22 Nisan 2012 Pazar

A'raf Suresi 85-93 Tefsiri - Mevdudi

 85- Medyen (toplumuna da) kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik. Şuayb onlara:) Dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir belge (mucize) gelmiştir. Ölçüyü ve tartıyı tam tutun, insanların (hakları olan mallarını) eşyasını değerinden düşürüp-eksiltmeyin ve düzene (ıslaha) konulmasından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın. Bu sizin için daha hayırlıdır, eğer inanıyorsanız."


Medyen toprakları, Hicaz'ın kuzeybatısında, oradan Kızıldeniz'in doğu sahiline, güney Filistin'e, Akebe Körfezi'ne ve Sina Yarımadası'nın bir bölümüne kadar uzanan bölgelerde yer alır. Medayinde yaşayanlar büyük tüccar idiler. Onların yerleşim merkezleri, Kızıldeniz sahilini takip eden Yemen-Mekke ve oradan Suriye ticaret yolu güzergâhı ile Irak'tan Mısır'a giden yolun kesiştikleri mevkilerde yer alır. Bundan dolayı da onlar Araplar arasında iyi bilinirler ve helâk olmalarından sonra bile, Suriye ve Mısır'a giden ticaret kervanlarının yolları onların arkeolojik kalıntıları arasından geçmesi nedeniyle hatırlanırdı.


Kur'an'da geçen Medyen halkı hakkında anlatılanların önemini kavramak için, bu insanların, Hz. İbrahim'in üçüncü hanımı Katurah'tan olma oğlu Midiyan'ın soyundan geldiklerini iddia etmelerine dikkat edilmelidir. Doğrudan doğruya onun neslinden gelmemiş olduğu halde, onların tümü Onun soyundan olduklarını iddia etmişlerdi. Çünkü eski bir geleneğe göre, büyük bir zâta bağlı olan herkes, daha sonra yavaş yavaş Onun torunları arasında sayılmaya başlanırdı. Nitekim, Hz. İsmail'in (a.s.) soyundan gelmemesine rağmen tüm Araplara "İsmailoğulları" denmiştir. Hz. Yakup'un soyu (İsrailoğulları) için de durum aynıdır. Aynı şekilde, Hz. İbrahim'in (a.s.) çocuklarından biri olan Midyan'ın etkisi altına giren tüm bölge sakinleri Benî Medyen (Medyenoğulları) , bunların oturduğu yerler de Medyen bölgesi diye anılır oldu.


Yukarıdaki tarihi gerçeğin ışığı altında, onların Hakk'ın sesini ilk defa, Hz. Şuayb'dan (a.s.) duydukları bir hakikattır. Gerçekte Medyenoğulları, İsrail kavmi gibi aslında müslümandılar. Fakat Şuayb (a.s.) kendilerine peygamber olarak gönderildiği zaman onların inançları bozulmuş idi, tıpkı, Hz. Musa'nın (a.s.) geldiğinde İsrailoğulları'nın saf inançlarının bozulmuş olduğu gibi. Benî İsrail, Hz. İbrahim'den (a.s.) sonraki yaklaşık altı asır süresince müşriklerle ihtilaf ederek şirke ve ahlâksızlığa düçar olmalarına rağmen, hâlâ "mümin" olduklarını ve bundan gurur duyduklarını iddia ediyorlardı.


Bu ayette Hz.Şuayb'ın kavmine, şirk ve ticarî ahlaksızlık gibi iki önemli günah bakımından onları ıslah etmek için gönderildiğini göstermektedir.


Hz. Şuayb (a.s.) burada onların dikkatini özellikle şu hususa çekmek istemiştir: "Sizden önceki peygamberlerin (selam üzerlerine olsun) yerleştirdiği Hak Yolu (Sırat-ı Mustakimi) , kendi yanlış inanç ve ahlâksızlıklarınızla bozmayın."


Peygamberin onların inançlarına telmihte bulunması göstermektedir ki, onlar kendi kendilerinin "inananlar" olduklarını itiraf ediyorlardı. Her ne kadar yanlış inançlara ve sapmalara kaymışlarsa da herhalukârda "inananlar" olduklarını ve bununla da övündüklerini söyleyen, güya baştan çıkarılmış müslümanlar idiler. İşte bunun için peygamber onlara: "Eğer gerçekten inananlar iseniz, iyilik ve kötülüğü, Allah'a Ahiret gününe inanmayan şu dünyaperest insanların ölçüleriyle değil, doğru ve dürüst insanların ölçüleriyle değerlendirmelisiniz" diye hitapda bulunmaktadır.




86- "O'na iman edenleri tehdit ederek, Allah'ın yolundan alıkoymak ve onda çarpıklık arayarak (böyle) her yolun (başını) kesip-oturmayın. Hatırlayın ki siz azınlıkta (ve güçsüz) iken O, sizi çoğalttı. Bozgunculuk çıkaranların nasıl bir sona uğradıklarına bir bakın."

87- "İçinizden bir grup, kendisiyle gönderildiğim şeye inanmışken diğer bir grup inanmadığına göre, artık Allah, aramızda hüküm verenlerin en hayırlısıdır."

88- Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler) , dediler ki: "Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya ülkemizden sürüp-çıkaracağız veya mutlaka bizim dinimize geri döneceksiniz." (Şuayb:) "Biz istemesek de mi?" dedi.

89- "Allah bizi ondan kurtardıktan sonra, bizim tekrar sizin dininize dönmemiz Allah'a karşı yalan yere iftira düzmemiz olur. Rabbimiz olan Allah'ın dilemesi dışında, ona geri dönmemiz bizim için olacak iş değildir. Rabbimiz, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır. Biz Allah'a tevekkül ettik. Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında 'Sen hak ile hüküm ver,' Sen 'hüküm verenlerin' en hayırlısısın."

Hz. Şuayb'ın (a.s) konuşmasının hemen akabinde bu kelimeleri de ilave etmesinin nedeni, onların yeniden inançsızların yolu üzerine dönmeyecekleri hususunda kesin bir iddiada bulunmaya yetkili olmadığını göstermek içindir. Allah'ın kudretini tam olarak anlamış mümin, O'nun iradesinin herşeyi kuşattığını bilir. Bundan dolayı da bir mümin "Bunun ya da şunun yapılması tamamen Allah'ın dileğine bağlı iken, ben şunu yapacağım, şunu yapmayacağım" diye kesin iddialarda bulunmaz. 
"Eğer O dilerse, başarılı olurum, yoksa hayır" der. Allah Teâlâ, aynı şeyi Kehf suresi, 23 ve 24. ayetlerinde de bildiriyor. "Hiçbirşey hakkında: "ben bunu yarın mutlaka yapacağım deme, ancak, Allah dilerse, yapacağım" de.




90- Kavminin önde gelenlerinden küfre sapanlar, dediler ki: "Andolsun, Şuayb'a uyacak olursanız, kuşkusuz kayba uğrayanlardan olursunuz."


Bu cümleyi üstünkörü geçmemeli, bilâkis içerdiği anlamları derinliğine düşünmeliyiz. Medayin'in ileri gelenleri ve şefleri şöyle söyleyerek halkı bu hususta kandırmak istediler: "Dürüstlük, doğruluk, ahlâk ve iyilik gibi hususları temel ilkeler kabul eder ve uygularsak, biz o zaman tümüyle mahvoluruz. Biz ticaret ve alışverişimizde doğruluk ve dürüstlüğe uyar ve mesleğimizi bunlara göre sürdürürsek, ticaretimiz kesinlikle büyüyemez, serpilemez. Bunun yanında, en önemli kervanların, güzergahlarının kesiştiği bölgede yer alan şu coğrafi konumumuzdan yararlanamaz, bu yörenin uslu vatandaşları olur ve kervanların geçip gitmelerine birşeyler yapmadan seyirci kalırsak işte o zaman bu stratejik durumun sağlamakta olduğu bütün siyasî ve ticarî avantajlarımız bitti demektir. Bu da, komşu ülkelere karşı olan hakimiyetimiz ve etkiğinliğimizin de bir sonu demektir". 


İşte bu "mahvolma" korkusu sadece Hz. Şuayb'in kavmine özgü bir olay değildir. Sefih toplumlar, hak, doğruluk ve dürüstlük hakkında, her zaman aynı tedirginliği duymuşlardır. Yalan, üçkağıtçılık ve ahlâksızlığa başvurmaksızın ticaret, siyaset ve diğer dünyevi işlerin yürütülmesinin imkânsız olduğu düşüncesi tarih boyunca bütün iflas etmiş toplumların görüşü olagelmiştir. Bundan dolayı da Hak Davete karşı her zaman yapılan en büyük itiraz, "hep eğer bilenen o dalavereli yollar bırakılır ve doğru yola uyulursa ilerleme sağlanamayacağı ve toplumun yıkılacağı" konusundadır.




91- Bunun üzerine onları dayanılmaz bir sarsıntı tuttu da, kendi yurtlarında diz üstü çökmüş olarak sabahladılar.

92- Şuayb'ı yalanlamakta olanlar, sanki orda 'hiç refah içinde yaşamamışlar' gibi oldular; Şuayb'ı yalanlamakta olanlar, asıl büyük hüsrana uğrayanlar oldular.



Medyen'in bu tümüyle yerle bir edilişi, komşu halkların dilinde darbı mesel olmuştu, Zebur'da (83: 5-9) , Davud (a.s.) zalimlere karşı Allah'ın yardımını şöyle istiyordu: "Senin kullarına karşı sinsice planlar yapan "bu hainlere" Medyen halkına yaptığını yap", İşaya peygamber'de İsrailoğullarına "....Asurlu'dan korkma... O asasını Mısır'ın üzerine kaldırdığı gibi kaldıracak... Orduların Rabbi, Medyen vurgununda olduğu gibi kırbacı ona karşı kımıldatacaktır..." (İşaya, 10: 21-26) diyerek teselli vermiştir.




93- O da onlardan yüz çevirdi ve (şöyle) dedi: "Ey kavmim andolsun, size Rabbimin risaletini tebliğ ettim ve size öğüt verdim. Şimdi ben, küfre sapan bir topluluğa karşı nasıl üzülebilirim?"


Burada anlatılan bütün bu olayların derin mânâları vardır. Her kıssa, Hz. Muhammed'in (s.a) ve onun kavminin durumuna tam ve yerinde uymaktadır. Her kıssada iki taraf vardır: Peygamber ve kavmi, her bir kıssada geçen peygamber ve onun talimleri, uyarıları vs. tamamiyle Hz. Muhammed'in (s.a) davetinde olduğu şekildedir. Diğer taraftan, kötülük, ahlâksızlık ve inatçılıklara dalmış olan halk ve onların kendini beğenmiş şefleri, her zaman, küçümser bir tavırla davete karşı çıkmışlardı. Hz. Muhammed (s.a) ve davetine karşı Kureyş halkı da aynı tarz bir tavır takındığı için, dolaylı olarak, eğer çağrıya kulak vermezler ve Allah'ın onlara bahşettiği fırsatı değerlendirmezlerse akıbetlerinin de onlar gibi olacağı ikazı yapılmakta. Eğer körükörüne aynı yolda gitmeye ısrar ederlerse, sapkınlıklarında ısrar edenlere geçmişte müstehak olan aynı belâ kendilerinin de başına er geç gelecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder