22 Nisan 2009 Çarşamba

Bakara; 102

(102) "Onlar şeytanların uydurduklarına uydular. Halbuki Süleyman küfretmedi, ancak şeytanlar küfrettiler. Onlar insanlara sihri ve Babil'deki Harut ve Marut adlı iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek "Biz ancak fitneyiz sakın küfretme" demeden hiç kimseye öğretmezlerdi. O ikisinden karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Halbuki Allah'ın izni olmadan kimseye zarar veremezlerdi. Onlara fayda ve zarar vermeyen şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun onlar onu (sihri) satın alanın ahirette hiç bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Nefisleri karşılığında satın aldıkları şeyin ne kadar kötü olduğunu keşke bir bilselerdi."

Süleyman’ın mülkü üzerine kurdurmuş olduğu şeyleri okumaya ve anlatmaya başladılar, ona tabi oldular. Şeytanların Süleyman'ın mülkü üzerine okuduklarına tabi oldular. Burada Şeytandan kasıt bir bizim gerçekten Şeytan dediğimiz insanlar, bir de insanların şeytanları vardır. Hani; Nas sûresinde "Cinden olan ve insanlardan olan Şeytanların da şerrinden Allah'a sığınırım" diyoruz ya.

İnsanların Şeytanlarının da Süleyman (a.s.)'a izafe ederek uydurdukları bir kitap var. Bu sefer ona uyuverdiler diyor. Allah'ın kitabı Tevrat'ı attılar. Bu sefer insan ve Şeytanların uydurmuş oldukları kitaba tabi oldular diyor Allah (c.c) günümüzde de Allah'ın kitabı olan Kurân-ı Kerîm atılıverince, insanların ellerine başka kitaplar, Batı'dan terceme edilerek ellerine sunulu verdi. Bundan sonra hayatınızı buna göre tanzim edeceksiniz, buna uyacaksınız. Buna uymayan insanlar cezalandırılacaktır. Kur'ân'ı okuyanlar da yine aynen cezalandırılacaktır diye de bazı kanunlar getiriverdiler.

Halbuki Süleyman kâfir değildi. Yani getirilen kanunlar getirilen kitaplar kâfirce Süleyman adına uydurulmuş kitaplar. Hatta Süleyman (a.s.) da böyle yapıyor idi denilen kitaplar küfrü gerektiriyor. Halbuki Süleyman kâfir değildi diyor Allah (c.c.) Süleyman (a.s.) çeşitli âyet-i kerîmelerde özellikle Nemi Sûresinde de bildirildiğine göre, bir peygamberdir. Ve peygamberin vefatından sonra o kitap ellerinden atılıyor ve insanların ve Şeytanların uydurduğuna tabi olmaya başlıyorlar. Fakat kendilerinin bir kökleri olmayınca, dayanakları olmayınca, dayanak olarak yine bir peygamberi arıyorlar dikkat edin.

Hani günümüzde de öyledir. Günümüzde de kökü olmayan insanlar, tarihten kendilerine bir kök arama tarafına gidiyorlar. Efendim bu tür kanunları Osmanlı sultanları da yapmıştı diyorlar. Yani Kur'ân'a muhalif, sünnete muhalif kanunları Osmanlı sultanları da yapmıştı. Osmanlı sultanının böyle yapmış olması bir işin meşruluğunu göstermez. Kaldı ki, bu iddia da sağlam bir iddia değil. Yani onların böyle yaptığı konusunda getirilen deliller de sağlam değil yani. Ben de derim ki, Osmanlı sultanları böyle yapmamıştı.

Günümüzdeki insanlar kendi yaptıklarının bir dayanağını geçmişten arama ihtiyacındalar.

Günümüzde de bu konuda epeyce kitap yazılmıştır. O gün içinde Allah'ın kitabını atan ve Şeytan gibi insanların yaptığına tabi olanlar da bu Süleyman'ın yaptığı şeylerdir. Hani biz kendiliğimizden uydurmadık, Süleyman (a.s.) böyle yapıyordu diyorlar. Diyorlar ama Rabbimiz bunu reddediyor.

Süleyman kâfir değildi ama Şeytanlar onu inkâr ettiler, kâfir oldular. O Şeytanlar, insanlara sihri öğretiyorlar.

Bu âyet-i kerîme ile âlimlerimiz çok meşgul olmuşlar. Sihirle ilgili Kur'ân-ı Kerîm'de en teferruatlı âyet budur. Bu Bakara sûresinin 101. âyet-i kerîmesidir. Ve sihirle ilgili bilgileri ancak bu âyet-i kerîmenin tefsirinde bulursunuz. Türkçe yazılmış tefsirlerde en geniş bilgiyi veren de Elmalılı merhumdur. Elmalılı merhum da kendiliğinden vermemiş onu. Fahreddîni Razi'nin Tefsir-i Kebîrinden aynen terceme etmiş. Zaten bu konuda geniş bilgi vermede öncülüğü yapan Fahreddîni Razi'dir. Hepsinden önce bu eserini yazmış olması nedeniyle kendisinden sonra gelenlere öncülük yapmış. İbn-i Kesir de ondan nakiller vermiş, Elmalılı merhum da ondan nakiller vermiş. Bütün tefsir kitapları ondan nakiller vermiş. Tabiî bunların içerisinde bir kısmı da İsrail oğullarının uydurduklarını da nakletmişlerdir. Fakat halkımız genelde nedense uydurma olanlara fazla rağbet ettiğinden, halkımızın dilinde bu Harutla Mârut diyebilinen iki meleğin hikayesi ki uydurma bir hikayedir, yaygındır. Uydurma hikaye olduğu için ben burada anlatmayacağım. Çünkü zihinlerinize uydurması da olsa yerleşmesini istemiyorum.

Fakat âyet-i kerîmeleri dil açısından değerlendirerek şöyle mânâ vermişler bir kısmı.

"Süleyman'ın mülkü üzerine Şeytanların uydurduklarına tabi oldular. Daha Babil'de Barut ile Marut üzerine indirilenlere de tabi oldular" diyerek yukarıya atıf yapmışlar. Ona göre bir şeytanların uydurduklarına tabi oluyorlar, bir de Harut ile Marut isimli iki meleğe indirilene tabi oldular mânâsı çıkar.

Onlar da yani Harut ile Marut "bu bizim size Öğrettiğimiz şey bir imtihandır. Sakın bunlar sebebiyle kâfir olmayın" demedikçe onlara o sihri öğretmiyorlardı. .

Yani bu âyetten anladığımıza göre Harut ile Marut isimli iki melek, o Benî İsrail'den insanlara sihir öğretiyorlardı. Ama diyorlardı ki, bu sihir insanları küfre götürür. Bu bir imtihandır. Sakin ha bunu yapmayın diyorlardı. Karate hocasının "Bu bir spordur. Bununla adam da öldürülür ama size adam öldürmek için değil, savunma ve spor için öğretiyorum" dediği gibi.

Bu iki melekten kişi ile hanımının arasını açmanın yollarını öğreniyorlardı.

Ama Rabbim diyor ki, Onunla Allah'ın izni olmadan hiçbir kimseye onlar zarar veremezler.

Buradan anladığımıza göre 1. sihirle meşgul olanlar genelde Şeytanlar. Ve sihri mubah görenler kâfirlerdir. Bizim mezhep imamlarımız Ahmet b. Hanbel, İmam-ı Malik, İmam Ebu Hanife ve İmam-ı Safı hazretleri de ittifakla Sihri öğrenmek gayesiyle yani şerrinden emin olayım diye öğrenmek için okuyan kâfir olmaz. Ancak bu sihri yapayım, kullanayım diye sihri öğrenen kişi ve yapan kişi kâfir olur demişler. Ve h­men hemen dördü de ittifakla sihirbazın, sihirbaz deyince şu meydanlarda, sahnelerde oyun gösteren insan değil. Böyle karı kocanın arasını açmak isteyen, insanları öldürmeye yönelten, insanları hasta yapmak için uğraşan kişilerin öldürülmesine fetva vermişlerdir. Yani İslâmî bir devlet olsa böylesine sihir yaparak insanlara zarar vermek için uğraşan insanlara evvela tevbeyi teklif eder, bu işten vazgeçmesini teklif eder. Eğer bundan vazgeçmeyip yolunda devam etmeğe ısrar edecek olursa nerede ise dört mezhep imamıda ittifakla derler ki, bu adam kâfirdir. Çünkü âyet-i kerîmede yani bu 101. âyet-i kerîmede geçer.

Bir de; Ayet-i kerîmeden bu işi yapanların kâfir olduklarına hükmetmişler, müminken kâfir olan kişi mürted olacağından bu kişinin öldürülmesine de dört imanı ittifakla karar vermişlerdir.

Bu âyet-i kerîmelerin tefsirinde biraz önce de dediğim gibi Fahreddin-i Razı diyor ki, sihrin çeşitleri vardır.

1) Göz bağcılığı. Göz bağcılığı ki, günümüzdeki sihirbazların yaptığıdır. Bir oyun için eğlendirmek için yapılacak olursa bu günah değildir. Hani çıkıyorlar belirli işler yapıyorlar. Milleti eğlendirmek için, kimseye zarar vermiyorlar ama el çabukluğu marifet deyip bazı şeyler beceriyor. El çabukluğuyla doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterme hareketi. Bu bir sihirdir. Bunu yapana sihirbaz diyoruz. Bu hakikatte öyle değil ama bu adam bizim dikkatimizi bu tarafa çekiyor da, bu tarafta iş yapıyor. El çabukluğuyla bu işi yapıyor, beceriyor. Onunki aslında beyazı siyah, siyahı beyaz yapma olayı değil, gösterme olayıdır. Bunun hakikati yok. Ancak aldatmaca var. Göz aldatmacası var.

2) Yiyecek ye içecek maddeleri vermek suretiyle insan vücudu üzerinde meydana getirilen etki. Mesela afyonu veriyorsunuz. Şuurunu uyuşturduktan sonra insan hayal görüyor. Olmayan şeyleri görüyor. Kendine göre bir Cennet meydana getiriyor. Onun içinde geziniyor. Yani kendine göre bir Cennetin içerisinde dolaşıp duruyor. Böylesine insan şuurunun etkilenmesi söz konusu.

Hani Peygamber Efendimiz (a.s.v.) göz haktır demiş. Yani nazar haktır demiş. Bu da aslında insan vücudundaki enerjinin karşı taraf üzerinde meydana getirdiği etkidir. İşte yasaklanan sihre burası giriyor. Kişinin kendi vücudunda mevcut olan enerjiyle karşı taraf üzerinde zarar meydana getirmesi bu da sihirlerden bir sihirdir. Efendimiz (a.s.v.):

Sözde de sihir vardır diyor. Hani bir insan geliyor. İnsanların karşısına geçiyor. Öyle bir hararetli konuşma yapıyor ki, babayı kendisine çekiyor, oğlu başka tarafta kalıyor.

Türkiye'deki siyasilerin yaptığı bu. Söz sihri ile karı ile kocanın arasını açabiliyorlar. Oğulla babanın arasını açabiliyorlar Birisi bir partiye gidiyor. Birisi bir partiye gidiyor. Bu sefer evde de çıngar çıkıyor. Bunu sağlayan nedir? Onların dillerindeki sihirdir. O insanların gönüllerini kendilerine doğru çekebilmişlerdir.

Göz de insanlar üzerinde etkilidir. Hatta Batı'da denemeler olmuştur. Büyük bir yılanı aç bırakıyorlar. Yılanın açlık derecesine göre de tesir sahası azalıp çoğalıyormuş. Karnı tokken beş metreden ileriyi pek tutamıyor. Normal bir açlığa geldi mi yirmi metreden tavşanı tutabiliyor. Yani şöyle baktı mı tavşan hareket edemez hale geliyor. Ama iyice aç bırakıyorlar. Bu defa dermansız kalınca yine beş metrenin içerisinde tutabiliyor. Yani çok tokken de tutamıyor. Çok açken de tutamıyor. Ama normal açlığında belirli mesafe içinde onu tutuyor.

Aynen Öyle insanoğlu da kendi bünyesi içindeki mevcut enerjisiyle karşı taraf üzerinde etki meydana getiriyor. Onun için Peygamber Efendimiz "Nazar haktır" demiş. Gerçekten nazarın hak olduğunu kendi hayatımızda da görürüz bazen. Hani genelde insanlar eşlerini gözleriyle gördükten sonra severler. Gözler bakışır. Daha sonra gönüllerinde birşeyler meydana gelir. Arada hiçbir şey yok. Uzak bir mesafeden hanımınıza baktınız. O da size baktı ve evlenmeye karar verdiniz,, dünürcüler gönderdiniz. Böylelikle bir sevgi meydana geliverdi. Yani bakışlar, gönüllere sevginin yerleşmesine sebep oluyor. Bir göz ta uzaktaki bir göze bakıyor. Ve gönlüne sevgisini yerleştiriyor. İşte bu insanın öbür insanın gönlünde etki meydana getirmesi de bunlardan biridir.

3) Bir de insanın kendi dışında bazı ruhani yaratıklardan da yararlanarak sihir yapmasıdır demişler ki, cinler ve Şeytanlarla temas kurarak, insanlar üzerinde bir etki meydana getirmesi olabilir denilmiş. Yani bizim bu âyet-i kerîmenin tefsirini yapan âlimlerimiz genellikle sünni âlimlerimiz, insanın cinler ve şeytanlarla temas kurarak bir başkası üzerinde bir zarar meydana getirmesi mümkündür diyorlar. Allah'ın izni dâhilinde yalnız. Çünkü âyet-i kerîme; Allah'ın izni olmadan onlar hiçbir kimseye zarar vermezler. Allah'ın izni olduğu takdirde onlar sebep olurlar. Nasıl ki biz normalinde yemeğimizi yerken vücudumuza zarar vermezler. Ama uyutucu bir ilaç alacak olursak o bizim vücudumuza girince o bizi uyutuyor. Aynı şekilde hani burada ne yapıyor insan? Allah'ın yarattığı bir ottan yararlanıyor. Ve insanı uyutuyor. Öbür tarafta da yine Allah'ın yarattığı bir cinden veya Şeytandan yararlanıyor. Ve insan üzerinde etki meydana getiriyor. Yani afyonun, esrarın insan üzerindeki etkisine inanıyoruz. Bir. insan alıyor, yutturuyor, tesir meydana geliyor. Öbür tarafta da cinden veya Şeytandan yararlanmak suretiyle etki meydana gelir. Bir de kendisinden çıkardığı bir enerjiyle karşı tarafa etki meydana getirebilir demiş sünni âlimlerimiz.

Ama Mutezile'den bir kısım insan sihrin insan üzerinde zararı olmayacağını iddia etmişler. Felak ve Nas surelerinin tefsirinde de Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'a sahih senetlerle, yani Buhari ve Müslim'in verdiği haberle sihir yaptıkları haber veriliyor bize. Mutezile bu hadisleri de inkâr ediyor. Bu hadisler uydurmadır. Sonradan uydurulmuştur. Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'a sihir yapılmamıştır. Ve insanlar da insanlara sihir yaparak onların bedenlerine zarar veremezler diyorlar.

Ama âlimlerimiz hem bu âyet-i kerîmeyi delil getirerek, hem de Felâk ve Nas sûrelerinin tefsirinde verilen sahih hadisleri delil getirerek zarar verilebileceğini ve tabi olaylardan da misaller getirerek, nasıl ki, afyon Allah'ın yarattığıdır insana zarar veriyor. Esrar Allah'ın yarattığıdır insana zarar veriyor. Allah'ın yarattığı diğer yaratıklar da Rabbimin izni dahilinde manevî güçleriyle insana zarar verebilirler. Rabbimin izni olmayınca onlar da zarar veremiyorlar. Peygamber Efendimiz'e de Hayber seferinde zehirli koyun yedirmişlerdir ama, Peygamber Efendimiz (a.s.v.)'a zarar vermemiştir. Bir defasında Halit b. Velid yutmuştur verdikleri zehiri. Ve şiddetli bir terleme ile çıkarıvermiştir. Yani zarar vermediği olur. Fakat genellikle zarar verdiğinden Allah'ın izni varsa ölürüm yoksa ölmem deyip de yutacak olursa intihar etmiş olur. Yani biz böyle bir denemeye girersek intihar etmiş günahını almış oluruz.

4- Bir de teknikten yararlanarak yapılan sihirler vardır. Günümüzdeki sihirbazların çoğu bu tekniklerden yararlanıveriyor. Hani yarısına kadar su dolu bir bardağa düz bir çubuğu soksanız, tam suyla boşluğun birleştiği yerde çubuk kırık görülür. Bu olayı hiç bilmeyen bir adamın önüne sihirbaz çıksa da dese ki bak bu düz olan çubuğu bu suyun içerisinde kıracağım ve gerçekten bakarsınız o boşlukla suyun kesiştiği yerde çubuk kırık görülür. Çıkarırsınız düz, içeri sokarsınız kırık görülür. Bu tür teknik olaylardan yararlanarak sihirbazlık da yapılmıştır. Geçmişte yapılmış. Günümüzde elektronikten yararlanarak daha cazip şeyler yapılıyor.

Harun Reşit zamanında birisi demiş ki, ben peygamberim. Mucize göster demişler. Bak şu taşı suyun içine atarsam orayı kaynatır demiş. Atmış ve kaynatmış. Kireç taşını bilmiyorlardı o gün için oradaki insanlar.

Kireç taşını suya atarsan orayı kaynatır ya. Onun elindeki de kireç taşıymış o kireç taşıyla da suyu kaynatmış.

Günümüzde karı koca arasını açmaya çalışan sihirle meşgul olan insanlara bir kere iyi gözle bakmayacağız. Ve hiç biri hoca değildir. Ben mümkün mertebe İstanbul içinde, dışında yolumun uğradığı varabildiğim yerdeki bu tür insanlarla hemen hemen tanıştım, hiç biri hoca değildi. Bir çoğu yeni yazıyla latin alfabesini de bilmez. Bir çoğu da Kur'ân okumasını bilmez. Rastgele çizgilerle insanları aldatıyor.

5- Fahreddîni Razi: "Sihrin bir çeşidi de daha ziyade geri zekâlı insanlar üzerinde etkili olur" diyor. Derler ki, "İsm-i Azam'ı yazacağım buraya. Ve bu İsm-i Âzam'ı ancak üzerinde taşıdığın müddetçe şöyle şöyle olacak, böyle böyle olacak. Ve sen de şunları yapacaksın. Yapmazsan çarpılırsın" der. Bu sefer adam onun etkisinde kalarak o işleri yapar. Yani biraz daha geri zekâlı insanlar üzerinde etkisi olur mu? olur. Günlük hayatımızda da bunların benzeri görülüyor. Halkımız buna güzel bir kelime bulmuş. Verende değil, alanda derler. Yani sihrini yazılıp kendisine alanda, asıl mesele verende değil derler. Hani adam çok etkili ve yetkili bir sihirbaza gitmiş muska yazdırmış. "Sıtma bu iti tutma, tutarsan da titretme demiş." Ve hakikaten de adama faydası olmuş. Yani doktorların da insana moral vererek tedavi etme yönü vardır. Bir taraftan ilaçla tedavi ediyorlar. Bir taraftan da moral veriyorlar. İyi oldun diyorlar. İyi olacaksın diyorlar. Hemen yarın seni taburcu edeceğiz, biraz yemen lazım filan diyorlar. Böylelikle kişide iyi olacağı kanaati hasıl olursa bütün hücreleri faliyete geçiyor. Zaten doktorun istediği de o. Bütün hücreler faaliyete geçince de hastanın tedavi olmasına yardımcı oluyor. Ben iyi olmam artık. Ben gittim artık derse boynuyla beraber bütün hücreler de boynunu bükermiş. Aktif duruma geçmiyor. Bu sefer hastalık galip geliyor. Bu adamın da yaptığı o. Yani bu nüsha ile seni sıtmaya karşı koruyacağım. Çok tesirli bir dua yazdım. İsm-i Âzam duası yazdım diyor. Ve adam da onun etkisi altında kalarak ona güveniyor. Faydası olur mu? Böylelikle faydası olur. Aslında Müslüman kendi kendisine moral vermiş olsa Allah'ın verdiği bu hastalığı yeneceğim ben dese ve gerekli ilaçlarını da kullanmış olsa, bu adam bu hastalığından kurtulur. Ve Rabbim de bize sığınılacak en güzel Felak ve Nas sûrelerini indirmiştir.

Peygamber Efendimiz (a.s.v.) da, bunları okuyarak kurtulmuştur. Onun için hiç bir insan size "Felak ve Nâs" sûrelerinden daha etkili bir nüsha yazamaz, bunu biliniz.

Filan hoca çok derin!!!. Bir hoca efendi; bu derin hocaların hepsini gezdim diyor. Sordum, adamların bütün derinliği surdan geliyor: Gencin biri gidiyor yâ hocam cünüp olmuşum yıkanamadım. Bir gün üzerinden geçti. Vay dedi diyor. Bastonunu çekti. Üzerine yürüdü. Halbuki derin hoca çaresini söyleyen hocadır. Değnek çeken hoca değil. Genelde değnek çeken hocalardır, derin olarak kabul edilenler. Çaresini söyleyen hocalar değil.

Onlar kesinlikle bildiler ki, muhakkak Midiler ki, onu satın alanların ahirette hiç bir nasibi yoktur. Kendilerine ne kötü şeyi satın almışlar. Eğer bilmiş olsalar.

Yani Kur"ân,ı, Tevrat'ı, İncil'i veriyorlar, atıyorlar. Onun karşılığında insanların ve şeytanların uydurduğunu alıyorlar. Allah (c.c.) diyor ki, onların o satın aldıklarından ahirette hiçbir nasipleri yoktur. Yani Allah'ın kitabını verip karşılığında insanın ve Şeytanın uydurduklarını almalarından ahirette bir nasipleri, payları yok. Onlar ne kötü şeyi değiştirdiler satın aldılar. Yahudiler ve Hıristiyanlar için söylenen bu âyet-i kerîme günümüzde de aynen geçerlidir. Yani Allah'ın kitabı Kur'ân-ı Kerîm'i arkaya atıp, onun yerine başka kitap almakla ne kötü şeyi satın aldıklarını bir bilselerdi. Keşke onu bilselerdi diyor Allah (c.c).

Biz bunları okuduktan sonra bilmeye çalışıyoruz. Bilmeye çalışmak demek, bilgi olarak hafızada tutmak demek değil. Bir şey biliyoruz; kitabı arkaya atmışız, elimize başka kitap vermişler. Yapılacak iş, arkadan kitabı alıp öne koymak, elimize verileni de arkaya atıvermek. Kurtuluş da buradan oluyor. Yani "bilmek amel etmek demektir" demişler. Yani biz bileceğiz. Rabbim keşke bilselerdi diyor. Peki bildik Yâ Rabbi, Öyleyse ne yapacağız? Kur'ân'ı Önümüze alacağız! Kur'ân yerine bize verilen kitabı arka tarafa atıvereceğiz.

1 yorum:

  1. Resulullah (sav) buyurdular ki: "Kul, hayrıyla, şerriyle kadere inanmadıkça, kendine (hayır ve şerden) isabet edecek şeyi atlatamayacağını, (hayır ve şerden) kaçacak olan şeyi de yakalamayacağını bilmedikce iman etmiş olmaz."

    YanıtlaSil