10 Ekim 2012 Çarşamba

Tâ-Hâ Suresi 92-98 Ayetleri Tefsiri, S. Kutub


92- Musa dönünce dedi ki: "Ey Harun, onların sapıttıklarını gördüğünde seni engelleyen ne oldu?

93- Niye beni izleyerek onlara karşı koymadın? Yoksa emrime karşı mı geldin?


İsrailoğullarının buzağıya tapmalarına engel olmadığı, ona ibadet edilmesini ortadan kaldırmadığını ve kendisinin ardından yanlış bir şeyin ortaya çıkıp yaygınlaşmasına müsaade etmemesi hususunda, Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- emrine uymadığı için onu azarlıyor. Emrine bağlılık gösterip onu uygulamadığı için onu paylıyor. "Bunu, gerçekten emrime karşı geldiğin için mi yaptın?" diye soruyor.

Kanun akışı içinde Hz. Harun'un tutumu beliriyor. Şimdi o abisini bu durumdan haberdar ediyor. Onun öfkesini dindirmeye çalışıyor.

Bu amaçla onun içindeki merhamet duygusunu harekete geçirmeye gayret ediyor.


94- Harun Musa’ya "Ey anamın oğlu, saçımı-sakalımı çekme, ben “İsrailoğullarını birbirlerine düşürdün, sözümü tutmadın” diyeceksin diye korktum " dedi.


Böylece Hz. Harun'un, Hz. Musa'dan daha yumuşak huylu ve duygularına ondan daha fazla hâkim olduğunu görüyoruz. O bu sırada Hz. Musa'nın vicdanında hassas bir noktaya parmak basmaya çalışıyor. Merhamet damarından ona yaklaşıyor. Bu gerçekten hassas bir konudur. Daha sonra bu konudaki görünüşü ona açıklıyor. Kendisine göre abisinin emrine itaatin ne anlama geldiğini izah ediyor, olayın üzerine sert bir yöntemle gittiği takdirde bununla İsrailoğullarının ikiye ayrılmasından, bir kesimin buzağıdan, bir kesiminin ise kendisinin öğüdünden yana çıkarak, ikiye bölünmesinden endişe ettiğini dile getiriyor. Hâlbuki abisi onu, İsrailoğullarını kollaması ve herhangi bir olayın meydana gelmemesi için görevlendirmişti. Demek ki, Hz. Harun'un bu tutumu da başka bir açıdan kendisine verilen emre itaati ifade etmektedir.

Bu sırada Hz. Musa öfkesini ve tepkisini bu tuzağın asıl sahibi olan Samiri'ye yöneltiyor. İlk etapta ona yönelmeyip, onu sorumlu tutmamasının sebebi şudur: Çünkü bu olayda birinci derecede de sorumlu olan kendi milletiydi. Yapılan menfi propagandaya uymamaları gerekirdi. Sonra ikinci derecede sorumlu olan Hz. Harun'du. Milleti böyle bir işe kalkıştığında engel olmalıydı. Zira O, onların lideri ve işlerinden sorumlu olan kişiydi. Samiri'ye gelince, onun suçu daha sonra gelirdi. Zira onları zorla bu işe sürüklememiş ve onların akıllarını durdurmamıştı. Onları sadece aldatmak istemişti. Onlar da hemen aldanmışlardı. Hâlbuki onlar peygamberlerinin yolunda diretebilir, vekilinin öğüdüne kulak verebilirlerdi. Öyleyse birinci derecede sorumlu olan kendileriydi, ikinci derecede onların idarecisi sorumluydu. Tuzak ve aldatma sahibi ise ancak üçüncü derecede sorumlu olabilirdi. Ve Hz. Musa, Samiri'ye yöneldi:


95- Bunun üzerine Musa "Ey Samiri, peki senin amacın neydi?" dedi.


Senin durumun ve maksadın neydi, anlat bakalım. Bu ifade biçimi yapılan eylemin büyüklüğünü ve dehşetini ortaya koymaktadır.


96- Samiri dedi ki; "Ben onların görmediklerini gördüm. Bana gelen ilahi elçinin ayak izlerinden avucumu doldurarak onu erimiş altın külçesinin bulunduğu potaya attım. Böyle yapmamın iyi olacağı içime doğdu.


Samiri'nin bu sözü ile ilgili pek çok rivayetler var. Samiri'nin gördüğü şey neydi? Ayak izlerinden bir avuç alarak potaya attığı bu elçi kimdi? Bu olayın Samiri'nin yaptığı altın buzağı ile ilgisi neydi? Bu bir avuçluk izin buzağı da meydana getirdiği etki neydi?

Bu rivayetlerin en yaygın olanı şudur: "Samiri Hz. Cebrail'i -selâm üzerine olsun- yere indiği şekli ile görmüş, onun ayağının altından veya atının ayak bastığı yerden bir avuç toprak almış ve bunu altın buzağının üzerine atmıştır. O da bundan ötürü böğürebilecek olmuştur. Veyahut bu bir avuç toprak o altın külçesini böğürebilecek bir buzağıya dönüştürmüştür!

Burada Kur'an-ı Kerim olayın gerçekte nasıl meydana geldiğini anlatmıyor. Sadece Samiri'nin sözünü aktarıyor. Biz Kur'anın olayı bu şekilde verişini Samiri'nin, meydana gelen olayın sorumluluğundan kurtulmak amacıyla bir mazeret olarak ileri sürdüğü şeklinde değerlendirmeyi doğru buluyoruz. Yani Samiri İsrailoğullarının beraberinde getirdikleri Mısırlılar'a ait süs eşyalarını toplamış ve bunlardan bir altın buzağı yapmıştı. Ve bunu, rüzgâr estiğinde buzağının böğürmesini andıran bir ses çıkaracak şekilde yapmıştı. Sonra bu elçi hikâyesini ileri sürerek kendini temize çıkarmaya çalışmıştı. Kurnaz davranarak bu işin sorumluluğunu, elçinin izine yüklemek istemişti.

Hangi açıdan bakarsak bakalım sonuç değişmeyecektir. Neticede Hz. Musa Samiri'yi İsrailoğulları topluluğundan kovduğunu açıklamış ve kararın hayatı boyunca değişmeyeceğini ilan etmiştir. Bundan ötesini ise Allah'a havale etmiştir. Kendi eliyle yapmış olduğu ilahı konusunda ise ona şiddetle karşı çıkmıştır. Böylece onun yaptığı heykelin ilahlık niteliği taşımadığını, yapıcısı olan Samiri'yi bile koruyamadığını hatta kendi kendisini bile savunamadığını somut bir şekilde milletine göstermek istemişti:


97- Musa ona dedi ki: "Çekil karşımdan "Sen hayatı boyunca insanlara ‘Bana değmeyin’ demeye mahkûm oldun. Ayrıca asla yakanı kurtaramayacağın başka bir cezan daha vardır. Şimdi tapmaya devam ettiğin ilahının başına neler geleceğini gör. Onu ateşte eriteceğiz, sonra da parçalarını denize atacağız.


Artık gözüme gözükme! Kovuldun sen! Bundan böyle kimse sana ne iyilik yapacak ne de kötülük! Sen de öyle. -Hz. Musa'nın dinindeki cezalardan biri buydu. Toplumun boykotu ve insanın kovulmuşluğunu ilan ederek hiç kimsenin ona yaklaşmamasını, onun da kimseye yanaşmamasını söyleme cezası.- Diğer ceza ise Allah katındaki azab ve ceza idi. Öfkeyle ve içerlenerek altın buzağının devrilmesini, yakılmasını ve eritilip suya atılmasını emrediyor. Öfke Hz. Musa'nın en belirgin özelliklerinden biriydi. Zaten, yalnız burada Allah için, Allah'ın dini için öfkelenmişti O. Ki bu tür durumlarda öfke güzeldir. Sert tepki gösterilmesi hoş bir tavırdır.

Yakılan ve suya atılan sahte ilah sahnesinden sonra Hz. Musa gerçek inanç sistemini bütün açıklığıyla ortaya koyuyor.


98- Aslında sizin ilahınız, kendisinden başka ilah olmayan Allah'dır. O'nun bilgisi her şeyi kapsamı içine almıştır.


Bu açıklama ile surede yer alan Hz. Musa kıssasının bu bölümü sona eriyor. Bu kıssada yüce Allah'ın kendisine kulluk yapan ve dinini hayata egemen kılmaya çalışan davetçileri nasıl koruduğu, onlara nasıl şefkatle davrandığı ortaya çıkıyor. Sınavdan geçirilip yanlış yola girdikleri zaman bile... Bunun dışında kıssanın diğer bölümleri burada verilmiyor. Çünkü bundan sonra İsrailoğulları işledikleri günahlar, yaptıkları bozgunculuk ve azgınlık yüzünden cezaya çarptırıldılar. Surenin bütününe ise Allah'ın seçkin kullarının korunduğu ve merhametle muamele edildiği hava hâkimdir. Dolayısıyla kıssanın bu tatlı ve şefkat dolu havasını bozabilecek, diğer sahnelerin burada sunulması uygun düşmez.

Bu süre Kur'an'dan söz ederek başlamıştı. Bu Kur'anın Hz. Muhammed'i -salât ve selâm üzerine olsun- sıkıntıya düşürmek amacıyla gönderilmediği belirtilmişti. Kur'an'dan böylece söz edildikten sonra Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- kıssasına geçilmişti. Bu kıssada yüce Allah'ın Hz. Musa'yı kardeşini ve milletini nasıl koruyup gözettiği ortaya konmuştu.

Şimdi ise ayetlerin akışı Hz. Musa kıssasından tekrar Kur'ana, Kur'anın asıl fonksiyonuna ve O'ndan yüz çevirenlerin sonlarına açıklık getirmeye geçiyor. Bu kıyamet sahnesinden onların acıklı sonları, canlı bir şekilde sunuluyor. Bu sahnede dünya hayatının günleri gerçekten basitleşiyor. Yeryüzü bütün dağlarından, taşlarından soyutlanıyor ve dümdüz hale geliyor. Bütün sesler Rahman'a boyun eğiyor. Bütün yüzler, güç ve hayat sahibi Allah'a yöneliyor. Ki belki bu sahne ve Kur'an'daki tehditler insanın iç âlemindeki takva duygusunu harekete geçirir. Ona Allah'ı hatırlatır ve O'na bağlanmasını sağlar...

Bu bölüm Hz. Peygamberin kendisine gönderilen Kur'andan duyduğu endişe açısından -içinin- rahatlatılmasıyla sona eriyor. Unutma korkusuyla Kur'anı hemen tekrar etme gayretinin gereksiz olduğu, bununla kendisini üzmemesi gerektiği, yüce Allah'ın bu konuda işini kolaylaştıracağı ve Kur'anı koruyacağı belirtiliyor. Rabb'inden ilmini artırmasını dilemenin yeterli olacağı bildiriliyor.

Hz. Peygamberin kendisine gelen vahyin okunması sona ermeden, unutma korkusuyla hemen onu tekrar etmeğe özen göstermesi ile ilgili olarak, Hz. Adem'in yüce Allah'a vermiş olduğu sözü unutmaması dile getiriliyor. Bu olay, Hz. Adem ile iblis arasında düşmanlığın ilan edilmesi ve Hz. Adem'in neslinden olup Allah'a verilmiş bu söze bağlılık gösterenler ile ondan yüz çevirenlerin akıbetlerinin açıklanması ile sona eriyor. Onların bu sonları bir kıyamet sahnesinde sergileniyor. Sanki bu ruhlar âleminde başlamış olan yolculuğun son noktasıdır. Yani yolculuk burada başlamış. Tekrar dönüp dolaşıp aynı yere gelinmiştir.

Bu süre ilahi mesajı inkâr edenlerin yalanlamalarından, yüz çevirenlerin yüz çevirişlerinden ötürü peygamberin canını sıkmamasını tavsiye eden öğütlerle sona eriyor. Peygamber onların bu tavırları yüzünden canını sıkmamalı, kendi kendini yememeli ve onları dünya hayatında onlara verilmiş iradeleriyle baş başa bırakmalıdır. Çünkü onların belirlenmiş bir süresi vardır. Ve bu dünyada onlar için birer sınanma yeridir. Peygamber Allah'a ibadet etmeye ve O'nun nimetlerini dile getirmeye kendisini adamalı, içini ve ruhunu bununla sükûna erdirip huzura kavuşmalıdır. Nitekim bu müşriklerden önce de nice milletler yok olup gitmişlerdir. Her şeye rağmen yüce Allah bu millete de son peygamberini göndermekle, onların tüm mazeretlerini geçersiz kılmayı dilemiştir. Öyleyse peygamber, onların yaptıklarıyla canını sıkmamalı ve onları akıbetleriyle baş başa bırakmalıdır.

"Onlara de ki; "Şimdi siz de biz de bekleme dönemindeyiz. Bekleyiniz ilerde hangimizin düz yolda olduğunu, hangimizin doğru yönde ilerlediğini öğreneceksiniz."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder