11 Ekim 2012 Perşembe

Tâ-Hâ Suresi 99-119 Ayetleri Tefsiri, S. Kutub


99- Sana böylece geçmişin bazı olayların anlatıyoruz. Sana katımızdan öğüt içerikli bir kitap verdik.

100- Kim bu Kitab'a yüz çevirirse, kıyamet günü ağır bir günah yükünü sırtında taşır.

101- Onlar ebedi olarak bu yükün altında kalırlar. Kıyamet günü bu yük onlar için ne kötü bir yüktür.

102- Sur'a üflendiği gün, o gün günahkârları korkudan ağarmış gözlerle bir araya toplarız.

103- Kısık bir ses tonu ile birbirlerine "Siz dünyada sadece on gün kaldınız " derler.

104- Aralarındaki konuşmaları biz herkesten iyi biliriz. Bu arada en isabetli görüşlüleri "Siz dünyada sadece bir gün kaldınız" derler.


Hz. Musa'nın durumu ile ilgili olarak sana bildirdiğimiz bu kıssalar da önceki milletlerin haberleridir. Kur'anda bunları sana anlatıyoruz. Ki bu Kur'anda "Zikir" diye de adlandırılır. Çünkü Kur'an Allah'ı ve ayetlerini hatırlatmaktır. Önceki asırlarda meydana gelen bu tür ayetleri hatırlatmaktır.

Kur'an-ı Kerim bu hatırlatmadan yüz çevirenlere suçlular adını vermekte ve onları kıyamet günündeki bir sahnede canlandırmaktadır. Bu suçlular, yolcuların kendi yüklerini taşımaları gibi ağır günah yüklerini taşımaktadırlar. Aman Allah'ım! Ne kötü bir yüktür bu! Mahşer gününde toplanma amacı ile Sur a üfürüldüğünde bu suçlular, üzüntü ve kederden yüzleri mosmor kesilmiş bir halde toplanırlar. Aralarında gizli gizli konuşurlar. Korku, ürkeklik ve mahşer alanım kuşatan dehşet dolu atmosferi sebebiyle seslerini yükseltemezler. Ve onlar yeryüzünde geçirdikleri günleri tahmin ediyorlar. Artık dünya hayatı onların gözünde basitleşmiş ve geçirdikleri günler hayallerinde oldukça silinmiştir. Onlar bu hayatı, birkaç günden öte bir şey olarak değerlendirmiyorlar artık. "Siz dünyada sadece on gün kaldınız.” Onların daha akıllı olanları ve daha sağlıklı görüş sahipleri ise onun çok daha kısa olduğunu öne sürüyor. "Siz dünyada sadece bir gün kaldınız." İşte bu şekilde yeryüzünde yaşadıkları koca ömürleri bir anda siliniyor, gözlerinde eriyip gidiyor. Hayatın mutlulukları ve üzüntüleri bir anda basite iniyor. Bütün bunlar hem zaman, hem de değer açısından gayet küçülüyor. Her türlü zevk ve imkânla donatılmış olsa dahi, on günün ne değeri olabilir? Her bir dakikası ve her bir saniyesi mutluluk ve sevinç dolu olsa dahi bir gecenin ne değeri olabilir? Sonsuza dek uzanıp giden bir hayatın yanında bir günün, on günün sözü edilir mi? Mahşerden sonra kendilerini bekleyen ve kesintisiz devam edecek olan bu dönemin yanında, şu kısacık mutlulukların sözü mü edilir?

Sahnenin dehşeti, dağların o gün ne olacağı konusunda sordukları bir soruyla daha bir şiddetlenerek beliriyor. Bu soruya verilen cevap, onların karşı karşıya bulunduğu dehşetin derecesini, bütün açıklığıyla ortaya koyuyor.


105- Ey Muhammed, sana dağlara ilişkin soru sorarlar. De ki; Rabb'im onları ufalayıp havada savurur.

106- Yerlerini dümdüz ve çırılçıplak bir alana dönüştürür.

107- O alanda hiçbir engebe, hiçbir tümsek göremezsin.

108- O gün insanlar, hiç sağa-sola sapmaksızın, kendilerini toplamaya çağıran görevlinin adımlarını izlerler. Rahmeti bol olan Allah'ın korkusu ile tüm sesler kısılmıştır. Bu yüzden fısıltıdan başka bir şey duyamazsın.

109- O gün rahmeti bol olan Allah'ın izin verdikleri ve sözünden hoşlandıkları dışında hiç kimsenin aracılığı, şefaati işe yaramaz.

110- Allah, insanların geçmişlerini ve geleceklerini tümü ile bilir, fakat insanların bilgisi O'nu kuşatamaz.

111- O gün bütün yüzler, diri ve tüm varlıkları gözetip yöneten Allah'ın karşısında öne eğiktir. Sırtında zulüm yükü taşıyanlar perişan olmuşlardır.

112- Mü'min oldukları halde iyi ameller işleyenler ne haksızlığa ve ne de ödül kısıntısına uğramaktan korkarlar.


Bu sahnenin korkunçluğu bütün özelliğiyle ortaya çıkıyor. Bir de bakmışsın ki, o göklere yükselen, yere sağlam biçimde oturan dağlar savrulup atılmışlardır. Onca yükseklik, şimdi ovaya dönüşmüştür. Her türlü engebeden uzak dümdüz bir ovaya... Yeryüzü dümdüz hale getirilmiş, yüksek ve alçak bir tarafı kalmamıştır.

Daha sonra her şeyi un ufak yapıp savuran ve dümdüz hale getiren fırtına diniyor. Toplanıp mahşer alanına getirilen topluluklar sessizliğe gömülüyor. Canlılık ve hareketin izine bile rastlanmıyor. Sürüler gibi sessiz ve teslim olmuş bir halde, sağa-sola bakmadan ve geride kalmadan mahşer yerinde toplanmaya çağıran görevliyi dinliyor ve onun direktiflerine uyuyorlar. Hâlbuki onlar daha önce doğru yola çağırıldıklarında geri duruyor ve yüz çeviriyorlardı. Onların teslim oluşlarını şu cümle ifade ediyor. "O gün insanlar hiç sağa-sola sapmadan kendilerini toplanmaya çağıran görevliye uyarlar." Böylece insanların durumlarını sunan sahneyle hiçbir engebesi kalmamış ve dümdüz hale getirilmiş dağlar sahnesi birbiriyle uyum içinde anlatılmıştır.

Sonra korkunç bir sessizlik ve yıldırıcı bir bekleyiş bütün alanı kaplıyor. “Rahmeti bol olan Allah'ın korkusuyla tüm sesler kısılmıştır.” Bu yüzden fısıltıdan başka bir ses duyamazsın. “O gün bütün yüzler, diri ve tüm varlıkları yönetip gözeten Allah'ın karşısında öne eğiktir.”

Böylece Allah'ın yüceliği bütün bir alanı kuşatıyor. Gözün göremeyeceği kadar engin bir alanı korku, sessizlik ve ürperten bir bekleyiş kaplıyor. Konuşmalar fısıltı şeklindedir. Sorular gizlice sorulur. Herkes sessizlik içinde sonucu beklemektedir. O gün başlar öne eğilmiştir. Hayat ve dirlik veren Allah'ın yüceliği, kudreti bütün gönülleri derin bir yücelikle dolduruyor. Burada Allah'ın kendisine söz hakkı verdiği kimsenin dışında şefaat etme yetkisi yoktur. İlmin tamamı Allah'a aittir. İnsanların bilgisi asla O'nu kuşatamaz. Burada zalimler zulümlerinin cezasını yüklenirler. Hüsrana uğrarlar. İman edenler ise güven içindeler. Hesaptaki herhangi bir haksızlıktan veya adaletsizlikten endişe etmiyorlar. Zira zamanında iyi işler yapmışlardı.

Bu, Rahman'ın (Allah'ın) huzurunda bütün bir atmosferi kaplayan ve kuşatan yüceliğin, ihtişamın sergilenişidir.


113- Biz bu Kur'anı böylece sana Arapça bir kitap olarak indirdik. Bu kitapta çeşitli tehditlere yer verdik ki, insanlar kötülüklerden sakınsınlar ya da gönüllerinde uyarıcı bir iz bırakır.


İşte bu şekilde Kur'anda, azabın ve cezanın tablolarını, sahnelerini zengin bir biçimde sergiledik. Belki bu yolla ilahi mesajı yalanlayanların gönlündeki alıcı duyuları harekete geçiririz. Veya ahiretteki acıklı durumlarını hatırlatıp, bu kötülüklerden vazgeçmelerini sağlarız. Nitekim surenin başında yüce Allah şöyle buyuruyordu:

"Biz sana bu Kur'anı sıkıntıya düşesin diye indirmedik."
"Onu Allah'dan korkanlara uyarı olsun diye indirdik."

Hz. Peygamber vahyi alırken Kur'anın sözlerini ve ayetlerini, vahyin inişi sona ermeden hemen tekrar ediyor ve onları unutmaktan korkuyordu. Bu ise onu çok yoruyordu. İşte bunun için yüce Allah yüklemiş olduğu bu görev ve emanet konusunda onun kalbini rahatlatmak istedi.


114- Gerçek egemen olan Allah yücedir. Ey Muhammed, Kur'anın sana vahyedilişi sona ermeden onu okumakta acele etme ve “Rabb'im bilgimi artır” de.


Tüm başların önünde eğildiği, zalimleri hüsrana uğrattığı, iyi işler yapan mü'minleri güvene kavuşturduğu, her şeyin asıl sahibi olan Allah gerçekten yücedir. Kur'an-ı Kerim yücelerin yücesinden gelmiştir. Öyleyse Kur'anı aceleyle tekrar etmene gerek yok. Zira onu gönderen bir amaca hizmet etsin diye onu indirmiştir. Onun kaybolmasına asla müsaade etmeyecektir. Sen, Rabb'inden sadece ilmini artırmasını dile. Verdiği mesajlara gönülden bağlan. Onu yitirmekten korkma! İlim sadece Allah'ın öğrettikleridir. İnsan için değerli olan, boşa gitmeyen ve hüsranla sonuçlanmayan en kalıcı ilim Allah'ın bildirdikleridir.

Sonra Hz. Adem'in kıssası geliyor. Hz. Adem yüce Allah'a vermiş olduğu sözü unutmuş ve sonsuzluk cazibesi önünde zayıf düşmüştür. Şeytanın telkinlerine kulak vermiştir. Bu olay yeryüzünün halifeliği verilmeden önce Hz. Adem için bir sınav niteliğindeydi. İblisin çevireceği dolaplara bir örnekti. Adem'in çocukları bundan ders alacaklardı. Sınandıktan hemen sonra Allah'ın rahmeti kendisine yetişmiş ve onu doğru yola iletmiştir.

Kur'andaki hikâyeler, içinde bulundukları sureyle tam bir bütünlük ve uyum içindedir. Hz. Adem'in hikâyesi, Peygamberimizin unutma korkusuyla Kur'anı çabucak tekrar ettiğini açıklayan bölümden sonra geliyor. Bu nedenle Hz. Adem hikâyesinden özellikle unutmayla ilgili bölüm seçiliyor. Bu iki konuya da, yüce Allah'ın seçkin kullarına yönelik şefkatinden ve koruyuculuğundan söz eden bir surede yer veriliyor. Burada da Hz. Adem'in kıssasından, yüce Allah'ın onu seçtiği, tövbesini kabul ettiği ve kendisine doğru yolu gösterdiği bölüm anlatılıyor. Bunun ardından bir kıyamet sahnesi yer alıyor. Bu sahnede Ademoğullarından Allah'ın emrine bağlı olanların sonu ile ona karşı gelenlerin sonu tasvir ediliyor. Sanki bu, yeryüzündeki yolculuğun sona erip asıl yurda dönüşün bir ifadesidir. Burada herkes dünyada yaptıklarının karşılığını alır.


115- Biz vaktiyle Adem'e o yasak ağacın meyvesinden yememesini tembih ettik. Fakat o bu tembihimizi unuttu. Onda güçlü irade bulamadık.


Yüce Allah Hz. Adem'e bir ağacın dışında oradaki tüm meyvelerden yemesini belirtmişti. Bir ağacın yasak edilişi ise iradesini eğitmesi, kişiliğini sağlamlaştırması için gerekli olan bir yasaktı. İnsan ruhunun gerektiğinde, ihtiyaçları aşarak sınırsızca hareket etmesine sebep olan arzu ve isteklerin baskısından kurtulması, bu arzu ve isteklerin egemenliği altına girip, onun kulu olmaması için böyle bir yasak gerekiyordu. İnsanın yükselmesinde en sağlıklı ve şaşmaz kıstas budur işte. İnsan kendi arzularını kontrol altında tutabildiği, onlara hükmedebildiği, üstün gelebildiği ölçüde, beşeri yükseliş merdiveninde çıkmaya başlar. Bu arzular ve istekler karşısında zayıf düşüp onlara mahkûm olduğu ölçüde ise hayvanlığa doğru yaklaşır ve aşağıya doğru iniş başlar.

Bu nedenle yüce Allah'ın yardımı insan denen bu yaratığa ulaştı. İradesini denemek, direnme gücünü ölçmek, şeytanın süslü gösterdiği arzular ile iradesi ve Rahman'a verdiği söz arasındaki mücadeleyi yaşamasını istemiştir. İşte ilk denemenin sonucu açıklanıyor. "Fakat o tembihimizi unuttu. Onda güçlü irade bulamadık." Sonra olayın detayına geçiliyor.


116- Hani meleklere "Adem'e secde ediniz " dedik de hemen secde ettiler. Yalnız iblis bu emre uymadı.


Kısaca bu şekilde veriliyor. Bu sahne başka surelerde detaylı olarak veriliyor. Çünkü burada özellikle nimet ve koruma-kollama söz konusu ediliyor. Onun için korumadaki nimetin görüntüleri öncelikle anlatılıyor.


117- Bunun üzerine dedik ki: "Ey Adem, bu şeytan senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın. Yoksa sıkıntı çeker, mutsuz olursun."

118- "Şimdi cennette acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın. "

119- "Yine burada susuzluk çekmeyecek, sıcaktan kavrulmayacaksın. "


Bu uyarılar yüce Allah'ın Hz. Adem'i koruduğu ve gözettiği için kendisine karşı gelen, günah çukuruna batan ve Rabb'inin emrettiği şekilde Hz. Adem'in önünde secdeye yanaşmayan düşmanına karşı uyarması, oyunlarından sakındırması anlamına geliyordu. “Sakın sizi cennetten çıkarmasın.” Yoksa sıkıntı çeker, mutsuz olursun. Çalışma, zorluk, kovulma, sapıklık, ürkeklik, şaşkınlık, hayıflanma, bekleyiş, üzüntü, mahrumiyet ve yoksulluk... gibi nice şeylerle mutsuz olma, cennetin dışında sizi beklemektedir. Burada, Firdevs cennetinin içinde, kaldığımız müddetçe bunların hepsinden güvencede bulunuyorsunuz demektir. "Şimdi cennette acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın.” "Yine burada susuzluk çekmeyecek, sıcaklıktan kavrulmayacaksın." Cennette kaldığın sürece bütün bunlara karşı güvencedesin... Açlık ve çıplaklık, susuzluk ve kavrulmayı tam karşılamaktadır. Bunların hepsi bir bütün olarak insanın yeme, içme, giyinme ve barınma gibi temel ihtiyaçlarını elde etme uğrunda karşılaştığı zorlukları simgelemektedir.

Ne var ki, Hz. Adem'in deneyimlerden haberi yoktu. Buna ilave olarak da insanın ebedi kalma, hâkim olma arzularına karşı zaafı vardır. Şeytan işte bu gedikten kendisine nüfuz etmişti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder