92-
Musa dönünce dedi ki: "Ey Harun, onların sapıttıklarını gördüğünde seni
engelleyen ne oldu?
93-
Niye beni izleyerek onlara karşı koymadın? Yoksa emrime karşı mı geldin?
İsrailoğullarının buzağıya
tapmalarına engel olmadığı, ona ibadet edilmesini ortadan kaldırmadığını ve
kendisinin ardından yanlış bir şeyin ortaya çıkıp yaygınlaşmasına müsaade
etmemesi hususunda, Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- emrine uymadığı için onu
azarlıyor. Emrine bağlılık gösterip onu uygulamadığı için onu paylıyor. "Bunu, gerçekten emrime karşı geldiğin
için mi yaptın?" diye soruyor.
Kanun akışı içinde Hz.
Harun'un tutumu beliriyor. Şimdi o abisini bu durumdan haberdar ediyor. Onun
öfkesini dindirmeye çalışıyor.
Bu amaçla onun içindeki
merhamet duygusunu harekete geçirmeye gayret ediyor.
94-
Harun Musa’ya "Ey anamın oğlu, saçımı-sakalımı çekme, ben “İsrailoğullarını
birbirlerine düşürdün, sözümü tutmadın” diyeceksin diye korktum " dedi.
Böylece Hz. Harun'un, Hz.
Musa'dan daha yumuşak huylu ve duygularına ondan daha fazla hâkim olduğunu
görüyoruz. O bu sırada Hz. Musa'nın vicdanında hassas bir noktaya parmak
basmaya çalışıyor. Merhamet damarından ona yaklaşıyor. Bu gerçekten hassas bir
konudur. Daha sonra bu konudaki görünüşü ona açıklıyor. Kendisine göre abisinin
emrine itaatin ne anlama geldiğini izah ediyor, olayın üzerine sert bir
yöntemle gittiği takdirde bununla İsrailoğullarının ikiye ayrılmasından, bir
kesimin buzağıdan, bir kesiminin ise kendisinin öğüdünden yana çıkarak, ikiye
bölünmesinden endişe ettiğini dile getiriyor. Hâlbuki abisi onu,
İsrailoğullarını kollaması ve herhangi bir olayın meydana gelmemesi için
görevlendirmişti. Demek ki, Hz. Harun'un bu tutumu da başka bir açıdan kendisine
verilen emre itaati ifade etmektedir.
Bu sırada Hz. Musa
öfkesini ve tepkisini bu tuzağın asıl sahibi olan Samiri'ye yöneltiyor. İlk
etapta ona yönelmeyip, onu sorumlu tutmamasının sebebi şudur: Çünkü bu olayda
birinci derecede de sorumlu olan kendi milletiydi. Yapılan menfi propagandaya
uymamaları gerekirdi. Sonra ikinci derecede sorumlu olan Hz. Harun'du. Milleti
böyle bir işe kalkıştığında engel olmalıydı. Zira O, onların lideri ve
işlerinden sorumlu olan kişiydi. Samiri'ye gelince, onun suçu daha sonra
gelirdi. Zira onları zorla bu işe sürüklememiş ve onların akıllarını
durdurmamıştı. Onları sadece aldatmak istemişti. Onlar da hemen aldanmışlardı. Hâlbuki
onlar peygamberlerinin yolunda diretebilir, vekilinin öğüdüne kulak
verebilirlerdi. Öyleyse birinci derecede sorumlu olan kendileriydi, ikinci
derecede onların idarecisi sorumluydu. Tuzak ve aldatma sahibi ise ancak üçüncü
derecede sorumlu olabilirdi. Ve Hz. Musa, Samiri'ye yöneldi:
95-
Bunun üzerine Musa "Ey Samiri, peki senin amacın neydi?" dedi.
Senin durumun ve maksadın
neydi, anlat bakalım. Bu ifade biçimi yapılan eylemin büyüklüğünü ve dehşetini
ortaya koymaktadır.
96-
Samiri dedi ki; "Ben onların görmediklerini gördüm. Bana gelen ilahi
elçinin ayak izlerinden avucumu doldurarak onu erimiş altın külçesinin
bulunduğu potaya attım. Böyle yapmamın iyi olacağı içime doğdu.
Samiri'nin bu sözü ile
ilgili pek çok rivayetler var. Samiri'nin gördüğü şey neydi? Ayak izlerinden
bir avuç alarak potaya attığı bu elçi kimdi? Bu olayın Samiri'nin yaptığı altın
buzağı ile ilgisi neydi? Bu bir avuçluk izin buzağı da meydana getirdiği etki
neydi?
Bu rivayetlerin en yaygın
olanı şudur: "Samiri Hz. Cebrail'i -selâm üzerine olsun- yere indiği şekli
ile görmüş, onun ayağının altından veya atının ayak bastığı yerden bir avuç
toprak almış ve bunu altın buzağının üzerine atmıştır. O da bundan ötürü
böğürebilecek olmuştur. Veyahut bu bir avuç toprak o altın külçesini
böğürebilecek bir buzağıya dönüştürmüştür!
Burada Kur'an-ı Kerim
olayın gerçekte nasıl meydana geldiğini anlatmıyor. Sadece Samiri'nin sözünü
aktarıyor. Biz Kur'anın olayı bu şekilde verişini Samiri'nin, meydana gelen
olayın sorumluluğundan kurtulmak amacıyla bir mazeret olarak ileri sürdüğü
şeklinde değerlendirmeyi doğru buluyoruz. Yani Samiri İsrailoğullarının beraberinde
getirdikleri Mısırlılar'a ait süs eşyalarını toplamış ve bunlardan bir altın
buzağı yapmıştı. Ve bunu, rüzgâr estiğinde buzağının böğürmesini andıran bir
ses çıkaracak şekilde yapmıştı. Sonra bu elçi hikâyesini ileri sürerek kendini
temize çıkarmaya çalışmıştı. Kurnaz davranarak bu işin sorumluluğunu, elçinin
izine yüklemek istemişti.
Hangi açıdan bakarsak
bakalım sonuç değişmeyecektir. Neticede Hz. Musa Samiri'yi İsrailoğulları
topluluğundan kovduğunu açıklamış ve kararın hayatı boyunca değişmeyeceğini
ilan etmiştir. Bundan ötesini ise Allah'a havale etmiştir. Kendi eliyle yapmış
olduğu ilahı konusunda ise ona şiddetle karşı çıkmıştır. Böylece onun yaptığı
heykelin ilahlık niteliği taşımadığını, yapıcısı olan Samiri'yi bile
koruyamadığını hatta kendi kendisini bile savunamadığını somut bir şekilde
milletine göstermek istemişti:
97-
Musa ona dedi ki: "Çekil karşımdan "Sen hayatı boyunca insanlara ‘Bana
değmeyin’ demeye mahkûm oldun. Ayrıca asla yakanı kurtaramayacağın başka bir
cezan daha vardır. Şimdi tapmaya devam ettiğin ilahının başına neler geleceğini
gör. Onu ateşte eriteceğiz, sonra da parçalarını denize atacağız.
Artık gözüme gözükme!
Kovuldun sen! Bundan böyle kimse sana ne iyilik yapacak ne de kötülük! Sen de
öyle. -Hz. Musa'nın dinindeki cezalardan biri buydu. Toplumun boykotu ve
insanın kovulmuşluğunu ilan ederek hiç kimsenin ona yaklaşmamasını, onun da
kimseye yanaşmamasını söyleme cezası.- Diğer ceza ise Allah katındaki azab ve
ceza idi. Öfkeyle ve içerlenerek altın buzağının devrilmesini, yakılmasını ve
eritilip suya atılmasını emrediyor. Öfke
Hz. Musa'nın en belirgin özelliklerinden biriydi. Zaten, yalnız burada
Allah için, Allah'ın dini için öfkelenmişti O. Ki bu tür durumlarda öfke
güzeldir. Sert tepki gösterilmesi hoş bir tavırdır.
Yakılan ve suya atılan
sahte ilah sahnesinden sonra Hz. Musa gerçek inanç sistemini bütün açıklığıyla
ortaya koyuyor.
98-
Aslında sizin ilahınız, kendisinden başka ilah olmayan Allah'dır. O'nun bilgisi
her şeyi kapsamı içine almıştır.
Bu açıklama ile surede yer
alan Hz. Musa kıssasının bu bölümü sona eriyor. Bu kıssada yüce Allah'ın kendisine kulluk yapan ve dinini hayata egemen
kılmaya çalışan davetçileri nasıl koruduğu, onlara nasıl şefkatle davrandığı
ortaya çıkıyor. Sınavdan geçirilip yanlış yola girdikleri zaman bile...
Bunun dışında kıssanın diğer bölümleri burada verilmiyor. Çünkü bundan sonra
İsrailoğulları işledikleri günahlar, yaptıkları bozgunculuk ve azgınlık
yüzünden cezaya çarptırıldılar. Surenin bütününe ise Allah'ın seçkin kullarının
korunduğu ve merhametle muamele edildiği hava hâkimdir. Dolayısıyla kıssanın bu
tatlı ve şefkat dolu havasını bozabilecek, diğer sahnelerin burada sunulması
uygun düşmez.
Bu süre Kur'an'dan söz
ederek başlamıştı. Bu Kur'anın Hz. Muhammed'i -salât ve selâm üzerine olsun-
sıkıntıya düşürmek amacıyla gönderilmediği belirtilmişti. Kur'an'dan böylece
söz edildikten sonra Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- kıssasına geçilmişti.
Bu kıssada yüce Allah'ın Hz. Musa'yı kardeşini ve milletini nasıl koruyup
gözettiği ortaya konmuştu.
Şimdi ise ayetlerin akışı
Hz. Musa kıssasından tekrar Kur'ana, Kur'anın asıl fonksiyonuna ve O'ndan yüz
çevirenlerin sonlarına açıklık getirmeye geçiyor. Bu kıyamet sahnesinden
onların acıklı sonları, canlı bir şekilde sunuluyor. Bu sahnede dünya hayatının günleri gerçekten basitleşiyor. Yeryüzü bütün dağlarından, taşlarından
soyutlanıyor ve dümdüz hale geliyor. Bütün sesler Rahman'a boyun eğiyor. Bütün
yüzler, güç ve hayat sahibi Allah'a yöneliyor. Ki belki bu sahne ve
Kur'an'daki tehditler insanın iç âlemindeki takva duygusunu harekete geçirir.
Ona Allah'ı hatırlatır ve O'na bağlanmasını sağlar...
Bu bölüm Hz. Peygamberin
kendisine gönderilen Kur'andan duyduğu endişe açısından -içinin-
rahatlatılmasıyla sona eriyor. Unutma korkusuyla Kur'anı hemen tekrar etme
gayretinin gereksiz olduğu, bununla kendisini üzmemesi gerektiği, yüce Allah'ın
bu konuda işini kolaylaştıracağı ve Kur'anı koruyacağı belirtiliyor. Rabb'inden ilmini artırmasını dilemenin
yeterli olacağı bildiriliyor.
Hz. Peygamberin kendisine
gelen vahyin okunması sona ermeden, unutma korkusuyla hemen onu tekrar etmeğe
özen göstermesi ile ilgili olarak, Hz. Adem'in yüce Allah'a vermiş olduğu sözü
unutmaması dile getiriliyor. Bu olay, Hz. Adem ile iblis arasında düşmanlığın
ilan edilmesi ve Hz. Adem'in neslinden olup Allah'a verilmiş bu söze bağlılık
gösterenler ile ondan yüz çevirenlerin akıbetlerinin açıklanması ile sona
eriyor. Onların bu sonları bir kıyamet sahnesinde sergileniyor. Sanki bu ruhlar
âleminde başlamış olan yolculuğun son noktasıdır. Yani yolculuk burada
başlamış. Tekrar dönüp dolaşıp aynı yere gelinmiştir.
Bu süre ilahi mesajı inkâr
edenlerin yalanlamalarından, yüz çevirenlerin yüz çevirişlerinden ötürü
peygamberin canını sıkmamasını tavsiye eden öğütlerle sona eriyor. Peygamber
onların bu tavırları yüzünden canını sıkmamalı, kendi kendini yememeli ve
onları dünya hayatında onlara verilmiş iradeleriyle baş başa bırakmalıdır.
Çünkü onların belirlenmiş bir süresi vardır. Ve bu dünyada onlar için birer sınanma yeridir. Peygamber Allah'a
ibadet etmeye ve O'nun nimetlerini dile getirmeye kendisini adamalı, içini ve
ruhunu bununla sükûna erdirip huzura kavuşmalıdır. Nitekim bu müşriklerden önce
de nice milletler yok olup gitmişlerdir. Her şeye rağmen yüce Allah bu millete
de son peygamberini göndermekle, onların tüm mazeretlerini geçersiz kılmayı
dilemiştir. Öyleyse peygamber, onların yaptıklarıyla canını sıkmamalı ve onları
akıbetleriyle baş başa bırakmalıdır.
"Onlara
de ki; "Şimdi siz de biz de bekleme dönemindeyiz. Bekleyiniz ilerde hangimizin
düz yolda olduğunu, hangimizin doğru yönde ilerlediğini öğreneceksiniz."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder