30 Nisan 2012 Pazartesi

A'raf Suresi 138-147 Tefsiri - Mevdudi



138- İsrailoğullarını denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa'ya dediler ki: "Ey Musa, onların ilahları (var; onlarınki) gibi sen de bize bir ilah yap." O: "Siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz"dedi.

"Bu insanlar", "Sina yarımadasında askeri bir garnizon olan Mafka'da yaşayan Mısır'lılardı. İsrailliler Kızıldeniz'i, muhtemelen şimdiki Süveyş ili ile İsmailiye arasında bir yerden geçerek yolculuklarını o zamanlar Mısır'ın hakimiyeti altında olan yarımadanın güneyine doğru, kıyı boyunca sürdürdüler. Daha aşağılarda bakır ve zümrüt maden ocakları bulunuyordu. Bunların korunması için Mısırlılar buralara yakın yerlere bazı askerî garnizonlar kurmuşlardı. Bunlardan birisi, Mısırlıların, yarımadanın güneybatısında kalıntıları bugün bile durmakta olan büyük bir tapınak inşa etmiş oldukları Mafka'da bulunuyordu. Buna yakın başka bir yerde, Sami kavimlerinin ay tanrısına tahsis edilen başka bir tapınak da bulunmakta idi. Muhtemelen İsrailliler bu tapınağın yanından geçerken yapay bir put edinme hevesine kapılmış ve Hz. Musa'dan böyle bir istekte bulunmuşlardır.


Bu olay, Mısırlıların kültürünün, esaretleri sırasında İsrailoğulları'nın üzerinde derin izler bıraktığını gösterir.



Hz. Musa'nın (a.s) ilk halefi Nuh'un oğlu Yeşu'nun (Yuşa) Mısır'dan çıkışlarından yetmiş yıl sonra İsrailliler'e irad ettiği son hitabesindeki sözlerden, buna kolayca hükmedilebilir:

"Ve şimdi RABB'den korkun, samimî olarak gerçekten ona kulluk edin, ırmağın öteki tarafından ve Mısır'da atalarınızın taptığı ilâhları bırakın ve Rabb'e kulluk edin. Ve eğer, Rabb'e kulluk etmek gözünüze kötü geliyorsa, atalarınızın kulluk yaptıkları ırmağın ötesindeki ilahlara mı, yoksa Amovîlerin ilahlarına mı, kime kulluk edeceğinizi bugün tayin edin, fakat ben ve ev halkım, Rabbe kulluk edeceğiz". (Yeşû, 24: 14-15) .


Bu, Hz. Musa'nın kırk ve peygamber Yeşû'nun yirmi sekiz yıllık talim ve rehberliğinden sonra bile İsraillilerin, Mısır Firavunlarının hakimiyeti altında geçirdikleri uzun kölelik sırasında, hayatlarına bulaşmış olan kötü tesirlerinden kendilerini temizleyemediklerini gösterir. İşte bu, o ifsat olmuş müslümanların, Mısır'dan çıkışlarından sonra bir put tapınağı görür görmez, Mısırlı efendilerinin kulluk ettiği o tanrıların önünde secdeye kapanmaya son derece hevesli olduklarının nedenidir.



139- Onların içinde bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler (ibadetler) de geçersizdir."
140- "O sizi alemlere üstün kılmışken, ben size Allah'tan başka bir ilah mı arayacağım?"
141- "Hani size dayanılmaz işkenceler yapan, kadınlarınızı sağ bırakıp erkek çocuklarınızı öldüren Firavun ailesinden sizi kurtardık. Bunda Rabbinizden sizin için büyük bir imtihan vardı."


142- Musa ile otuz gece sözleştik ve ona bir on daha ekledik. Böylece Rabbinin belirlediği süre, kırk geceye tamamlandı. Musa, kardeşi Harun'a "Kavmimde benim yerime geç, ıslah et ve bozguncuların yolunu tutma" dedi.


Mısır'dan ayrıldıktan sonra İsrailoğulları, esaret bağlarından kurtularak hür hale gelip, bağımsız bir millet olduklarında, kavminin uyacağı şeriat, kendisine talim edilmek üzere Hz. Musa (a.s) ilâhî bir emirle Tur-ı Sina'ya çağrılmıştı. Bu, burada zikredilen davet serilerinden ilkidir. Kendisine verilen bu ağır misyonun gerektirdiği formasyonu kazanmasını sağlayacak oruç, zühd, ibadet, dua, iç murakebe, arınma ve tefekkür için, Hz. Musa (a.s) kırk günlüğüne buraya çağrılmıştı. Hz. Musa (a.s) bu esnada kavmini, Nabi Salih ile Tur-ı Sina arasında Vadi'ş-Şeyh denilen yere bırakmıştı. Meydanı'r-Raha denilen mevkidir. Vadinin bir tarafında mahalli söylentilere göre Hz. Salih'in (a.s) Semûd topraklarından göç edip yerleştiği tepecik yer alır. Hz. Salih'in (a.s) anısına dikilen cami bugün bile orada durmaktadır. Vadinin diğer ucunda "Cebel-i Harun" denilen ve rivayet edildiğine göre, İsrailoğulları'nın buzağıya tapmalarını protesto etmek üzere Hz. Harun'un gittiği yer olan bir tepecik vardır. Vadinin üçüncü tarafında, deniz seviyesinden yaklaşık 7359 fit yükseklikte ve çoğu zaman bulutlarla kaplı Sina dağı vardır. Bu dağın tepesinde, Hz. Musa'nın (a.s) kırk gün ve geceyi geçirdiği dolayısıyla ziyaret için kutsal bir mahiyet kazanmış olan mağara bulunur. Mağaraya yakın müslümanların bir camisi, Hıristiyanların bir kilisesi ve dağın eteğinde de, Bizans İmparatoru Jüstinyen devrinde inşa edilmiş bir manastır vardır.

Daha fazla bilgi için bkz. Kasas an: 9-10.


Hz. Harûn, Hz. Musa'dan iki üç yaş daha büyük olmasına rağmen peygamberlik görevi hususunda O'nun emri altındaydı. Gerçekte Hz. Harun bir peygamber olarak, Hz. Musa'nın tebliğ çalışmalarında ona yardımcı olmak üzere vazifelendirilmiştir. O'nun Allah tarafından Hz. Musa'ya yardımcı olarak görevlendirilmesi konusu Furkan 35'te şöyle belirtilmektedir: "Biz Musa'ya kitap vererek kardeşi Harun'u ona yardımcı yapmıştık."



143- Musa tayin edilen sürede gelince ve Rabbi de onunla konuşunca: "Rabbim, bana göster, Seni göreyim" dedi. (Allah:) "Beni asla göremezsin. Ama şu dağa bak; eğer o yerinde karar kılabilirse, sen de beni göreceksin." Rabbi dağa tecelli edince, onu param parça etti, Musa bayılarak yere düştü. Kendine geldiğinde: "Sen ne yücesin (Rabbim) . Sana tevbe ettim ve ben iman edenlerin ilkiyim" dedi.

144- (Allah:) "Ey Musa" dedi. "Sana verdiğim risaletimle ve seninle konuşmamla seni insanlar üzerinde seçkin kıldım. Sana verdiklerimi al ve şükredenlerden ol."


145- Biz ona Levhalar'da her şeyden bir öğüt ve her şeyin yeterli bir açıklamasını yazdık. (Ve:) "Şimdi bunlara sıkıca sarıl ve kavmine de emret ki en güzeliyle sarılsınlar. Size fasıkların yurdunu pek yakında göstereceğim" (dedik) .


İncil, bu iki levhanın kalın taş kalıpları halinde olduğunu söyler. Kur'an-ı Kerim ve İncil, her ikisi de, levhalardaki yazıyı Allah'a atfederler. Yine de, elimizde bu yazı işinin nasıl yapıldığını anlatan açık bir kaynak mevcut değildir. Binaenaleyh, levhalar üzerindeki yazının doğrudan doğruya Allah tarafından mı, aracı bir melek vasıtasıyla mı, yoksa Hz. Musa (a.s) eliyle mi yazıldığını kesinlikle bilmemekteyiz.


"İlâhî düstur ve açıklamalar doğru ve açık anlamları içerisinde uygulanmalıdır ki, saf bir kalb ve hüsnüniyet sahibi normal zekâlı herhangi bir insan tarafından kolayca kavranabilsin". Bu şart, yasal safsataları ile, ilâhî emirleri değiştirebilmek için şeytanca hile ve aldatma yolları arayıp duran kimselerin kılı kırk yarışlarıyla, bir insanın bu emirleri karıştırmaması ve şaşırmaması içindir.



"Yolunuza devam ederken, ilahî kanuna uymayan, Allah'a ibadet etmeyi ve itaat yollarını terkeden ve bâtılın o dar yollarında yürümekte ısrar eden kimselerin ev ve barınaklarının kalıntılarını göreceksiniz. Bu harabelere rastladığınız zaman, böyle sapık yolları benimseyenlerin akıbetini, bizzat kendi kendiniz hemen farkedersiniz."



146- Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden engelleyeceğim. Onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar; dosdoğru yolu (rüşd yolunu) da görseler, onu yol olarak benimsemezler, azgınlık yolunu gördüklerinde ise, onu yol olarak benimserler. Bu, onların ayetlerimizi yalan saymaları ve onlardan gafil olmaları dolayısıyladır.

"İşte Benim Kanunum: Kibir ve gurur ile hareket eden insanlar herhangi bir ibret işaretinden hiçbir nasihat alamazlar ve kendilerine ders verebilecek herhangi bir şeyden de hiçbir şey öğrenecek değillerdir."


Kur'an-ı Kerim'e göre, kendisinin, Allah'a boyun eğmekten, kul olmaktan daha üstün olduğunu düşünen, O'nun emirlerine aldırış etmeyen ve sanki Allah'ın kulu ve Allah da onun Rabbi değilmiş gibi tavır takınan bir kimse yeryüzünde mağrur ve kendini beğenmiş biridir. Açıkça böyle bir küstahlık hiçbir haklı gerekçeye dayanamaz. Zira hiçbir kulun Allah'ın arzında yaşarken, sanki O'nun kulu değilmiş gibi bir tavır içinde olmaya hakkı yoktur. Bundan dolayı Allah: ".... haksız yere böbürlenip övünenler..." diye buyurmaktadır.



147- Ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalan sayanlar, onların amelleri boşa çıkmıştır. Onlar yaptıklarından başkasıyla mı cezalandırılacaklardı?

 "... Onun amelleri boşa çıkmıştır...", hiçbir faydalı netice vermemiş ve kıymetsiz, değersiz olmuşlardır. Zira bunlar insanın amellerini anlamlı kılan, iki temel şartı taşımamaktadırlar. Bu amellerin ifa gayesinin sadece bu dünyada değil ahirette de kurtuluşa ermeyi hedeflemesi şartıdır. 

Herhangi bir amelin yapılmasında bu iki şart yerine getirilmezse, o iş boşa çıkacak demektir. İlâhî hidayet'e karşı çıkarak veya buna aldırış etmeksizin yapılan herhangi bir amelin, Allah'ın herhangi bir mükâfatına lâyık olmayacağı açıktır. Böyle kimselerin durumu, mal sahibinin arzusunun hilâfına onun arazisinden zorla gasp ederek faydalanan zorba kimsenin haline benzer. Bu kimseye, böyle haksız kazanç ve gasbdan dolayı ancak şiddetli bir ceza müstahaktır. Arazinin gerçek sahibi onun bu küstahlığına göz yumduğu sürece ondan faydalanabileceğini bilmesine rağmen, o zalim, bir gün zorla elinden bunun gideceğini de bilir. Gerçek sahibi, toprağını gasbedenden geri alınca, artık elde edilen mahsulden o zorbanın pay alması için bir neden kalmamıştır. (Zaten kendisi de bunu bilmektedir) .

29 Nisan 2012 Pazar

A'raf Suresi 132-137 Tefsiri - Mevdudi



132- Onlar: "Bizi büyülemek için bize mucize (ayet) olarak her ne getirirsen getir, yine de biz sana inanacak değiliz" dediler.

Bu, Firavun'un etrafındakilerin kesinlikle sihir olmadığını bildikleri şeye halâ sihir demelerindeki yobazlık ve inatçılıklarının en uç noktasıydı. Sihrin, bütün bir ülkenin kıtlık ve açlığına sebep olamayacağını aptal bir kimse bile bilir. Kur'an-ı Kerim, aynı hikâye ile ilgili olarak Neml suresinin 13 ve 14. ayetlerinde şöyle der: "Delillerimiz, aşikâr bir şekilde onlara geldiği zaman, onlar da apaçık bir büyüdür dediler. Kendileri bunlara inandıkları, kabul ettikleri halde zulümleri ve kibirleri yüzünden inat ederek ayetlerimizi inkâr ettiler, bak da gör, fesatçıların akıbeti ne oldu."


133- Bunun üzerine biz de, ayrı ayrı mucizeler (ayetler) olarak üzerlerine tufan,çekirge, buğday güvesi*, kurbağa ve kan musallat kıldık. Yine büyüklük tasladılar ve suçlu-günahkâr bir kavim oldular.

Her ne kadar bu herhangi bir şekilde de olabileceği gibi, büyük bir ihtimalle, dolu taneleri ile karışık yağmur fırtınası halinde vuku bulmuştu. İncil'in bundan, yağmur fırtınası olarak değil de sadece "şiddetli dolu tanelerinin inmesi" şeklinde bahsetmesine rağmen yaygın olan fırtına kelimesi tercih edilmektedir.


*Esas olarak, bit, sinek, sivrisinek, küçük çekirgeler, buğday biti ve benzeri gibi küçük haşerat mânâsına gelir. Mümkündür ki, geniş anlamları olan bu kelime bit ve sivrisineklerin insanlara ekin böceklerinin de tahıla aynı anda musallat olmuş olmaları nedeniyle kullanılmaktadır. 


Mukayese için bkz. Zuhruf 48. AyetBiz onlara biri ötekinden daha büyük olmayan hiç bir ayet göstermedik. Belki dönerler diye, biz onları azabla yakalayıverdik.

Burada ise, Allah'ın Hz. Musa'ya verdiği şu mucizeler kastolunmaktadır:


1) Sihirbazlar ile Hz. Musa karşı karşıya geldiklerinde, sihirbazlar yenilirler ve müslüman olurlar.
2) Hz. Musa'nın önceden haber verdiği üzere Mısır'a kıtlık gelince, Firavun, Hz. Musa'dan dua etmesi için ricada bulunur. O da dua edince kıtlık sona erer.
3) Hz. Musa'nın önceden haber verdiği üzere sel, dolu ve şimşek dolayısıyla birçok yerleşim bölgesi ve tarla zarar görünce, Hz. Musa, Firavun'un ricası üzerine dua eder ve belâ def olur.
4) Mısır üzerine bir bulut gibi yayılan çekirgeler, Hz. Musa'nın dua etmesi üzerine dağılırlar. Bu olayı da Hz. Musa daha önceden haber verir.
5) Tüm Mısır'ı bit ve pireler kaplayınca, insanlar ve hayvanlar büyük bir eziyet içerisinde çaresiz kalır ve buğday ambarları mahvolur. Ancak bu afet de, Hz. Musa'nın dua etmesi ile birlikte sona erer.
6) Hz. Musa'nın daha önceden bildirdiği üzere, tüm kurbağalar karaya hücum ederler, ancak yine Hz. Musa'nın duasıyla yerlerine dönerler.
7) Hz. Musa'nın daha önceden bildirdiği üzere kan afeti, etrafı sararak Mısır'daki bütün sular kana dönüşür ve nehirler, kuyular, havuz ve çeşmeler kanla dolar, balıklar ölür. Sonuçta tüm Mısır halkı kan kokusu içinde, susuz kalırlar. Ancak, Firavun Hz. Musa'dan dua etmesi için ricada bulunur, o da dua edince azab sona erer. 



Kitab-ı Mukaddes'de (Çıkış 7-12 bölümler) bu azab hakkında ayrıntılı biçimde bahsedilmiştir. Fakat orada gerçekler ile hikayeler birbirlerine karışmıştır. Örneğin Kitab-ı Mukaddes'de sihirbazların azab geldiği zaman suyu kan haline dönüştürdükleri ve böylece bunun bir sihir olduğunu ispat ettikleri anlatılmaktadır. Fakat bitlere gelince, sihirbazlar çaresiz kalıp bunun Allah'ın bir işi olup sihir olmadığını söylemişlerdir. Ayrıca kurbağaları da tıpkı Hz. Musa gibi derelerden çıkarmışlar ancak, yine de Firavun Hz. Musa'ya "bu azabı başımızdan def etmesi için Rabbine dua et" diye ricada bulunmuştur. Bu noktada dikkate değer bir husus vardır. Şayet sihirbazların bu kurbağaları derelerden çıkarmaya güçleri yetiyorsa, o takdirde onları geri göndermeye de güçleri yetmesi gerekirdi. Nitekim aynı iddia, suyun kana dönüşmesi hususunda da ileri sürülmüştür. Tüm bunlardan Kitab-ı Mukaddes'in tahriften azâde bir kitap olmadığı ve onun içine birçok hikâyenin uydurularak sokulduğu anlaşılmaktadır.               



134- Başlarına iğrenç bir azab çöküverince, dediler ki: "Ey Musa, Rabbine -sana verdiği ahid adına- bizim için dua et. Eğer bu iğrenç azabı üzerimizden çekip-gideriverirsen, andolsun sana iman edeceğiz ve İsrailoğullarını seninle göndereceğiz."
135- Ne zaman ki, onların erişebilecekleri bir süreye kadar, o iğrenç azabı çekip-gideriverdik, onlar yine andlarını bozdular.
136- Biz de onlardan intikam aldık ve ayetlerimizi yalan saymaları ve onlardan habersizmişler (gibi) olmaları nedeniyle onları suda boğduk.


137- Kendisine bereketler kıldığımız yerin doğusuna da, batısına da o hor kılınıp-zayıf bırakılanları (müstaz'afları) mirasçılar kıldık. Rabbinin İsrailoğullarına olan o güzel sözü (vaadi) , sabretmeleri dolayısıyla tamamlandı (yerine geldi) . Firavun ve kavminin yapmakta oldukları ve yükselttiklerini (köşklerini, saraylarını) da yerle bir ettik.


Yani, "İsrailliler, Filistin'e varis kılındı". demektir. Bazı yorumcular bundan, İsraillilerin Mısır'ın efendileri kılındıkları anlamını çıkarırlar. Fakat biz, ne Kur'an-ı Kerim'in bu bölümde buna doğrudan bir işaret olmadığından ve ne de bunu destekleyecek tarihî herhangi bir delil bulunmadığından bu tercemeyi kabul etmekte müteredditiz. 

Bkz. Kehf, 59-60. Ayetler ve tefsiri: İşte ülkeler (ve onların halkları) , zulme saptıkları zaman onları yıkıma uğrattık; ve yıkımları için de bir buluşma-zamanı tesbit ettik. Hani Musa genç-yardımcısına demişti: "İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim ya da uzun zamanlar geçireceğim." 

Helâk edilen memleketler, Kureyşlilerin ticaret yolculuklarında rastladıkları ve diğer Araplar tarafından da çok iyi bilinen Sebe, Semûd, Medyen şehirleri ve Lût kavmi idi.

Gerçi bu hikaye kafirlerin sorusuna bir cevap olarak anlatılmıştır, ama aslında hem kafirlere hem de müminlere önemli bir gerçeği vurgulamak için de kullanılmıştır: Olayların sadece görünen yönlerinden sonuç çıkaran kimseler bu çıkarımlarından çok ciddi bir hata yapmaktadırlar. Çünkü onlar sadece görüneni görmekte ve onların altında yatan ilâhî hikmeti kavrayamamaktadırlar. Onlar günlük hayatta zalimlerin zenginliğini ve masum insanların zayıflığını, isyankarların refah içinde, itaatkârların ise zorluklar içinde olduklarını, günahkârların zevk içinde, dindarların ise acı içinde olduklarını gördüklerinde şaşkınlığa düşmekte ve onların ardında yatan hikmeti anlayamadıkları için yanlış anlamanın kurbanı olmaktadırlar. Kafirler ve zalimler bundan bu dünyanın hiç bir ahlâki kurala bağlı olarak işlemediği, bu dünyanın hiç bir hakimi olmadığı ve eğer varsa bile bu hakimin adaletsiz ve akılsız olduğu sonucunu çıkarmaktadırlar; o halde insan dilediği her şeyi yapabilir. Çünkü hesap verilecek kimse yoktur. Diğer taraftan müminler bunları gördüklerinde o denli sıkılıp cesaretleri kırılmaktadır ki, imanları zor bir imtihana tabi tutulmaktadır. Bu mucizenin ardında yatan hikmeti açığa çıkarmak için Allah gerçeğin üzerinden perdeyi aralamış, böylece Musa gece gündüz meydana gelen olayların ardındaki hikmeti gerçeği görenlerden ne denli değişik olduğunu görebilmiştir.


Şimdi şöyle bir soruyu ele alalım: Bu olay nerede ve ne zaman meydana geldi? Kur'an bu konuda hiç bir şey söylemez. Bu konuda Avfi'nin rivayet ettiği İbn Abbas'dan nakledilen bir söz vardır: "Bu olay, Firavun'un helâk edilişinden ve Musa (a.s) kavmini Mısır'a yerleştirdikten sonra meydana gelmiştir." Fakat bu, İbn Abbas'dan rivayet edilen ve Buhari gibi diğer güvenilir hadis kitaplarında zikredilen başka hadislerle desteklenmemiştir. Musa (a.s) 'ın kavmini Firavun'un helâkından sonra Mısır'a yerleştirdiğini ispatlayan başka bir kaynak da yoktur. Bunun tam aksine Kur'an Musa'nın Mısır'dan çıkışından sonra tüm zamanını çölde (Sina ve Tih) geçirdiğini söyler. Bu nedenle Avfi'nin hadisi kabul edilemez. Fakat eğer olayın ayrıntılarını göz önünde bulundurursak iki şey açığa çıkmaktadır: 1) Bunlar, Musa'ya (a.s) peygamberliğin ilk yıllarında gösterilmiş olmalıdır, çünkü bu tür şeyler, peygamberliğin ilk döneminde eğitim ve öğretim için gereklidir. 2) Bu hikaye Mekke'li müminleri rahatlatmak ve teskin etmek için anlatıldığından dolayı, bu mucizelerin Musa'ya (a.s) İsrailoğulları'nın, bu surenin indirildiği dönemde Mekke'li müşriklerin müminlere yaptığı işkencelerin aynısı ile karşılaştığı bir dönemde gösterildiği sonucuna da varılabilir. Bu iki noktaya dayanarak (Gerçeği yalnız Allah bilir) bu olayın Firavun'un İsrailoğulları'na yaptırdığı işkencenin en şiddetli olduğu dönemde meydana geldiğini söyleyebiliriz. Aynen Kureyş liderleri gibi Firavun ve çevresindekiler de azabın gecikmesini, kendi üzerlerinde kendilerini hesaba verecek hiç bir güç olmadığının ispatı sanarak aldanmışlardı. Ve işkence çeken Mekkeli müslümanlar gibi Mısır'lı müslümanlar da şöyle feryat ediyorlardı: "Rabbimiz! Bu zalimlerin hakimiyeti ve bizim zavallılığımız daha ne kadar sürecek?" O denli ki Hz. Musa şöyle dua etti: "Rabbimiz! Şüphesiz sen Firavun'a ve önde gelen çevresine dünya hayatında bir ihtişam ve mallar verdin. Rabbimiz, senin yolundan saptırmaları için mi?" (Yunus: 88) .



Eğer bizim tahminimiz doğru ise, o zaman bu olayın Musa'nın (a.s) Sudan'a yolculuğu sırasında meydana geldiği ve iki denizin birleştiği yer ile Mavi Nil ile Beyaz Nil'in birleştiği bu günkü Hartum şehrinin kastedildiği sonucuna varabiliriz.



Kitab-ı Mukaddes bu konuyla ilgili hiçbir şey söylemez, fakat Talmud bu olaya değinir, ama olayın kahramanı Musa (a.s) değil, Levi'nin oğlu Rabbi Jochanane'dır. Yine Talmud'a göre diğer kişi canlı olarak semaya yükseltilen ve orada dünyanın yönetimi için meleklerle birleştirilen Elijah'dır. (The Talmud Selections H.Polano, S. 313-16) 



Çıkıştan önce meydana gelen olaylar gibi bu olayın da doğru olarak aktarılmış olması, fakat yüzyıllar geçtikçe bunda değişiklik ve tahrifler yapılmış olması mümkündür. Fakat ne yazık ki bazı müslümanlar da Talmud'dan etkilenmiş ve Musa kıssasının Musa ile ilgili değil aynı anda başka bir şahısla ilgili olduğuna inanmışlardır. Bu müminler Talmud'un isnadının zayıf olduğunu unutmaktadırlar; hem Kur'an'ın "Musa" adında belirsiz bir kimsenin başından geçen bir olaya değindiğini kabul etmemize de hiç bir sebep yoktur. Dahası Ubey ibn Ka'b'dan rivayet edilen bir hadisden Hz. Peygamber'in (s.a) bu olayı açıklığa kavuşturduğunu ve Musa ile Hz. Musa'nın (a.s) kastedildiğini öğrenmekteyiz. Bir müslümanın Talmud'un bir görüşünü kabul etmesine bir sebep de göremiyoruz.



Oryantalistler, genelde olduğu gibi, tarihin "kaynaklarına" bir "araştırma" yapmışlar ve şunlara işaret etmişlerdir: "Kur'an'da anlatılan hikaye şu üç kaynağa dayandırılabilir: 1) Gılgamış Destanı 2) Süryani iskendernâme 3) Elijah ile Levi'nin oğlu Rabbi Joshua ile ilgili Yahudi efsanesi (İslâm Ansiklopedisi (yeni baskı) ve Shorter Encyclopaedia of İslâm- Hızır başlığı.) Bu kötü niyetli "bilginler" her şeyden önce "bilimsel araştırmaları"nı Kur'an'ın Allah tarafından vahyolunan bir kitap olmadığını ispatlamak için kullanırlar. Böylece onlar, Hz. Muhammed'in (s.a) vahiy olarak iddia ettiği şeylerin böyle "kaynaklar"dan elde edildiğini ispat etmiş olacaklardır. Bu konuda bu utanmaz insanlar öyle akıllıca ve hileli bir şekilde "deliller" ve "iktibaslar" kullanmaktadırlar ki, insan onların "araştırmaları"nın doğruluğuna inanmaya başlamaktadır. Eğer bunların yaptıkları şey "araştırma" ise o zaman insanın böyle bir "araştırma ve bilgi"yi lanetlemeye hakkı vardır.



Biz onlardan "araştırma"larını daha da açıklamaları için aşağıdaki soruları cevaplamalarını istiyoruz.



1) Kur'an'ın belirli bir iddiasını birkaç eski kitaba dayandırdığı konusunda hangi deliliniz var? Böyle bir iddiayı, Kur'an'da anlatılan bazı olayların bu kitaplardakine benzemesine dayandırdığı için "araştırma" olarak kabul edemeyiz.



2) Kur'an'ın indirildiği dönemde Mekke'de Peygamber'in (s.a) Kur'an için materyal topladığı bir kütüphane olduğu konusunda bir bilgiye mi sahipsiniz? Bu soru yerinde bir sorudur, çünkü Kur'an'daki kıssa ve fikirlerin kaynağı olarak kabul ettiğiniz çeşitli dillerdeki birçok kitap toplandığında, yeteri kadar büyük bir kütüphane meydana gelir. Hz. Muhammed'in (s.a) bu kitapları çeşitli dillerden Arapça'ya tercüme eden mütercimler tuttuğu konusunda, elinizde bir delil mi var? Eğer böyle değilse ve sizin iddianız sadece Peygamber'in (s.a) Arabistan dışına yaptığı birkaç yolculuğa dayanıyorsa, şöyle bir soru sorulabilir: Peygamber'in (s.a) Peygamberliğinden önce böyle kaç kitap kopya edebilmiş veya kaç kitap ezberleyebilmiştir? Nasıl oluyor da Peygamberliğin gelişinden bir gün önce bile onun konuşmalarında, (daha sonra Kur'an'da nazil olan) bu topladığı bilgilerin etkisi görülmemiştir?



3) Nasıl olmuş da Peygamber'in (s.a) çağdaşı Mekke'li Yahudi ve Hıristiyan kafirler, sizin gibi böyle bir delil peşinde oldukları halde Peygamber'e (s.a) böyle bir suçlamayla karşı çıkmamışlardır? O dönem müşriklerinin böyle bir fırsatı değerlendirmek için yeterli nedenleri vardı, çünkü onlara Kur'an'ın vahyolunmuş bir kitap olduğu ve ilâhî bilgiden başka kaynağı olmadığı iddiasının tersini ispatlayacak bir delil bulmaları ve eğer Kur'an'ın insan sözü olduğu doğru ise onun bir benzerini meydana getirmeleri teklifi yapılmıştı. Bu teklif o dönem İslâm düşmanlarının iddialarını boşa çıkarmış ve Kur'an'ın dayandığı başka bir kaynak olduğunu ispatlayacak en ufak mantıki bir fikir bile öne sürmemişlerdir. Bu gerçeklerin ışığında şöyle bir soru yöneltilebilir: "Peygamber'in (s.a) çağdaşları bu araştırmalarında nasıl başarısız oldular da bin yıllık bir zaman geçtikten sonra bugün İslâm düşmanları bu girişimlerinde başarı kazandılar?"



4) En son ve en önemli soru ise şudur: Bu İslâm düşmanlarının Kur'an'ın Allah'tan gelen bir vahiy olma ihtimalini bir tarafa bırakıp bütün çabalarnı onun vahiy olmadığını ispatlama girişimlerinde yoğunlaştırmalarının nedeninin sadece bağnazlık ve garaz olduğunu göstermiyor mu? Kur'an'da anlatılan kıssaların daha önce yazılmış kitaplardakilere benzemesi gerçeği aynı şekilde Kur'an'ın vahyedilmiş olduğu ve geçen zaman boyunca onlarda meydana gelen tahrifleri düzeltmek için bu kıssalara değinildiği şeklindeki görüşün ışığında da ele alınabilir. Onların araştırmaları, neden Kur'an'daki hikayelerin gerçek kaynağının bu kitaplar olduğunu ispatlamak üzerinde yoğunlaşıyor da, diğer ihtimali, Kur'an'ın vahyedilmiş bir kitap olduğu gerçeğini hiç dikkate almıyor?



Bu soruları düşünen her tarafsız kişi, oryantalistlerin "bilgi" adına sundukları "araştırmanın" dikkate alınmaya değer olmadığı sonucuna varacaktır.


Şura, 59 Ayetİşte böyle; bunlara İsrailoğullarını mirasçı kıldık.  

Bazı müfessirler bu ayete, "Allah, İsrailoğulları'nı Firavun ve halkının terkettiği bahçelere, pınarlara, hazinelere ve güzel güzel konutlara mirasçı kıldı" anlamı vermişlerdir. Böyle bir yorum, Firavun'un boğulmasından sonra İsrailoğulları'nın Mısır'a döndükleri ve Firavun'un kavminin mal ve servetini sahiplendikleri demek olur. Ne var ki, bu yorumu ne tarih, ne de diğer Kur'an ayetleri desteklemektedir. Bakara, Maide, A'raf ve Ta Ha Suresi'nin ilgili ayetleri, Firavun'un denizde boğulmasından sonra İsrailoğulları'nın Mısır'a dönmeyip hedeflerine doğru yoluna devam ettiklerini ve Davud Peygamber (a.s) (M.Ö. 1013-973) zamanına kadar meydana gelen tüm önemli olayların şimdi Sina Yarımadası, Kuzey Arabistan, Ürdün ve Filistin denilen topraklarda geçtiğini teyid etmektedir. Bu durumda, bize göre ayetin anlamı şudur: Bir yanda Allah Firavun'un kavmini servet, mülk ve ihtişamdan yoksun bırakırken, öte yanda bunları Mısır'da değil de Filistin'de İsrailoğulları'na verdi. Bu anlam A'raf Suresi'nin 136-137. ayetlerinde desteklenmektedir: "Biz de onlardan intikam aldık ve denizde onları boğduk, çünkü ayetlerimizi yalanlamışlar ve onlardan gafil olmuşlardı. Müstaz'af kılınan kavmi de, içinde bereketler kıldığımız yerin doğularına ve batılarına mirasçı yaptık.

"Bereketli yer (ülke) " ifadesi Kur'an'da genellikle Filistin için kullanılır.

28 Nisan 2012 Cumartesi

A'raf Suresi 111-131 Tefsiri - Mevdudi


111- Dediler ki: "Onu ve kardeşini şimdilik bekletiver (vereceğin cezayı ertele) , şehirlere de toplayıcılar yolla";
112- "Bütün bilgin büyücüleri sana getiriversinler."


Firavun'un maiyetinin bu sözleri, onların ilâhî mucizesinin neticesinde meydana gelen değişiklik ile sihirin tesiri arasındaki fark hususunda net bir fikirleri olduğunu gösterir. İlâhî mucizesinin neticesinde meydana gelen değişikliğin gerçek, halbuki sihir yoluyla sağlanan tesirin ise sadece bir hayalden (görüntü aldanmasından) ibaret olduğunu biliyorlardı. Hz. Musa'nın peygamberlik iddiasını, "Bu adam usta bir sihirbazdır" diyerek çürütmeye çalışmaları bundandır. Yani şunu demek istiyorlardı: Asa fiilen yılana dönüşmemiş aksine, Musa'nın sihri sayesinde kendilerine sadece yılan şeklinde görünmüştür ve onu, ilâhî bir mucize olarak görmediklerini ifade ettiler. Bundan dolayı da onlar Firavun'a, kendi sihirbazlarının da, ip ve sicim gibi şeyleri yılan şekline dönüştürebildiklerini göstermek için uzman bütün sihirbazların toplanmasını ve Hz. Musa'nın asa mucizesi ile zihinlerde meydana gelen müthiş etkiyi, bir nebze de olsa, halkın kalbinden silmesini tavsiye ettiler.



113- Sihirbazlar Firavun'a gelip dediler ki: "Eğer biz galip olursak, her halde bize bir karşılık (armağan) var, değil mi?"
114- "Evet" dedi. "(O zaman) Siz en yakın(larım) kılınanlardan da olacaksınız."
115- Dediler ki: "Ey Musa, (ilkin) sen mi atmak istersin, yoksa atanlar biz mi olalım?"
116- (Musa:) "Siz atın" dedi. (Asalarını) Atıverince, insanların gözlerini büyüleyiverdiler, onları dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir getirmiş oldular.
117- Biz de Musa'ya: "Asanı fırlatıver" diye vahyettik. (O da fırlatıverince) Bir de baktılar ki, o, bütün uydurduklarını derleyip-toparlayıp yutuyor. 


Sihirbazlar tarafından yılan şeklinde gösterilen sopa ve ipleri, Hz. Musa'ya (a.s) ait asanın yuttuğuna inanmak için elimizde bir delil yoktur. Kur'an-ı Kerim'in anlattığı ise, gerçek bir yılana dönüşür dönüşmez asanın, onların ürettikleri yalandan sihirleri yuttuğu gerçeğidir. Açık ifadesiyle bu şu demektir: Asadan olan yılan her nereye gittiyse, ip ve sopaları oynayan yılanlar şeklinde gösteren sihirin tesir alanını kırmış ve çevrelerinde dönmesiyle de bunlar ip ve sopalar haline dönerek gerçek hüviyetleri ile görünmeye başlamışlardır. 

Daha fazla izah için, bkz. Taha suresi 69. Ayet: "Sağ elindekini atıver, onların yaptıklarını yutacaktır; çünkü onların yaptıkları yalnızca bir büyücü hilesidir. Büyücü ise nereye varsa kurtulamaz." 

Bu cümle iki şekilde tefsir edilebilir: 1) Mucize sonucu bir canavar şekline dönüşen asa, yılan gibi görünen tüm sopa ve bastonları gerçekten yutmuştur. 2) Canavara dönüşen asa sihirbazların yılanlarını gerçekten yutmamış, fakat onlar üzerindeki sihirin etkisini yok etmiş ve onlar tekrar eski hallerine dönüp ip ve sopa olmuşlardır. Biz ikinci yorumu kabul ediyoruz, çünkü A'raf: 117 ve Şuara: 45'de şöyle denmektedir: "Onların uydurduklarını derleyip-toplayıp yutuyor." Burada ise ifade şöyledir: "Elindekini at, onların yaptıklarını yutacaktır. Çünkü onların yaptıkları ancak bir büyücü hilesidir." 



118- Böylece hak yerini buldu, onların bütün yapmakta oldukları geçersiz kaldı.
119- Orada yenilmiş oldular ve küçük düşmüşler olarak tersyüz çevrildiler.



120- Ve sihirbazlar secdeye kapandılar.
121- "Alemlerin Rabbine iman ettik" dediler. 

122- "Musa'nın ve Harun'un Rabbine..."

Bu yenilgi ve itiraf Firavun'un adamlarını ters yüz etti. Bunlar, Musa'nın (a.s) bir sihirbaz olduğunu açıkça göstermek veya en azından peygamberliği konusunda halkın zihninde şüpheler uyandırmak için tüm usta sihirbazları bir araya toplamışlardı. Fakat yenilgiden sonra, bu pek mahir ustalar Hz. Musa'nın (a.s) göstermekte olduğu şeyin hiç de sihir olmadığını bilâkis Yerlerin ve Göklerin Rabbi'nden kaynaklanan bir gücün eseri olduğunu ve her çeşit sihrin bunun karşısında güçsüz ve hükümsüz kalacağını hep bir ağızdan kabul ve itiraf ettiler.

Hiçbir kimse sihri, sihirbazlardan daha iyi bilip değerlendiremeyeceği için onların söyledikleri bir kalemde silinip bir kenera atılamazdı. Sihirbazlar, bilfiil gösteri ve deneme ile, bunun bir sihir olmadığını doğruladıklarında artık Hz. Musa'nın (a.s) bir siharbaz olduğunu iddia etmek Firavun ve avanesi için imkânsız oldu.



123- Firavun: "Ben size izin vermeden önce O'na iman ettiniz, öyle mi? Mutlaka bu, halkı burdan sürüp-çıkarmak amacıyla şehirde planladığınız bir tuzaktır. Öyleyse siz (buna karşılık ne yapacağımı) bileceksiniz."
124- Muhakkak ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hepinizi idam edeceğim."



125- (Onlar da:) "Biz de şüphesiz Rabbimize döneceğiz" dediler.
126- "Oysa sen, yalnızca, bize geldiğinde Rabbimizin ayetlerine inanmamızdan başka bir nedenle bizden intikam almıyorsun. Rabbimiz, üstümüze sabır yağdır ve bizi Müslümanlar olarak öldür." 


Şartların kendi aleyhlerine döndüğünü görünce Firavun, başka bir plan kurdu. Bu sefer de, tüm gösterilerinin Hz. Musa (a.s) ve sihirbazların kurmuş oldukları bir tuzağın neticesi olduğunu söyledi. Ve sonra, yaptığı bu suçlamanın doğru olduğunu itiraf etmeleri için de sihirbazları şiddetli bir ceza ve ölümle tehdit etti. Fakat bu da aleyhine döndü. Sihirbazlar bu yeni inançlarında kararlı ve uğrunda da her türlü zulme katlanmaya hazır olduklarını gösterdiklerinde bu sayede, Hz. Musa'nın (a.s) getirdiği gerçeğe olan inançlarının herhangi bir oyun değil, imanlarının samimi bir itirafı olduğunu ispatladılar. Bu yüzden de Firavun, hak ve adalet hususunda takınmış olduğu yalandan tavrı bırakmış ve açıkça despotluğa ve zulme başlamıştır.


Bu bağlamda, ayrıca dikkatten kaçmaması gereken önemli bir husus da; İmanın, bir kaç saniye içerisinde sihirbazların yapılarında meydana getirdiği inanılmaz değişikliktir. Aynı insanlar, atalarının dinine yardım etmek uğruna evlerini, barklarını terk etmişlerdi. Ve daha bir kaç dakika önce, sıkılgan ve mütevazi bir şekilde, Firavun'dan, Hz. Musa ile olan mücadelede eğer başarılı olurlarsa kendilerine ne gibi mükafatlar verileceğini soran bu insanlar şimdi, gerçek inancın cesareti ve şecaatiyle doluyorlardı. Önünde tazimle eğildikleri ve mükâfatlar istedikleri aynı krala karşı şimdi meydan okuyacak kadar cesur ve kahraman olmuşlardı. Fakat, şimdi inançlarının doğruluğuna öyle kani olmuşlardı ki artık tehdit edildikleri en korkunç işkenceler karşısında bile, bundan vazgeçmeyi düşünmüyorlardı. 



127- Firavun kavminin önde gelenleri, dediler ki: "Musa ve kavmini bu toprakta (Mısır'da) bozgunculuk çıkarmaları, seni ve ilahlarını terketmeleri için mi (serbest) bırakacaksın?" (Firavun) Dedi ki: "Erkek çocuklarını öldüreceğiz, ve kadınlarını sağ bırakacağız. Hiç şüphesiz biz, onlara karşı kahir bir üstünlüğe sahibiz."

Baskı ve zulmün iki dönemi vardı. İsrailoğulları ilk defa, Hazreti Musa'nın doğumundan önce II. Ramses'in yönetimi sırasında zulme uğradılar. Ayette anlatılan ikinci zulüm dönemi ise Hz. Musa'nın (a.s) Allah'ın elçisi olarak gönderilmesinden sonra, Mineftah'ın hükümdarlığı esnasında başladı. Maamafih bununla beraber bir nokta ortak idi ki: İsrailoğulları'nın yavaş yavaş soyları kuruyacak şekilde erkek çocukları öldürülüyor, kız çocukları hayatta bırakılıyor ve sağ kalanlar da diğer ırklar arasında kayboluyordu. 1896 senesinde yapılan arkeolojik kazılarda muhtemelen bu döneme ait bir levha bulundu. Mineftah'ın kahramanlık ve zaferlerinden bahseden sözkonusu levhanın üzerinde "İsrailliler imha edilmiştir ve onları yeniden türemeleri için geride hiçbir tohum bırakılmamıştır" diye bir cümle geçer. 

Daha fazla açıklama için, bkz. Mümin suresi 25. Ayet: Böylece o, katımızdan kendilerine bir hak ile geldiği zaman, dediler ki: "Onunla birlikte iman etmekte olanların erkek çocuklarını öldürün; kadınlarını ise sağ bırakın." Ancak kâfirlerin hileli düzeni boşa çıkmakta olandan başkası değildir.


128- Musa kavmine: "Allah'tan yardım dileyin ve sabredin. Gerçek şu ki, arz Allah'ındır; ona kullarından dilediğini mirasçı kılar. En güzel sonuç muttakiler içindir." dedi.


129- Dediler ki: "Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da eziyete uğratıldık." (Musa:) "Umulur ki, Rabbiniz düşmanınızı helak edecek ve sizleri yeryüzünde halifeler (egemenler) kılacak, böylece nasıl davranacağınızı gözleyecek" dedi.



130- Andolsun, biz de Firavun aile (çevre)sini belki öğüt alıp-düşünürler diye yıllar yılı kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık.



131- Onlara bir iyilik geldiği zaman "Bu bizim için" dediler; onlara bir kötülük de isabet ettiğinde (bunu da) Musa ve beraberindekilerin bir uğursuzluğu olarak yorumlarlardı. Haberiniz olsun, Allah katında asıl uğursuz olanlar kendileridir; ama onların çoğu bilmezler.


26 Nisan 2012 Perşembe

A'raf Suresi 103-110 Tefsiri - Mevdudi

103- Sonra bunların (peygamberlerin) ardından Musa'yı ayetlerimizle Firavun'a ve önde gelen-çevresine gönderdik; Onlar ona (ayetlerimize) haksızlık ettiler. İşte bozgunculuk çıkaranların nasıl bir sona uğradıklarına bir bak.


Daha önce geçen hikâyeler, hakikatte Allah'ın çağrısına mülâki olup sonra bunu reddeden bir topluluğun helâkinin artık onlar için kaçınılmaz olduğunu Mekke halkına anlatmak ve onları ikna etmek içindi. Daha sonra, Musa (a.s) , Firavun ve İsrailoğullarının kıssaları da gene bu amaçla zikredilmekte. Bunların yanında, diğer başka ayetler de hem Kureyş'in kâfirleri, hem inananları ve hem de Yahudileri için pek çok ibret alınan dersler vardır.

Bu ayetteki kıssada, Kureyşli kâfirlere, hak ile batıl arasındaki mücadelenin hemen daha başlarında sahip oldukları kuvvetlerinin, görünen büyüklüğüne bakarak kendilerini kandırmamaları salık verilmekte.Bütün bir mücadele tarihi de göstermektedir ki, mücadele, halkı için ve hatta tüm insanlık için doğru olanın yerleşmesi uğruna, herhangi bir maddî vesile peşinde koşmadan, kendinden çok büyük ve güçlü insanlar ya da devletler tarafından korunan, batıla karşı küçük bir grubun savaşımı ile başlar. Nihayetinde de bu mücadeleden bir zafer elde edilir. Hakkın peygamberinin tebliğine engel olmak için kâfirlerin yaptıkları planların, kötülüklerin nasıl neticede kendilerine geri döndüğünü, Kureyşlilerin görüp de ders almaları uyarısı yapılmakta. Allah, haklarındaki son kararı uygulamadan evvel, belki kendilerine bir çeki-düzen verirler diye kâfirlere uzunca bir mühlet verir. Ayrıca bir uyarıdan, açık bir işaretten ve olaydan hiç ders almayanlara ibret-i alem için bir ceza verir.


Muhaliflerin eziyet ve işkencelerinin hedefi haline gelmiş müminler için iki ders vardı alınması gereken. Birincisi; sayıca düşmandan az olmaları, güçsüz oluşları, kendilerinin mücadele azimlerini kırmamalı, onları yıldırmamalı, ayrıca "yardım" nerede kaldı diyerek kalblerinde en ufak bir burukluk hasıl olmamalıdır. İkincisi; Yahudiler, hakka inandıklarını ikrar etmelerinden sonra bundan cayarak takındıkları tavra karşı da dikkat etmeleri için uyarıldılar. Aksi halde aynı Yahudiler gibi onlar da lanetleneceklerdi. İsrailoğulları'nın geçmiş kıssaları onların da kendi menfaatleri için burada anılmaktadır. Onlar, bâtıla ibadet etmenin sonuçları konusunda uyarılmakta ve geçmiş peygamberlerin getirdiği hak dini katışıklardan ayıklayıp yeniden saflaştıran Hz. Peygambere de iman etmeleri tavsiye edilmektedir.


Reddederek ve birer büyüdür diyerek "Onlar da bizim ayetlerimize zulüm ettiler". Haksızlık, bir bakıma ayetlere karşı adilce yanaşmamaları ve hatta onları birer büyü olarak görmeleri ve hafife alıp gülüp geçmelerindendir. Apaçık deliller, bu ayetlerin Allah'tan olduğunu gösterirken ve hiçbir aklı başında insanın da "evet, bunlar büyü işi olabilir" demiş olmamasına rağmen bu ayetleri açıkça inkâr etmekten daha büyük bir zulüm var mıdır?


Üstelik, bizzat büyücü ve efsuncuların kendileri bunların meydana gelmesinin bir büyünün gücünün çok çok ötesinde olduğunu söylediklerinde, bunların hâlâ birer tılsım olduklarını söyleyip, gerçeği kabul etmemek zulümden başka bir şey değildi. Bu şekilde gerçekten ne kadar hikmetsiz ve bayağı kişiler olduklarını da göstermiş oluyorlardı.





104- Musa dedi ki: "Ey Firavun! Gerçekten, ben alemlerin Rabbinden (gönderilme) bir peygamberim."


"Firavun" kelimesi "güneş tanrısının oğlu" anlamına gelir. Eski Mısır'lılar güneşe "Ra" adını vermiş ona "Yüce Tanrı" diye tapmışlar, daha sonra da "Firavun" ismini vermişlerdir. Eski Mısırlıların inancına göre, her kral iktidarını, tanrı "Ra" ile olan ilişkisine dayandırır ve kendisinin Ra'nın canlı bir örneği ve yeryüzündeki temsilcisi olduğunu iddia ederdi. Bundan dolayı, iktidara geçen her krallık hanedanı, kendilerinin güneş soyundan gelen kimseler olduğunu ileri sürdüler ve bütün krallar, kendilerinin "Yüce Rabb" olduklarını halka kabul ettirmek için "Firavun" ünvanını aldılar.

Bununla ilgili olarak, Kur'an-ı Kerim'de rivayet edilen, Hz. Musa'nın (a.s.) kıssasında iki ayrı Firavun'un zikredilmiş olduğuna da dikkat edilmelidir. Biri, Hz. Musa doğduğu zaman Mısır'ı idare etmekte olan ve Hz. Musa'yı kendi evine götürüp büyüten Firavun; ikincisi ise, Allah'ın ilâhî mesajını kabul etmesi için İsrailoğulları'nı serbest bırakması Hz. Musa (a.s.) tarafından istenen ve Kızıldeniz'de, boğulan Firavun'dur.


Günümüz araştırmacıları iki Firavun'dan birincisinin İsrailoğulları'nı baskı ve esaret altında tutan ve M.Ö. 1292-1225 yılları arasında Mısır'da hüküm süren Ramses II olduğu görüşündedirler. Aynı ayetlerde zikredilen ikinci Firavun'un ise, babası II. Ramses'e hükümet işlerinde yardım eden ve ölümünden sonra da kral olarak, yerine geçen, oğlu Mineftah olduğu kanaatindeydiler. Fakat Hz. Musa'nın ölüm yılı için, İsrailoğulları'nın takvimine göre, M.Ö. 1272 senesi düşürülmüş olması nedeniyle bu tarihler kesinlik arzetmez. Dolayısıyla bütün bunlar sadece tarihi birer tahmindir. Çünkü İsrail, Mısır ve Hıristiyan takvimlerinin tarihlerini uzlaştırmak çok zordur.





105- "Benim üzerimdeki yükümlülük, Allah'a karşı ancak gerçeği söylemektir. Rabbinizden size apaçık bir belge ile geldim. Artık İsrailoğullarını benimle gönder."


Hz. Musa (a.s) Firavun'a misyon ile gönderilmişti. Hz. Musa'nın ilk görevi Firavun'u, İslâm'ı kabul ederek, Allah'a teslim olmaya davet etmekti. İkincisi; Firavun'dan, köleliklerine son verip, tahakkümünü kaldırarak İsrailoğullarını serbest bırakmasını istemekti. Kur'an-ı Kerim, Hz. Musa'nın her iki görevini bazen bir ve aynı yerde, gerektiğinde de ayrı ayrı yerde zikreder.




106- (Firavun) Dedi ki: "Eğer gerçekten bir ayet getirmişsen ve doğru sözlülerden isen, bu durumda onu getir (bakalım) ."
107- Böylelikle (Musa) asasını fırlatınca, anında apaçık bir ejderha oluverdi.

108- (Bir de) Elini sıyırdı, o da anında bakanlara bembeyaz (görünüverdi) .


Bu iki mucize, Hz. Musa'ya bütün kâinatın hakimi ve yaratıcısı olan Allah'ın bir elçisi olduğunun delili olarak verilmiştir. Peygamberler halka karşı ne zaman kendilerinin, Allah'ın bir temsilcisi olduklarını ileri sürmüşlerse halkın da, "Eğer siz gerçekten Allah'ın temsilcileriyseniz bize, olağan tabiat kanunlarıyle izahı mümkün olmayan, sizin gerçekten Allah'ın birer temsilcisi olduğunuzu kanıtlayan ve doğrudan doğruya Allah'ın müdahalesi ile bunların meydana geldiği açıkça görülebilen mucizevî şeyler göstermelerini" istedikleri daha önce belirtilmişti. Bu tür isteklere cevap olarak da peygamberler Kur'an-ı Kerim tarafından "Ayât", halk tarafından da "mucizeler" adı verilen olaylar göstermişlerdir.

Ne yazık ki, bazı müslüman aydınlar, bu ayet veya mucizeleri, bildiğimiz tabiatın fizik kanunlarına göre meydana gelmiş olağan olaylar olarak izaha çalışırlar. Bu suretle onlar Kitabullah'a karşı şüpheci bir tavır takındıklarının farkında değildirler. Zira Kur'an-ı Kerim, bu metinde tabiatüstü bir vakayı anlatır ve aynı şeyi O'nun peygamberliği konusunda Allah'ın bir ayeti olarak sunar. Binaenaleyh hadiseyi olağan bir olay olarak izaha kalkışmak aslında Kitab'a inançsızlıktır. Böyle davranmakla bu kimseler, kendilerini gülünç duruma düşürürler. Bir taraftan, sırf mucizeleri onayladığı için Kur'an-ı Kerim'e, Allah'ın kitabı olarak inanmazlarken diğer taraftan da, tabiatüstü olayları tasdik eden Kitab'a karşı besledikleri inançsızlıklarını da açıkça ortaya koyma cesaretini gösteremezler.


Çünkü böyle bir hareket onları, mensubiyetini sadece dilleriyle itiraf ettikleri din yoluyla sağladıkları faydadan mahrum bırakacak, ve dünyevî birtakım çıkarlarını da etkileyecektir.


Burada mucizeler konusunda, şöyle ciddi bir mesele ortaya çıkıyor: Allah, belli kanunlara göre kâinat sistemini hareket ettirdikten sonra faaliyetlerini askıya mı aldı? Şimdi her ne surette olursa olsun, çalışmakta olan o sisteme müdahale edemez mi? Yoksa Allah, mülkünün idaresini devamlı elinde tutmakta ve onda her an emirlerini icra etmekte ve kısmen ya da tamamen eşyaların görünüşünde ve olayların meydana gelişlerinde istediği zaman ve biçimde her türlü değişikliği yapmakta mıdır? İlk şıkkı kabul edenler, mucizelere inanmazlar. Çünkü bu inançları, Allah ve kainatı hakkında sahip oldukları kavramla zıttır. Ancak bunlara yakışan en uygun hareket, Kur'an tefsiri yazarak, Kur'an'ın Allah kavramını reddetme yerine, onun bir ilâhî vahy olduğunu inkâr ederek kendi görüşlerini ispat etmeye çalışmalarıdır. Bunun aksine, şayet biri Kur'an-ı Kerim'in ileri sürdüğü delillerle ikna olur ve ikinci şıkkı kabul ederse mucizeleri kolayca kavrar ve onlara inanır. Bir yılanın yaratılmasının, sadece biyolojik süreçle olabileceğine ve Allah'ın başka herhangi bir şekille onu yaratmasının mümkün olamayacağına inanan kimse şüphesiz, asanın yılan şekline dönüşmesini ve tekrar eski haline avdet etmesini de aslı esası olmayan bir olay olarak düşünecektir. Şayet biri, dilediği eşyaya can verme kudretine sahip Allah'ın emri ile cansız bir varlığın canlanabileceğine inanırsa, tıpkı cansız bir yumurtadan canlı bir civcivin çıkmasına inandığı gibi asanın da canlı bir yılana dönüşebileceğine rahatlıkla inanacaktır. Böyle bir kimse için nasıl ki civcivin yumurtadan defalarca, çıkmasında şaşılacak bir şey yoksa, aynı şekilde de, asanın sadece üç defa yılana dönüşmesinde bir olağanüstülük yoktur.





109- Firavun kavminin önde gelenleri dediler ki: "Bu gerçekten bilgin bir büyücüdür";
110- "Sizi topraklarnızdan sürüp-çıkarmak istiyor. Bu durumda ne buyuruyorsunuz?"



Burada doğal olarak bazı sorular ortaya çıkıyor: Hz. Musa (a.s.) ; Firavun ve onun hakimiyeti için nasıl bir tehlike idi? Onun gibi, kimsesiz ve köle bir toplumdan gelme birisi, kendi vatandaşlarının "tanrı" olarak taptığı Firavun gibi güçlü ve zengin bir hükümdara karşı nasıl tehdit olabiliyordu? Asanın bir yılana dönüşmesi, nasıl oldu da, Suriye'den Libya'ya, Akdeniz'den Habeşistan'a uzanan onun muhteşem imparatorluğuna bir tehlike oluyordu? Niçin, Firavun hanedanı ve ileri gelenleriyle, Hz. Musa'nın onları iktidardan etmek ve Mısır'dan kovmak niyetinde olduğu hususunda yaygara kopardılar? Ve bilhassa Allah'dan gönderilen bir peygamber olduğu ve İsrailoğulları'na özgürlük isteğinden başka herhangi bir şey talepte bulunmamasına rağmen niçin bir devrim korkusu vardı? O ana kadar aralarında, hiçbir politik konuşma geçmemiş olması nedeniyle, bu sorular özellikle önem taşımaktadır.

Cevabı şudur: Hz. Musa'nın Peygamberlik iddiası, başlı başına politik yapıyı da içeren mevcut hayat sistemini baştan aşağıya değiştirecek tam bir inkilâbı gerçekleştirmeyi ifade ediyordu. Gerçek şu ki, kainatın Rabbi'nin temsilcisi olduğunu iddia eden birisinin bu hali, bütün insanlardan kendisine mutlak teslimiyeti de içermekte oluşudur. Bundan dolayıdır ki, Kâinatın Rabbi'nin temsilcisi, başka birisine tabi yada başka birisinin astı olarak değil, ancak idareci ve hami olarak yaşamaya gelmiştir. Çünkü, bir kâfirin hakimiyetini tanımak ve ona tabi olmak, peygamberlik iddiasını nefy etmektir. Hz. Musa (a.s.) , peygamber olduğunu ileri sürdüğü zaman, Firavun ve çevresinin politik, toplumsal ve kültür ihtilâli tehdidini hissetmiş olmaları bundandır.


Şimdi şu sorunun üzerinde duralım: Mısır'ın büyük Firavun'unun çevresi; kendi öz kardeşinden başka bir yardımcısı ve Allah tarafından gönderilen bir peygamber olduğunu ispatlayan mucizevî asası ve ışık saçan elinden başka bir alâmeti olmayan Hz. Musa'nın peygamberlik iddiasına niçin bu kadar çok önem veriyorlardı? Kanaatime göre iki temel neden vardır: Birincisi Firavun ve maiyeti, Hz. Musa'nın üstün şahsiyeti hakkında yeterli bilgiye sahiptiler, onu yakından tanıyorlardı. Hz. Musa'nın (a.s) temiz, güçlü bir karakter ve olağanüstü bir kabiliyet sahibi, doğuştan lider ve bir kumandan olduğunu da biliyorlardı. Şayet Talmud ve Yusifus'un kıssalarına itimad edecek olursak, Hz. Musa ayrıca çağının bütün ilimlerini tahsil etmiş, savaş ve idarecilik hususunda tam manasıyla eğitilmişti. Zira Hz. Musa'nın içinde yetiştirildiği kraliyet ailesi fertleri için bu hususlar temel şeylerdi. Ve de ayrıca, Hz. Musa, Habeşistan'a karşı düzenlenen seferde mükemmel bir general olduğunu da bizzat ispat etmişti. Medyen'de sekiz yıla yakın bir süre devam eden çölün zor şartları da, kraliyet sarayındaki kolay hayatın tesirlerini gidermeye yardım etmişti. Binaenaleyh bu azametli, kararlı ve dindar adam, Firavun'un sarayında peygamberlik iddiası ile ortaya çıktığı zaman onlar, onun iddiasını boş bir iddia sayıp önemsememezlik edemezlerdi. İkinci sebebe gelince asasının mucizelerini ve yed-i beydasını (ışık saçan el) gördükleri zaman, dehşet ve korkuya kapılarak onun arkasında gerçekten tabiat üstü bir gücün olduğunu kabul etmeye meylettiler. Yani demek ki, ona bir sihirbaz demelerinde açık bir inkâr ve aynı zamanda kendilerini ülkelerinden sürüp çıkaracağı korkusu vardı. Bu da aynı zamanda göstermektedir ki, peygamberlik alâmetlerinin daha ilk zuhurunda onlar şaşırmamış, hayrete düşmemişlerdi. Şayet onlar, gerçekten Hz. Musa'yı (a.s) bir sihirbaz olarak görmüş olsaydılar, kesinlikle ondan bir devrim sadır olacağını düşünmez ve onu bir tehlike saymazlardı. Çünkü sihir, dünyada hiç bir zaman bir devrim yapmış değildir.

25 Nisan 2012 Çarşamba

A'raf Suresi 94-102 Tefsiri - Mevdudi

94- Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek onun halkı yalvarıp-yakarsınlar diye, mutlaka onları dayanılmaz bir zorluk (yoksulluk) ve sıkıntıyla yakalayıvermişiz.
95- Sonra kötülüğün yerini iyilikle değiştirdik, öyle ki onlar, çoğaldılar ve: "Atalarımıza da (bazan) şiddetli sıkıntılar (bazan da) refah ve genişlikler dokunmuştu" dediler. Bunun üzerine, biz de onları kendileri hiç şuurunda değilken apansız kıskıvrak-yakalayıverdik.


Her bir peygamberin ve halkının kendi hususi durumları birer birer anlatıldıktan sonra, şimdi ise, her bir elçinin risalet görevi ile gönderilişinde Allah Teâlâ'nın uyguladığı genel ve müşterek usûlü belirtilmekte. Her ne zaman bir peygamber gönderilse, Allah, o halkın kibrini kırmak, mütevazi bir şekilde mesajı kabule hazır bir hale getirmek için bir takım zorluklar ve felâketlerle etki eder. Bu sünnete uygun olarak, Allah, peygamberler gönderdiği kavimlere kıtlık ve hastalık göndermiş, onları çeşitli ekonomik darboğazlara sokmuş, savaşlarda yenilgilere ve buna benzer felâketlere uğratmıştır. Bütün bunlar, onların kibir ve gururlarını kırmak, güç, kuvvet ve zenginliğe olan aşırı güvenlerini ve bağlılıklarını sarsmak içindir. Bu onlara, kendilerinin fevkinde, mukadderatlarını kontrol eden yüce bir kudretin olduğunu ikaz etmek içindir ki bu sayede kalbleri, uyarıları alıcı hale gelsin ve Rablerinin önünde diz çöksünler. Fakat bu usul eğer hakkı anlamaya yöneltmede onlar üzerinde muvaffak olamazsa, bu sefer de, o insanlar bolluk ve refah ile şımartılır. İşte bu hal artık onların sonunun başlangıcıdır. Kural olarak, sıkıntı ve felaketlere düçar olan bir topluluk, büyüyüp zenginleşmeye başladıklarında ise Rablerine minnet duymaktan ictinap ederler ve hatta eski günlerini sanki sıkıntılar hiç olmamış gibi unutup giderler. Sonra, entellektüelleri hemen "Bunda öyle olağanüstü birşey yok. Bize tarih söylemektedir ki, mukadderatın iyi ve kötü olayları hiçbir ahlâkî değere bağımlı olmadan meydana gelmektedir. Bu olaylar Allah'ın kontrolüne bağlı veya ahlâkî kanunlara uygun ortaya çıkmamakta, aksine bütün bunlara, yani darlık, felâket, refah ve bollukların oluşumuna, "tabiat" dediğimiz şey sebep olmaktadır. Bundan dolayıdır ki, bizden önce geçenlerin de darlık ve bollukları yaşamış olduklarını tarih bize göstermektedir.

"Dolayısıyla bu olaylardan hareketle, herhangi bir ahlâkî ders çıkarmak ve sadece Allah'ın huzurunda boyun eğmek ve tevazu göstermek aklî yönden bir zaafın işaretidir ve bu gibi tavırlar düşünme yetersizliğinin bir sonucudur" gibi kendilerince mantikî gerekçeler ileri sürerek halklarını kandırırlar.


Yüce Peygamber (s.a) aynı durumu bir hadis-i şeriflerinde şöyle belirtmiştir: "Dert ve musibet, inanan için bir azaptan felâha çıkana kadar ona yardımcı olur. Münafığın hali ise; sahibinin kendini niçin bağladığını ve niçin çözdüğünü anlamayıp aval aval bakan merkebe benzemektedir. Eğer bir toplum musibet ve dertlere düçar olduğunda bile Allah'a yönelmiyorsa ya da Allah rahmetini ve bereketini saçarken O'nu hatırlamıyor, ya da kendini ıslah etmek için, hiç mi hiç gayret göstermiyorsa, onun fena akıbeti ve helâki artık yakın ve kaçınılmazdır. Öyleki tıpkı hamile bir kadın günleri dolduktan sonra, nasıl heran doğurabilirse, bunlara da her an azap gelebilir."


Bu çerçevede, ayrıca dikkat edilmesi gereken, 94 ve 95. ayetlerde bahsedilen İlahî uygulamanın bu ayet nazil olduğu sırada Mekke'de uygulamada olmasıdır. Kureyş halkı aynı muhalefeti gösteriyor ve sonuçta şiddetli bir kıtlığa maruz kalıp açlıktan kıvranıyordu. İbn Mes'ud ve İbn Abbas'tan rivayet edilen bir hadisten öğreniyoruz ki, Kureyşliler Hz. Peygamber'in (s.a) tebliğine karşı gelmeye başladıklarında, Hz. Peygamber (s.a) şöyle dua etmişti: "Allah'ım, Yusuf'un zamanında Mısır'a isabet eden bir kıtlık gibisinden yedi senelik bir kıtlıkla, bana bu insanlara karşı risaletimde yardımcı ol." Bunun üzerine Allah Teâlâ, Mekke ve civarına öyle şiddetli bir kıtlık verdi ki, insanlar hayvan leşleri, derileri, kemikleri, hatta ve hatta hayvan tüylerini yemeye başladılar. O zaman Ebu Süfyan'ın önderliğinde Mekke halkı, Yüce Peygamber'e (s.a) geldi ve Ona bu kıtlığı uzaklaştırıp kaldırması hususunda Allah'a dua etmesi için yalvardılar. Fakat Allah, kıtlığı, kaldırıp uzaklaştırdığı ve işler yolunda gitmeye, sonuçta da bollluk geri gelmeye başladığı zaman, hepsi, daha da küstahlaşmaya ve hatta önceden kalbleri imana doğru biraz meyletmiş olanlara bile engel olmaya başladılar. Şöyle diyorlardı: "Kıtlık ve yokluk hayatın cilveleridir, bu durum Muhammed gelmeden önce de insanlara musallat olan bir haldir. Bundan dolayı, kıtlığın tekrar gelmiş olması nedeniyle O'nun tuzağına düşmeyin". Ve "Babalarımız, ecdadımız kıtlık ve bolluk dönemlerini yaşamışlardı" gibi sözler bu surenin nazil olduğu sıralarda da dillerde idi. 



Bu ayetlerin, Kureyş'in o andaki durumuna son derece uygun düşmesi nedeniyle bu arka fon gözönünde tutularak ilgili ayetler daha kolay ve güzel anlaşılır. 


İzah için bkz. Yunus: 21 (İnsanlara, şiddetli bir sıkıntı dokunduktan sonra, bir rahmet dokundurduğumuz zaman, ayetlerimiz konusunda hileli bir düzen kurmak (bir entrika geliştirmek) onlar için (bir alışkanlık ve kötü bir edinim) dir. De ki: "Düzen kurmada (karşılık vermede) Allah daha hızlıdır. Şüphesiz, bizim elçilerimiz, sizin 'geliştirmekte olduğunuz düzenleri' yazmaktadırlar."), Nahl: 112 (Allah bir şehri örnek verdi: (Halkı) Güvenlik ve huzur içindeydi, rızkı da her yerden bol bol gelmekteydi; fakat Allah'ın nimetlerine nankörlük etti, böylece Allah yaptıklarına karşılık olarak, ona açlık ve korku elbisesini tattırdı.).




96- Eğer o ülkeler halkı inansalardı ve korkup-sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem de yerden (sayısız) bolluklar (bereketler) açardık; ancak onlar yalanladılar, biz de onları kazanageldikleri nedeniyle yakalayıverdik.


97- O ülkeler halkı, geceleri uyurken, onlara zorlu azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler?
98- Ya da o ülkeler halkı, kuşluk vakti eğlenceye dalmışken, onlara zorlu-azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler?
99- (Veya) Onlar, Allah'ın tuzağından güvende mi idiler? Allah'ın bir tuzak kurmasından, hüsrana uğrayan bir topluluktan başkası (akılsızca) güvende olmaz.



Ansızın uygulamaya konuluncaya kadar herşeyin iyi ve yolunda gittiği şeklinde aldatılıp duran bir kimse aleyhinde hazırlanmış gizli bir plânı ifade eder.




100- (Bütün bunlar,) Sakinlerinden sonra yeryüzüne mirasçı olanları doğruya erdirme (ye veya ortaya çıkarmaya yetmez) mi? Eğer biz dilemiş olsaydık onlara günahları nedeniyle bir musibet isabet ettirirdik; ve kalplerine damgalar vururduk da onlar böylelikle işitmeyenler olurlardı.


Ne yazık ki, buralara varis olan milletler, bu yerlerin eski sahipleri olan yok olmuş toplulukların başına gelenlerden yeterince ders almışa benzemiyorlar. Buranın şimdiki sahipleri, kendilerinden önce bu yerlerde mamur ve müreffeh bir şekilde yaşayarak hükümran olan eski sakinlerinin niçin bütünüyle yok oldukları sorusunu şayet ciddi bir şekilde düşünmüş olsalardı, onlar için büyük bir ibret dersi olacaktı. Yine bu sorunun cevabı da onları, kendilerini yıkılmaya ve yokluğa götüren yanlış düşünce ve işleri anlayabilmeye götürecekti. İşte o zaman, suçlarından dolayı kendilerini kıskıvrak yakalayan ve safdışı eden Kadir-i Mutlak'ın halen alemin hakimi olduğunu ve eğer kendilerinden önce geçmiş olanların yaptıkları aynı suçları işlerlerse öncekiler gibi onları da cezalandırmaya ve azletmeye kadir olduğunu anlayacaklardı.

Sünnetullah'a göre bir toplumun helâki, kendinden önce geçmiş milletlerin tarihinden ve kalıntılarından ibret almayarak sadece kendi kendini kandırdığı zaman vukubulur. Artık Allah, onların bir iyi insanın öğütleri üzerinde düşünmelerine ve kabullenmelerine mühlet vermez. Bir kişi hakkındaki sünnetullah şöyledir; eğer bir insan kasten gözlerini kapatırsa, güneş ışığı ona yardımcı olamaz ve eğer bir kimse hakkı duymak istemezse, hiçbir güç ona hakkı duyuramaz.





101- İşte bu ülkeler, sana onların 'haberlerinden aktarmalar yapıyoruz.' ; gerçekten, onlara peygamberleri apaçık belgelerle gelmişlerdi. Ama daha önceden yalanlamaları nedeniyle iman eder olmadılar. İşte Allah, küfre sapanların kalplerini böyle damgalar.


Allah, önceki "Biz onların kalblerini mühürleriz, o zaman hiçbir şey işitmezler" ayetini 101. ayette kendisi açıklamaktadır. Buradan anlaşılmaktadır ki, "kalblerin mühürlenmesi", İlahi Kanun'un ameli neticesi husule gelen bir zihin halidir. Cehalet, önyargı, kendini beğenmişlik ve nefsanî arzular vs. yüzünden hakikati kasdî ve inadî olarak reddeden bir kimse, daha sonra o kadar inatçı biri haline gelir ki, kendi gözleriyle şahit olduğu şeylere ya da onun iyiliğini isteyenlerin ikazlarına kulak asmadan bildiği yolda, günahlarında ısrar eder gider.




102- Onların çoğunda 'verdikleri söze bağlılık' görmedik, ama onların çoğunu fasıklar (yoldan çıkanlar) olarak gördük.


İnkârcılar, her insanı bağlayıcı olması gereken üç antlaşmaya da kayıtlı kalmadılar. Onlar, ne insanı daha doğuşundan itibaren Allah'ın kulu yapan doğal anlaşmaya, ne üyesi olduğu toplumun içtimaî kodu diye bilinen örfe, her ferdi bağlayan kollektif antlaşmaya, ne de her insanın sıkıntı ve çaresizlik hallerinde Allah'a sığınması gibi şahsî antlaşmaya saygı gösterdiler.

Yukarıda zikredilen bu üç antlaşmayı da bozdukları için Allah, onları "fasıklar" diye adlandırmaktadır.  

22 Nisan 2012 Pazar

A'raf Suresi 85-93 Tefsiri - Mevdudi

 85- Medyen (toplumuna da) kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik. Şuayb onlara:) Dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir belge (mucize) gelmiştir. Ölçüyü ve tartıyı tam tutun, insanların (hakları olan mallarını) eşyasını değerinden düşürüp-eksiltmeyin ve düzene (ıslaha) konulmasından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın. Bu sizin için daha hayırlıdır, eğer inanıyorsanız."


Medyen toprakları, Hicaz'ın kuzeybatısında, oradan Kızıldeniz'in doğu sahiline, güney Filistin'e, Akebe Körfezi'ne ve Sina Yarımadası'nın bir bölümüne kadar uzanan bölgelerde yer alır. Medayinde yaşayanlar büyük tüccar idiler. Onların yerleşim merkezleri, Kızıldeniz sahilini takip eden Yemen-Mekke ve oradan Suriye ticaret yolu güzergâhı ile Irak'tan Mısır'a giden yolun kesiştikleri mevkilerde yer alır. Bundan dolayı da onlar Araplar arasında iyi bilinirler ve helâk olmalarından sonra bile, Suriye ve Mısır'a giden ticaret kervanlarının yolları onların arkeolojik kalıntıları arasından geçmesi nedeniyle hatırlanırdı.


Kur'an'da geçen Medyen halkı hakkında anlatılanların önemini kavramak için, bu insanların, Hz. İbrahim'in üçüncü hanımı Katurah'tan olma oğlu Midiyan'ın soyundan geldiklerini iddia etmelerine dikkat edilmelidir. Doğrudan doğruya onun neslinden gelmemiş olduğu halde, onların tümü Onun soyundan olduklarını iddia etmişlerdi. Çünkü eski bir geleneğe göre, büyük bir zâta bağlı olan herkes, daha sonra yavaş yavaş Onun torunları arasında sayılmaya başlanırdı. Nitekim, Hz. İsmail'in (a.s.) soyundan gelmemesine rağmen tüm Araplara "İsmailoğulları" denmiştir. Hz. Yakup'un soyu (İsrailoğulları) için de durum aynıdır. Aynı şekilde, Hz. İbrahim'in (a.s.) çocuklarından biri olan Midyan'ın etkisi altına giren tüm bölge sakinleri Benî Medyen (Medyenoğulları) , bunların oturduğu yerler de Medyen bölgesi diye anılır oldu.


Yukarıdaki tarihi gerçeğin ışığı altında, onların Hakk'ın sesini ilk defa, Hz. Şuayb'dan (a.s.) duydukları bir hakikattır. Gerçekte Medyenoğulları, İsrail kavmi gibi aslında müslümandılar. Fakat Şuayb (a.s.) kendilerine peygamber olarak gönderildiği zaman onların inançları bozulmuş idi, tıpkı, Hz. Musa'nın (a.s.) geldiğinde İsrailoğulları'nın saf inançlarının bozulmuş olduğu gibi. Benî İsrail, Hz. İbrahim'den (a.s.) sonraki yaklaşık altı asır süresince müşriklerle ihtilaf ederek şirke ve ahlâksızlığa düçar olmalarına rağmen, hâlâ "mümin" olduklarını ve bundan gurur duyduklarını iddia ediyorlardı.


Bu ayette Hz.Şuayb'ın kavmine, şirk ve ticarî ahlaksızlık gibi iki önemli günah bakımından onları ıslah etmek için gönderildiğini göstermektedir.


Hz. Şuayb (a.s.) burada onların dikkatini özellikle şu hususa çekmek istemiştir: "Sizden önceki peygamberlerin (selam üzerlerine olsun) yerleştirdiği Hak Yolu (Sırat-ı Mustakimi) , kendi yanlış inanç ve ahlâksızlıklarınızla bozmayın."


Peygamberin onların inançlarına telmihte bulunması göstermektedir ki, onlar kendi kendilerinin "inananlar" olduklarını itiraf ediyorlardı. Her ne kadar yanlış inançlara ve sapmalara kaymışlarsa da herhalukârda "inananlar" olduklarını ve bununla da övündüklerini söyleyen, güya baştan çıkarılmış müslümanlar idiler. İşte bunun için peygamber onlara: "Eğer gerçekten inananlar iseniz, iyilik ve kötülüğü, Allah'a Ahiret gününe inanmayan şu dünyaperest insanların ölçüleriyle değil, doğru ve dürüst insanların ölçüleriyle değerlendirmelisiniz" diye hitapda bulunmaktadır.




86- "O'na iman edenleri tehdit ederek, Allah'ın yolundan alıkoymak ve onda çarpıklık arayarak (böyle) her yolun (başını) kesip-oturmayın. Hatırlayın ki siz azınlıkta (ve güçsüz) iken O, sizi çoğalttı. Bozgunculuk çıkaranların nasıl bir sona uğradıklarına bir bakın."

87- "İçinizden bir grup, kendisiyle gönderildiğim şeye inanmışken diğer bir grup inanmadığına göre, artık Allah, aramızda hüküm verenlerin en hayırlısıdır."

88- Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler) , dediler ki: "Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp-çıkaracağız veya mutlaka bizim dinimize geri döneceksiniz." (Şuayb:) "Biz istemesek de mi?" dedi.

89- "Allah bizi ondan kurtardıktan sonra, bizim tekrar sizin dininize dönmemiz Allah'a karşı yalan yere iftira düzmemiz olur. Rabbimiz olan Allah'ın dilemesi dışında, ona geri dönmemiz bizim için olacak iş değildir. Rabbimiz, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır. Biz Allah'a tevekkül ettik. Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında 'Sen hak ile hüküm ver,' Sen 'hüküm verenlerin' en hayırlısısın."

Hz. Şuayb'ın (a.s) konuşmasının hemen akabinde bu kelimeleri de ilave etmesinin nedeni, onların yeniden inançsızların yolu üzerine dönmeyecekleri hususunda kesin bir iddiada bulunmaya yetkili olmadığını göstermek içindir. Allah'ın kudretini tam olarak anlamış mümin, O'nun iradesinin herşeyi kuşattığını bilir. Bundan dolayı da bir mümin "Bunun ya da şunun yapılması tamamen Allah'ın dileğine bağlı iken, ben şunu yapacağım, şunu yapmayacağım" diye kesin iddialarda bulunmaz. 
"Eğer O dilerse, başarılı olurum, yoksa hayır" der. Allah Teâlâ, aynı şeyi Kehf suresi, 23 ve 24. ayetlerinde de bildiriyor. "Hiçbirşey hakkında: "ben bunu yarın mutlaka yapacağım deme, ancak, Allah dilerse, yapacağım" de.




90- Kavminin önde gelenlerinden küfre sapanlar, dediler ki: "Andolsun, Şuayb'a uyacak olursanız, kuşkusuz kayba uğrayanlardan olursunuz."


Bu cümleyi üstünkörü geçmemeli, bilâkis içerdiği anlamları derinliğine düşünmeliyiz. Medayin'in ileri gelenleri ve şefleri şöyle söyleyerek halkı bu hususta kandırmak istediler: "Dürüstlük, doğruluk, ahlâk ve iyilik gibi hususları temel ilkeler kabul eder ve uygularsak, biz o zaman tümüyle mahvoluruz. Biz ticaret ve alışverişimizde doğruluk ve dürüstlüğe uyar ve mesleğimizi bunlara göre sürdürürsek, ticaretimiz kesinlikle büyüyemez, serpilemez. Bunun yanında, en önemli kervanların, güzergahlarının kesiştiği bölgede yer alan şu coğrafi konumumuzdan yararlanamaz, bu yörenin uslu vatandaşları olur ve kervanların geçip gitmelerine birşeyler yapmadan seyirci kalırsak işte o zaman bu stratejik durumun sağlamakta olduğu bütün siyasî ve ticarî avantajlarımız bitti demektir. Bu da, komşu ülkelere karşı olan hakimiyetimiz ve etkiğinliğimizin de bir sonu demektir". 


İşte bu "mahvolma" korkusu sadece Hz. Şuayb'in kavmine özgü bir olay değildir. Sefih toplumlar, hak, doğruluk ve dürüstlük hakkında, her zaman aynı tedirginliği duymuşlardır. Yalan, üçkağıtçılık ve ahlâksızlığa başvurmaksızın ticaret, siyaset ve diğer dünyevi işlerin yürütülmesinin imkânsız olduğu düşüncesi tarih boyunca bütün iflas etmiş toplumların görüşü olagelmiştir. Bundan dolayı da Hak Davete karşı her zaman yapılan en büyük itiraz, "hep eğer bilenen o dalavereli yollar bırakılır ve doğru yola uyulursa ilerleme sağlanamayacağı ve toplumun yıkılacağı" konusundadır.




91- Bunun üzerine onları dayanılmaz bir sarsıntı tuttu da, kendi yurtlarında diz üstü çökmüş olarak sabahladılar.

92- Şuayb'ı yalanlamakta olanlar, sanki orda 'hiç refah içinde yaşamamışlar' gibi oldular; Şuayb'ı yalanlamakta olanlar, asıl büyük hüsrana uğrayanlar oldular.



Medyen'in bu tümüyle yerle bir edilişi, komşu halkların dilinde darbı mesel olmuştu, Zebur'da (83: 5-9) , Davud (a.s.) zalimlere karşı Allah'ın yardımını şöyle istiyordu: "Senin kullarına karşı sinsice planlar yapan "bu hainlere" Medyen halkına yaptığını yap", İşaya peygamber'de İsrailoğullarına "....Asurlu'dan korkma... O asasını Mısır'ın üzerine kaldırdığı gibi kaldıracak... Orduların Rabbi, Medyen vurgununda olduğu gibi kırbacı ona karşı kımıldatacaktır..." (İşaya, 10: 21-26) diyerek teselli vermiştir.




93- O da onlardan yüz çevirdi ve (şöyle) dedi: "Ey kavmim andolsun, size Rabbimin risaletini tebliğ ettim ve size öğüt verdim. Şimdi ben, küfre sapan bir topluluğa karşı nasıl üzülebilirim?"


Burada anlatılan bütün bu olayların derin mânâları vardır. Her kıssa, Hz. Muhammed'in (s.a) ve onun kavminin durumuna tam ve yerinde uymaktadır. Her kıssada iki taraf vardır: Peygamber ve kavmi, her bir kıssada geçen peygamber ve onun talimleri, uyarıları vs. tamamiyle Hz. Muhammed'in (s.a) davetinde olduğu şekildedir. Diğer taraftan, kötülük, ahlâksızlık ve inatçılıklara dalmış olan halk ve onların kendini beğenmiş şefleri, her zaman, küçümser bir tavırla davete karşı çıkmışlardı. Hz. Muhammed (s.a) ve davetine karşı Kureyş halkı da aynı tarz bir tavır takındığı için, dolaylı olarak, eğer çağrıya kulak vermezler ve Allah'ın onlara bahşettiği fırsatı değerlendirmezlerse akıbetlerinin de onlar gibi olacağı ikazı yapılmakta. Eğer körükörüne aynı yolda gitmeye ısrar ederlerse, sapkınlıklarında ısrar edenlere geçmişte müstehak olan aynı belâ kendilerinin de başına er geç gelecektir.