber Efendimiz'e geliyorlar Râina diyorlar.Hani Türkçe'de de diyoruz ya, çok lastikli bir kelime o yana çeksen de olur, bu yana çeksen de olur. Yahudiler'in bu kullandığı kelime de lastikli bir kelime. Aslında şöyle anlaşılırsa doğrudur. Râina bize de bak, bizi de gözet Yâ Resûlallah anlamında olursa doğrudur. Ama onların kendi dille­rinde hakaret mânâsı taşıyan bir kelimedir bu aynı zamanda..

Onun için Allah (c.c.) Râina demeyin Ünzurna deyin. Bu kelimeyi mü'minler diyor. Yâ Rasûiallah bize de bak, bizi de gözet. Yani konuşur­ken ağır ağır konuşulursa daha iyi anlarız. Ayetleri bize verirken ağır ağır verirsen daha iyi anlarız. Veya maddî manevî her ne ise bizi de gözet deyiniz. Yani lastikli kelime kullanmayınız diyor. Allah.

Günümüzde de buna çok ihtiyacımız var. Mesela bir hoca efendinin aleyhinde yazı yazılıyor. Bakıyorum, aslında hoca efendinin niyeti kötü değil. Ama kullandığı kelime hoş değil. Bir yerde konuşmuş veya bir der­gide bir gazetede yazısı yayınlanmış. Söylediği sözün mânâsı doğru. Fa­kat kullandığı söz adamın yanlış anlamasına da müsait. Onun içindir ki, onların yanlış anlamasına müsait kelimeler kullanmamaya dikkat edece­ğiz. Bu Mevlana'nın şiirlerinde çok vardır. Onun içindir ki, imansızlar da­ha çok istismar ediyorlar. Aşkı ilahiyi anlatacak, şarapla anlatır. Süt ile anlatsan oîmazmıydı yani. Ve orada adam şarap kullandı diye, Mevlana festivalinde gelip şarap içiyorlar.

Aslında Mevlana'mn kasdı öyle değil. Hani bunlardan öncel bnü'l-Farid diye bir zat gelmiş demiş ki, biz üzüm çubuğu nazil olmadan şara­bı içtik ve sarhoş olduk. Yani biz Elestü Birabbiküm hitabıyla sarhoşuz diyor. Yani şarabın ve sarhoşluğun ne demek olduğunu evvela açıklamış­lar, sonra şiirlerini yazmışlar ama bu tür lastikli kelimeleri kullanmama­mızı Allah (c.c.) bize öğretiyor.

Hani çeklerde, senetlerde veyahutta sözleşmelerde de dikkat ediyor hukukçular, noterler, avukatlar. Bu kelimeyi kulla­nırsan bir milyon, beş milyon kaybedersin. Bu kelimeyi kullanırsan kay­betmezsin. Kanunlar yapılırken de hukukçular dikkat ediyorlar. Virgülü buraya atarsak köşe dönücü şu kadar kazanır. Şuraya atarsak filan adam şu kadar götürür. Bunun hesabı yapılıyor tabiki. Onun için virgül bir çok meseleyi alıp götürüyor, veya getiriyor.

Onun için Allah (c.c.) konuşurken konuşmalarımıza dikkat etmemizi, lastikli kelimeler kul anmamamızı ifade ediyor.


105-Kitap ehlinden ve Allah'a eş koşanlardan inkar edenler, Rabbinizden size bir iyilik gelmesini istemezler. Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah büyük nimet sahibidir.

Yani bir harbi kazanmanızı, bir âyetin inmesini, bir nimetin size ve­rilmesini hiçbir vakit istemezler. Sizin devlet kurmanızı istemezler. Hay­rın içerisine hepsi giriyor. Rabbinizden bir hayrın size indirilmesini, ehli kitabın kâfirleri de, müşrikler de istemezler buyuruyor Allah (c.c).

Yani günümüzde efendim şöyle şöyle yaparsak, böyle böyle yapar­sak Alman gavuruyla işbirliği kurarsak, Amerikalı'ya şirin görünürsek veya Rumla ikili anlaşmaya girersek veya Japonlar'a şu tavizleri verirsek bize ileride yardım ederler deniliyor.

Allah (c.c.) diyor ki, bu müşrikler de, puta tapanlar da, ehli kitab da, ehli kitaptan bir çoğu da size bir hayrın indirilmesini hiçbir vakit istemez­ler. Yani bunlar sizin hayrınıza iş yapmazlar. Onun için bunlardan bir ha­yır geleceği ümidini kesiniz. Allah rahmetini dilediklerine tahsis eder. Allah (c.c.) büyük fazl sahibidir, büyük nimet sahibidir.

22 Nisan 2009 Çarşamba

Bakara; 102

(102) "Onlar şeytanların uydurduklarına uydular. Halbuki Süleyman küfretmedi, ancak şeytanlar küfrettiler. Onlar insanlara sihri ve Babil'deki Harut ve Marut adlı iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek "Biz ancak fitneyiz sakın küfretme" demeden hiç kimseye öğretmezlerdi. O ikisinden karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Halbuki Allah'ın izni olmadan kimseye zarar veremezlerdi. Onlara fayda ve zarar vermeyen şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun onlar onu (sihri) satın alanın ahirette hiç bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Nefisleri karşılığında satın aldıkları şeyin ne kadar kötü olduğunu keşke bir bilselerdi."

Süleyman’ın mülkü üzerine kurdurmuş olduğu şeyleri okumaya ve anlatmaya başladılar, ona tabi oldular. Şeytanların Süleyman'ın mülkü üzerine okuduklarına tabi oldular. Burada Şeytandan kasıt bir bizim gerçekten Şeytan dediğimiz insanlar, bir de insanların şeytanları vardır. Hani; Nas sûresinde "Cinden olan ve insanlardan olan Şeytanların da şerrinden Allah'a sığınırım" diyoruz ya.

İnsanların Şeytanlarının da Süleyman (a.s.)'a izafe ederek uydurdukları bir kitap var. Bu sefer ona uyuverdiler diyor. Allah'ın kitabı Tevrat'ı attılar. Bu sefer insan ve Şeytanların uydurmuş oldukları kitaba tabi oldular diyor Allah (c.c) günümüzde de Allah'ın kitabı olan Kurân-ı Kerîm atılıverince, insanların ellerine başka kitaplar, Batı'dan terceme edilerek ellerine sunulu verdi. Bundan sonra hayatınızı buna göre tanzim edeceksiniz, buna uyacaksınız. Buna uymayan insanlar cezalandırılacaktır. Kur'ân'ı okuyanlar da yine aynen cezalandırılacaktır diye de bazı kanunlar getiriverdiler.

Halbuki Süleyman kâfir değildi. Yani getirilen kanunlar getirilen kitaplar kâfirce Süleyman adına uydurulmuş kitaplar. Hatta Süleyman (a.s.) da böyle yapıyor idi denilen kitaplar küfrü gerektiriyor. Halbuki Süleyman kâfir değildi diyor Allah (c.c.) Süleyman (a.s.) çeşitli âyet-i kerîmelerde özellikle Nemi Sûresinde de bildirildiğine göre, bir peygamberdir. Ve peygamberin vefatından sonra o kitap ellerinden atılıyor ve insanların ve Şeytanların uydurduğuna tabi olmaya başlıyorlar. Fakat kendilerinin bir kökleri olmayınca, dayanakları olmayınca, dayanak olarak yine bir peygamberi arıyorlar dikkat edin.

Hani günümüzde de öyledir. Günümüzde de kökü olmayan insanlar, tarihten kendilerine bir kök arama tarafına gidiyorlar. Efendim bu tür kanunları Osmanlı sultanları da yapmıştı diyorlar. Yani Kur'ân'a muhalif, sünnete muhalif kanunları Osmanlı sultanları da yapmıştı. Osmanlı sultanının böyle yapmış olması bir işin meşruluğunu göstermez. Kaldı ki, bu iddia da sağlam bir iddia değil. Yani onların böyle yaptığı konusunda getirilen deliller de sağlam değil yani. Ben de derim ki, Osmanlı sultanları böyle yapmamıştı.

Günümüzdeki insanlar kendi yaptıklarının bir dayanağını geçmişten arama ihtiyacındalar.

Günümüzde de bu konuda epeyce kitap yazılmıştır. O gün içinde Allah'ın kitabını atan ve Şeytan gibi insanların yaptığına tabi olanlar da bu Süleyman'ın yaptığı şeylerdir. Hani biz kendiliğimizden uydurmadık, Süleyman (a.s.) böyle yapıyordu diyorlar. Diyorlar ama Rabbimiz bunu reddediyor.

Süleyman kâfir değildi ama Şeytanlar onu inkâr ettiler, kâfir oldular. O Şeytanlar, insanlara sihri öğretiyorlar.

Bu âyet-i kerîme ile âlimlerimiz çok meşgul olmuşlar. Sihirle ilgili Kur'ân-ı Kerîm'de en teferruatlı âyet budur. Bu Bakara sûresinin 101. âyet-i kerîmesidir. Ve sihirle ilgili bilgileri ancak bu âyet-i kerîmenin tefsirinde bulursunuz. Türkçe yazılmış tefsirlerde en geniş bilgiyi veren de Elmalılı merhumdur. Elmalılı merhum da kendiliğinden vermemiş onu. Fahreddîni Razi'nin Tefsir-i Kebîrinden aynen terceme etmiş. Zaten bu konuda geniş bilgi vermede öncülüğü yapan Fahreddîni Razi'dir. Hepsinden önce bu eserini yazmış olması nedeniyle kendisinden sonra gelenlere öncülük yapmış. İbn-i Kesir de ondan nakiller vermiş, Elmalılı merhum da ondan nakiller vermiş. Bütün tefsir kitapları ondan nakiller vermiş. Tabiî bunların içerisinde bir kısmı da İsrail oğullarının uydurduklarını da nakletmişlerdir. Fakat halkımız genelde nedense uydurma olanlara fazla rağbet ettiğinden, halkımızın dilinde bu Harutla Mârut diyebilinen iki meleğin hikayesi ki uydurma bir hikayedir, yaygındır. Uydurma hikaye olduğu için ben burada anlatmayacağım. Çünkü zihinlerinize uydurması da olsa yerleşmesini istemiyorum.

Fakat âyet-i kerîmeleri dil açısından değerlendirerek şöyle mânâ vermişler bir kısmı.

"Süleyman'ın mülkü üzerine Şeytanların uydurduklarına tabi oldular. Daha Babil'de Barut ile Marut üzerine indirilenlere de tabi oldular" diyerek yukarıya atıf yapmışlar. Ona göre bir şeytanların uydurduklarına tabi oluyorlar, bir de Harut ile Marut isimli iki meleğe indirilene tabi oldular mânâsı çıkar.

Onlar da yani Harut ile Marut "bu bizim size Öğrettiğimiz şey bir imtihandır. Sakın bunlar sebebiyle kâfir olmayın" demedikçe onlara o sihri öğretmiyorlardı. .

Yani bu âyetten anladığımıza göre Harut ile Marut isimli iki melek, o Benî İsrail'den insanlara sihir öğretiyorlardı. Ama diyorlardı ki, bu sihir insanları küfre götürür. Bu bir imtihandır. Sakin ha bunu yapmayın diyorlardı. Karate hocasının "Bu bir spordur. Bununla adam da öldürülür ama size adam öldürmek için değil, savunma ve spor için öğretiyorum" dediği gibi.

Bu iki melekten kişi ile hanımının arasını açmanın yollarını öğreniyorlardı.

Ama Rabbim diyor ki, Onunla Allah'ın izni olmadan hiçbir kimseye onlar zarar veremezler.

Buradan anladığımıza göre 1. sihirle meşgul olanlar genelde Şeytanlar. Ve sihri mubah görenler kâfirlerdir. Bizim mezhep imamlarımız Ahmet b. Hanbel, İmam-ı Malik, İmam Ebu Hanife ve İmam-ı Safı hazretleri de ittifakla Sihri öğrenmek gayesiyle yani şerrinden emin olayım diye öğrenmek için okuyan kâfir olmaz. Ancak bu sihri yapayım, kullanayım diye sihri öğrenen kişi ve yapan kişi kâfir olur demişler. Ve h­men hemen dördü de ittifakla sihirbazın, sihirbaz deyince şu meydanlarda, sahnelerde oyun gösteren insan değil. Böyle karı kocanın arasını açmak isteyen, insanları öldürmeye yönelten, insanları hasta yapmak için uğraşan kişilerin öldürülmesine fetva vermişlerdir. Yani İslâmî bir devlet olsa böylesine sihir yaparak insanlara zarar vermek için uğraşan insanlara evvela tevbeyi teklif eder, bu işten vazgeçmesini teklif eder. Eğer bundan vazgeçmeyip yolunda devam etmeğe ısrar edecek olursa nerede ise dört mezhep imamıda ittifakla derler ki, bu adam kâfirdir. Çünkü âyet-i kerîmede yani bu 101. âyet-i kerîmede geçer.

Bir de; Ayet-i kerîmeden bu işi yapanların kâfir olduklarına hükmetmişler, müminken kâfir olan kişi mürted olacağından bu kişinin öldürülmesine de dört imanı ittifakla karar vermişlerdir.

Bu âyet-i kerîmelerin tefsirinde biraz önce de dediğim gibi Fahreddin-i Razı diyor ki, sihrin çeşitleri vardır.

1) Göz bağcılığı. Göz bağcılığı ki, günümüzdeki sihirbazların yaptığıdır. Bir oyun için eğlendirmek için yapılacak olursa bu günah değildir. Hani çıkıyorlar belirli işler yapıyorlar. Milleti eğlendirmek için, kimseye zarar vermiyorlar ama el çabukluğu marifet deyip bazı şeyler beceriyor. El çabukluğuyla doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterme hareketi. Bu bir sihirdir. Bunu yapana sihirbaz diyoruz. Bu hakikatte öyle değil ama bu adam bizim dikkatimizi bu tarafa çekiyor da, bu tarafta iş yapıyor. El çabukluğuyla bu işi yapıyor, beceriyor. Onunki aslında beyazı siyah, siyahı beyaz yapma olayı değil, gösterme olayıdır. Bunun hakikati yok. Ancak aldatmaca var. Göz aldatmacası var.

2) Yiyecek ye içecek maddeleri vermek suretiyle insan vücudu üzerinde meydana getirilen etki. Mesela afyonu veriyorsunuz. Şuurunu uyuşturduktan sonra insan hayal görüyor. Olmayan şeyleri görüyor. Kendine göre bir Cennet meydana getiriyor. Onun içinde geziniyor. Yani kendine göre bir Cennetin içerisinde dolaşıp duruyor. Böylesine insan şuurunun etkilenmesi söz konusu.

Hani Peygamber Efendimiz (a.s.v.) göz haktır demiş. Yani nazar haktır demiş. Bu da aslında insan vücudundaki enerjinin karşı taraf üzerinde meydana getirdiği etkidir. İşte yasaklanan sihre burası giriyor. Kişinin kendi vücudunda mevcut olan enerjiyle karşı taraf üzerinde zarar meydana getirmesi bu da sihirlerden bir sihirdir. Efendimiz (a.s.v.):

Sözde de sihir vardır diyor. Hani bir insan geliyor. İnsanların karşısına geçiyor. Öyle bir hararetli konuşma yapıyor ki, babayı kendisine çekiyor, oğlu başka tarafta kalıyor.

Türkiye'deki siyasilerin yaptığı bu. Söz sihri ile karı ile kocanın arasını açabiliyorlar. Oğulla babanın arasını açabiliyorlar Birisi bir partiye gidiyor. Birisi bir partiye gidiyor. Bu sefer evde de çıngar çıkıyor. Bunu sağlayan nedir? Onların dillerindeki sihirdir. O insanların gönüllerini kendilerine doğru çekebilmişlerdir.

Göz de insanlar üzerinde etkilidir. Hatta Batı'da denemeler olmuştur. Büyük bir yılanı aç bırakıyorlar. Yılanın açlık derecesine göre de tesir sahası azalıp çoğalıyormuş. Karnı tokken beş metreden ileriyi pek tutamıyor. Normal bir açlığa geldi mi yirmi metreden tavşanı tutabiliyor. Yani şöyle baktı mı tavşan hareket edemez hale geliyor. Ama iyice aç bırakıyorlar. Bu defa dermansız kalınca yine beş metrenin içerisinde tutabiliyor. Yani çok tokken de tutamıyor. Çok açken de tutamıyor. Ama normal açlığında belirli mesafe içinde onu tutuyor.

Aynen Öyle insanoğlu da kendi bünyesi içindeki mevcut enerjisiyle karşı taraf üzerinde etki meydana getiriyor. Onun için Peygamber Efendimiz "Nazar haktır" demiş. Gerçekten nazarın hak olduğunu kendi hayatımızda da görürüz bazen. Hani genelde insanlar eşlerini gözleriyle gördükten sonra severler. Gözler bakışır. Daha sonra gönüllerinde birşeyler meydana gelir. Arada hiçbir şey yok. Uzak bir mesafeden hanımınıza baktınız. O da size baktı ve evlenmeye karar verdiniz,, dünürcüler gönderdiniz. Böylelikle bir sevgi meydana geliverdi. Yani bakışlar, gönüllere sevginin yerleşmesine sebep oluyor. Bir göz ta uzaktaki bir göze bakıyor. Ve gönlüne sevgisini yerleştiriyor. İşte bu insanın öbür insanın gönlünde etki meydana getirmesi de bunlardan biridir.

3) Bir de insanın kendi dışında bazı ruhani yaratıklardan da yararlanarak sihir yapmasıdır demişler ki, cinler ve Şeytanlarla temas kurarak, insanlar üzerinde bir etki meydana getirmesi olabilir denilmiş. Yani bizim bu âyet-i kerîmenin tefsirini yapan âlimlerimiz genellikle sünni âlimlerimiz, insanın cinler ve şeytanlarla temas kurarak bir başkası üzerinde bir zarar meydana getirmesi mümkündür diyorlar. Allah'ın izni dâhilinde yalnız. Çünkü âyet-i kerîme; Allah'ın izni olmadan onlar hiçbir kimseye zarar vermezler. Allah'ın izni olduğu takdirde onlar sebep olurlar. Nasıl ki biz normalinde yemeğimizi yerken vücudumuza zarar vermezler. Ama uyutucu bir ilaç alacak olursak o bizim vücudumuza girince o bizi uyutuyor. Aynı şekilde hani burada ne yapıyor insan? Allah'ın yarattığı bir ottan yararlanıyor. Ve insanı uyutuyor. Öbür tarafta da yine Allah'ın yarattığı bir cinden veya Şeytandan yararlanıyor. Ve insan üzerinde etki meydana getiriyor. Yani afyonun, esrarın insan üzerindeki etkisine inanıyoruz. Bir. insan alıyor, yutturuyor, tesir meydana geliyor. Öbür tarafta da cinden veya Şeytandan yararlanmak suretiyle etki meydana gelir. Bir de kendisinden çıkardığı bir enerjiyle karşı tarafa etki meydana getirebilir demiş sünni âlimlerimiz.

Ama Mutezile'den bir kısım insan sihrin insan üzerinde zararı olmayacağını iddia etmişler. Felak ve Nas surelerinin tefsirinde de Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'a sahih senetlerle, yani Buhari ve Müslim'in verdiği haberle sihir yaptıkları haber veriliyor bize. Mutezile bu hadisleri de inkâr ediyor. Bu hadisler uydurmadır. Sonradan uydurulmuştur. Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'a sihir yapılmamıştır. Ve insanlar da insanlara sihir yaparak onların bedenlerine zarar veremezler diyorlar.

Ama âlimlerimiz hem bu âyet-i kerîmeyi delil getirerek, hem de Felâk ve Nas sûrelerinin tefsirinde verilen sahih hadisleri delil getirerek zarar verilebileceğini ve tabi olaylardan da misaller getirerek, nasıl ki, afyon Allah'ın yarattığıdır insana zarar veriyor. Esrar Allah'ın yarattığıdır insana zarar veriyor. Allah'ın yarattığı diğer yaratıklar da Rabbimin izni dahilinde manevî güçleriyle insana zarar verebilirler. Rabbimin izni olmayınca onlar da zarar veremiyorlar. Peygamber Efendimiz'e de Hayber seferinde zehirli koyun yedirmişlerdir ama, Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'a zarar vermemiştir. Bir defasında Halit b. Velid yutmuştur verdikleri zehiri. Ve şiddetli bir terleme ile çıkarıvermiştir. Yani zarar vermediği olur. Fakat genellikle zarar verdiğinden Allah'ın izni varsa ölürüm yoksa ölmem deyip de yutacak olursa intihar etmiş olur. Yani biz böyle bir denemeye girersek intihar etmiş günahını almış oluruz.

4- Bir de teknikten yararlanarak yapılan sihirler vardır. Günümüzdeki sihirbazların çoğu bu tekniklerden yararlanıveriyor. Hani yarısına kadar su dolu bir bardağa düz bir çubuğu soksanız, tam suyla boşluğun birleştiği yerde çubuk kırık görülür. Bu olayı hiç bilmeyen bir adamın önüne sihirbaz çıksa da dese ki bak bu düz olan çubuğu bu suyun içerisinde kıracağım ve gerçekten bakarsınız o boşlukla suyun kesiştiği yerde çubuk kırık görülür. Çıkarırsınız düz, içeri sokarsınız kırık görülür. Bu tür teknik olaylardan yararlanarak sihirbazlık da yapılmıştır. Geçmişte yapılmış. Günümüzde elektronikten yararlanarak daha cazip şeyler yapılıyor.

Harun Reşit zamanında birisi demiş ki, ben peygamberim. Mucize göster demişler. Bak şu taşı suyun içine atarsam orayı kaynatır demiş. Atmış ve kaynatmış. Kireç taşını bilmiyorlardı o gün için oradaki insanlar.

Kireç taşını suya atarsan orayı kaynatır ya. Onun elindeki de kireç taşıymış o kireç taşıyla da suyu kaynatmış.

Günümüzde karı koca arasını açmaya çalışan sihirle meşgul olan insanlara bir kere iyi gözle bakmayacağız. Ve hiç biri hoca değildir. Ben mümkün mertebe İstanbul içinde, dışında yolumun uğradığı varabildiğim yerdeki bu tür insanlarla hemen hemen tanıştım, hiç biri hoca değildi. Bir çoğu yeni yazıyla latin alfabesini de bilmez. Bir çoğu da Kur'ân okumasını bilmez. Rastgele çizgilerle insanları aldatıyor.

5- Fahreddîni Razi: "Sihrin bir çeşidi de daha ziyade geri zekâlı insanlar üzerinde etkili olur" diyor. Derler ki, "İsm-i Azam'ı yazacağım buraya. Ve bu İsm-i Âzam'ı ancak üzerinde taşıdığın müddetçe şöyle şöyle olacak, böyle böyle olacak. Ve sen de şunları yapacaksın. Yapmazsan çarpılırsın" der. Bu sefer adam onun etkisinde kalarak o işleri yapar. Yani biraz daha geri zekâlı insanlar üzerinde etkisi olur mu? olur. Günlük hayatımızda da bunların benzeri görülüyor. Halkımız buna güzel bir kelime bulmuş. Verende değil, alanda derler. Yani sihrini yazılıp kendisine alanda, asıl mesele verende değil derler. Hani adam çok etkili ve yetkili bir sihirbaza gitmiş muska yazdırmış. "Sıtma bu iti tutma, tutarsan da titretme demiş." Ve hakikaten de adama faydası olmuş. Yani doktorların da insana moral vererek tedavi etme yönü vardır. Bir taraftan ilaçla tedavi ediyorlar. Bir taraftan da moral veriyorlar. İyi oldun diyorlar. İyi olacaksın diyorlar. Hemen yarın seni taburcu edeceğiz, biraz yemen lazım filan diyorlar. Böylelikle kişide iyi olacağı kanaati hasıl olursa bütün hücreleri faliyete geçiyor. Zaten doktorun istediği de o. Bütün hücreler faaliyete geçince de hastanın tedavi olmasına yardımcı oluyor. Ben iyi olmam artık. Ben gittim artık derse boynuyla beraber bütün hücreler de boynunu bükermiş. Aktif duruma geçmiyor. Bu sefer hastalık galip geliyor. Bu adamın da yaptığı o. Yani bu nüsha ile seni sıtmaya karşı koruyacağım. Çok tesirli bir dua yazdım. İsm-i Âzam duası yazdım diyor. Ve adam da onun etkisi altında kalarak ona güveniyor. Faydası olur mu? Böylelikle faydası olur. Aslında Müslüman kendi kendisine moral vermiş olsa Allah'ın verdiği bu hastalığı yeneceğim ben dese ve gerekli ilaçlarını da kullanmış olsa, bu adam bu hastalığından kurtulur. Ve Rabbim de bize sığınılacak en güzel Felak ve Nas sûrelerini indirmiştir.

Peygamber Efendimiz (a.s.v.) da, bunları okuyarak kurtulmuştur. Onun için hiç bir insan size "Felak ve Nâs" sûrelerinden daha etkili bir nüsha yazamaz, bunu biliniz.

Filan hoca çok derin!!!. Bir hoca efendi; bu derin hocaların hepsini gezdim diyor. Sordum, adamların bütün derinliği surdan geliyor: Gencin biri gidiyor yâ hocam cünüp olmuşum yıkanamadım. Bir gün üzerinden geçti. Vay dedi diyor. Bastonunu çekti. Üzerine yürüdü. Halbuki derin hoca çaresini söyleyen hocadır. Değnek çeken hoca değil. Genelde değnek çeken hocalardır, derin olarak kabul edilenler. Çaresini söyleyen hocalar değil.

Onlar kesinlikle bildiler ki, muhakkak Midiler ki, onu satın alanların ahirette hiç bir nasibi yoktur. Kendilerine ne kötü şeyi satın almışlar. Eğer bilmiş olsalar.

Yani Kur"ân,ı, Tevrat'ı, İncil'i veriyorlar, atıyorlar. Onun karşılığında insanların ve şeytanların uydurduğunu alıyorlar. Allah (c.c.) diyor ki, onların o satın aldıklarından ahirette hiçbir nasipleri yoktur. Yani Allah'ın kitabını verip karşılığında insanın ve Şeytanın uydurduklarını almalarından ahirette bir nasipleri, payları yok. Onlar ne kötü şeyi değiştirdiler satın aldılar. Yahudiler ve Hıristiyanlar için söylenen bu âyet-i kerîme günümüzde de aynen geçerlidir. Yani Allah'ın kitabı Kur'ân-ı Kerîm'i arkaya atıp, onun yerine başka kitap almakla ne kötü şeyi satın aldıklarını bir bilselerdi. Keşke onu bilselerdi diyor Allah (c.c).

Biz bunları okuduktan sonra bilmeye çalışıyoruz. Bilmeye çalışmak demek, bilgi olarak hafızada tutmak demek değil. Bir şey biliyoruz; kitabı arkaya atmışız, elimize başka kitap vermişler. Yapılacak iş, arkadan kitabı alıp öne koymak, elimize verileni de arkaya atıvermek. Kurtuluş da buradan oluyor. Yani "bilmek amel etmek demektir" demişler. Yani biz bileceğiz. Rabbim keşke bilselerdi diyor. Peki bildik Yâ Rabbi, Öyleyse ne yapacağız? Kur'ân'ı Önümüze alacağız! Kur'ân yerine bize verilen kitabı arka tarafa atıvereceğiz.

20 Nisan 2009 Pazartesi

Bakara; 99-100-101

(99) "Andolsun biz sana apaçık âyetler indirdik. Bunlara fasıklardan başkası küfretmez."

Biz apaçık âyetler indirdik. Ayetler derken mucizeler de kasdedilmiştir. Allah (c.c.)'nün Kur'ân-ı Kerîm'indeki 6000 küsur âyet-i kerîme de kasdedilir. Ayet, bir şeyin varlığına işaret eden, doğruluğuna işaret eden vesika demektir. Yani Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'ın peygamber­liğini doğrulayan bu âyetler veya mucizeler Allah (c.c.) tarafından indiril­miş. Onu ancak fasıklar inkâr eder diyor Rabbim.

Fasık, fısk doğru yoldan dışarıya sapma, haddi aşma olarak tefsir edilmiş. Yani Allah (c.c.)'ın çizdiği bir sınır var. Bu sınırı dışarı çıkmaya fısk hareketi deniliyor. Çıkana da fasık deniyor.

Facirle fasıkın arasındaki fark ise; facir de açıkdan dışarıya çıkan mânâsına geliyor. Şeddi yani dinimin koymuş olduğu sınırı parçalayıp çı­kan mânâsına geliyor. Fakat ikisinin arasındaki ince fark demişler, birisi haddi aşar, Kur'ân'a ve sünnete karşı gelir ama bunu sessizce yapar. Facir ise bunu ayrıca ilan da eder. Facirle fasıkın arasındaki fark budur demiş­ler. Allah'ın âyetlerini ancak fasık olanlar inkâr ederler diyor Allah (c.c.)..

Günümüzde de Allah'ın âyetlerini inkâr edenler fasıklardır. Bu fasık­lar iki türlüdür. Yani Kur'ân-ı Kerîm'deki kullanılışı, hadis-i şeriflerdeki kullanılışı da iki türlüdür.

Allah'a, Rasûlüne, meleklerine, kitaplarının hepsine, Kur'ân'a ve Kur'ân'ın bütün âyetlerine iman ettiği halde, Allah'ın haram kıldığı bir şe­yi gönlü istemeyerek de olsa yapan bir kişi gene sınırı aşmış oluyor. Ve bu adam günahkâr oluyor. Ama buradaki fasık ise kâfir anlamındadır. Bu âyet-i kerîmeleri ancak fasık kişiler inkâr ederler derken bu fasık aynı za­manda kâfir insandır da.



(100) "Ne zaman bir söz vermişlerse işlerinden bir güruh onu atıp bozuvermedi mi? Hayır onların çoğu iman etmezler."



(101) Onlara ne zaman yanlarındakini tasdik etmek üzere Allah katından bir peygamber gelse kitap verilenlerden bir güruh sanki hiç bilmiyorlarmış gibi Allah'ın kitabını arkalarına attılar."

Ne zaman ki onlara Allah katından bir peygamber geldiğinde o pey­gamber ki onların yanındakini doğrulamak üzere gelmiş, yani Peygamber Efendimiz (a.s.v.) geliyor. Kur'ân-ı Kerîm'i getiriyor. O Kur'ân-ı Kerîm'de Tevrat hak kitaptır. Allah (c.c.) tarafından indirilmiştir, Musa (a.s.) da Allah'ın peygamberidir. İsa (a.s.) da Allah'ın peygamberidir diye onların elinde olanları doğruluyor. Ne zaman ki, Rabbim katından onların yanındakileri doğrulayan bir peygamber ve kitap gelirse, o kendilerine kitap verilenlerden bir kısmı O'nu atıveriyor. Allah'ın kitabını elleriyle arkalarına atıveriyorlar. Sanki hiç bilmiyorlarmış gibi oluyorlar.

Yani kitap hakkında hiç bilgileri yokmuş, kendilerine kitap verilme­miş gibi, Allah'ın kitabını elleriyle arkalarına atıyorlar. Bu âyet-i kerîmede Yahudiler ve Hıristiyanlar'dan bahsediliyor ama, bu işi yapan günümüzdeki insanlar da aynı katagoriye dahil oluyorlar.

Günümüzde de bir kısım insanlar, Allah'ın kitabını elleriyle arkaları­na alıvermişlerdir. Bir zamanlar bu milletin elinde okunmakta ve de amel edilmekte olan bu kitap belirli insanların etkisi ve yetkili elleriyle insan­ların arkasına atılıvermiş. Atılıverince toplumlar kitapsız kalır mı? Hayat­ta kitapsız bir toplum hiç olmamıştır. Mutlaka bir kitap bulmuşlardır.

Hani Hindistan'da insanlar ineğe tapmışlardır. Japonya'daki insanlar Güneşe tapmışlardır. Hindistan'da Tibet'in oralarda bir kısım insanlar da fareye tapmışlardır. Amerika'da her şeyi inkâr ediyoruz diyen bu günler­de gazetelerde de gündeme gelenler şeytana tapmaya başlamışlardır. Hat­ta şeytana tapanların Türkiye'de de bir grup oluşturdukları gazetelerde haber olarak veriliyor.

İnsanlar ibadet ettikleri bir yeri mutlak surette buluyorlar. Okuyacak­ları kitabı da mutlak surette buluyorlar. Yani Allah'ın kitabını okuyamazlarsa onu elleriyle arkaya atarlarsa, elleriyle önlerine alacakları bir kitabı ya buluyorlar veya kendilerine veriliyor. Allah (c.c.) da buna işareten di­yor ki, Onlar Allah'ın kitabını arkalarına atıverdiler de;



(102) "Onlar şeytanların uydurduklarına uydular. Halbuki Süleyman küfretmedi, ancak şeytanlar küfrettiler. Onlar insanlara sihri ve Babil'deki Harut ve Marut adlı iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek "Biz ancak fitneyiz sakın küfretme" demeden hiç kimseye öğretmezlerdi. O iki­sinden karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Halbuki Allah'ın izni olmadan kimseye zarar veremezlerdi. Onlara fayda ve zarar vermeyen şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun onlar onu (sihri) satın alanın ahirette hiç bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Nefisleri karşılığında satın aldıkları şeyin ne kadar kötü olduğunu keşke bir bilselerdi."

19 Nisan 2009 Pazar

Bakara 96,97,98

(96) "Andolsun sen onları insanlardan (hatta) müşriklerden de hayata düşkün bulacaksın. Onlardan her biri bin yıl yaşamayı ister. Halbuki onun çok yaşatılması onu azaptan uzaklaştırıcı değildir. Al¬lah onların ne yaptığını görüyor."

Onları insanların hayata en hırslısı olarak bulacaksın. Yani insanlar içerisinde bu dünya hayatına en hırslı olan milletin Yahudiler olduğunu ifade ediyor Allah (c.c.)Hatta, putperestlerden daha şiddetlidir, dünyaya hırslılıkta.
Allah (c.c.) her insana hırs vermiştir. Hırs bir nimettir. Yani hırs kötü bir şey değildir. Allah bize ne vermişse o güzeldir dedik. Allah bize inkâr kabiliyetini de vermiş o da güzeldir. Ama bu inkâr kabiliyetini Allah'a karşı kullanmayacağız.Ancak!
"Kim tağutu inkâr ederse" yani Allah'tan başka, kanun koyucu benim diyen bir adamı inkâr eder, Allah'a iman ederse, kopmayan Allah'ın sağlam ipine sarılmıştır diyor Allah (c.c.) bu insan için.
Yani kâfirin, tağutun inkâr edilmesi gerekiyor tarafımızdan. Onun olabilmesi için insanın inkâr kabiliyeti de olması lazım. Rabbim bunu vermiş. Her insana vermiş. Kâfir bu özelliği Allah'a karşı kullanıyor. Mü'min de Allah'a baş kaldıranlara karşı kullanıyor . Hırs Allah (c.c.)'ın bize verdiği bir kabiliyettir, her insana verilmiştir. Mü'minine de, kâfirine de vermiştir. Ama bize;
"Sizin üzerinize gayet hırslı" diyor Allah (c.c.)
Yani sizin Cehenneme gitmemeniz ve Cennete gitmeniz, mü'min olmanız için çok hırslı bir peygamberden bahsediyor.
Peygamber Efendimiz de hırslı ama, şöyle hırslı: Bütün insanlar müslüman olsa Ya Rabbi diye, Rabbi'ne dûa ediyor ve de çok çalışıyor.
Bunu ben bir hoca efendiye anlattım. Hocam bu konuda nasıl bir kolaylık getirelim, anlatım kolaylığı getirelim dedim. Dedi ki "çocukluğumda hırsım vardı. Yüce bir dağın tepesinde meselâ Toros dağlarında, böyle yüksek bir dağın uzun yolunu görsem acaba bu yol Mekke'ye mi gider derdim. Yolda iki adam görsem, şu adamlar gelse de cemaat olup öğle namazını kılsam derdim. Karşıda bir taş, kaya görsem AHah'û Ekber diye bağırırdım. Oradan gelen yankıyı dinlerdim. Yani gördüğüm her şeyi İslâm'a göre yorumlamaya çalışırdım." İşte hırs bu.
Çıktınız Cağaloğlu'nda bir adam gördünüz, aman Ya Rabbi şu ne müslüman olur ya dediniz. Bir general gördünüz. Aman Ya Rabbi, şu müslüman olsa ne mücahit olur ya. Alparslan gibi olur, Fatih gibi olur. Hz. Ali gibi olur bu adam dediniz. Yani hep böyle onun bu tarafta olması yani müslüman olması için hırslı olmamız gerekiyor.
Yahudiler de hırslı, her insanda hırs var. Ama Yahu di ler'deki hırs dünya hırsı. Daha önce de izaha çalışmıştık. Yahudi'nin hırsı farenin hırsı gibidir.
Fare şöyle deveyi bir görmüş aha demiş, Bunu yuvama bir götürürsem daha yedi sülâlemin çalışmasına gerek yok. Yularından şöyle bir tutmuş. Deve yumuşak başlı olurmuş. Fare gitmiş arkasından deve gitmiş, derken fare deliğine girmiş deve girememiş. Asılıyor gelmiyor, asılıyor gelmiyor. Geri çıkmış yavrum niye geliniyorsun demiş. Deve nasıl geleyim demiş. Fare buraya kadar benimle nasıl geldiysen yine öyle gel demiş. Bunun üzerine deve fareye bana bak, bundan sonra kendine göre rızık ara demiş ve şöyle başını bir sallamış fareyi duvara bir çarpmış parçalayıvermiş. Fare ölmüş.
Yahudi de şu anda dünyanın altununu kendine toplamak için bütün gücüyle sarılıyor. Bütün dünya devletleri de aslında bu işten rahatsız. Başta Amerika rahatsız. Hep kınayıp duruyor. Şu anda yalnız deve gibi arkasından gidiyor da bir gün gelecek yeter be yeter der, Şöyle bir çarparsa perişan olur. Bir zamanlar Almanya'da bütün imkânlar onların eline verilmiş. Yani deve gibi Almanları arkasından çekmiş çekmiş derken baş deve bir çırpmış tam üç milyonunu cayır cayır yakmış. Yine o günleri bekliyorlar. Öyle bir şey bekliyorlar. Onun için aklı başında olan Yahudiler Tel Aviv'de bazen yürüyüş yaparlar. Bu zulümler bizim başımıza bir belâ getirecek diye yürüyüş yapıyorlar. Yani tarih boyunca ne zamanki zulüm etmişiz. Zulüm hat safhaya varınca başımıza bir bela gelmiş, top yekûn imha edilmişiz, yine de imha günleri bekliyor diyorlar.
Türkiye'de bazı arkadaşlarımız efendim ehli kitapla ilgili âyet-i kerîme var diyorlar. Var doğru. Maide Sûresinde ehli kitapla ilgili âyet-i kerimelerde, onların yediğinden yiyebileceğimizi, yani yemeklerini yiyebileceğimizi, kızlarını alabileceğimiz konusunda âyet-i kerîme var.
Gerçekten İncil'e ve Tevrat'a iman ediyorlarsa, yoksa öyle sıradan bir Alman'm kızını almak olmaz. Soracağız, Hıristiyan mı değil mi? Çünkü bir Alman, bir Hollandalı, bir Belçikalı falan şu anda çoğunluğu ateist. İncil'e ve Tevrat'a ve Hz. İsa'ya ve Hz. Musa'ya inanmıyorlar. Ama gerçekten iman ediyoruz diyorlarsa evlenilebilir. Bu münâsebetleri tamamına şamil kılamayız.
Rabbim bir başka âyet-i kerîmede insanlar arasında mü'minlere en fazla düşman Yahudiler'dir diyor. Burada da dünya hayatına en hırslı olanı, müşriklerden de hırslı olanı Yahudiler'dir.
Bir kısım kardeşlerimiz efendim işte komünistlere karşı Amerika'yı tutmamız gerekir diye çok yazı yayınladılar. Ve ondan sonra da hani Şah döneminde hiç yazı yaymlamazdı İran aleyhinde. Şah döneminde hiç aleyhinde de yazı yazılmazdı. Şah da Amerika'nın bir uşağıydı. Aleviyse yine aleviydi. O zaman İran yine alevi'ydi, şii'ydi. Fakat aleyhinde yazıl¬mazdı. Ama ne zaman ki, Amerika'nın köpeği öldürüldü. Vay siz misiniz Amerika'nın köpeğine taş atan diye bizim sağcı yazarlar hâlâ bas bas bağırırlar.


(97) Deki, "Herkim Cibril'e düşman ise, bilsin ki O, kendinden öncekileri tasdik edici ve mü'minlere hidayet ve müjde olanı Allah'ın izni ile senin kalbinin üzerine indirdi.

Cibril'e Türkçe'de Cebrail diyoruz. Burada Cibril diye geçmiş. Kıraat-ı seb'a imamlarından bir kısmı Cebrail diye okumuşlar bir kıs¬mı da Cibril diye okumuşlar. Onların okumasıyla değil îabiki. Bizim sevdiğimiz Efendimiz (a.s.v.)'e hizmet veren Ashab, Peygamber Efendimiz'den öyle duymuş. Bir defasında Cibril diye okumuş. Öbür defasında Cebrail diye okumuş. Mütevatir bir şekilde kıraat imamlarımıza kadar gelmiş, imamlarımızdan bize kadar nakledilerek ulaştırılmıştır. Ve halkımızın diline Cebrail diye geçmiştir. Burada ise Cibril yani bu kıraatta Cibril. Yoksa diğer kıraatların bir kısmında da Cebrail olarak geçmiştir.
Cebrail (a.s.) ile Mikâil (a.s.)'a düşmanlık yapanların Allah'a düşmanlık yapmış olduklarını bildirir bu âyet-i kerîme.
Deki, kim Cebrail'e düşman olursa, bilsin ki, Kur'ân-ı senin kalbine O indirdi. Yani Kur'ân-i senin kalbine Cebrâii indirdi, Allah'ın izni ile. Kendinden öncekileri de tasdik etmek üzere indirdi. Yol göstermek üzere indirdi. Ve mü'minlere müjdelemek üzere indirdi Yani dün¬yada devleti, ahirette Cenneti mü'minlere müjdelemek ve onlara yol göstermek ve geçmiş kitapları tasdik etmek üzere Allah'ın izni ile senin kalbine kitabı O indirdi buyuruyor.

(98) "Her kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cibril'e ve Mikâil'e düşman olursa, şüphesiz Allah da kâfirlerin düşmanıdır."
Burada bütün melekler adına meleklerden yalnız Cebrail ile Mikâil'in ismi bize bildirilmiş, ama hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (a.s.v.) da "kim bir Allah dostuna düşmanlık yaparsa, Allah'a düşmanlık yapmış olur "diyor.
Buradan anladığımıza göre yalnız Cebrail ve Mikâil değil, bütün peygamberlere veya meleklerden herhangi birine düşmanlık yapan Al¬lah'a düşmanlık yapmış olur. Çünkü melekler ve Allah'ın peygamberleri
Allah'ın velileri ve Allah'ın dostlarıdır. Allah'ın dostlarına düşmanlık yapmak, Allah (c.c.)'ya düşmanlık yapmak gibidir.
Bu âyet-i kerîmenin sebeb-i nüzulünü anlatırlarken şöyle diyor tefsir çilerimiz:
Peygamberimiz Efendimiz (a.s.v.)'e, Yahudilerin ileri gelenlerinden biri veya birkaçı geldiler ve bazı sorular sordular. Bu sorulardan bir tanesi de "Peki sana vahiy getiren meleğin adı nedir?" Peygamberimiz:"Cebrail "deyince "biz Sana iman etmeyiz. Çünkü Cebrail bizim ezeli düşmammızdır. Çünkü Cebrail zelzeleleri, felaketleri meydana getirendir. Ve bir çok kavmin helak olmasına sebep olan da O'dur. Onun için biz O'nu sevmiyoruz. Veya O Cebrail Allah'ın bu vahyini bize getirmesi gerekirken Sana getirmiştir. Ondan dolayı biz O'na düşmanız. Eğer Sana vahyi Mikâil getirmiş olsaydı biz o zaman Sana iman ederdik ."diyerek ipe un serme tarafına gitmişlerdir.
Halbuki melekler âyet-i kerîmede ifade edildiği gibi; "Allah'a hiç bir şekilde isyan etmezler. Ve emrolunanı yaparlar." [206]
Emredilen bir işi yapan bir adama düşmanlık yapmak, emredene yapmak demektir. Hani bugünkü insanların kurduğu kanunlarda bile bu uygulanmaktadır. Yani Kur'ân'm ve sünnetin bu metodu uygulanmaktadır. Amirin emrini yerine getiren kişiye karşı gelmek, amire karşı gelmek olarak değerlendirilir.
Cebrail'in getirdiğine karşı gelmek, Cebrail'le o emri gönderen Allah (c.c.)'ya karşı gelmek gibidir.
Günümüzde bunun, yani bu Yahudilerin yaptığını bir kısım insanlarımız şöyle yaparlar. "Efendim işte filan yerdeki insanlara revamı idi bu. Bu deprem, bu bela, bu musibet, yer kayması veya ateşin fışkırması, lavların oradan kaynaması, Allah kahretsin bunu yapanı" gibi sözler Yahudiler'in Cebrail'e düşman olmasından farksız bir şeydir. Ona gerekli olan tedbir almaktır. Yani onun görevi tedbirini almaktır. Orada lav'ın patlıya-cağını ilmî araştırmalarla bilmelidir. Ve ona göre tedbirini almalıdır.

Kaygan yerlerde kurulacak evlerin nasıl yapılacağını ayarlamalı ona göre hesabım yapmalı ve öylece yerleşim yerlerini tesbit etmelidir. Yoksa Allah (c.c.)'nün tabiata koyduğu kanunlar vardır. Ve o kanunları da icra eden görevli melekleri vardır. O melekler de emredileni yaparlar. O emredileni yapan meleklere düşmanlık yapmak, emri veren Allah (c.c.)'e düşmanlık yapmaktır ki, o takdirde Allah (c.c.) de onlar için düşmandır. Tarih boyunca Allah'a düşmanlık yapanların hepsi helak olmuş gitmiş. Allah (c.c.) ise bakidir. İlâ nihaye baki olarak da kalacaktır.