99-
Sana böylece geçmişin bazı olayların anlatıyoruz. Sana katımızdan öğüt içerikli
bir kitap verdik.
100-
Kim bu Kitab'a yüz çevirirse, kıyamet günü ağır bir günah yükünü sırtında
taşır.
101-
Onlar ebedi olarak bu yükün altında kalırlar. Kıyamet günü bu yük onlar için ne
kötü bir yüktür.
102-
Sur'a üflendiği gün, o gün günahkârları korkudan ağarmış gözlerle bir araya
toplarız.
103-
Kısık bir ses tonu ile birbirlerine "Siz dünyada sadece on gün kaldınız
" derler.
104-
Aralarındaki konuşmaları biz herkesten iyi biliriz. Bu arada en isabetli
görüşlüleri "Siz dünyada sadece bir gün kaldınız" derler.
Hz. Musa'nın durumu ile
ilgili olarak sana bildirdiğimiz bu kıssalar da önceki milletlerin
haberleridir. Kur'anda bunları sana anlatıyoruz. Ki bu Kur'anda "Zikir"
diye de adlandırılır. Çünkü Kur'an Allah'ı ve ayetlerini hatırlatmaktır. Önceki
asırlarda meydana gelen bu tür ayetleri hatırlatmaktır.
Kur'an-ı Kerim bu
hatırlatmadan yüz çevirenlere suçlular adını vermekte ve onları kıyamet
günündeki bir sahnede canlandırmaktadır. Bu
suçlular, yolcuların kendi yüklerini taşımaları gibi ağır günah yüklerini taşımaktadırlar.
Aman Allah'ım! Ne kötü bir yüktür bu! Mahşer gününde toplanma amacı ile Sur a
üfürüldüğünde bu suçlular, üzüntü ve kederden yüzleri mosmor kesilmiş bir halde
toplanırlar. Aralarında gizli gizli konuşurlar. Korku, ürkeklik ve mahşer
alanım kuşatan dehşet dolu atmosferi sebebiyle seslerini yükseltemezler. Ve
onlar yeryüzünde geçirdikleri günleri tahmin ediyorlar. Artık dünya hayatı onların gözünde basitleşmiş ve geçirdikleri günler
hayallerinde oldukça silinmiştir. Onlar bu hayatı, birkaç günden öte bir
şey olarak değerlendirmiyorlar artık. "Siz
dünyada sadece on gün kaldınız.” Onların daha akıllı olanları ve daha
sağlıklı görüş sahipleri ise onun çok daha kısa olduğunu öne sürüyor. "Siz dünyada sadece bir gün
kaldınız." İşte bu şekilde yeryüzünde yaşadıkları koca ömürleri bir
anda siliniyor, gözlerinde eriyip
gidiyor. Hayatın mutlulukları ve
üzüntüleri bir anda basite iniyor. Bütün bunlar hem zaman, hem de değer
açısından gayet küçülüyor. Her türlü
zevk ve imkânla donatılmış olsa dahi, on günün ne değeri olabilir? Her bir
dakikası ve her bir saniyesi mutluluk ve sevinç dolu olsa dahi bir gecenin ne
değeri olabilir? Sonsuza dek uzanıp giden bir hayatın yanında bir günün, on
günün sözü edilir mi? Mahşerden sonra kendilerini bekleyen ve kesintisiz devam edecek
olan bu dönemin yanında, şu kısacık mutlulukların sözü mü edilir?
Sahnenin dehşeti, dağların
o gün ne olacağı konusunda sordukları bir soruyla daha bir şiddetlenerek
beliriyor. Bu soruya verilen cevap, onların karşı karşıya bulunduğu dehşetin derecesini,
bütün açıklığıyla ortaya koyuyor.
105-
Ey Muhammed, sana dağlara ilişkin soru sorarlar. De ki; Rabb'im onları ufalayıp
havada savurur.
106-
Yerlerini dümdüz ve çırılçıplak bir alana dönüştürür.
107-
O alanda hiçbir engebe, hiçbir tümsek göremezsin.
108-
O gün insanlar, hiç sağa-sola sapmaksızın, kendilerini toplamaya çağıran
görevlinin adımlarını izlerler. Rahmeti bol olan Allah'ın korkusu ile tüm
sesler kısılmıştır. Bu yüzden fısıltıdan başka bir şey duyamazsın.
109-
O gün rahmeti bol olan Allah'ın izin verdikleri ve sözünden hoşlandıkları
dışında hiç kimsenin aracılığı, şefaati işe yaramaz.
110-
Allah, insanların geçmişlerini ve geleceklerini tümü ile bilir, fakat
insanların bilgisi O'nu kuşatamaz.
111-
O gün bütün yüzler, diri ve tüm varlıkları gözetip yöneten Allah'ın karşısında
öne eğiktir. Sırtında zulüm yükü taşıyanlar perişan olmuşlardır.
112-
Mü'min oldukları halde iyi ameller işleyenler ne haksızlığa ve ne de ödül
kısıntısına uğramaktan korkarlar.
Bu sahnenin korkunçluğu
bütün özelliğiyle ortaya çıkıyor. Bir de
bakmışsın ki, o göklere yükselen, yere sağlam biçimde oturan dağlar savrulup
atılmışlardır. Onca yükseklik, şimdi ovaya dönüşmüştür. Her türlü engebeden
uzak dümdüz bir ovaya... Yeryüzü dümdüz hale getirilmiş, yüksek ve alçak bir
tarafı kalmamıştır.
Daha sonra her şeyi un ufak
yapıp savuran ve dümdüz hale getiren fırtına diniyor. Toplanıp mahşer alanına
getirilen topluluklar sessizliğe gömülüyor. Canlılık ve hareketin izine bile
rastlanmıyor. Sürüler gibi sessiz ve teslim olmuş bir halde, sağa-sola bakmadan
ve geride kalmadan mahşer yerinde toplanmaya çağıran görevliyi dinliyor ve onun
direktiflerine uyuyorlar. Hâlbuki onlar
daha önce doğru yola çağırıldıklarında geri duruyor ve yüz çeviriyorlardı.
Onların teslim oluşlarını şu cümle ifade ediyor. "O gün insanlar hiç
sağa-sola sapmadan kendilerini toplanmaya çağıran görevliye uyarlar."
Böylece insanların durumlarını sunan sahneyle hiçbir engebesi kalmamış ve
dümdüz hale getirilmiş dağlar sahnesi birbiriyle uyum içinde anlatılmıştır.
Sonra korkunç bir
sessizlik ve yıldırıcı bir bekleyiş bütün alanı kaplıyor. “Rahmeti bol olan Allah'ın korkusuyla tüm
sesler kısılmıştır.” Bu yüzden fısıltıdan başka bir ses duyamazsın. “O gün bütün yüzler, diri ve tüm varlıkları
yönetip gözeten Allah'ın karşısında öne eğiktir.”
Böylece Allah'ın yüceliği
bütün bir alanı kuşatıyor. Gözün göremeyeceği kadar engin bir alanı korku,
sessizlik ve ürperten bir bekleyiş kaplıyor. Konuşmalar fısıltı şeklindedir.
Sorular gizlice sorulur. Herkes sessizlik içinde sonucu beklemektedir. O gün
başlar öne eğilmiştir. Hayat ve dirlik
veren Allah'ın yüceliği, kudreti bütün gönülleri derin bir yücelikle
dolduruyor. Burada Allah'ın kendisine söz hakkı verdiği kimsenin dışında
şefaat etme yetkisi yoktur. İlmin tamamı
Allah'a aittir. İnsanların bilgisi asla O'nu kuşatamaz. Burada zalimler
zulümlerinin cezasını yüklenirler. Hüsrana uğrarlar. İman edenler ise güven
içindeler. Hesaptaki herhangi bir haksızlıktan veya adaletsizlikten endişe
etmiyorlar. Zira zamanında iyi işler yapmışlardı.
Bu, Rahman'ın (Allah'ın)
huzurunda bütün bir atmosferi kaplayan ve kuşatan yüceliğin, ihtişamın
sergilenişidir.
113-
Biz bu Kur'anı böylece sana Arapça bir kitap olarak indirdik. Bu kitapta
çeşitli tehditlere yer verdik ki, insanlar kötülüklerden sakınsınlar ya da
gönüllerinde uyarıcı bir iz bırakır.
İşte bu şekilde Kur'anda,
azabın ve cezanın tablolarını, sahnelerini zengin bir biçimde sergiledik. Belki
bu yolla ilahi mesajı yalanlayanların gönlündeki alıcı duyuları harekete
geçiririz. Veya ahiretteki acıklı durumlarını hatırlatıp, bu kötülüklerden
vazgeçmelerini sağlarız. Nitekim surenin başında yüce Allah şöyle buyuruyordu:
"Biz
sana bu Kur'anı sıkıntıya düşesin diye indirmedik."
"Onu
Allah'dan korkanlara uyarı olsun diye indirdik."
Hz. Peygamber vahyi
alırken Kur'anın sözlerini ve ayetlerini, vahyin inişi sona ermeden
hemen tekrar ediyor ve onları unutmaktan korkuyordu. Bu ise onu çok
yoruyordu. İşte bunun için yüce Allah yüklemiş olduğu bu görev ve emanet
konusunda onun kalbini rahatlatmak istedi.
114-
Gerçek egemen olan Allah yücedir. Ey Muhammed, Kur'anın sana vahyedilişi sona
ermeden onu okumakta acele etme ve “Rabb'im bilgimi artır” de.
Tüm başların önünde
eğildiği, zalimleri hüsrana uğrattığı, iyi işler yapan mü'minleri güvene
kavuşturduğu, her şeyin asıl sahibi olan Allah gerçekten yücedir. Kur'an-ı Kerim yücelerin yücesinden
gelmiştir. Öyleyse Kur'anı aceleyle tekrar etmene gerek yok. Zira onu gönderen bir amaca hizmet etsin
diye onu indirmiştir. Onun kaybolmasına asla müsaade etmeyecektir. Sen,
Rabb'inden sadece ilmini artırmasını dile. Verdiği mesajlara gönülden bağlan.
Onu yitirmekten korkma! İlim sadece Allah'ın öğrettikleridir. İnsan için
değerli olan, boşa gitmeyen ve hüsranla sonuçlanmayan en kalıcı ilim Allah'ın
bildirdikleridir.
Sonra Hz. Adem'in kıssası
geliyor. Hz. Adem yüce Allah'a vermiş olduğu sözü unutmuş ve sonsuzluk cazibesi önünde zayıf düşmüştür.
Şeytanın telkinlerine kulak vermiştir. Bu olay yeryüzünün halifeliği verilmeden
önce Hz. Adem için bir sınav niteliğindeydi. İblisin çevireceği dolaplara bir
örnekti. Adem'in çocukları bundan ders alacaklardı. Sınandıktan hemen sonra
Allah'ın rahmeti kendisine yetişmiş ve onu doğru yola iletmiştir.
Kur'andaki hikâyeler,
içinde bulundukları sureyle tam bir bütünlük ve uyum içindedir. Hz. Adem'in
hikâyesi, Peygamberimizin unutma korkusuyla Kur'anı çabucak tekrar ettiğini
açıklayan bölümden sonra geliyor. Bu nedenle Hz. Adem hikâyesinden özellikle
unutmayla ilgili bölüm seçiliyor. Bu iki konuya da, yüce Allah'ın seçkin
kullarına yönelik şefkatinden ve koruyuculuğundan söz eden bir surede yer
veriliyor. Burada da Hz. Adem'in kıssasından, yüce Allah'ın onu seçtiği,
tövbesini kabul ettiği ve kendisine doğru yolu gösterdiği bölüm anlatılıyor.
Bunun ardından bir kıyamet sahnesi yer alıyor. Bu sahnede Ademoğullarından
Allah'ın emrine bağlı olanların sonu ile ona karşı gelenlerin sonu tasvir
ediliyor. Sanki bu, yeryüzündeki yolculuğun sona erip asıl yurda dönüşün bir
ifadesidir. Burada herkes dünyada yaptıklarının karşılığını alır.
115-
Biz vaktiyle Adem'e o yasak ağacın meyvesinden yememesini tembih ettik. Fakat o
bu tembihimizi unuttu. Onda güçlü irade bulamadık.
Yüce Allah Hz. Adem'e bir
ağacın dışında oradaki tüm meyvelerden yemesini belirtmişti. Bir ağacın yasak edilişi ise iradesini
eğitmesi, kişiliğini sağlamlaştırması için gerekli olan bir yasaktı. İnsan
ruhunun gerektiğinde, ihtiyaçları aşarak sınırsızca hareket etmesine sebep olan
arzu ve isteklerin baskısından kurtulması, bu arzu ve isteklerin egemenliği
altına girip, onun kulu olmaması için böyle bir yasak gerekiyordu. İnsanın
yükselmesinde en sağlıklı ve şaşmaz kıstas budur işte. İnsan kendi arzularını kontrol altında tutabildiği, onlara
hükmedebildiği, üstün gelebildiği ölçüde, beşeri yükseliş merdiveninde çıkmaya
başlar. Bu arzular ve istekler karşısında zayıf düşüp onlara mahkûm olduğu
ölçüde ise hayvanlığa doğru yaklaşır ve aşağıya doğru iniş başlar.
Bu nedenle yüce Allah'ın yardımı insan denen bu
yaratığa ulaştı. İradesini denemek, direnme gücünü ölçmek, şeytanın süslü
gösterdiği arzular ile iradesi ve Rahman'a verdiği söz arasındaki mücadeleyi
yaşamasını istemiştir. İşte ilk denemenin sonucu açıklanıyor. "Fakat o tembihimizi unuttu. Onda
güçlü irade bulamadık." Sonra olayın detayına geçiliyor.
116-
Hani meleklere "Adem'e secde ediniz " dedik de hemen secde ettiler.
Yalnız iblis bu emre uymadı.
Kısaca bu şekilde
veriliyor. Bu sahne başka surelerde detaylı olarak veriliyor. Çünkü burada
özellikle nimet ve koruma-kollama söz konusu ediliyor. Onun için korumadaki
nimetin görüntüleri öncelikle anlatılıyor.
117-
Bunun üzerine dedik ki: "Ey Adem, bu şeytan senin ve eşinin düşmanıdır.
Sakın sizi cennetten çıkarmasın. Yoksa sıkıntı çeker, mutsuz olursun."
118-
"Şimdi cennette acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın. "
119-
"Yine burada susuzluk çekmeyecek, sıcaktan kavrulmayacaksın. "
Bu uyarılar yüce Allah'ın
Hz. Adem'i koruduğu ve gözettiği için kendisine karşı gelen, günah çukuruna
batan ve Rabb'inin emrettiği şekilde Hz. Adem'in önünde secdeye yanaşmayan
düşmanına karşı uyarması, oyunlarından sakındırması anlamına geliyordu. “Sakın sizi cennetten çıkarmasın.”
Yoksa sıkıntı çeker, mutsuz olursun. Çalışma, zorluk, kovulma, sapıklık,
ürkeklik, şaşkınlık, hayıflanma, bekleyiş, üzüntü, mahrumiyet ve yoksulluk...
gibi nice şeylerle mutsuz olma, cennetin dışında sizi beklemektedir. Burada, Firdevs
cennetinin içinde, kaldığımız müddetçe bunların hepsinden güvencede
bulunuyorsunuz demektir. "Şimdi
cennette acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın.” "Yine burada susuzluk
çekmeyecek, sıcaklıktan kavrulmayacaksın." Cennette kaldığın
sürece bütün bunlara karşı güvencedesin... Açlık ve çıplaklık, susuzluk ve
kavrulmayı tam karşılamaktadır. Bunların hepsi bir bütün olarak insanın yeme,
içme, giyinme ve barınma gibi temel ihtiyaçlarını elde etme uğrunda
karşılaştığı zorlukları simgelemektedir.
Ne var ki, Hz. Adem'in
deneyimlerden haberi yoktu. Buna ilave olarak da insanın ebedi kalma, hâkim
olma arzularına karşı zaafı vardır. Şeytan işte bu gedikten kendisine nüfuz
etmişti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder