25 Nisan 2012 Çarşamba

A'raf Suresi 94-102 Tefsiri - Mevdudi

94- Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek onun halkı yalvarıp-yakarsınlar diye, mutlaka onları dayanılmaz bir zorluk (yoksulluk) ve sıkıntıyla yakalayıvermişiz.
95- Sonra kötülüğün yerini iyilikle değiştirdik, öyle ki onlar, çoğaldılar ve: "Atalarımıza da (bazan) şiddetli sıkıntılar (bazan da) refah ve genişlikler dokunmuştu" dediler. Bunun üzerine, biz de onları kendileri hiç şuurunda değilken apansız kıskıvrak-yakalayıverdik.


Her bir peygamberin ve halkının kendi hususi durumları birer birer anlatıldıktan sonra, şimdi ise, her bir elçinin risalet görevi ile gönderilişinde Allah Teâlâ'nın uyguladığı genel ve müşterek usûlü belirtilmekte. Her ne zaman bir peygamber gönderilse, Allah, o halkın kibrini kırmak, mütevazi bir şekilde mesajı kabule hazır bir hale getirmek için bir takım zorluklar ve felâketlerle etki eder. Bu sünnete uygun olarak, Allah, peygamberler gönderdiği kavimlere kıtlık ve hastalık göndermiş, onları çeşitli ekonomik darboğazlara sokmuş, savaşlarda yenilgilere ve buna benzer felâketlere uğratmıştır. Bütün bunlar, onların kibir ve gururlarını kırmak, güç, kuvvet ve zenginliğe olan aşırı güvenlerini ve bağlılıklarını sarsmak içindir. Bu onlara, kendilerinin fevkinde, mukadderatlarını kontrol eden yüce bir kudretin olduğunu ikaz etmek içindir ki bu sayede kalbleri, uyarıları alıcı hale gelsin ve Rablerinin önünde diz çöksünler. Fakat bu usul eğer hakkı anlamaya yöneltmede onlar üzerinde muvaffak olamazsa, bu sefer de, o insanlar bolluk ve refah ile şımartılır. İşte bu hal artık onların sonunun başlangıcıdır. Kural olarak, sıkıntı ve felaketlere düçar olan bir topluluk, büyüyüp zenginleşmeye başladıklarında ise Rablerine minnet duymaktan ictinap ederler ve hatta eski günlerini sanki sıkıntılar hiç olmamış gibi unutup giderler. Sonra, entellektüelleri hemen "Bunda öyle olağanüstü birşey yok. Bize tarih söylemektedir ki, mukadderatın iyi ve kötü olayları hiçbir ahlâkî değere bağımlı olmadan meydana gelmektedir. Bu olaylar Allah'ın kontrolüne bağlı veya ahlâkî kanunlara uygun ortaya çıkmamakta, aksine bütün bunlara, yani darlık, felâket, refah ve bollukların oluşumuna, "tabiat" dediğimiz şey sebep olmaktadır. Bundan dolayıdır ki, bizden önce geçenlerin de darlık ve bollukları yaşamış olduklarını tarih bize göstermektedir.

"Dolayısıyla bu olaylardan hareketle, herhangi bir ahlâkî ders çıkarmak ve sadece Allah'ın huzurunda boyun eğmek ve tevazu göstermek aklî yönden bir zaafın işaretidir ve bu gibi tavırlar düşünme yetersizliğinin bir sonucudur" gibi kendilerince mantikî gerekçeler ileri sürerek halklarını kandırırlar.


Yüce Peygamber (s.a) aynı durumu bir hadis-i şeriflerinde şöyle belirtmiştir: "Dert ve musibet, inanan için bir azaptan felâha çıkana kadar ona yardımcı olur. Münafığın hali ise; sahibinin kendini niçin bağladığını ve niçin çözdüğünü anlamayıp aval aval bakan merkebe benzemektedir. Eğer bir toplum musibet ve dertlere düçar olduğunda bile Allah'a yönelmiyorsa ya da Allah rahmetini ve bereketini saçarken O'nu hatırlamıyor, ya da kendini ıslah etmek için, hiç mi hiç gayret göstermiyorsa, onun fena akıbeti ve helâki artık yakın ve kaçınılmazdır. Öyleki tıpkı hamile bir kadın günleri dolduktan sonra, nasıl heran doğurabilirse, bunlara da her an azap gelebilir."


Bu çerçevede, ayrıca dikkat edilmesi gereken, 94 ve 95. ayetlerde bahsedilen İlahî uygulamanın bu ayet nazil olduğu sırada Mekke'de uygulamada olmasıdır. Kureyş halkı aynı muhalefeti gösteriyor ve sonuçta şiddetli bir kıtlığa maruz kalıp açlıktan kıvranıyordu. İbn Mes'ud ve İbn Abbas'tan rivayet edilen bir hadisten öğreniyoruz ki, Kureyşliler Hz. Peygamber'in (s.a) tebliğine karşı gelmeye başladıklarında, Hz. Peygamber (s.a) şöyle dua etmişti: "Allah'ım, Yusuf'un zamanında Mısır'a isabet eden bir kıtlık gibisinden yedi senelik bir kıtlıkla, bana bu insanlara karşı risaletimde yardımcı ol." Bunun üzerine Allah Teâlâ, Mekke ve civarına öyle şiddetli bir kıtlık verdi ki, insanlar hayvan leşleri, derileri, kemikleri, hatta ve hatta hayvan tüylerini yemeye başladılar. O zaman Ebu Süfyan'ın önderliğinde Mekke halkı, Yüce Peygamber'e (s.a) geldi ve Ona bu kıtlığı uzaklaştırıp kaldırması hususunda Allah'a dua etmesi için yalvardılar. Fakat Allah, kıtlığı, kaldırıp uzaklaştırdığı ve işler yolunda gitmeye, sonuçta da bollluk geri gelmeye başladığı zaman, hepsi, daha da küstahlaşmaya ve hatta önceden kalbleri imana doğru biraz meyletmiş olanlara bile engel olmaya başladılar. Şöyle diyorlardı: "Kıtlık ve yokluk hayatın cilveleridir, bu durum Muhammed gelmeden önce de insanlara musallat olan bir haldir. Bundan dolayı, kıtlığın tekrar gelmiş olması nedeniyle O'nun tuzağına düşmeyin". Ve "Babalarımız, ecdadımız kıtlık ve bolluk dönemlerini yaşamışlardı" gibi sözler bu surenin nazil olduğu sıralarda da dillerde idi. 



Bu ayetlerin, Kureyş'in o andaki durumuna son derece uygun düşmesi nedeniyle bu arka fon gözönünde tutularak ilgili ayetler daha kolay ve güzel anlaşılır. 


İzah için bkz. Yunus: 21 (İnsanlara, şiddetli bir sıkıntı dokunduktan sonra, bir rahmet dokundurduğumuz zaman, ayetlerimiz konusunda hileli bir düzen kurmak (bir entrika geliştirmek) onlar için (bir alışkanlık ve kötü bir edinim) dir. De ki: "Düzen kurmada (karşılık vermede) Allah daha hızlıdır. Şüphesiz, bizim elçilerimiz, sizin 'geliştirmekte olduğunuz düzenleri' yazmaktadırlar."), Nahl: 112 (Allah bir şehri örnek verdi: (Halkı) Güvenlik ve huzur içindeydi, rızkı da her yerden bol bol gelmekteydi; fakat Allah'ın nimetlerine nankörlük etti, böylece Allah yaptıklarına karşılık olarak, ona açlık ve korku elbisesini tattırdı.).




96- Eğer o ülkeler halkı inansalardı ve korkup-sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem de yerden (sayısız) bolluklar (bereketler) açardık; ancak onlar yalanladılar, biz de onları kazanageldikleri nedeniyle yakalayıverdik.


97- O ülkeler halkı, geceleri uyurken, onlara zorlu azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler?
98- Ya da o ülkeler halkı, kuşluk vakti eğlenceye dalmışken, onlara zorlu-azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler?
99- (Veya) Onlar, Allah'ın tuzağından güvende mi idiler? Allah'ın bir tuzak kurmasından, hüsrana uğrayan bir topluluktan başkası (akılsızca) güvende olmaz.



Ansızın uygulamaya konuluncaya kadar herşeyin iyi ve yolunda gittiği şeklinde aldatılıp duran bir kimse aleyhinde hazırlanmış gizli bir plânı ifade eder.




100- (Bütün bunlar,) Sakinlerinden sonra yeryüzüne mirasçı olanları doğruya erdirme (ye veya ortaya çıkarmaya yetmez) mi? Eğer biz dilemiş olsaydık onlara günahları nedeniyle bir musibet isabet ettirirdik; ve kalplerine damgalar vururduk da onlar böylelikle işitmeyenler olurlardı.


Ne yazık ki, buralara varis olan milletler, bu yerlerin eski sahipleri olan yok olmuş toplulukların başına gelenlerden yeterince ders almışa benzemiyorlar. Buranın şimdiki sahipleri, kendilerinden önce bu yerlerde mamur ve müreffeh bir şekilde yaşayarak hükümran olan eski sakinlerinin niçin bütünüyle yok oldukları sorusunu şayet ciddi bir şekilde düşünmüş olsalardı, onlar için büyük bir ibret dersi olacaktı. Yine bu sorunun cevabı da onları, kendilerini yıkılmaya ve yokluğa götüren yanlış düşünce ve işleri anlayabilmeye götürecekti. İşte o zaman, suçlarından dolayı kendilerini kıskıvrak yakalayan ve safdışı eden Kadir-i Mutlak'ın halen alemin hakimi olduğunu ve eğer kendilerinden önce geçmiş olanların yaptıkları aynı suçları işlerlerse öncekiler gibi onları da cezalandırmaya ve azletmeye kadir olduğunu anlayacaklardı.

Sünnetullah'a göre bir toplumun helâki, kendinden önce geçmiş milletlerin tarihinden ve kalıntılarından ibret almayarak sadece kendi kendini kandırdığı zaman vukubulur. Artık Allah, onların bir iyi insanın öğütleri üzerinde düşünmelerine ve kabullenmelerine mühlet vermez. Bir kişi hakkındaki sünnetullah şöyledir; eğer bir insan kasten gözlerini kapatırsa, güneş ışığı ona yardımcı olamaz ve eğer bir kimse hakkı duymak istemezse, hiçbir güç ona hakkı duyuramaz.





101- İşte bu ülkeler, sana onların 'haberlerinden aktarmalar yapıyoruz.' ; gerçekten, onlara peygamberleri apaçık belgelerle gelmişlerdi. Ama daha önceden yalanlamaları nedeniyle iman eder olmadılar. İşte Allah, küfre sapanların kalplerini böyle damgalar.


Allah, önceki "Biz onların kalblerini mühürleriz, o zaman hiçbir şey işitmezler" ayetini 101. ayette kendisi açıklamaktadır. Buradan anlaşılmaktadır ki, "kalblerin mühürlenmesi", İlahi Kanun'un ameli neticesi husule gelen bir zihin halidir. Cehalet, önyargı, kendini beğenmişlik ve nefsanî arzular vs. yüzünden hakikati kasdî ve inadî olarak reddeden bir kimse, daha sonra o kadar inatçı biri haline gelir ki, kendi gözleriyle şahit olduğu şeylere ya da onun iyiliğini isteyenlerin ikazlarına kulak asmadan bildiği yolda, günahlarında ısrar eder gider.




102- Onların çoğunda 'verdikleri söze bağlılık' görmedik, ama onların çoğunu fasıklar (yoldan çıkanlar) olarak gördük.


İnkârcılar, her insanı bağlayıcı olması gereken üç antlaşmaya da kayıtlı kalmadılar. Onlar, ne insanı daha doğuşundan itibaren Allah'ın kulu yapan doğal anlaşmaya, ne üyesi olduğu toplumun içtimaî kodu diye bilinen örfe, her ferdi bağlayan kollektif antlaşmaya, ne de her insanın sıkıntı ve çaresizlik hallerinde Allah'a sığınması gibi şahsî antlaşmaya saygı gösterdiler.

Yukarıda zikredilen bu üç antlaşmayı da bozdukları için Allah, onları "fasıklar" diye adlandırmaktadır.  

1 yorum:

  1. Ayetin nazil olduğu sırada Mekke' de yaşanan durumun göz önünde bulundurulması makul ancak ilave olarak, ayetin mealinden direkt olarak anlaşılanların da tefsirde dile getirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
    Zira, Allah' ın verdiği kıtlıkla, samimi müslümanlar da mücadele ediyor, yalvarıyor ve sonunda onlar da bolluğa tekrar kavuşuyorlar, sonra ise bolluğun verdiği gafletle şükretmeyip tekrar kıtlığa/zorluklara sokulabiliyorlar. Bunu her dönemde ve günümüzde de kendi aramızda ve kendimizde de yaşayabiliyoruz, yaygın bir haldir, yanlış mı düşünüyorum?
    94 ve 95. ayletlerle ilgili baktığım meal ve tefsirlerde hep, -inkarcılar bolluğa kavuştuktan sonra buna şükretmeyip gaflet içinde "bu normal bir haldir" deyip Allahın gazabına uğrarlar- minvalinde anlatışlar görülüyor.
    Ayetten, bolluğa kavuşan müslümanın gaflete düşüp Allahın gazabına uğraması halini de çıkarım yapmak yanlış bir düşünce mi? Yanlışsam neyi kaçırıyorum yardımcı olabilir misiniz.
    Allah razı olsun.

    YanıtlaSil