9 Ekim 2014 Perşembe

Yûnus Sûresi 61 - 67 Âyetleri S. Kutub Tefsiri


61- Ne ile uğraşırsan uğraş, Kur'an'dan hangi parçayı okursan oku, hangi işi yaparsanız yapınız; işinize daldığınızda mutlaka davranışlarınızın tanığı, gözeticisiyiz. Ne yerde ve ne de gökte bulunan zerre ağırlığınca bir şey Rabbinizden saklı kalmaz. Gerek bundan daha küçüğü ve gerekse daha büyüğü mutlaka apaçık bir Kitap'ta yer alır.

62- Haberiniz olsun ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur, onlar hiç üzülmeyeceklerdir de.

63- Onlar Allah'a inanmış ve kötülüklerden sakınmışlardır.

64- Onlar için dünya hayatında da ahirette de müjde vardır. Allah'ın verdiği sözlerin değişmesi söz konusu değildir. Büyük kurtuluş, büyük başarı işte budur.

65- Kâfirlerin sözleri sakın seni üzmesin. Çünkü üstünlük tümü ile Allah'ın tekelindedir. O, her şeyi işiten ve her şeyi bilendir.

66- Haberiniz olsun ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah'ı bir yana bırakarak putlara tapanlar aslında bu düzmece ortaklara uymuyorlar; sadece sanıya, dayanaksız bilgiye uyuyorlar, sırf asılsız hayallerin peşinden gidiyorlar.

67- Geceyi dinlenmenize elverişli ve gündüzü aydınlık yapan O'dur. Hiç şüphesiz bu sözlerde, onlara kulak verenler için birçok ibret dersi vardır.


Bu bölümde yer alan birinci ayetin ortaya koyduğu Allah bilincidir: "Ne ile uğraşırsan uğraş, Kur'an'dan hangi parçayı okursan oku, hangi işi yaparsanız yapınız, işinize daldığınızda (Hızlı bir şekilde çalışarak, meşgul olarak dalıp gittiğinizde) mutlaka davranışlarınızın tanığı, gözeticisiyiz."

Hem huzur verici, hem ürpertici, hem sevindirici ve hem de korkutucu bir bilinçtir. Herhangi bir iş ile meşgul olurken Allah'ın kendisi ile beraber işini gözettiğini, işinin başında hazır bulunduğunu bilmek… Bütün büyüklüğü (azameti), bütün heybeti, bütün ihtişam ve bütün kuvveti ile kendisini gözlemlediğini kavrayan bu insan denen yaratığın hali ne olur acaba? Bu evrenin yaratıcısı olan Allah'ın insanı gözetlemesi ona basit mi gelir? Bütün evrenin dizginini elinde bulunduran Allah'tan ürpermez ve O'nun karşısında erimez mi? Yüce Allah bu insan denen varlıkla beraberdir. Allah'ın yardımı onu elinden tutmaz ve korumazsa, o şu feza boşluğuna fırlatılmış bir zerreden öte bir değer ifade edemez! Evet, bu gerçekten ürpertici bir bilinçtir! Bununla beraber sevimli ve huzur veren bir bilinçtir. Fezaya fırlatılan bu zerre korumasız, yardımsız ve desteksiz olarak bırakılmış değildir... Allah onunla beraberdir: Bu sadece kuşatıcı bir bilgi değildir. Bilginin yanında kuşatıcı bir korumanın ve kuşatıcı bir gözetmenin ifadesidir: "Ne yerde ne de gökte bulunan zerre ağırlığında bir şey Rabbinizden saklı kalmaz. Gerek bundan daha küçüğü ve gerekse daha büyüğü mutlaka apaçık bir Kitap'ta yer alır."

İnsanın hayali, yerde ve gökte yüzmekte olan ve yüce Allah'ın bilgisiyle beraber bulunan zerreciklerle genişleyip gidiyor. Bundan daha küçük varlıklar da, daha büyükleri de, Allah'ın ilminde kontrol altında bulunuyor... İnsanın hayatı daha fazla ürperiyor ve dehşete kapılıyor. Saygı ve takvasından dolayı kalp teslimiyet gösteriyor. Korku ve ürperti içinde iman devreye giriyor. Titremekte olan kalp, Allah'a yakın olmanın sevinciyle huzura kavuşuyor.

İşte bu sevginin gölgesinde, bu yakınlığın huzur ortamında apaçık ilan geliveriyor: "Haberiniz olsun ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur, onlar hiç üzülmeyeceklerdir de. Onlar Allah'a inanmış ve kötülüklerden sakınmışlardır. Onlar için dünya hayatında da, ahirette de müjde vardır. Allah'ın verdiği sözlerin değişmesi söz konusu değildir. Büyük kurtuluş, büyük başarı işte budur."

Bu şekilde bütün işlerinde, eylemlerinde, hareketlerinde ve duruşlarında Allah onlarla beraber olduğu halde, Allah'ın dostları nasıl korkuya kapılır veya üzülürler? Çünkü onlar Allah'ın dostlarıdırlar. O'na iman ederler, O'ndan korunurlar, gizli-açık her yerde O'nun kontrolü altında olduklarını bilirler: “Onlar Allah'a inanmış ve kötülüklerden sakınmışlardı.”

Onlar Allah'ın dostları oldukları için ve sürekli olarak O'nunla ilişki içinde oldukları halde neden korksunlar, neden üzülsünler? Neye üzülsünler? Neden korksunlar? Çünkü hem dünya hayatında, hem de ahirette müjde onlarındır. Bu değişmeyecek olan Allah'ın gerçek sözü, taahhüdüdür: Allah'ın verdiği sözlerin değişmesi söz konusu değildir. Büyük kurtuluş, büyük başarı işte budur."

Burada kendilerinden söz edilen Allah'ın dostları, gerçek anlamda iman eden mü'minler, gerçek anlamda takva sahibi muttakilerdir. İman kalpte iyice yerleşen ve eylemle desteklenen bir gerçektir. Eylem ise, Allah'ın emrettiklerini yerine getirmek, Allah'ın yasakladıklarından kaçınmaktır. Allah'ın dostu olmayı bu şekilde anlamamız gerekir. Sıradan halkın anladığı şekilde değil! Çünkü halk deli-divane kimselere, "veli" demektedir.

Allah'ın dostlarına ilişkin bu koruma ve himaye etmeye bağlı olarak yüce Allah, Peygamber'e -salât ve selâm üzerine olsun- hitap etmektedir. Çünkü peygamberler, Allah dostlarının en önde gelenleridir. Böylece peygamberi yalanlayıcılara ve iftiracılara karşı huzura kavuşturmuş olmaktadır. Zira o sırada iftiracılar ve yalanlayıcılar, güç ve mevki sahibi idiler.

"Kâfirlerin sözleri sakın seni üzmesin. Çünkü üstünlük tümü ile Allah'ın tekelindedir. O, her şeyi işiten ve her şeyi bilendir." Burada, izzet ve şeref yalnız Allah'a tahsis ediliyor. Başka yerlerde olduğu gibi, bu izzet ve şeref peygamberi ve mü'minleri de kapsayacak kadar geniş tutulmuyor. Çünkü burada söz konusu olan, yüce Allah'ın dostlarını korumasıdır. Bu nedenle izzetin tamamı, Allah'a tahsis ediliyor. Aslında gerçekten de izzet yalnız Allah'ındır. Peygamber ve mü'minler de izzetlerini O'nun izzetinden alırlar. Geriye kalan bütün insanlar ise bu izzetten yoksundurlar. Kureyş'in büyüklük taslayan müşrikleri de bu konuda diğer insanlar gibidirler. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- ise, Allah'ın kendi dostlarına bahşettiği ilahi himaye altındadır. Onların dediklerine üzülmez çünkü Allah onunla beraberdir. Ve O Allah, her şeyi işiten ve her şeyi bilendir. Onların sözlerini işiten, tuzaklarını bilen, kendi dostlarını, düşmanın sözlerinden ve tuzaklarından koruyandır. Göklerdeki ve yerdeki herkes; insan olsun, cin olsun, melek olsun, göklerde ve yerde bulunan herkes günahkârları, isyankârları ve takva sahipleriyle herkes O'nun elindedir. Yaratıkları içinde güç ve kudret sahibi herkes, O'nun otoritesi ve hâkimiyeti altındadır: "Haberiniz olsun ki, göklerde ve yerde kimler varsa hepsi Allah'ındır."

Burada bir hikmete bağlı olarak metinde, "Şey-nesne" anlamına gelen "mâ" kullanılmamış, "kim" anlamına gelen, "men" kullanılmıştır. Çünkü burada amaç, güçlü varlıkların da diğer güçsüz varlıklar gibi, yüce Allah'ın emrinde olduğunu ortaya koymaktır. Bu nedenle anlatım aynı düzeyde sürmüştür:

"Allah'ı bir yana bırakarak putlara tapanlar, aslında bu düzmece ortaklara uymuyorlar." Bu ortak olarak kabul edilen varlıklar, aslında hiçbir şeyde Allah'ın ortakları değillerdir. Onlara tapanlar da, onların Allah'ın ortakları olduklarını sadece sanıyorlar, kesin bir bilgileri yoktur: "Sadece sanıya, dayanaksız bilgiye uyuyorlar, sırf asılsız hayallerin peşinden gidiyorlar." (Ayetin aslındaki "Yahrusun" kavramı; Sezgilerine ve tahminlere göre sanıyorlar, kesin bilgi ve gözleme dayanmıyorlar demektir.)

Az ilerde sürekli tekrarlandıkları için insanların, habersiz oldukları ilahi kudretin bu evrendeki manzaralarına ilişkin bazı alanlarına dikkati çekilmektedir:

"Geceyi dinlenmenize elverişli ve gündüzü aydınlık yapan O'dur. Hiç şüphesiz bu sözlerde, onlara kulak verenler için birçok ibret dersi vardır."

Geceyi insanların istirahat edeceği bir zaman dilimi olarak yaratan ve gündüzü aydınlık kılan, durdurma ve harekete geçirme gücüne sahip olan Allah'tır. İnsanları yönlendirerek harekete geçiren, insanlara göz veren ve görmelerini sağlayan O'dur... Hareketin ve durdurmanın dizginlerini elinde tutan O'dur. İnsanların hepsine gücü yeten, insanlar içindeki dostlarını korumaya gücü yeten O'dur... Şüphesiz O'nun elçisi olan Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- ve onunla birlikte olan Müslümanlar, Allah dostlarının en önde gelenleridir.

"Hiç şüphesiz bu sözlerde, onlara kulak verenler için birçok ibret dersi vardır." Kulak verenler ve işittiklerini düşünenler için..

Kur'an-ı Kerim'in metodu, ilahlık (uluhiyet) ve kulluk (ubudiyet) konularından söz ederken çoğu zaman kâinattan aldığı manzaraları kullanır. Çünkü bu evren, varlığı ve manzaraları ile fıtrata seslenen bir şahittir. Onun bu dile gelişini fıtrat reddedemez. Kur'an'ın metodu insanlara, bu dünya hayatlarında ve gözleriyle gördükleri bu evrenle ilişkilerinde görülen ahenk ve uyumla da hitab eder.

Gerek içinde rahata kavuştukları geceler, gerekse etraflarını görmelerini sağlayan gündüz, insanların hayatları ile sıkı ilişkileri bulunan evrensel iki realitedir, iki olaydır. Bu evrendeki dehşet verici olayların insanların hayatları ile ahenk içinde bulunduğu; araştırmada ve bilimde derinleşenlerin rahatlıkla algılayabildikleri bir gerçektir. Çünkü onların içlerinde bulunan fıtratları, bu evrenle gizli bir diyalog içindedir! Onunla anlaşmaktadır!

Böylece anlaşılıyor ki, "Modern Bilimler" ortaya çıkmadan önce insanlar bu evrenin dilinden habersiz değillerdi! Onlar yapıları gereği olarak bu dili anlıyorlardı. Bu nedenle her şeyden haberi olan, her şeyi bilen yüce Allah, bunca asır önce bu dille onlara hitab etmiştir. Bu dil, bilginin yenilenmesiyle yenilenen bir dildir. İnsanlar bilgide (marifet) ilerledikçe, onu daha iyi anlayacaklardır. Yeter ki, kalplerini iman ile açmış ve bu ufuklara Allah'ın nuru ile bakmış olsunlar!



Ortaklar koşmak suretiyle iftira etmek, yüce Allah'a çocuk isnat etmek şeklinde gerçekleşebilir. Nitekim müşrik Araplar meleklerin Allah'ın kızları olduklarını sanıyorlardı.

15 Eylül 2014 Pazartesi

Yûnus Sûresi 59-60 Âyetleri S. Kutub Tefsiri


59- De ki; Baksanıza Allah'ın size gönderdiği rızıklara? Bunların bir bölümünü haram ve bir bölümünü de helâl saydınız. De ki; Bu konuda Allah mı size izin verdi, yoksa O'na iftira mı ediyorsunuz?

60- Allah'a iftira edenlerin kıyamet günü görecekleri işleme ilişkin görüşleri nedir acaba? Hiç kuşkusuz Allah, insanlara karşı lütufkârdır, fakat onların çoğu şükretmezler.


“De ki; Allah'ın size gönderdiği rızıklar hakkındaki görüşünüz nedir?” Allah katından yüce değeri içinde insanlara gönderdiği rızıklar hakkındaki görüşünüz nedir? Allah katından yüce değeri içinde insanlara gönderilen her şey, bu yüce makamdan indirilmiş, gönderilmiş demektir. Kendi izni ve yasasına uygun biçimde kullanmanız için Allah'ın size verdiği bu rızık hakkında nasıl düşünüyorsunuz? Yüce Allah bu şartlarda onu size vermişken siz kalkıyorsunuz, kendi arzularınıza göre ve Allah'ın izni olmadan onun bir kısmını haram kılıyorsunuz, bir kısmını da helâl sayıyorsunuz! Haram kılma ve helâl sayma ise, bir yasamadır. Yasama ise, hâkimiyettir. Hâkimiyet ise, Rububiyettir, ilahlıktır. Hâlbuki siz kendi kendinize bunları rahatlıkla yapıyorsunuz!

De ki; "Bu konuda Allah mı size izin verdi, yoksa O'na iftira mı ediyorsunuz?" Bu Kur'an-ı Kerim'de sık sık gündeme getirilen bir meseledir. Zaman zaman cahiliye sistemini bu mesele ile yüz yüze getirir. Çünkü bu mesele, ‘Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet getirme’ ilkesini hayatta bir realite olarak uyguladığımızda, kelime-î şehadetin kendisi olur.

Allah'ın yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul etmenin hemen arkasından zorunlu olarak Allah'ın ibadet edilen varlık olması ve insanların bütün işlerine hükmeden varlık olması gelir. O'nun hükmü altında bulunan meselelerden sadece birisidir insanlara rızık verme meselesi. Onlara rızık vermek, Allah'ın yerde ve gökte verdiği bütün nimetleri kapsar. Cahiliye döneminde Araplar, yüce Allah'ın varlığını kabul ediyorlardı. O'nun yaratıcı ve rızık verici olduğunu da... Müslüman olduklarını söyleyen bugünkü insanlar da böyledir. Cahiliye Arapları bunları kabul etmelerine rağmen, Allah'ın kendilerine verdiği rızıklar konusunda helâl sayma ve haram kılma yetkisini kendileri kullanıyorlardı. Nitekim bugün Müslüman olduklarını söyleyenler de böyle yapmaktadırlar. Kur'an onların bu çelişkilerini yakalıyor. Çünkü onlar Allah'ın varlığını, yaratıcı ve rızık verici olduğunu kabul ediyorlar. Bununla beraber, kendi hayatlarında Rububiyet (ilahlık) yetkisini, yani yasama yetkisini kendilerinden birine veriyorlar! Bu apaçık bir çelişkidir ve onları "şirk" ile damgaladığı gibi, bugün, yarın ve kıyamete kadar bu çelişkiye düşecek olan herkesi de şirkle damgalamaktadır. İsimler ve yaftalar ne kadar değişirse değişsin, fark etmez. Çünkü İslam, sırf bir etiket değildir, realiteye dayalı bir gerçekliktir!

Cahiliye dönemindeki Araplar, bugün Müslüman olduklarını zanneden insanlar gibi, helâl kılmalarının ve haram yapmalarının ancak Allah'ın izniyle gerçekleşmekte olduğunu söylüyorlardı. Veya bu yaptıklarına, ‘Allah'ın yasası budur’ diyorlardı!

En'am suresinde geçen ayette, bu haram yaptıklarının ve helâl kıldıklarının Allah'ın yasası olduğu şeklindeki iddialarına yer verilmişti. Söz konusu o ayeti burada da veriyoruz: "Onlar saçma inançları uyarınca, Bu hayvanlar ve ekinler dokunulmazdır. Bizim istediklerimizden başka hiç kimse onları yiyemez, bunlar da sırtlarına yük vurulması, binilmesi yasak hayvanlardır, dediler. Bazı hayvanları keserken de Allah'ın adını anmazlar, bunu yaparken, ‘Allah'ın emri böyledir’ diye O'na iftira ederler. Allah onları yaptıkları bu iftiralardan ötürü cezalandıracaktır." (En'am Suresi, 138)

Onlar diyorlardı ki, Allah şunu istiyor, bunu istemiyor... Tamamen iftira olarak... Nitekim bugün de Müslüman olduğunu iddia eden bazı insanlar, kendilerine göre hükümler belirlemekte ve sonra da, ‘işte Allah'ın yasası!’ demektedirler.

Yüce Allah, burada onlara iftira ettiklerini belirterek karşılık vermektedir. Sonra da kendisi adına iftira düzdükleri Rabblerinin, kıyamette haklarında nasıl hüküm vereceğini sormaktadır: "Allah'a iftira edenlerin kıyamet günü görecekleri işleme ilişkin görüşleri nedir acaba?"

Burada üçüncü şahıs zamirinin kullanılması, Allah adına yalan iftira eden herkesi kapsamına alır. Ve onların hepsini aynı hizaya getiriyor. Acaba onlar bunu ne sanıyorlar? Kıyamet gününde, kendilerine ne yapılacağını düşünüyorlar! Bu öyle dehşet bir sorudur ki, onun önünde kaskatı ve kupkuru karakterli insanlar bile erir giderler!

"Hiç kuşkusuz Allah, insanlara karşı lütufkârdır, fakat onların çoğu şükretmezler."

Gerçekten de bu maddi rızkı ile yüce Allah, insanlara lütuf etmektedir. O, bu rızık için evreni elverişli yaratmıştır. Bunun kaynağını bulmaları için, onlara da güç ve kudret vermiştir. Bu kaynaklara hükmeden yasaları görmelerine zemin hazırlamıştır. Onun şekillerini çoğaltma ve bu şekilleri arttırmak için gereken tahlil ve terkipleri yapabilme yeteneği vermiştir. Evrende ve kendilerinde bulunan bu nimetlerin hepsi de Allah'ın rızkındandır.

Bundan ayrı olarak yüce Allah rızkı, fazileti ve rahmeti ile de insanlara yardımcı olmaktadır. Kendi yolunu göstermişse, onlara doğruyu, gönüllerini rahatlatan bir sistemi göstermiş bulunmaktadır. Böylece onları doğru ve sağlam olan bir hayat sistemine iletmektedir. İnsanlar bu hayat yolu ile insanlıklarının en hayırlı nimetlerini elde ederler. Güçlerini, enerjilerini, duygularını ve yönelişlerini düzeltirler. İnsanlar bu yolla, dünya mutluluğu ile ahiret mutluluğu arasında bir ahenk kurarlar. Aynı şekilde kendi fıtratları ile içinde yaşadıkları ve kendileriyle ilişki içinde bulundukları evrenin doğası arasında uyum sağlarlar.

Fakat insanların çoğu, ne bu rızka, ne ötesine şükretmezler. Bir de bakarsınız ki, Allah'ın yolundan ve yasasından yüz çeviriyorlar. Bir de bakarsınız ki onlar, başkasını Allah'a ortak koşuyorlar... Sonuçta bütün bunlarla mutsuz oluyorlar... Mutsuz oluyorlar, çünkü onlar gönüllere şifa veren bu Kur'an'dan yararlanmıyorlar!

Bu, derin bir gerçeği vurgulayan hayret verici bir ifadedir... Evet bu Kur'an, şifa kavramının kapsadığı bütün anlamları ile gönüllere şifadır... Kur'an, ilacın hastanın bedenine tesir etmesi gibi, kalplerin içine yayılır! Hayret verici gizli gücü ile kalpler üzerinde etkisini gösterir. Fıtratın alıcı cihazlarını uyarıp, yönlendirmeleri ile kalplerin içine sızar. Böylece kalpler sarsılır, açılır, mesajları almaya ve karşılık vermeye başlar. İnsan toplulukları arasında günlük hayatta meydana gelen sürtüşmeleri mümkün mertebe asgariye indirmeyi garanti eden düzenlemeleri ve yasamaları ile kalplere sirayet eder. Onları, yargıda adil olmaya, iyiliğin üstün gelmesine çağırarak güzel bir sonuca doğru yönelten huzur verici mesajları ile etkisi altına alır...

Bu öyle bir ifadedir ki, yığınlarca anlamı ve yığınlarca delili bir anda harekete geçirmektedir. İnsan bunları ifade etmekten bile acizdir... Hâlbuki bu kısacık ayeti kerime onlara, bu hayret verici ifade ile rahat bir şekilde ışık tutuyor!

Şükretmiyorlar... Onların kalplerinden geçenleri bilen, gizli-açık her şeyi kuşatan, yeryüzünde ve gökyüzünde zerre kadar hiçbir şey denetimi dışında olmayan ve ilminden saklanmayan Allah'tır. İşte surenin akışı içinde bu duygulara ve vicdanlara yönelik yeni bir dokunuştur. Böylece Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- ve onunla beraber olanlar, yüce Allah'ın koruması ve emniyeti altında olduklarına, kuruntuya kapılarak Allah ile birlikte ortaklar edinen yalanlayıcıların kendilerine zarar veremeyeceklerine kesin kanaat getirirler.

13 Nisan 2014 Pazar

Yûnus Sûresi 55-58 Âyetleri S. Kutub Tefsiri


55- Haberiniz olsun ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Haberiniz olsun ki, Allah'ın vaadi gerçektir, fakat onların çoğu bunu bilmez.

56- Dirilten de öldüren de O'dur. O'nun huzuruna döndürüleceksiniz.

57- Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, kalplerdeki hastalıklara bir şifa, inananlara yol gösterici ve rahmet gelmiştir.

58- De ki; "Allah'ın lütfu ile, rahmeti ile, sadece bunlarla sevinsinler. Bunlar onların biriktirdikleri dünya malından daha hayırlıdır.


"Haberiniz olsun ki." Bu yankılanan ilan ile... "Haberiniz olsun ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır."

Göklerde ve yerdeki her şeye sahip olan yüce Allah, kendi vaadini de gerçekleştirebilir. Hiçbir güç O'nu vaadini gerçekleştirmekten alıkoyamaz. Hiçbir engel bu vaadini doğru çıkarmasına karşı koyamaz:

"Haberiniz olsun ki, Allah'ın vaadi gerçektir, fakat onların çoğu bunu bilmez."  Onlar cahilliklerinden bu vaatten kuşkuya kapılırlar ve yalan sayarlar.

"Dirilten de öldüren de O'dur." Hayatı ve ölümü verebilen, elbette tekrar yaratmaya ve hesaba çekmeye de gücü yeter.

"O"nun huzuruna döndürüleceksiniz." Bu, harekete geçirici sunuştan sonra, hızlı bir şekilde sunulan pekiştirmenin kısa biçimdeki yorumudur.

Bunun arkasından bütün insanlara yöneltilen kapsamlı bir çağrı yer almaktadır: "Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, kalplerdeki hastalıklara bir şifa, inananlara yol gösterici ve rahmet gelmiştir."

Kendisinden şüphe ettiğiniz bu Kitap'ta size, "Rabbinizden" öğütler gelmiştir. Yani o Kitap uydurulmuş bir şey değildir. Orada yer alan şeyler, herhangi bir insanın görüşleri değildir. Size bu Kitap öğüt olarak geldi, kalplerinizi diriltmek için... Gönüllerinizi dolduran saçma şeylerden temizlesin... Kalplerinize egemen olan kuşkudan kurtarsın. Onları hasta eden pisliklerden, şaşkınlığa düşüren krizlerden uzaklaştırsın. Bu öğüt geldi ki, kalplerinize iman ile beraber, şifa, afiyet, kesin inanç, güven ve huzur versin. Bu öğüt, imandan nasibini almış olan insanlar için hedefe ulaştırıcı yolun kılavuzudur. Sapıklık ve azaptan kurtaran bir rahmettir: "De ki; "Allah'ın lütfu ile, rahmeti ile, sadece bunlarla sevinsinler. Bunlar, onların biriktirdikleri dünya malından daha hayırlıdır."

İşte yüce Allah'ın kullarına bağışladığı bu lütuf ile, imanlarından dolayı kendilerine bahşedilen bu rahmet ile... Evet, işte yalnız bunlarla sevinsin onlar... Çünkü gerçekten sevinilmesi gereken nimet budur. Bu dünya hayatının malları, eşyası değildir. Bu öyle yüce bir sevinçtir ki, insanı yeryüzünün basit arzularından, geçici menfaatlerinden kurtarır. Bu tür nimetleri, hayatın hizmetçisi kılar, hizmet edileni değil. İnsanı onlardan yararlanan bir varlık düzeyine yükseltir, onlara boyun eğen bir kul değil. Bununla beraber İslâm, dünya hayatının nimetlerini horlamaz. İnsanların onları terk etmelerine ve onlardan yararlanmalarını öngörmez. İslâm bu nimetlere ağırlıkları kadar değer verir. İnsanların, özgür bir irade ile serbestçe kullanarak onlardan yararlanmalarını ister. İslâm’ın öngördüğü şekilde bakıldığında, insanların bu nimetlerden daha üstün idealleri vardır. Onların ufukları, yeryüzünden oluşan dünya ufuklarından daha yücedir. Müslümanlara göre asıl nimet imandır. İmanın gereklerini yerine getirmek amacın kendisidir. Bundan sonra dünya onların kölesidir, onlar üzerinde hiçbir etkinliği yoktur.

Ukbe b. Velidy Safvan b. Amr'dan, o da Eyfa b. Abdullah el-Kilai'den işittiğini belirterek der ki; "Irak'ın haracı Hz. Ömer’e -Allah ondan razı olsun- getirildiğinde, azatlı kölesi ile beraber malları teslim aldı. Hz. Ömer develeri saydığında onların belirlenenden fazla olduğunu gördü ve "Yüce Allah'a hamdolsun" demeye başladı. Azatlı köle ise, "Allah'a yemin olsun ki, bu Allah'ın lütfu ve rahmetidir" demiş, Hz. Ömer; "Sen bilemedin... Bu mallar yüce Allah'ın şu ayette belirttiği şeyler değildir" demiştir: "De ki; -Allah'ın lütfu ile, rahmeti ile, sadece bunlarla sevinsinler. Bunlar onların biriktirdikleri dünya malından daha hayırlıdır.-"

İşte böyleydi, ilk Müslüman kuşağın bu dünya hayatının değerlerine bakış açısı. Onlar en birinci lütfu ve en büyük rahmet olarak, Allah'ın kendilerine gönderdiği öğüdü ve hidayeti görüyorlardı. Mala, servete, zafere verdikleri önem ise, ancak bundan sonra gelebilirdi. Bu nedenle onlar, zafere kavuşuyorlardı, mallar da üzerlerine yağıyordu. Zenginlik ve servet peşlerinden koşuyordu... Evet, bu ümmetin yolu açıktır. Bu ümmetin yolu ise Kur'an'ın belirlediği yoldur. Kur'an erlerinin, ilk Müslüman kuşağın uyguladığı hayattır... İşte yol budur.

Ahiret hayatında, dünya hayatında ve bu yeryüzünde insanın değerini ortaya koyan maddi rızıklar ve maddi değerler değildir. Maddi rızıklar, maddi kolaylıklar ve maddi değerler, daha sonradan gelecek olan ahiret âlemine kalmadan yaşanan bu dünya hayatında bile, insanlığın mutsuzluk nedenlerinden biri olabilir. Nitekim bugün biz bu durumu maddeci medeniyetin bütün olumsuzluklarında görebiliyoruz.

Hiç şüphesiz insanlığın hayatına hükmeden başka değerler bulunmaktadır. İşte bu başka değerler, ancak insan hayatında maddi rızıkların ve maddi kolaylıkların değerini belirleyebilir. Ancak bu değerler, rızıklardan ve kolaylıklardan, insanoğlunun mutluluğu ve rahatı için bir zemin hazırlayabilir.

Herhangi bir insan topluluğuna hükmeden sistem, onların hayatlarında yer alan maddi rızıkların değerini bilirler. Bunları, mutluluğa götüren bir etken veya bedbahtlığa yol açan bir faktör haline getiren bu sistemdir.

Aynı şekilde bunları, insanlığın yükselişi için bir etken veya gerilemesi için bir illet yapan da yine o sistemdir!

İşte bu nedenle İslâm dininin, Müslümanların hayatında ne kadar önemli bir yer tuttuğu, özgün bir şekilde ifade edilmiştir: “Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, kalplerdeki hastalıklara bir şifa, inananlara yol gösterici ve rahmet gelmişti. De ki; -Allah'ın lütfu ile, rahmeti ile, sadece bunlarla sevinsinler. Bunlar onların biriktirdikleri dünya malından daha hayırlıdır.-“

Bu nedenle Kur'an ile ilk muhatap olan nesil, bu yüce değerin anlamını kavrıyordu. Hz. Ömer, bunun için mal ve hayvanlar hakkında, yüce Allah'ın, "De ki; "Allah'ın lütfu ve rahmeti ile, sadece bunlarla sevinsinler. Bunlar, onların biriktirdikleri dünya malından daha hayırlıdır." ayetinde söz ettiği şeyler bunlar değildir deme ihtiyacını duymuştur.

Çünkü Hz. Ömer kendi dinini biliyordu. Allah'ın lütfu ve rahmeti olarak birinci ve ilk planda Allah'ın kendilerine gönderdiği şeylerde, Rabbleri tarafından gönderilen öğütte gönüllere şifa veren Mü'minler için doğru yol kılavuzu ve rahmet olan Kur'an'da somutlaştığını, bunların insanların topladığı, mal, deve ve rızıklardan farklı bir şey olduğunu biliyordu!

Onlar, bu dinin kendilerini nasıl köklü bir değişime uğrattığını, içinde debelendikleri cahiliye bataklığından kendilerini kurtardığını çok iyi anlıyorlardı. Her yerde ve her zaman rastlanan cahiliyelerle kıyaslandığında, bu gerçekten köklü bir değişiklikti. Bu cahiliyelerden biri de, yirminci yüzyılın cahiliyesidir.

Bu dinin insanlar üzerinde yaptığı en büyük değişiklik, kulları kullara kulluktan kurtarması, onları bu kulluktan kurtarıp, yalnız Allah'a kul yapması ve bütün hayatlarını bu özgürlük ilkesine dayandırmasıdır. Düşüncelerini, değerlerini, ahlâklarını ve hayatlarını bir bütün olarak kulluktan kurtarıp özgürlüğe kavuşturmasıdır...

Maddi rızıklar, maddi kolaylıklar ve maddi imkânlar, bu özgürlükten ve bağımsızlıktan sonra gelir. Nitekim Müslüman topluluğun tarihinde meydana gelen de budur. İslâm toplumu bir taraftan etrafını kuşatan cahiliyeleri silip süpürürken, yeryüzündeki egemenlik ve güç odaklarının dizginine de hâkim olur. İnsanlığı Allan yoluna yöneltir. Böylece insanların da kendisi ile birlikte Allah'ın lütfundan yararlanmasını sağlar.

Bütün güçleriyle maddi değerler ve maddi üretim üzerinde yoğunlaşanlar, bu yüce ve köklü değerleri hesaba katmayanlar, onları boş verenler, insanlığın doğrudan düşmanlarıdır. İnsanlığın, hayvanların düzeyinden ve hayvanların arzularından daha yüce bir düzeye yükselmesini istemeyenlerdir.

Onlar bu tür görüşleri samimi, masum bir görüş olarak ileri sürmüyorlar. Bu görüşlerle îmâni değerlere, insanların kalplerini, onların zaruri olan ihtiyaçlarını göz ardı etmeyen, hayvani arzulardan daha yüksek değerlere bağlayan, hayvansal ihtiyaçlarını oluşturan, yeme barınma ve cinsel ihtiyaçlarının yanında daha köklü ihtiyaçlara yönelten inanç sistemine gölge düşürmek ve onu yok etmek istiyorlar!

Sürekli olarak maddi değerlere, maddi üretime önem vermeye yönelik bu çığırtkanlık insanın hayatını, düşüncesini, değerlendirmesini her yönden kuşatmakta, onu bu maddi değerleri peşinde sürüklenen bir makineye dönüştürmekte, bu maddi değerlerin hayatın en büyük değerleri olarak görmesine neden olmakta ve dolayısıyla üretim çığlıklarından oluşan fırtınada manevi ve ahlâki bütün değerlerini unutmasına yol açmaktadır. Bu yüce değerlerin hepsi maddi üretim uğrunda ayakaltına alınmaktadır... İşte insanları bu hale sokan böyle bir çığırtkanlık, masum olamaz. Bu en azından, klasik cahiliye putları yerine kendisine tapılan modern putlar yapmak için planlanmış bir plan-komplo olabilir. Bu plan ile modern putlara, bütün değerlerin üstünde yüce bir egemenlik sağlanmış olmaktadır!

Maddi üretim, putların kutsallığına büründüğünde, insanlar onun için alın teri döktüğünde ve bu putun etrafında dört döndüklerinde, artık onun uğrunda ahlâk, aile, namus, özgürlük, hak ve güvence (teminat) gibi diğer değerler ve kutsal olgular bütünüyle feda edilir ve ayakaltına alınır... Bütün bunlar eğer üretimin arttırılmasına engel oluyorlarsa, hemen ayakaltına alınmalıdırlar!

Bu durumda üretim ilah ve put değilse, o zaman put ve ilah nedir ki? Putun ille de bir taş ve odun parçası olması zorunlu değildir. Bazen bir değer, bir dünya görüşü, bir arma, bir slogan, bir ünvan bile put olabilir!

En yüce değerin Allah'ın lütfuna ve rahmetine verilmesi gerekir. Allah'ın lütfu ve rahmeti, O'nun gönüllere şifa veren, insanları özgür kılan, insanın insani değerlerini yücelten Allah'ın gösterdiği doğru yolda somutlaşmaktadır. Ancak bu yüce değerin gölgesinde insan, Allah'ın bu yeryüzünde insanlara bağışladığı rızkından yararlanma imkânı elde eder. Böylece maddi üretimin sağladığı sanayileşmeden, uğrunda verilen zahmetlerle gittikçe artan maddi kolaylıklardan, rahattan ve cahiliyenin ve bu yeryüzünde etrafında çığlıklar kopardığı diğer değerlerden yararlanma fırsatını bulabilir!


Bu yüce değerin varlığı ve egemenliği olmadan, rızıklar, kolaylıklar ve üretim, insanlığı mutsuzluğa götüren lanetlik nesnelere dönüşür. Çünkü bu durumda rızıklar, kolaylıklar ve üretim, insanî yüce değerler aleyhine olarak, hayvani ve teknolojik değerlerin yükseltilmesi için kullanılacaktır.

Yüce Allah ne kadar doğru söylüyor: "Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, kalplerdeki hastalıklara bir şifa, inananlara yol gösterici ve rahmet gelmiştir. De ki; Allah'ın lütfu ile, rahmeti ile, sadece bunlarla sevinsinler. Bunlar onların biriktirdikleri dünya malından daha hayırlıdır."


Surenin akışı içinde Allah'ın lütfundan ve rahmetinden, insanlara gönderilen öğüt, hidayet ve gönüllere şifa veren hakikatlerle somutlaşan lütfundan ve rahmetinden söz açılmışken, Allah'ın belirlediğine uygun bir şekilde değil, kendi beşeri arzularına uygun biçimde pratik hayatını yaşayan cahiliyeye değiniliyor. Onların, yüce Allah'ın özelliklerine tecavüz etmelerine, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği şeylerde, helâl ve haram kılma yetkisini kendilerinde görmelerine yer veriliyor.

10 Nisan 2014 Perşembe

Yûnus Sûresi 45-54 Âyetleri S. Kutub Tefsiri


Bundan sonra surenin akışı kıyamet sahnelerinden biriyle, seri bir biçimde onların vicdanlarına dokunuyor. Bu sahnede insanların bütün duygularını harekete geçiren, akıllarını meşgul eden ve tüm değerlerini yiyip bitiren dünya hayatı, çabucak gelip geçen bir yolculuk olarak görülüyor. İnsanlar orada kısa bir süre kaldıktan sonra sürekli olan yerlerine ve anayurtlarına dönüyorlar:


45- Allah insanları bir araya topladığı gün, sanki dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kalmışlar ve bu sureyi birbirleri ile tanışmak için harcamışlar gibidirler. Allah ile karşılaşacaklarını yalanlayanlar gerçekten hüsrana uğramışlardır, onlar doğru yolu bulamamışlardır.


Bu, bir göz açıp kapatacak kadar kısa sürede geçen yolculukta bir de bakıyoruz ki, toparlanmış ve birden kıskıvrak yakalanmış olan insanlar dünya yolculuklarının gerçekten çok kısa olduğunu kavramışlardır. Sanki bütün dünya hayatı tanışmakla geçen birkaç saate iniyor ve hemen ardından perde kapanıyor.

Yahut da dünya hayatının ve bu dünya hayatına gelip-gidenlerin halinin, karşılaşma ve tanışmadan öte hiçbir şey yapmaya fırsat bulamayan insanların haline benzetilmesidir!

Gerçekten de bu bir teşbihtir. Fakat bu, aynı zamanda gerçeğin ta kendisidir. Yoksa insanlar bu yeryüzünde tanışma faslının ötesine geçebiliyorlar mı? Onlar geliyorlar ve gidiyorlar. Fakat bir kişi dahi diğerleriyle tam tanışma imkânı elde edemiyor. Bir topluluk diğer toplulukları tanımadan, zaman doluyor ve gidiyorlar...

Acaba bu birbirleriyle boğuşanlar, savaşanlar, hep yanlış anlamadan kaynaklanan aralarında çıkmış kavgalarla çatışanlar... Evet, bütün bu eylemleri yapan insanlar, olması gerektiği kadar birbirlerini tanıyabilmiş midirler?

Şu birbirleri ile savaşan milletler, birbirine düşmanlık yapan devletler gerçekten birbirlerini tanımışlar mıdır? Bu milletler ve devletler evrensel bir hak için, sağlıklı bir sistem için savaşmazlar. Sadece zenginlik kaynakları ve dünya malı için savaşırlar. Bunlar daha bir savaştan kurtulmadan, başka bir savaşa girişmektedirler.

Bu ayet dünya hayatının kısalığını ortaya koymak için verilen bir benzetmedir. Fakat bu, dünya hayatında insanlar arasında meydana gelen daha köklü bir gerçeği tasvir etmektedir... Evet, bundan sonra insanlar göçüp gitmektedirler!

İşte bu manzaranın ışığı altında ortaya çıkıyor ki, bütün güçlerini ve enerjilerini bu kısacık yolculuğa harcayanlar, Allah'ın huzuruna çıkarılmayı yalanlayanlar, ahirete önem vermeyip bu kısacık yolculuğa, dahası bir çırpıda başlayıp-biten hayata gömülenler, Allah'ın huzuruna çıkarılmaya ve O'nu razı etmeye hazırlanmayanlar, sürekli olan ahiret yurdunda uzun süre yaşamaları için bir çalışma yapmayanlar, kesin biçimde hüsrana uğrayacaklardır: "Allah ile karşılaşacaklarını yalanlayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır, onlar doğru yolu bulamamışlardır."

Mahşer gününü seri olarak gözler önüne seren bu sahneden ve daha önce anlatılan dünya hayatına ilişkin manzaradan sonra, yüce Allah'ın peygamberlerin mesajlarını yalanlayanlara ilişkin tehdidi Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- anlatılıyor. Yüce Allah'ın onlara ilişkin tehdidi kapalı bir tehdittir. Onlar bu tehdidin yarın mı başlarına geleceğini, yoksa kıyamete kadar onun gelmesini mi bekleyeceklerini bilemiyorlardı! Böylece bu cezalandırma tehdidi, onların belki Allah’tan korkmaları ve doğru yola gelmeleri için bir Demokles’in kılıcı gibi, başları üzerinde durmaktadır. Yavaş yavaş tehditten söz ederek başlayan bu tehdit, yavaş yavaş sona doğru yaklaşıyor. Neticede öyle bir güne geliniyor ki, insan yeryüzündeki bütün zenginlik kaynaklarını kurtuluş fidyesi olarak vermek istese de, hiçbir yarar sağlamıyor. Bugünde yüce Allah, şaşmaz bir adalet ile hükmediyor. Hiç kimseye zulmetmiyor. İşte bu Kur'an'ın kendisine has metodudur. Birkaç kelimede, kısa bir sürede, kalplere dokunan canlı bir tasvir ile dünyayı, ahirete bağlıyor. Aynı zamanda iki yurt ve iki hayat arasındaki gerçek bağı, bir realite olarak gösteriyor. Zaten sağlıklı İslâm-i düşüncenin de böyle olması gerekir:


46- Kâfirleri çarptıracağımızı söz verdiğimiz cezanın bir bölümünü sana göstersek de ya da daha önce senin canını alsak da, onların dönüşü Bizedir. Sonra Allah onların neler yaptıklarına tanıktır.

47- Her ümmete bir peygamber gönderilmiştir. Peygamberler gelip de mesajlarını duyurduktan sonra ümmetler hakkında adalet uyarınca hüküm verilir, onlara haksızlık edilmez.

48- Onlar, "Eğer doğru söylüyorsanız vadettiğiniz bu ceza ne zaman gerçekleşecek?" derler.

49- Onlara de ki; "Allah'ın dileği dışında benim kendime bile zarar ya da yarar dokundurmaya gücüm yetmez. Her ümmetin belirli bir yaşama süresi vardır. O süre dolunca, ne bir an geri bırakılırlar ve ne de bir an önceye alınırlar. "

50-51 De ki; Allah'ın azabı diyelim ki; gündüz ya da gece başınıza geldi. Suçlular bunun bir an önce gerçekleşmesini niye isterler ki? Yoksa azap başlarına geldikten sonra kendilerine: “Şimdi ona inandınız mı? Hani onun bir an önce gerçekleşmesini istiyordunuz” densin diye mi?

52- Sonra zulmedenlere denir ki; Sürekli azabı tadınız bakalım, sadece dünyada işlediklerinizin karşılıkları ile cezalandırılmıyor musunuz?

53- Sana, "O ceza gerçek midir?" diye soruyorlar. Onlara de ki; "Rabbim hakkı için, evet. O, gerçektir, siz Allah'ın yapacağını engelleyemezsiniz. "

54- Kendisine zulmetmiş olan herkes, o gün yeryüzünün bütün servetine sahip olsa bunu (azaptan kurtulmak için) fidye olarak verirdi. Onlar azabı gördükleri zaman pişmanlıktan donakalırlar. Haklarında adalet uyarınca hüküm verilir, kendilerine haksızlık edilmez.


Bu bölüm, bütün kâfirlerin Allah'a döneceğini belirterek başlıyor. İsterse onların bu dönüşleri, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerine iletmekle yükümlü tutulduğu tehdit, Peygamber'in hayatında veya vefatından sonra gerçekleşsin fark etmez. Her iki halde de, dönüş yalnız Allah'adır. Yüce Allah, onların ne yaptıklarını, Peygamber'in hayatında da, Peygamber'in vefatından sonra da gözetlemektedir. Onların yaptıkları işlerin hiçbiri kaybolmayacak ve Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- vefatı onlar tehdit edildikleri bu azaptan hiçbir şekilde kurtaramaz.

Bütün işler planlanmıştır. Bu plana göre meydana gelmektedir. Hiçbir şey bu plandan kıl kadar şaşmaz. Değişen şartlara ve sürprizlere göre de değişiklik göstermez. Şu kadar var ki, her topluluğa (her millete) peygamberi kendisine gelinceye kadar süre tanınır. Peygamber, onları uyarıyor ve Allah'ın mesajını kendilerine açıklıyor. Böylece onlar da Allah'ın kendisi için belirlediği yasadan yararlanma hakkını kullanmış oluyorlar. Bu yasaya göre yüce Allah, peygamber göndermeden, mesajını açık bir şekilde bildirip uyarmadan, hiçbir milleti cezalandırmaz. Bundan sonra onların peygamberlerine karşı takındıkları tutumlarını esas alarak aralarında adaletle hükmeder: "Her ümmete bir peygamber gönderilmiştir. Peygamberler gelip de mesajlarını duyurduktan sonra, ümmetler hakkında adalet uyarınca hüküm verilir, onlara haksızlık edilmez."

Biz bu iki ayette kendimizi, "ilahlık gerçeği" ve "kulluk gerçeği" karşısında buluyoruz. Bu iki temel gerçek, İslâm düşüncesinin bütün olarak ana temelini oluşturur. Kur'an'ın metodu da, bu iki ana ilkeyi her vesile ile ve değişik açılardan ele alıp açıklamakta ve aydınlatmaktadır.

Özet olarak Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- deniyor ki; Bu inanç sisteminin ve onunla muhatap olan milletin dizgini bütünüyle Allah'ın elindedir. Senin elinde hiçbir şey yoktur. Bu işte senin görevin sadece açıklamak, mesajı ulaştırmaktır. Onun ötesindeki her şey Allah'ın elindedir. Sen icabında bütün ömrünü harcarsan da, seni yalanlayan, sana karşı direnen ve sana eziyet edenlerin sonunu görmeyebilirsin. Çünkü yüce Allah'ın, onların sonunu ve onlara göndereceği cezayı sana göstermesi zorunlu değildir... Bu sadece yüce Allah'ın elindedir! Sana ve bütün peygamberlere gelince, size düşen görev açıklamaktır... Sonra peygamber yoluna devam eder. Ve işin tamamını Allah'a havale eder... Böylece kullar kendi konumlarını bilecektir. Davetçiler her ne kadar işkenceye maruz kalsalar da, zaman ne kadar uzasa da, dava yolunda Allah'ın hükmünün acele gelmesini istemeyeceklerdir!

Onlar sürekli olarak meydan okuyarak ve sabırsızlıkla, Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerine haber verdiği Allah'ın cezasının gelmesini, gerçekleşmesini istiyorlardı. Daha önceleri peygamberleri kendilerine geldikleri halde, onların mesajlarını yalanlayan milletleri cezalandırdığı gibi, kendilerini de cezalandırmasını istiyorlardı. Cevap şuydu: "Onlara de ki; Allah'ın dileği dışında benim kendime bile zarar ya da yarar dokundurmaya gücüm yetmez. Her ümmetin belirli bir yaşama süresi vardır. O süre dolunca, ne bir an geri bırakılırlar ve ne de bir an önceye alınırlar."

Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- kendisine, ne bir fayda, ne de bir zarar veremeyeceğine göre, doğal olarak onlara da herhangi bir fayda ve zarar veremezdi. Burada peygamber kendisinden söz etmekle memur olmasına rağmen, "zarar verme" eyleminin daha önce gelmesi; onların zararın gelmesini istemelerinden kaynaklanmış olabilir. Burada, metindeki uygunluk açısından zarar önce ifade edilmiştir. A'raf suresinde yer alan bu konuya ilişkin başka bir ayette ise, ‘fayda verme’ daha önce yer almıştır. Çünkü peygamberin, "Şayet ben gaybı bilseydim, iyiliğimi arttırırdım ve bana kötülük dokunmazdı" dediği sırada, kendisi için "faydalı olan şeyin" önce gelmesini istemesi daha uygun düşmektedir.

Demek ki, yetki yalnız Allah'ın elindedir. Dilediği anda tehdidini gerçekleştirir. Allah'ın yasasında gecikme olmaz. Allah'ın belirlediği süre hiçbir şekilde öne alınamaz.

Belirlenen bu süre bazen somut bir yok oluş ile sonuçlanabilir. Yani onlar kökten yok edilebilir. Nitekim daha önceki bazı milletler bu şekilde yok edilmişlerdir. Bu süre, manevi bir yok oluş ile de sonuçlanabilir. Hezimete uğramak ve dağılıp gitmek şeklinde bir yok oluş. Bu da, milletlerin başına gelen olağan bir gerçektir. Milletler ya bu hezimetten sonra tekrar hayata kavuşurlar, ya da sürekli bu hezimetin etkisinde kalarak çözülürler. Böylece de, kişiliklerini, kimliklerini yitirirler. Sonuçta birer fert olarak varlıklarını sürdürebilseler de, bir millet olarak varlıklarını yitirirler. Bütün bunlar, Allah'ın değişmeyen yasalarına göre meydana gelir. Allah'ın bu yasalarında herhangi bir tesadüfe, başıboşluğa, haksızlığa ve kayırmaya yer yoktur. Buna göre, yaşamaları için gereken şartlara riayet eden, gereken sebeplere bağlılık gösteren milletler yaşarlar. Bu şartlar ve sebeplerden ayrılanlar ve sapanlar ise; zayıf düşerler, çözülürler veya sapmanın kaçınılmaz sonucu olarak ölürler. İslâm ümmetinin hayatı ise, peygamberini izlemesine bağlanmıştır. Peygamber, ümmeti diriltecek şeye çağırır. Doğal olarak peygamberin bu diriltici çağrısı, sırf inanç sistemi ile sınırlı değildir. İnanç sisteminin günlük hayatın değişik alanlarında öngördüğü eylemleri gerçekleştirmek, Allah'ın belirlediği yaşam tarzına, indirdiği yasaya, belirlediği değerlere uygun biçimde bir hayat yaşamak da, o diriltici çağrının kapsamında yer alır. Yoksa İslâm ümmeti de, Allah'ın yasaları gereğince süresini tamamlayacaktır.

Daha sonra surenin akışı, onların vicdanlarına bir nebze dokunuyor. Onları, meydan okuyan ve alaya alan sorgulayıcı bir tavırdan, tehdit altında bulunan, gecenin veya gündüzün herhangi bir anında felâkete uğraması beklenen bir insanın tavrına yöneltiyor: De ki; "Allah'ın azabı diyelim ki, gündüz ya da gece başınıza geldi. Suçlular bunun bir an önce gerçekleşmesini niye isterler ki?"

Gözle görünmeyen, nerede ve ne zaman meydana geleceği bilinmeyen, insanlar geceleyin uyku halindeyken veya gündüz vakti uyanık iken gelebilecek olan ceza geldiğinde uyanık ve ayık olmanın bir fayda sağlamayacağı azap budur işte... Suçluların çarçabuk gelmesini istediği o azap nedir? Bu öyle bir azaptır ki, çarçabuk gelmesinde onlar için hiçbir şekilde hayır yoktur.

Onlar daha bu beklenmedik sorunun şokundan kurtulmadan duygularını tehlikeyi tasavvur etmeye ve beklemeye sevk eden sürprizin ardından gelen ayeti kerime, o tehlikenin bilfiil meydana geldiğini haber veriyor. Aslında bu olay, henüz meydana gelmiş değildir. Fakat böylece bu tehlikenin meydana gelişi onların duygularında canlandırılıyor... Fakat Kur'an düşüncesi, bir realiteyi onlar için tasvir ediyor, duygularını harekete geçiriyor ve onların vicdanlarına dokunuyor: "Yoksa azap başlarına geldikten sonra kendilerine, -Şimdi ona inandınız mı? Hani onun bir an önce gerçekleşmesini istiyordunuz- densin diye mi?"

Sanki olay birden olup bitmiştir. Sanki onlar buna iman etmişlerdir. Sanki onlar şu anda gözler önünde meydana gelen bir sahnede bu susturucu gerçekle muhatap kılınmışlardır... Bu gözler önündeki manzaranın devamı ise, şudur: "Sonra zulmedenlere denir ki; -Sürekli azabı tadınız bakalım, sadece dün ya da işlediklerinizin karşılıkları ile cezalandırılmıyor musunuz?-"

Böylece biz, kendimizi surenin akışı ile birlikte hesap ve azap alanı ortasında buluyoruz. Hâlbuki biraz önce, dünyada idik ve birkaç ayet önce, yüce Allah'ın kendi peygamberine bu acı akıbetten söz ettiğine tanık oluyorduk.

Bu kısa gezintinin sonunda müşrikler peygamberden haber soruyorlar. Gerçekten bu tehdit, gerçek midir? Artık onlar, ona karşı içten sarsılmışlardır. Bu konudaki habere kesin güvenmek istemektedirler. Çünkü kesin bir inançları yoktur. Onlara verilen cevap hem olumlu, hem kesindir, hem de yeminle pekiştirilmiştir: "Sana -O ceza gerçek midir?- diye soruyorlar. Onlara de ki -Rabbim hakkı için, evet. O, gerçekti, siz Allah'ın yapacağını engelleyemezsiniz.-"

İlahlığının değerini bildiğim ve dolayısıyla yalan yere asla kendisine yemin etmeyi göze almadığım, ancak kesin bilgiden ve ciddi bir durumdan sonra adına yemin edebildiğim Rabbımın hakkı için...

"O, gerçektir, siz Allah'ın yapacağını engelleyemezsiniz." O'nun sizi bir araya toplamasına engel olamazsınız. O'nun sizi hesaba çekmesine ve sizi cezalandırmasına engel olamazsınız.

Biz daha bu dünyada bu insanlardan haber almaya, cevap beklemeye çalışırken, Kur'an'ın tasvir edici üslubuna bağlı olarak bir geçişten sonra kendimizi hesap ve ceza meydanında görüyoruz. Şu kadar var ki, bu konudaki açıklama, ilke olarak varsayım şeklinde veriliyor: "Kendisine zulmetmiş olan herkes, o gün, yeryüzünün bütün servetine sahip olsa, bunu (azaptan kurtulmak için) fidye olarak verirdi." Bütün malların onların yanında olduğunu ve hepsini vermek istediklerini varsaysak bile, bunlar onlardan kabul edilmez. Daha bu ayet tamamlanmadan varsayılan bu şey gerçekleşiyor ve iş olup bitiyor: "Onlar azabı gördükleri zaman pişmanlıktan donakalırlar."

Ansızın gelen azabın dehşeti birden onları yakalayıvermiş ve birden karşılarına dikilmiştir. Ayetin ifadesi dudakları kıpırdatmadan yüzleri kaplayan renk uçukluğu tablosunu zihnimizde canlandırmaktadır!

"Haklarında adalet uyarınca hüküm verilir, kendilerine haksızlık edilmez."

Ayetin ikinci yarısından itibaren başlayan ve tamamen varsayıma dayalı olan manzara sona erdiğinde, olay da sona eriyor. Kur'an'ın etkileyici, harekete geçirici tasvir metoduna bağlı olarak olay böylece bağlanıyor.


Mahşer ve hesap ile ilgili bu pekiştirilmiş yorum, ilahi kudretin yerdeki ve gökteki, hayattaki ve ölümdeki bazı alanları ile ilgili bir başka geziyi gündeme getiriyor. İlahi sözün gerçekleşmesini meydana gelmesini garanti eden kudretin anlamını pekiştiren kısa bir yolculuk ve sonra da bütün insanların kendilerine öğüt veren, doğru yolu gösteren ve gönüllerini rahatlatan bu Kur'an'dan yararlanması için bir çağrı seslendiriliyor.

6 Nisan 2014 Pazar

Yûnus Sûresi 37-44 Âyetleri S. Kutub Tefsiri


37- Bu Kur'an Allah’tan geldi, başkası tarafından uydurulmuş değildir. O, kendisinden önceki semavi kitapları onaylar ve ilahi kitabı ayrıntılı biçimde açıklar. Onun, âlemlerin Rabbi tarafından gönderildiği kuşkusuzdur.

38- Yoksa ‘Onu Muhammed uydurdu’ mu diyorlar? Onlara de ki; ‘Eğer doğru söylüyorsanız, Kur'an'a benzer bir sure ortaya getiriniz, bu konuda Allah dışında kimleri yardıma çağırabilecekseniz, çağırınız.’

39- Tersine onlar, bilgisini kavrayamadıkları ve henüz açıklamasına da muhatap olmadıkları bir mesajı yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlanmışlardı. Gör bakalım, o zalimlerin sonu nice oldu?

40- Onlardan kimi bu Kur'an'a inanır, kimi de inanmaz. Rabbin, kimlerin bozguncu olduğunu herkesten iyi bilir.

41- Eğer onlar seni yalanlarsa de ki; "Benim işlediklerim bana, sizin işledikleriniz de sizedir. Benim işlediklerim ile sizin bir ilginiz olmadığı gibi, sizin işlediklerinizle de benim bir ilgim yoktur."

42- Onların arasında Kur'an okurken sana kulak verenler de vardır. Fakat üstelik düşünme yeteneğinden de yoksun sağırlara sen söz işittirebilir misin?

43- Onların arasında sana bakanlar da vardır. Fakat görme yeteneğinden bütünü ile yoksun körleri sen doğru yola iletebilir misin?

44- Allah insanlara hiç zulmetmez, fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler.


Kur'an'ın gerçeğe dayalı konuları, ifade gücü, sözleri arasındaki mükemmel ahengi, getirdiği inanç sistemindeki eşsizliği, kurallarının içerdiği beşeri düzeni, ilahlık gerçeğini, insanlığın, hayatın ve evrenin yapısını eşsiz bir şekilde tasvir edişi ile... Evet bütün bu özellikleri ile Kur'an'ın, Allah'ın dışında başkaları tarafından uydurulmuş olması mümkün değildir. Zira onu meydana getirebilecek tek güç, Allah'ın gücüdür. Bütün varlıkları başlarından sonlarına, dışlarından içlerine varıncaya kadar her yönü ile kuşatan, her çeşit yetersizlikten ve eksiklikten, cahilliğin ve acizliğin etkilerinden arındırılmış bir sistemi kuran kudret, ancak Kur'an'ı meydana getirebilir...

Kur'an gerçekten uydurulabilecek bir kitap değildir. Burada reddedilen Kur'an'ın uydurulmuş olması değil, uydurulmuş olmasını mümkün görme anlayışıdır. Bu anlayışın reddedilişi daha anlamlı ve daha etkilidir.

Ayrıca daha önceki peygamberlere gönderilen kitapları, ‘inanç sisteminin özü’ ve ‘iyiliğe çağırma’ açısından doğrular.

Bütün peygamberlerin Allah'ın katından getirdikleri ana ilkelerde bağdaşan, detaylarda farlılık gösteren tek Kitab'ın açıklaması... Bu Kur'an Allah'ın kitabını detaylandırır, getirdiği iyiliğe ulaştırıcı vasıtaları ve bu iyiliği gerçekleştirme ve korumanın çarelerini gösterir. Allah ile ilgili inanç sistemi birdir. İyiliğe çağırma birdir. Fakat bu iyiliğin şeklinde birtakım ayrılıklar olabilir. Bu iyiliği gerçekleştirecek hukuk sisteminde ayrıntılara ilişkin farklılıklar olabilir. Bunlar insanlığın o zamanki gelişmesiyle ve ondan sonraki ilerlemeleriyle uyum sağlayacak biçimde belirlenmiştir. İnsanlık olgunluk çağına erişinceye kadar böyle devam etti. Rüştüne erişen insanlık, olgun insanlar gibi Kur'an'la muhatap oldu. Aklın ve düşüncenin fazla bir fonksiyona sahip olmadığı maddi somut harikalarla muhatap kılınmadı.

Burada Kur'an'ın asıl kaynağı ortaya konmak sureti ile, onun uydurulmuş olmasını mümkün görme anlayışı, bir kere daha reddediliyor ve pekiştiriliyor: "O, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiştir. Yoksa, ‘Onu Muhammed uydurdu’ mu diyorlar?"

Bu reddediş ve açıklamadan sonra onlara halâ Kur'an, Muhammed'in uydurduğu bir eserdir mi diyorlar? Hâlbuki Muhammed bir insandır. Kendilerinin konuştuğu dili konuşmaktadır. Kendilerinin de sahip olduğu harflerden başka bir şeye sahip değildir. "Elif, Lam, Mim..." "Elif, Lam, Ra...", "Eli, Lam, Mim, Saad..." vesaire gibi. Mademki bunda ısrar ediyorlar, öyleyse hodri meydan! İşte harfler ve işte toplayabildikleri kadar adam! Haydi, uydursunlar Muhammed'in uydurduğunu söylediklerini! Üstelik de, tam bir Kur'an'ı değil, yalnız bir tek sureyi!

"Onlara de ki; "Eğer doğru söylüyorsanız, Kur'an'a benzer bir sure ortaya getiriniz, bu konuda Allah dışında kimleri yardıma çağırabilecekseniz, çağırınız."

Bu meydan okuyuş ve bu meydan okuyuş karşısındaki acizlik daha önce kesinleşmiştir. Bugün de devam etmektedir. Sonsuza kadar da devam edecektir. Bu dilin güzel ve etkili ifade gücünü anlayanlar, sanat güzelliğinin ve ses tonundaki ahenginin zevkine erenler, bir insanın ifade sanatında bu kadar üstün bir ahenge ulaşamayacağını kavrayabilirler. Aynı şekilde sosyal düzenleri ve yasama metotlarının etütlerini yapanlar, Kur'an'ın öngördüğü sosyal düzeni tetkik edenler; Kur'an'ın insan topluluklarını düzenlemeye, toplum hayatının her alanına ilişkin ihtiyaçlarına, gelişmeleri ve değişiklikleri rahatlıkla ve esnek bir biçimde karşılamaya ilişkin saklı bulundurduğu fırsatlara getirdiği bakış açısını anlayacaklardır. Yine kavrayacaklardır ki, bütün bunlar, bir tek insan aklı tarafından kuşatılamayacağı gibi, bir kuşağın ya da bütün kuşakların akılları tarafından da kuşatılamaz. İnsan psikolojisini, insanların üzerinde etkili olmanın ve onları yönlendirmenin ana ilkelerini ve vasıtalarını inceleyip sonra da, Kur'an'ın vasıtalarını ve yöntemlerini tetkik edenler, bu üstünlüğü görebileceklerdir.

Kur'an'ın icazı, sadece sözleri, ifadeleri, söyleniş tarzı ile sınırlı değildir. Bu konularda deneyimi, uzmanlığı bulunanların somut biçimde görebilecekleri gibi, onun icazı sınırsız bir icazdır... Bu vecizliği-icazı Kur'an'ın sistemlerinde, yasalarında, psikolojisinde ve her alnında gözlemek mümkündür.

İfade sanatını kullananlar, sanatsal ifade konusunda yetkinliği olanlar, Kur'an'ın bu alanla ilgili edebi icazını diğer insanlardan daha iyi ve daha güzel kavrayacaklardır. Sosyal, hukukî, psikolojik ve insani düşüncenin ana hatları ile uğraşanlar, bu Kur'an'da yer alan konuların vecizliğini diğer insanlardan daha iyi kavrayacaklardır.

Bu vecizliği ve bu vecizliğin boyutlarını gerçekten açıklamak ve beşeri bir üslup ile bunu tasvir etmeye çalışmak noktasında, acizliğimi peşinen kabul ediyorum. Beşeri gücümüz ölçüsünde ele alınsa bile, bu konuyu detaylı olarak açıklamak için, başlı başına bir kitap yazmak gerektiğini de biliyorum... Bununla beraber burada bu vecizliğe kısaca işaret etmeden geçemeyeceğim...

Kur'an'ın ifade tarzı gerçekten eşsizdir. İnsanın ifade tarzından tamamen ayrıdır... Kur'an üslubunun kalpler üzerinde öyle hayret verici bir etkisi vardır ki, buna insanın üslubunda rastlamak mümkün değildir. Kur'an, üslubunun kalpler üzerindeki bu egemenliği bazen öyle noktalara varır ki, Arapçadan tek harf dahi bilmeyenlere Kur'an'ın sadece okunuşu bile büyük etkiler yapar... Öyle hayret verici olaylar meydana geliyor ki, bunları "hiç Arapça bilmeyenler de Kur'an'ın sırf okunmasından etkilenirler" görüşü ile açıklamaktan başka çare yoktur. Tabii ki, bunu bir kural olarak kabul etmek gerekmez. Fakat böyle olayların meydana gelişi bir yorumlamayı, bir değerlendirmeyi gerektirir... Ben başkalarından işittiğim birtakım örnekleri burada anlatacak değilim. Bizzat gözlerimle gördüğüm ve benimle beraber altı kişinin de şahit olduğu bir olayı burada aktaracağım:

Yaklaşık on beş sene önceydi. Biz altı Müslümandık. Bir Mısır gemisiyle Atlas Okyanusunun engin suları üzerinden New York'a gidiyorduk. Kadınlı-erkekli yüz yirmi yabancı yolcunun içinde bizden başka Müslüman yoktu. Birden Okyanusun üzerinde gemide, Cuma namazı kılmak aklımıza geldi! Allah biliyor ya, bizi burada Cuma namazını kılmaya iten sebep de; gemide misyonerlik çalışmasına devam eden ve bunun bir uzantısı olarak bize karşı da, bu görevini yerine getirmeye kalkışan bir misyonere karşı dini duygularımızın harekete geçmesiydi! Bir İngiliz olan gemi kaptanı, namazımızı kılmamıza izin verdi. Namaz esnasında, "görev" başında bulunmayan geminin tayfalarına, aşçılarına ve hizmetçilerine bizimle namaz kılmaları için izin verdi. Bunların hepsi Sudan'ın Nevbe bölgesinden olan Müslümanlardı. Müslüman personel buna çok sevinmişti. Çünkü gemide ilk olarak Cuma namazı kılınıyordu. Cuma hutbesini ben okudum ve namazı da ben kıldırdım. Yabancı yolcuların çoğu etrafımızda halkalanmış, namaz kılışımızı seyrediyorlardı! Namazdan sonra yabancı yolcuların çoğu, "duanız kabul olsun" diyerek bizi kutlamaya geldiler. Zira onların namazımızdan anladıkları en ileri şey duaydı! Yalnız bu kalabalığın içinden, daha sonra Tito'nun cehenneminden –komünizminden- kaçan, Yugoslavyalı bir Hristiyan olduğunu öğrendiğimiz bir bayan, olaydan ciddi biçimde etkilenmiş ve eylemin tesirinde kalmıştı. Duygularına hâkim olamıyor, gözyaşlarını tutamıyordu. Yanımıza gelerek, gönülden bir sıcaklıkla elimizi tuttu ve düzgün olmayan bir İngilizce ile bizim namazımızın derin etkisiyle, namazdaki huşu, düzen ve manevi hava ile kendinden geçtiğini ifade ediyordu! Fakat bu olayın bizim için önemli olan yanı burası değildi. Asıl önemli olan bu bayanın şu sözleriydi: "Papazınız hangi dille konuşuyordu?" Kadıncağız, namazı ‘din adamının’ dışında bir kimsenin kıldırabileceğini düşünemiyordu! Zira inandığı kilise Hristiyanlığında uygulama böyleydi! Biz onun yanlış düşüncesini düzelttik! Ve gereken cevabı verdik. Bunun üzerine kadın dedi ki: "İbadeti idare eden görevlinin konuştuğu dilin hayret verici bir musiki tonu vardı. Hiçbir şey anlamasam da, sesi bana çok hoş geliyordu." Sonra beklenmedik bir olay daha oldu. Kadın şöyle diyordu: “Fakat benim asıl sormak istediğim mesele bu değildi. Aslında beni duygulandıran şey, ‘imamın’ sözleri arasında kullandığı, cazip bir musiki tonu ile ifade ettiği sözlerdi. Bu sözler, bu kişinin diğer konuştuğu sözlerden çok farklı geliyordu bana! Arada kullanılan bu sözlerin musiki yönü daha ağırlıklıydı ve daha derin etkileri vardı. Bu özel bölümler içinde, bir titreme ve tüylerimi diken diken eden bir ürperti meydana getiriyordu. Bunlar bambaşka bir şeydi! Sanki ‘imam’ bunları söylerken Kutsal Ruh ile doluyordu!" Bununla neden söz ettiğini bir süre düşündük. Sonra anladık ki, bayan Cuma hutbesinde ve namazda geçen Kur'an ayetlerini kastediyor! Bununla beraber bayanın bu halı, bizde gerçekten dehşete varan bir şok yaşattı. Çünkü bu bayan, aslında ne dediğimizi anlamıyordu!

Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu bir kural değildir. Sadece bu olayın ve başkalarının da bana aktardıkları bir dizi olayın meydana gelmesi gösteriyor ki, bu Kur'an'ın bir sırrı daha vardır. Bazı kalpler onun bu sırrını, sırf okunması ile yakalayabilmektedir. Bu bayanın, kendi dinine inanması, ülkesindeki komünizm cehenneminden kaçışı, onu Allah'ın sözlerine karşı bu derece hassas hale getirmiş olabilir. Fakat her şeyi bununla açıklayamayız. Mesela memleketimizde halktan Kur'an'a kulak veren on binlerce insan, ondan hiçbir şey anlamaz. Yalnız onların kalpleri bundan hayli etkilenir. Bu sırrının etkisinde kalırlar. Bunlar Kur'an'ın dilini anlamada Yugoslavyalı bayandan çok fazla ilerde de sayılmazlar!

Ben Kur'an'ın üstünlüğünden söz ederken, bu gizli ve hayret verici etkisine her şeyden önce değinmeyi tercih ettim. Edebiyat, düşünce ve bilinç alanında uzmanlaşan insanların, diğer insanlardan daha güzel kavradıkları yönlerine bundan sonra temas etmeyi uygun gördüm!

Kur'an'ın sunuş metotu çok büyük meseleleri ve konuları ele almakla eşsiz bir anlatıma sahiptir. İnsanın, bu tür önemli meselelerden söz ederken, o kadar kapsamlı boyutlarda meseleyi ele alması mümkün değildir. Kur'an'ın anlatımı, geniş anlamı, ifadedeki inceliği, güzelliği ve canlılığı ile de eşsizdir! Bunun yanında ne güzellik inceliğini, ne de öncelik güzelliğini bastırmaz. Böylece öyle bir vecizlik seviyesine ulaşır ki, hiçbir insanın ona ulaşması düşünülemez. Edebiyat ile uğraşan insanlar bunu daha rahat kavrayabilirler. Zira, bu sahada insan gücünün hangi sınırlara kadar varabileceğini en iyi anlayanlar onlardır. Bu nedenle onlar, bu seviyenin kesinlikle insan gücünün çok üstünde olduğunu net ve açık biçimde anlarlar.

Kur'an anlatımının bu özelliğinden başka, bir özellik daha doğar. Kur'an'ın bir bölümü, bölümün içinde birbiri ile uyumlu ve ahenkli değişik konuları ele alır. Her bir konuyu net ve açık bir biçimde açıklığa kavuşturur. İfade esnasında bu konuları karıştırmadan ve çelişkiye düşmeden anlatır. Her konu ve her gerçek, kendisine uygun olan seviyesine ulaşır. Öyle ki, bir tek bölümü değişik yerlerde kullanır. Ve bu değişik yerlerde kullanılan bölüm, kullanıldığı her yerde içindeki metinle kenetlenir. Sanki bu bölüm, bu alanda ve bu konuda ilk olarak kullanılıyor! Bu, Kur'an'ın apaçık özelliklerinden biridir. Onu daha fazla açıklamamıza gerek yoktur.

Okuyucu bu surenin girişinde verilen pasajları incelediğinde; burada bir ayetin, bir bölümün değişik amaçları için kullanıldığını ve kullanıldığı her yerde tamamen vazgeçilmez bir fonksiyona sahip olduğunu görecektir. Bu sadece bir örnektir.

Kur'an anlatımının, sahneleri canlandırmada ve doğrudan hitap etmede gerçekten güçlü ve eşsiz bir özelliği vardır. Olayı öyle sahneliyor ki, gözlerimiz önünde cereyan ettiğini zannederiz. Bu kesinlikle insanların ifade yöntemlerinde kullandıkları bir metot değildir. İnsanlar bu ifade üslubunu taklit bile edemezler. Zira böyle bir şeyi yapmaya kalkışmak işi daha da bozacak, normal yazının üslubu ile bağdaşmaz hale getirecektir! Mesela, insanın edebi ifadesi Kur'an'ın üslubunu kullanarak aşağıdaki konuları nasıl işleyebilecektir?

"İsrailoğulları'nı denizden geçirdik. Firavun ve askerleri saldırı ve düşmanlık amacı ile peşlerine düştüler. Sonunda Firavun boğulmanın eşiğine geldiğinde, "İsrailoğulları'nın inandıkları ilahtan başka ilah olmadığına inandım, ben de O'na teslim olanlardan (Müslümanlardan) biriyim" dedi.” Ayetin buraya kadar olan bölümünde bir hikâye anlatılıyor. Hemen ardından gözler önündeki bir sahnede doğrudan hitaba geçiliyor.

"Şimdi mi aklın başına geldi? Daha önce Allah'a hep karşı gelmiş ve bozgunculardan biri olmuştun. Bugün senden sonra geleceklere ibret olasın diye cansız vücudunu bozulmaktan kurtaracak, onu sahilde bir tepeye atacağız." Sonra gözler önüne serilen sahneye ilişkin bir değerlendirme yapılıyor. "Gerçi insanların çoğu bizim ibret verici belgelerimizin farkına varmazlar." (Yunus Suresi, 90-92)

De ki; ‘En büyük şahitlik kimindir?’ (Sonra yine) de ki; ‘Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur'an gerek sizi, gerekse ulaştığı herkesi uyarayım diye bana vahyedildi.’ (En'am Suresi, 19)

Buraya kadar peygambere yöneltilen bir emir var ve peygamber onu alıyor. Sonra birden bakıyoruz ki, peygamber topluluğa soruyor: "Sizler Allah ile birlikte başka ilahlar olduğuna mı şehadet ediyorsunuz?" Bir de bakıyoruz ki, peygamber tekrar kavminin sorduğu ve kendi görüşlerine göre cevaplandırdıkları bu soru için emir almaya yöneliyor: "De ki, "Ben buna şahitlik etmem.” De ki; "O, tek bir ilahtır ve ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan uzağım."

Aşağıdaki ayetlerde tekrarlanan, şahıs zamiri değişiklikleri de bunun gibidir!

"Allah, insanlar ile cinleri bir araya topladığı gün ‘Ey cinler, çok sayıda insanı ayarttınız’ der. Cinlerin insandan yardakçıları da ‘Ey Rabbimiz, birbirimizi kullanarak bizim için belirlemiş olduğun süreyi doldurduk’ derler. O da ‘Barınağınız orada sürekli kalmak üzere cehennem ateşidir. Yalnız, Allah'ın affetmeyi diledikleri müstesna’ der. Hiç kuşkusuz Rabbin hikmet sahibidir ve her şeyi bilir..."

"İşte böylece biz, işledikleri kötülüklerden ötürü kimi zalimleri diğerlerinin peşine takarız."

"Ey insanlar ve cinler, size ayetlerimi anlatan ve bugünle karşılaşacağınıza ilişkin sizi uyaran, içinizden peygamberler gelmedi mi? Onlar da, ‘Kendi aleyhimize şahitlik ederiz’ derler. Dünya hayatı onları aldattı da, kâfir olduklarına kendi aleyhlerine şahitlik ettiler."

"Bu şunu kanıtlar ki, Rabbin gerçeklerden habersiz olan bir kentin halkını haksız yere asla helâk etmez." (En'am Suresi, 128-131)

Kur'an'da buna benzer örnekler pek çoktur ve bu insanların üslubundan tamamen ayrı bir üsluptur. Yok, böyle değil diyen ve dolayısıyla boyunun ölçüsünü almak isteyen varsa, buyursun bu şekilde bir ifade kullansın. Ve kullandığı bu ifade hem anlaşılır ve doğru bir söz olsun, hem de göz alıcı güzelliğin, gönüllerde ağırlığını hissettiren etkinin ve mükemmel ahengin parmakla gösterilen örneği olsun!

Bunlar, Kur'an'ın anlatımında yer alan bazı veciz yönlerdir. Biz özlü bir şekilde bunlara değinmiş oluyoruz. Şimdi de Kur'an'ın konularındaki vecizliğine ve insanın karakterinden tamamen farklı olan, Rabbanî ve de eşsiz özelliğinden biraz söz edelim.

Kur'an-ı Kerim insanın yapısına bir bütün olarak hitap eder. Bazen soyut zihnine, bazen duyarlı olan kalbine, bazen coşkun duygularına mücerret bir şekilde hitap etmez. Kur'an bunların hepsine birden hitap eder. En kısa yönden hitap eder onlara. Hitap ettiği zaman insanın alıcı-verici bütün cihazlarını harekete geçirir. Kur'an bu hitap şekliyle, insanın bünyesinde varlığın bütün gerçeklerine ilişkin düşünceler, etkilenmeler ve izlenimler meydana getirir. İnsanların tarih boyunca kullandıkları bütün vasıtalar bir araya getirilse yine de böylesine derin, böylesine geniş, böylesine ince ve böylesine net bir biçimde ve böyle bir metot ve böyle bir üslupla insanı ele alamaz!

Ben burada söz konusu gerçeğin açıklık kazanması için, "İslâm Düşüncesinin Özellikleri ve İlkeleri" adını taşıyan eserimin ikinci cildinden bazı bölümler aktaracağım. Bu alıntıların konusu "İslâm Düşüncesinin İlkeleri Belirlemede Kur'an'ın izlediği Metot” tur. Bu alıntı, Kur'an'ın bunları güzel, eksiksiz, kapsamlı, ahenkli ve dengeli biçimde ortaya koyduğunu ve bu metotun ilkeleri belirlemede en önemli özelliklerinin bunlar olduğunu açıklamaktadır:

Bu metot şüphesiz bütün metotlardan ayrı ve üstündür.

Kur'an'ın sunuş metotu her şeyden önce, hakikati gerçek âlemde bütün açılarıyla, bütün yönleriyle ve bütün ilişkileri ve bütün gereklilikleriyle takdim etmesi sebebiyle diğer metotlardan üstün ve farklıdır. (İnsanın anlatım gücü ise, bu seviyeye varamaz. Çünkü her yazar belli bir seviyedeki insanlara hitap eder. Bu seviyenin dışındakiler ise hemen hemen onu anlayamazlar.) Metot, bu kapsamıyla hakikati zorlaştırmaz ve etrafını sis ile kapatmaz. Tam tersine onu insan varlığının bütün düzeylerine anlatır. Allah Tealâ kullarına rahmet olsun diye, bu düşüncenin esaslarını belli bir ilmi seviye kaydına bağlamamıştır. Çünkü inanç, insan hayatının baş ihtiyacıdır. Akıl ve kalplerinde kurulacak düşünce, onların varlık âlemiyle ilgi alanını belirleyecektir. Aynı zamanda, herhangi bir ilmi elde etmenin yolunu belirleyecektir. Bu sebeple Allah bu inancı anlamayı, herhangi bir ön bilgiye veya başka bir sebebe bağlı kılmamıştır. Allah, inançtan oluşacak düşüncenin, beşerin ilim ve bilgisini desteklemesini ve kemale erdirmesini istemektedir. Bu inancın, çevrelerindeki kâinatı düşünme ve açıklama rehberi olmasıyla birlikte; ilimlerinin ve bilgilerinin kendisinden başka hak ve kesin bilginin bulunmadığı gerçek kesin bilgi üzerine kurulmasını istemektedir. Bundan dolayı yüce Allah, inançtan kaynaklanan düşüncenin, beşeriyetin ilim ve bilgi kaynağı olmasını istemektedir.

İnsanın bu kaynağın dışında elde ettiği ve ulaştığı her sonuç ve her şey zannî bir bilgi ve kesin olmayan ihtimalli sonuçlardır. Hatta deneysel bilim de buna dâhildir. Çünkü deneysel bilimin metotu kıyastır. Araştırma ve inceleme tümdengelim (dedüksiyon) ve tümevarım (endüksiyon) yöntemleri araştırması ve incelemesi kolay değildir. Beşerin elde ettiği sonuç ve hükümlerin doğru kabul edilmesi halinde durum budur. İlmin en yüksek mertebesi, birçok deneyden sonra elde edeceği neticeler üzerinde kıyaslama yapmaktır. İlmin kendisi de, bunun gibi kıyaslardan elde edilen bulguların kesin olmadığını ve zanni olduğunu kabul etmektedir. Üstelik her deney başlı başına ihtimallerden birinin tercih edilmesi esasına dayanır. Yani, kesin ve tartışmasız değildir. İnsanın elde edebileceği tek kesin ilim, her şeyi çok iyi bilen ve her şeyden haberdar olan bilgi ve haber; sahibinden gelen ilimdir. O'nun zikrettiği her şey haktır ve O, her şeyde hüküm verenlerin en üstünüdür. (Bu edenle Kur'an metotunun sunduğu bu gerçeği insanın bünyesi kabul eder, onun bir ayrılığı olduğunu hisseder. Diğer kaynaklardan aldığı hiçbir anlatımda böylesine bir ağırlıkla karşılaşmaz. Bu da, konuları ele alış yönünden de mucize olan Kur'an'ın sırlarından biridir.)

Bütün ilmi araştırmalar, felsefi düşünceler ve sanatsal ilhamlarda karşılaşılan kopukluk, dağınıklık ve bunlar eksikliklerden münezzeh olmadığı için, Kur'an'î metot diğerlerinden farklı ve üstündür. Beşeri metotların yaptığı gibi güzel ve uyumlu olan bütününün bir yönünü alıp, diğerlerinden ayırmaz. Dünya âlemini ahiret âlemine bağlayan bir akış içinde, bütünün her yönünü birden gözler önüne serer. Bu akış içinde kâinat, insan ve hayat gerçekleri, ilahi gerçek ile bütünleşir. Yeryüzündeki insan hayatı, rakibi veya taklidi mümkün olmayan bir üslup içinde yaşayarak yücelikler âlemindeki hayatla birleşir. Beşeri metotlar bu konuları taklit etmeye çabaladığında gerçekler karışık, meçhul, anlaşılmaz ve dağınık olarak görünür. Bunlarda üslup, açık ve belirgin olmadığı gibi, Kur'an'î metotta olduğu gibi düzenli de değildir.

Kur'an'ın akışı içinde sunulan çeşitli gerçeklerdeki bütünlük ve ilişkilerin ağırlık merkezi, konudan konuya değişebilir. Fakat bu bağlılık, sürekli olarak vardır. Kur'an içinde belli bir noktaya, mesela, insanlara Rabblerini tanıtma noktasına ağırlık verildiğinde, bu büyük gerçek ilahi kudretin kâinat, hayat ve insandaki eserlerinde tecelli eder. Bu tecelli, hem zahirî âlemde, hem de batınî âlemde meydana gelir. Gözler başka bir noktaya, evrenin gerçeğini tanıtmak konusuna ağırlık verildiğinde, ilahlık ve evren arasındaki ilişki tecelli eder. Ve bu akış, çoğu kez hayat ve can verme hakikatine ve Allah'ın kâinat ile hayata ilişkin kanunlara temas eder. Dikkatler insanın hakikatine çevrildiğinde ise, onun uluhiyyet hakikatiyle olan irtibatı, kâinat ve canlılarla olan irtibatı, görünür görünmez âlem ile olan irtibatı tecelli eder. Dikkatler ahiret yurduna çevrildiğinde, dünya hayatı hatırlatılır ve ikisi birden Allah ile diğer hakikatlerle irtibatlandırılır. Dünya problemlerine dikkat çekildiğinde de durum aynıdır. Kur'an'da bütün özellikleri belirli olan diğer araştırma ve sunma şekilleri de böyledir.

Hakikatin bütün yönlerinin birbirine sıkı sıkıya bağlı olmasıyla beraber, her konuya uyum içindeki bir bütün halinde Allah katındaki gerçek değerini vermesiyle de, bu metot diğerlerinden üstün ve farklıdır. Bu yüzden de, uluhiyyetin hakikati ve özellikleri; "uluhiyyet ve ubudiyyet" meselesi olarak gayet açık, net, kapsamlı ve hakim vaziyette görünür. Hatta bu hakikati anlatmak ve bu bilinmezi açığa çıkarmak Kur'an'ın temel konusu olarak görünür. (Daha önce bu surenin bir yerinde, bu hakikatin gerçekleştirilmesine ve bu konunun aydınlatılmasına, yüce Allah'ın neden bu kadar önem verdiğini açıklamıştık.) Kader ve ahiret yurduyla birlikte gayb âleminin hakikati belirgin bir yer kaplar. Sonra insanın hakikati, kâinatın hakikati ve hayatın hakikati, gerçek âlemdeki oranlarına uygun bir yere oturtulur. Ve işte bu sistem içinde hakikatler, ne örtülü kalır ve ne de ihmal edilir. Her hakikatin özellikleri ve işaretleri bu hakikatlerin sergilendiği vitrinde yerini alır, asla kaybolmaz. Aynı zamanda bu hakikatler –İslâm-i düşüncede- birbirini örtmez ve birbirini kaybetmez. Birinci cildin "Dengeli Bir Düşünce Sistemi" bölümünde izah ettiğimiz gibi, maddi evrene, onun yasalarının inceliğine ve parçaları arasındaki uyuma yönelik hayranlık duygusu bu maddi evreni ilahlaştırmaya yol açmaz. Tabii ki, varlıkları ilahlaştıran eski ve yeni putperestlerin sapıklığına da düşülmez. Hayatın azametine, onun görevlerini yerine getirmesine ve kendi içinde ve çevresiyle olan uyumuna ve doğrultusunun sapmazlığına karşı duyulan hayret ve beğeni bizi, hayatı ilahlaştırmaya götüremez. Yani biyolojik doktrinlerin ilahlaştırma sapıklıklarından uzak kalınır. Bunların yanı sıra insana, benzersiz özelliklerine, evrenle ilişkilerinde ortaya konan karakterlerine ve başka canlılarda bulunmayan potansiyel yeteneklerine yönelik yani tüm idealist akımların düştüğü hataya düşülmez; aklını herhangi bir şekilde ilahlaştırmaz! İlahi hakikatin büyüklüğü ise, maddi âlemlerin varlığını inkâra veya hafife almaya veyahut da Budizm ve tahrif edilmiş Hristiyanlıkta olduğu gibi insan varlığını küçümsemeye götürmez! Bu denge İslâm-i düşüncenin karakteristik özelliği olduğu gibi, aynı zamanda bu düşüncenin esaslarının belirtildiği Kur'an'î metodun ve bu düşüncenin üzerine bina edildiği gerçeklerin karakteristik kalıbıdır, iskeletidir. Öyle ki, bunların hepsi, İslâm-i düşüncenin Kur'an'daki akışında bütünü çizen eşsiz tabloda gayet net olarak görünür. Bu Kur'an'a ait bir özelliktir. Beşeri ifade metotların hiçbiri bu özelliklere sahip değildir!

Bu metot diğerlerinden etkili olması ve hayat fışkıran yönüyle de üstündür. Bu metottaki dikkat, tekrar ve kesin çizgiler, gerçeklere canlılık kazandırmakta, etkileyici bir özellikle onları güzelleştirmektedir. Bu sunuş tarzı öyle yüce ve azizdir ki, beşeri sergileme ve ifade açısından, beşeri üslup o mertebeye asla çıkamaz. Sonra aynı zamanda gerçekler, hayret uyandırıcı bir incelik ve kesin çizgilerle sergilenmesine rağmen; bu incelik, canlılık ve güzelliği asla bozmamış ve kesin çizgiler onun uyumluluğuna ve hayret verici orijinalliğine engel olmamıştır!

Bizler beşeri üslubumuzla, Kur'an'î metodun özelliklerini ve onun vardığı dereceyi hakkıyla anlatamayız. Aynı şekilde bu incelememizle, "İslâmi Düşüncenin Esasları" konusunda Kur'an'ın ulaştığı gerçeklerden hiçbirine ulaşmamız mümkün olamaz. Bizim bu incelemeyi sunmamızın nedeni, insanların Kur'an'ın indiği atmosferden uzaklaşmalarından kaynaklanmaktadır. Bugünün insanları, o atmosferde yaşayanların hallerinden uzak kalmışlardır. Kur'an'ın kendilerine indiği kimselerin katlandığı ıztırarlardan uzaklaşmışlardır. Hâlbuki onlar, kendi zamanlarında ortada bulunan bütün problemlere rağmen, Müslüman toplumu inşa etmişlerdir. Bu yüzden insanlar, bizzat Kur'an'î metodun zevkine varmak gücünden bugün mahrumdurlar. Onun özelliklerinden ve lezzetlerinden direkt olarak istifade etmekten acizdirler.

Kur'an bazen inanç sistemi ile ilgili gerçekleri öyle açılardan ele alır ki, o şekilde onları ele almak insanın aklından bile geçmez. Zira bu tür konular ve olanlar normalde insanın düşünebileceği veya dikkatini çekebileceği sahalar değildir.

En'am süresinin şu ayetinde yer alan ilahi ilmin gerçekliğini ve alanlarını tasvir eden ifadeler de bu türden konulardır: "Ğaybın anahtarları Allah'ın katındadır; onu, yalnız O bilir. Mutlaka O'nun bilgisi altında dalından düşen her yaprak, yerin karanlık deliklerindeki her tane, yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır." (En'am Suresi, 59)

İnsan düşüncesi, her tarafa dal budak saçan bu gizli açık meselelere Kur'an'ın ortaya koyduğu geniş boyutları ile yönelemez. Kapsamlılığını ortaya koymak istese de, bu ilmin kapsamlılığını tasvir edemez. İlim ne kadar bu meseleleri tasvir etmeye çalışsa da, bu konular ilmin tasvir kapsamına girse de, onları tasvir etmeyi beceremez. İnsan düşüncesi bu ilmin kapsamını tasvir etmeye kalksa bile, kendi insani arzularına ve düşüncelerinin yapısına uygun düşecek başka alanlara yönelecektir... Daha önce yedinci cüzde bu ayetin yorumunu yaparken şöyle demiştik: “Ne yönden bakarsak bakalım şu kısacık ayete, Kur'an'ın kaynağıyla konuşan bu mucizeyi göreceğiz.”

Konusu açısından baktığımızda bu sözü bir insanın söyleyemeyeceğini, üzerinde insan damgası bulunmadığını, daha karşılaşır karşılaşmaz duyduğumuz o ürpertiden anlayıveririz. Çünkü insan düşüncesinin böyle bir konuyu -ilmin kapsayıcılık ve kuşatıcılığı konusunu- araştırmasının sonucu, böylesine geniş ufuklara ulaşamadığını görmek olacaktır. Bu alanda ortaya konan insan fikrinin, ürünlerinin ve çalışmalarının değişik bir özelliği ve belli bir sınırı vardır. İnsan, dile getirdiği düşüncesini ilgi alanından çekip çıkarmaktadır. Yeryüzünün her köşesindeki ağaçlardan kopan yaprakları gözetip saymak, insanın ilgi alanına giren bir konu mudur? Bu nokta, ilk anda insanın aklına gelebilecek bir sorun değildir. Yeryüzünün her köşesinde dalından kopmuş yaprakları izlemek ve saymak, insanın aklına gelmez. Bu yüzden böyle bir yola başvurmaz da, kapsamlı bir bilgiye dayanarak konuyu dile getirmesi de beklenemez. Çünkü dalından kopmuş yaprağın sayısını bilmek ve bunu dile getirmek yüce yaratıcının işidir.

İnsan düşüncesinin yerin karanlıklarında gizlenmiş bir tohumla ne ilgisi vardır? Kuşkusuz insanoğlunun en fazla yapabildiği, toprağın altında bizzat gizlediği tohumun gelişmesini gözetmektedir. Ancak toprağın karanlığında gizlenmiş her taneyi izleme konusu, insan aklının ilgilenebileceği, varlığını düşüneceği ve kapsamlı bir bilgiye dayanarak sözünü edebileceği bir konu değildir. Toprağın karanlıklarında örtülü tanenin sayısını ancak yaratan bilir, bundan söz etmek de O'na yakışır. "Yaş-kuru ne varsa, hepsi apaçık bir kitaptadır" ifadesindeki bu kesinlikle, insan fikrinin ilgisi nedir? Bu konuda insan fikrinin en fazla yapabildiği elindeki yaş ve kuru şeylerden yararlanmaktır. Ancak kapsamlı bilgiye kanıt olarak bundan söz etmek insanın yeltendiği bir şey olmadığı gibi, böyle bir ifade tarzına başvurduğu da görülmemiştir. Yaş-kuru her şeyin sayısını bilen ve bundan söz eden, ancak yüce yaratıcıdır.

İnsan, dalından kopmuş her yaprağın, gözlenmiş her tohumun, yaş-kuru her şeyin açık bir kitapta, korunmuş bir kütükte kaydedilmiş olmasını düşünmez. Neden böyle bir şey yapsın ki? Bundan yararı ne olacaktır? Bir kütükte kaydetmeye neden önem versin? Ancak bunları sayan, kaydeden mülkün sahibidir. Mülkündeki hiçbir şey, bilgisinin dışında değildir. Bu konuda küçük de, büyük gibidir. Ve basit de önemli gibidir. Örtülü olanla açıkta olan fark etmez. Bilinmezle bilinen, uzakla yakın hep aynıdır.

Kuşkusuz bu kapsamlı, geniş, derin ve parlak sahne... Bütün yeryüzünün ağaçlarından kopan yaprağın, yerin her katmanında örtülü tohumun ve yeryüzünün her köşesindeki yaş-kuru her şeyin içinde yer aldığı bir sahne... Evet, insan düşüncesi nasıl bu sahneye yönelemiyor ve onunla ilgilenemiyorsa, aynı şekilde insan gücü de bunu ne algılayabilir, ne de kuşatabilir. Bu sahne bir bütün olarak sadece Allah'ın bilgisine açılır. O'nun bilgisi her şeyi kapsamış ve kuşatmıştır. Her şey O'nun koruması altındadır. Dilemesi ve takdiri, büyük-küçük, basit-önemli, örtülü-açık, bilinmez-bilinen ve uzak-yakın her şeyle yakından ilgilidir.

Belli bir bilinç düzeyine ve ifade gücüne sahip insanlar, insan düşüncesinin ve ifade etme yeteneğinin sınırını çok iyi bilirler. İnsan olarak yaşadıkları deneyimlere dayanarak, buna benzer bir sahnenin insanın hatırına gelemeyeceğini ve bu şekil bir ifadenin insandan kaynaklanamayacağını bilirler. Bu konuda tartışmak isteyenler, tüm insan sözlerine baksınlar. Bunun gibi bir yönelişle karşılaşacaklar mı bakalım?

Kur'an'da yer alan sadece bu ve benzeri ayetler bile, bu yüce Kitab'ın kaynağını bilmek için yeterlidir.

İfadedeki sanatsal olağanüstülük açısından ayete baktığımızda güzellik ve ahenk dolu ufuklar görürüz. İnsan ürünü sözlerde, bu denli erişilmez düzeye hiçbir zaman ulaşılamamıştır.

"Ğaybın anahtarları Allah'ın katındadır. Onu yalnız O bilir."

Zaman ve mekânda, geçmişte, şimdiki zamanda ve gelecekte, hayatta meydana gelen olaylarda ve iç düşüncelerdeki mutlak "bilinmez"likteki uzaklık, ufuklar ve dipsizlik... Görülen âlemdeki uzaklığı, ufukları ve derinlikleri, aynı düzeyde, aynı genişlik ve kapsayıcılıkta bilir. Gözle görülen âlemdeki bu uzaklık, ufuklar ve derinlik, perdeli gayb âlemine uygun düşmektedir. "O'nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez."

Ölüm ve yok oluş olayı... Yücelerden aşağılara, hayattan yokluğa düşüş hareketi... Dipten yüzeye, gizlilikten, sessizlikten patlamaya ve serpilmeye kadar olan doğuş ve gelişim hareketi... Kapsamlı bir genelleme... Genel anlamda bir canlıda parlayıp solan hayat ve ölümü içine almaktadır.

Bu yöneliş ve hareketleri kim meydana getirmektedir? Şu uyum ve güzelliği var eden kimdir? Bunun gibi kısacık bir ayette bütün bunları ve şunları oluşturan kimdir? Allah’tan başka kim olabilir?

Allah'ın ilminin genişliğini şu ayeti kerime, aynı şekilde ortaya koymaktadır: "Yerin içine gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya çıkanı bilir. O çok esirgeyen, çok bağışlayandır." (Sebe Suresi, 2)

Birkaç kelime ile insanın gözleri önüne serilen bu tabloya baktığımızda akla hayale sığdırılamayacak kadar hayret verici hareketler, hacimler, şekiller, tablolar, kavramlar, varlıklar ve grafiklerle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz!

Şayet yeryüzünde yaşayan insanların hepsi, bütün hayatlarını bir tek anda meydana gelen olayları izlemeye ve onları tespit etmeye çalışsalar ve ayetin işaret ettiği gerçekleri saymaya kalkışsalar, kesinlikle bu olayların hepsini izleyemeyecekler ve onların sayısını tespit edemeyeceklerdir!

Bir anlık zaman içinde kaç varlık toprağın bağrına giriyor? Yine bu kısa zaman süresi içinde kaç şey çıkıyor yerden? Bu kısacık zaman diliminde kaç şey iniyor gökyüzünden? Yine kaç şey, bu bir anlık zamanda gökyüzüne yükseliyor!...

Yine kaç şey toprağın bağrına giriyor? Kaç tohum toprağa düşüyor ve kaç tohum atılıyor dünyanın her tarafında! Yeryüzünün uçsuz bucaksız bölgelerinde kaç kurtçuk, haşere, böcek, sürüngen toprağın deliklerinde dolaşıyor! Kaç su damlacığı, gaz atomu, elektrik akımı, yeryüzünün geniş sahalarına gömülüp gidiyor!.. Kaç?.. Kaç?.. Varlık giriyor toprağın bağrına... Evet, bütün bunları yüce Allah görüyor ve sürekli kontrol ediyor.

Kaç şey çıkıyor yerden? Kaç bitki filizleniyor? Kaç pınar kaynıyor? Kaç volkan patlıyor? Kaç çeşit gaz havaya yükseliyor? Kaç gizlenmiş şey ortaya çıkıyor? Kaç böcek gizli yuvasından dışarı çıkıyor? Görülen ve görülmeyen insanın bildiği ve bilmediği -ki bilmedikleri daha çoktur- kaç şey vardır?

Gökten neler iniyor? Kaç yağmur damlası iniyor? Kaç yıldız kayıyor ve kaç şimşek çakıyor? Kaç yakıcı ışın geliyor gökten? Kaç aydınlatıcı ışın gönderiliyor? Kaç uygulanacak kaza, kaç belirlenmiş kader geliyor? Tüm varlıkları kuşatan ve özellikle bazı insanları saran kaç rahmet iniyor? Allah'ın dilediği kullarına yaydığı ve miktarlarını belirlediği kaç rızık gönderiliyor? Allah'tan başkasının sayamayacağı kaç şey iniyor gökyüzünden, kaç?...

Ne kadar varlık yükseliyor semaya? Bitkilerin, hayvanların, insanların veya insanın bilmediği diğer yaratıkların semaya yükselen kaç nefesi var? Allah'tan başkasının yüksekliğini duymadığı, işitmediği gizli-açık kaç dua, kaç niyaz var Allah'a yükselen?

Bildiğimiz veya bilmediğimiz ölmüş yaratıkların ruhlarından kaç tanesi şu anda göğe yükseliyor. Yüce Allah'ın emri ile şu anda kaç melek göğe çıkmaktadır? Allah’tan başkasının bilmediği kaç ruh, bu uçsuz bucaksız evrende dolaşmaktadır?

Bir denizden ne kadar buhar yükselmekte, bir bedenden kaç gaz atomu yukarı çıkmaktadır? Allah’tan başka kimsenin bilmediği kaç şey yükselmektedir kaç, kaç şey?...

Sadece bir saniyede neler oluyor? Bir tek saniyede meydana gelen bunca olayları kavrayabilmek için, insanların bilgisi ve araştırmaları, hesaplamaları -bu hesap ve sayma işi için uzun ömürler harcasalar bile- nereye kadar gidebilir ki? Hâlbuki yüce Allah'ın engin, her şeye ulaşan, dehşet verici ve eksiksiz ilmi, bu olayların hepsini her yerde ve her zaman kuşatmış bulunmaktadır... Her kalbi, içindeki niyeti ve hayalleri ile, atışları ve duruşları ile kontrolü altında tutmaktadır. Buna rağmen O, insanların hatalarını örter ve bağışlar... "O, çok esirgeyen, çok bağışlayandır."

İşte Kur'an-ı Kerim'in bunun gibi tek bir ayeti dahi, bu Kur'an'ın insan sözü olmadığını rahatlıkla ortaya koyar. Çünkü böyle evrensel bir hayal gücü, pek tabii olarak insan aklının kârı değildir. Böyle evrensel bir düşünce, insan düşüncesinin bünyesinde yer almaz. Bir tek dokunuşla, bu evrenin yaratıcısı olan yüce Allah'ın, kulların sanatına benzemeyen sanatını kuşatıcı bir şekilde ortaya koymak hiçbir insanın harcı değildir.

Bu Kur'an'ın ilahi olan damgası, dış görünüş itibarı ile küçük olan fakat etkili varlıkları ve olayları, aslında delil getirdiği önemli konuya denk düşecek büyük gerçekleri taşıdıkları için, delil gösterme metodunda da ortaya çıkar... Aşağıdaki ayetler buna örnektir: "Biz sizi yarattık, tasdik etmeniz gerekmez mi? Attığınız meniyi gördünüz mü? Siz mi onu yaratıyorsunuz? Yoksa yaratan Biz miyiz? Aranızda ölümü takdir eden Biziz. Ve Bizim önümüze geçilmiş değildir! Böyle yaptık ki, sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir biçimde yaratalım. Andolsun ilk yaratmayı biliyorsunuz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi? (Vakıa Suresi, 57-62)

"İçtiğiniz suya baktınız mı? Siz mi onu buluttan indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?", "Çaktığınız ateşi gördünüz mü? Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz? Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlere bir fayda yaptık." "Öyleyse ulu Rabbinin adını yücelt." (Vakıa Suresi, 57-62)

Gerçek odur ki, Kur'an-ı Kerim insanın alışageldiği şeylerden ve sürekli gözlemlenebilecek olaylardan önemli evrensel yargılara varır. Bu yargılarda, varlık âlemindeki ilahi yasalar açığa çıkar. Ve bu yasalarla varlık âlemine ilişkin kapsamlı, büyük bir inanç sistemi ve mükemmel bir düşünce meydana gelir. Ayrıca bu yasalardan bir düşünce ve inceleme metotu, ruhlar ve kalpler için bir hayat, hisler ve duygular için bir uyanıklık meydana getirir. Evet, sabah akşam gözleri önünde cereyan ettiği halde, insanların kendisinden habersiz oldukları bu varlık aleminde meydana gelen olaylara karşı bir uyanıklık, kendi iç dünyalarına ve orada meydana gelen hayretengiz ve harika olaylara karşı bir uyanıklık...
Kur'an-ı Kerim insanları, eşsiz ve harika olaylara, çok nadir olarak meydana gelen özel mucizelere havale etmez. Kendi iç dünyalarında ve alıştıkları hayatta bilinmeyen, yakınlarında bulunan evrensel olaylara uzak düşen harikalar, mucizeler, ayetler ve deliller araştırmakla insanları yükümlü tutmaz. Kur'an insanları, karmaşık felsefi düşüncelerle, anlaşılmaz, anlamsız zihinsel problemlerle, herkesin elde edemeyeceği bilimsel deneyimlerle realiteden uzaklaştırmaz... Evet, Kur'an, insanların iç dünyalarında bir inanç sistemi, bu inanç sistemine dayalı evren ve hayata ilişkin bir düşünce meydana getirmek için insanları böyle uzaklara götürmez.

İnsanların kendileri Allah'ın sanatının eserleridir. Çevrelerini kuşatan kâinatın gerçekleri ve olayları, O'nun kudreti tarafından yaratılmıştır. Allah'ın elinden çıkan her şeyde mucize gizlidir. Bu Kur'an da, O'nun Kuran'ıdır. Bu nedenle insanların dikkatlerini kendi benliklerinde gizli olan ve çevrelerindeki evrene serpiştirilen bu mucizeler üzerine çeker. Gördükleri, fakat onlardaki vecizliğin gerçek değerini kavrayamadıkları alışılagelen bu harikalara dikkatleri çeker. Çünkü insan, her zaman karşılaştığı gerçeklerdeki veciz yönlerden habersiz kalabilir. Kur'an onların dikkatlerini bu harikaların üzerine çekiyor ve böylece gözlerinin açılmasını, orada gizli olan dehşetli sırları görmelerini sağlamaya çalışır. Kur'an, yoktan var eden kudretin sırrını, eşsiz olan birliğin sırrını, çevrelerini kuşatan evrende işlediği gibi bizzat kendi bünyelerinde de faaliyet gösteren imanın delillerini, inanç sisteminin kesin gerçeklerini gözler önüne seren, bunları bünyelerine yerleştiren veya daha doğru bir ifade ile fıtratlarında harekete geçiren ezeli yasanın sırrını anlamalarını sağlamaya çalışıyor.

İşte Kur'an bu metodu izler. Yaratıcı kudretin bizzat kendi bünyelerinde, kendi elleriyle ektikleri ekinlerinde, içtikleri suda, yaktıkları ateşte, görülen ayetlerini, delillerini onların gözleri önüne serer. Bunlar, insanların aynı zamanda alışageldikleri hayatta, gözleri önünde meydana gelen en basit olaylardır. Kur'an aynı metoda bağlı olarak varılacak son anı da, bu yöntemle açıklıyor. Bu yeryüzünde hayatın sona erişini, başka bir dünyada hayatın tekrar başlamasını da bu yolla tasvir ediyor. Herkesin mutlaka karşılaşacağı günü, her türlü çarenin sona erdiği anı, bütün canlı varlıkların, hiçbir çırpınmanın ve hiçbir kurtuluş yolunun kalmadığı, bütün maskelerin düştüğü ve bütün üstünlük taslamaların iptal edildiği günde sınırsız güç, kudret ve yetki sahibi yüce Allah'ın huzurunda onunla yüz yüze gelecekleri günü de aynı şekilde anlatmaktadır.

Kur'an'ın insanın fıtratına hitap metodu bile, O'nun ana kaynağını gösteren bir delildir. Bu kaynak evrenin de kendisinden meydana geldiği kaynaktır. Kur'an'ın diziliş metodu aynen evrenin kuruluş metodudur. Evrenin en basit maddelerinden en girift şekiller ve en büyük varlıklar meydana gelir. Kâinatın ana maddesinin atom olduğu, hayatın ana maddesinin de hücre olduğu sanılmaktadır. Atom o kadar küçük olmasına rağmen, aslında bir mucizedir. Hücre onca küçüklüğüne rağmen, aslında apaçık bir mucizedir. Burada Kur'an, insanın gözlemlediği alışılagelen basit olayları, dini inancın en önemli meselesini, evrenin en kapsamlı düşüncesini açıklamanın ana maddesi olarak alıyor. Bunlar, her insanın deneyiminin kapsamına giren gözlemlerdir... İnsanlık neslinin çoğalması! Ekin... Su... Ateş... Ölüm... Yeryüzünde yaşayan hangi insanın deneyimleri arasına girmez bu sahneler? Mağarada bile yaşayan hangi insan, bir ceninin (embriyonun) hayatının ve bir bitkinin hayatının nasıl meydana geldiğini, suyun nasıl düştüğünü, ateşin nasıl yandığını, ölüm anının nasıl olduğunu görmemiştir? İşte Kur’an’ı Kerim, her insanın gözlemlediği bu olaylardan inanç sistemini meydana getirir. Çünkü Kur'an her çevredeki, her insana hitap eder. Aslında bu basit ve normal sahneler, kâinatın en önemli gerçeklerini, ilahi sırların en büyüklerini oluşturur. Bu manzaralar basit olmalarına rağmen, her insanın fıtratına hitap ederler. Aslında bunlar, en uzman bilginlerin sonsuza dek üzerinde çalışmaları gereken gerçeklerdir.

Kur'an'ın kaynağını da gösteren bu açıklamayı bundan daha ileriye götürecek güçte değiliz. Bu kadar açıklama da yeter zaten. Şimdi tekrar surenin akış seyrine dönelim...

Ve yüce Allah gerçekten doğru söylüyor: "Bu Kur'an Allah’tan geldi, başkası tarafından uydurulmuş değildir. Yoksa, ‘onu Muhammed uydurdu’ mu diyorlar? Onlara de ki; Eğer doğru söylüyorsanız, Kur'an'a benzer bir sure ortaya getiriniz, bu konuda Allah dışında kimleri yardıma çağırabilecekseniz çağırınız.”

Surenin akışı bu apaçık meydan okuyuştan sonra, tartışmayı bırakıyor. Böylece onların zandan başka bir şeye dayanmadıklarını belirtiyor. Onlar bilmedikleri şeyler hakkında hüküm veriyorlar. Aslında hüküm vermeden önce, bilginin olması gerekir. Bu konuda sırf arzu ve isteklere veya kuru zanna dayanılmaması lâzımdır. Burada hakkında hüküm verdikleri şey, Kur'an'ın vahiy olup olmadığı, vaatlerinin ve tehditlerinin doğru olup olmadığıdır. Onlar bu gerçekleri yalan saymışlardır. Fakat bunları yalan sayarken sağlıklı bir ilgiye dayanmamışlardır. Onlar tüm boyutları ile kavramadıkları bu gerçekleri yalanlamışlardır:

"Tersine onlar, bilgisini kavrayamadıkları ve henüz açıklamasına da muhatap olmadıkları bir mesajı yalanladılar."

Onların bu konudaki durumu, kendilerinden önce Rabblerini yalanlayan zalimlerin ve müşriklerin durumu gibidir. Düşünüp ibret alacak olanlar, akıbetlerinin ne olacağını öğrenmek için, daha öncekilerin sonlarının ne olduğunu düşünsünler.

"Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Gör bakalım, o zalimlerin sonu nice oldu?"

Çoğunluğu zandan başka bir şeye uymamalarına rağmen, kesin bir bilgi sahibi olmadıkları ve gerçekleri yalanladıkları halde onlardan bazıları bu Kitab'a iman ediyorlardı. Onların hepsi yalanlayıcılardan değildi: "Onlardan kimi bu Kur'an'a inanır, kimi de inanmaz. Rabbin kimlerin bozguncu olduğunu herkesten iyi bilir.''

Bozguncular iman etmeyenlerdir. İnsanların gerçek ilahlarına iman etmemeleri ve yalnız O'na kulluk yapmamaları kadar hiçbir şey, yeryüzünde bozgunculuğun bu derece yaygınlaşmasına neden olmaz. Yeryüzündeki bozgunculuk ancak ve ancak Allah’tan başkasına boyun eğmekten kaynaklanır. Bunun peşinden de, insanın hayatını her yönden kuşatan bir kötülük etrafı kuşatır. Kendi iç dünyasında ve başka alanlarda arzu ve isteklere bağlılıktan doğan kötülük... Kendi sahte ilahlıklarının konumunu sağlamlaştırmak için her şeyin düzenini bozan yeryüzünün sahte ilahlarının ortaya çıkışından kaynaklanan kötülük... Bunlar insanların ahlâklarını, ruhlarını, düşüncelerini ve kavrayışlarını ve daha sonra da kendilerine yararlı olan şeylerini ve mallarını harcayan kötülük önderleridir. Sırf kendi sahte ve desteksiz varlıklarını korumak için böyle yaparlar. Klasik ve modern cahiliye tarihi iman etmeyen bozguncuların ortaya çıkardığı bu tür bozgunculuklarla dolup taşmaktadır.

Surenin akışı onların bu Kitab'a karşı tutumlarını belirledikten sonra, hitabı Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- yöneltmektedir. Ondan yalanlayıcıların yalanlamalarından etkilenmemesini, onlarla uğraşmaktan vazgeçmesini, onların işledikleri amellerden tamamen uzak olduğunu açıklamasını, yanında bulunduğu gerçek ile beraber sarsılmaz bir inanç, kesin ve net bir tavırla onlardan ayrılmasını istemektedir. "Eğer onlar seni yalanlarsa de ki; Benim işlediklerim bana, sizin işledikleriniz de sizedir. Benim işlediklerim ile sizin bir ilginiz olmadığı gibi, sizin işlediklerinizle de benim bir ilgim yoktur."

Bu onların vicdanlarına yönelik bir dokunuştur. Söz konusu korkunç sonlarını kendilerine açıkladıktan sonra, onları amelleriyle baş başa bırakıyor. Kendi akıbetleri ile onları yüz yüze getiriyor. Aynen babası ile beraber yürümemekte direten çocuğu, babasının yalnız başına yolun ortasında bırakması, babasından bir destek almaksızın, çocuğun yalnız olarak gitmek istediği yere gidebilmesi gibi. Çoğunlukla bu tür tehdit metodu başarılı olur!

Surenin akış seyri devam edip, müşriklerden bazılarının Peygamberimizi -salât ve selâm üzerine olsun- kulakları ile dinlediklerini, ama kalplerinin kapalı olduğunu, gözleri ile ona baktıklarını fakat basiretlerinin kapalı olduğunu, bu nedenle ne dinlemekten, ne de bakmaktan bir şey elde etmediklerini, buna bağlı olarak hidayetin yolunu alamadıklarını anlatıyor:
-Onların arasında Kur'an okurken sana kulak verenler de vardır. Fakat üstelik düşünme yeteneğinden de yoksun sağırlara sen söz işittirebilir misin?

-Onların arasında sana bakanlar vardır. Fakat görme yeteneğinden bütünü ile yoksun körleri, sen doğru yola iletebilir misin?

Bir sözü dinleyip de dinlediğini anlamayan, baktıklarında da neye baktıklarını iyice ayırt edemeyen bu tür insanlar... Evet bu tür insanlar, her zaman ve her yerde, pek çoktur. Bu durumdaki insanlara Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bir şey yapamaz. Zira onların duyguları ve organları, akılları ve kalpleri ile sağlıklı bir diyalog içinde değildir. Sanki bu organlar, gerçek görevlerini yapmayacak biçimde dumura uğramışlardır. Görevlerini bu nedenle yapamamaktadır. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- sağır olana işittiremez! Kör olana gösteremez! Bunu yalnız yüce Allah yapabilir. Yüce Allah da, değişmez bir yasa koymuştur. Ve insanları da, bu yasa ile baş başa bırakmıştır. Onlara göz, kulak ve akıl vermiştir ki, onunla doğru yolu bulsunlar. Eğer onlar, bu imkânlarını kullanmazlarsa, değişmeyen ve farklılık gözetmeyen Allah'ın yasası onları yakalayacak, adaletin gereği olarak cezalarını çekeceklerdir. Böylece Allah, onlara zulüm etmiş olmayacaktır: "Allah insanlara hiç zulmetmez, fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler."

Bu son ayetler Peygamber'i -salât ve selâm üzerine olsun- teselli etmektedir. Çünkü gerçeği sunduğu halde onlar kendisini yalanladıkları, sürekli bir açıklamaya rağmen, yine de bu kadar inatla direttikleri için, peygamber artık sıkılmıştır. Yani burada yüce Allah'ın, müşriklerin doğru yolu reddedişlerinin peygamberin çabasındaki bir eksiklikten kaynaklanmadığını, duyurduğu gerçekte hiçbir kusur olmadığını, fakat muhataplarının kör ve sağır gibi davrandıklarını bildirmesi, peygamberi rahatlatmıştır. Çünkü bundan ötesi, yani kulakları ve gözleri açmak, ancak Allah'ın işidir. Onları harekete geçirmek, davetin ve davetçinin görevleri kapsamına girmez. Bu, Allah'ın özel yetkisi dâhilindedir.


Yine bu son ayetlerde, peygamberin şahsında somutlaşsa da, kulluğun yapısı ve sahası kesin çizgilerle belirlenmektedir. Peygamber de, Allah'ın kullarından biridir. Kulluğun sahası dışında hiçbir yetkisi yoktur. Bütün yetki Allah'ın elindedir.