55-
Sizleri topraktan yarattık, yine oraya döndüreceğiz ve tekrar dirilterek oradan
çıkaracağız.
56-
Biz Firavun'a tüm ayetlerimizi gösterdik, fakat o bunları yalanladı, kabul
etmeye yanaşmadı.
Hani şu sizin için beşik
görevi yapan, üzerinde yollar açılan, üzerine gökten yağmurlar yağdırılıp insan
besini ve hayvan yemi olsun diye erkekli-dişili bitki çiftleri yetiştirilen
yeryüzü var ya, işte sizleri o yeryüzünün toprağından yarattık, sizi yine oraya
döndüreceğiz ve öldükten sonra tekrar dirilterek oradan çıkaracağız.
İnsan bu yeryüzünün
hammaddesinden yaratıldı. Organizmasının bütün hücreleri ve dokuları yeryüzünün
elementlerinden oluşmuştur. Yeryüzünün bitkileri ile besleniyor, suyunu içiyor
ve havasını teneffüs ediyor. Kısacası insan yeryüzünün çocuğudur, burası onun
beşiğidir. Günü gelince döneceği yer de
burasıdır. Bu yeryüzünün toprağı vücudunu yutacak çürümüş kemiklerini
elementlerine karıştıracak ve çürüyen bedeninin yayacağı gazlar havadaki
gazlara katılacaktır. Sonra yine diriltilerek oradan çıkarılacaktır. Bu ikinci
hayatı, ilk yaratılışının uzantısı olacaktır.
Yeryüzü ile insan
arasındaki sıla ilişkiyi vurgulayan bu "hatırlatma" ile
kendisini ilah sanan, mağrur Firavun ile Hz. Musa arasındaki bu karşılıklı
konuşma sahnesi arasında sıkı bir bağlantı vardır. Çünkü insanlar önünde
ilahlık taslayan bu şımarık zorba aslında bu topraktan yaratılmış ve ölünce
onun kara bağrına dönecektir. Başka bir deyimle bu başı dönmüş diktatör
bozuntusu, yüce Allah'ın yeryüzünde yaratarak fonksiyonuna yönlendirdiği diğer
sıradan varlıklardan biridir, başka bir niteliği yoktur. Devam ediyoruz:
"Biz
Firavun'a tüm ayetlerimizi gösterdik, fakat o bunları yalanladı, kabul etmeye
yanaşmadı."
Ona evrendeki ayetlerimizi
gösterdik. Hz. Musa, bu evrensel ayetlerin onun yakın çevresinde
bulunanlarına dikkat çekmeye çalıştı. Ayrıca ona yılana dönüşen değnek mucizesi
ile ak parıltı saçan el mucizelerini, ayetlerini gösterdi. Burada bu
mucizelerin gösterilişine ayrıca değinilmiyor. Çünkü bunlar yüce Allah'ın
ayetlerinin bütünü içinde yer alırlar ve O'nun evrendeki ayetleri bu iki
mucizeden hem daha büyük, hem de daha kalıcıdır. Bu yüzden burada bu iki
mucizenin Firavun'a gösterildiği ayrıca belirtilmiyor. Fakat bu gösterinin gerçekleştiğini
biz sözün akışından, dolaylı olarak anlıyoruz. Çünkü Firavun'un, "bütün
ayetleri" yalanlandığı vurgulanıyor. Bu vurgulamadan anlıyoruz ki, o bu
iki mucizeyi de inkâr etmiştir. Ayetleri okumaya devam ediyoruz:
57-
Dedi ki; "Ey Musa, sen bizi büyücülüğünle yurdumuzdan çıkarmaya mı
geldin?"
58-
"Biz de seninki gibi bir büyü ile karşına çıkacağız. Seninle buluşacağımız
bir zaman belirle. Bu randevudan sen de bizde caymayalım. Buluşma yerimiz açık
bir düzlük olsun."
59-
Musa "Sizinle buluşmamız süslenme gününüzde, halkın toplandığı kuşluk
vakti olsun" dedi.
Görülüyor ki, Firavun, Hz.
Musa karşısında pes etti, tartışmayı sürdüremedi. Çünkü Hz. Musâ'nın öne
sürdüğü deliller son derece açık ve güçlü idi. Sebebine gelince bu delilleri,
yüce Allah'ın evrendeki ayetleri ve Hz. Musa eli ile gösterilen özel mucizeler
oluşturuyordu. Firavun tartışmayı sürdüremeyince Hz. Musa'yı büyücülükle
suçlama şarlatanlığına başvurdu. Ona göre değneğin yerde sürünen bir yılana
dönüşmesi ve koltuk altına daldırılan sapasağlam bir elin ak parıltı saçarak
dışarı çıkarılması birer "büyü"den başka bir şey değildi.
Büyücülüğün Firavun'un
aklına gelen ilk ihtimal olması, aslında normaldi. Çünkü bu sanat o günlerde
Mısır'da pek yaygındı. Üstelik Hz. Musa'nın gösterdiği bu iki mucize
nitelikleri itibarı ile geleneksel büyü gösterilerine pek benziyorlardı.
Büyücülüğe gelince bu bir
hayal oyunudur, gerçek değildir. Özü bakımından gözü ve diğer duyu organlarını
yanıltmaya dayanır. Bu yanıltmaca, bazen algı aldanmasına kadar işi vardırabilir.
Beyinde gerçek algılara benzer somut algılar meydana getirebilir. O durumlarda
insan, aslında var olmayan bir nesneyi sanki varmış gibi, ya da olduğundan
farklı bir biçimde görebilir. Tıpkı bunun gibi büyülenmiş insanlarda, kimi
zaman öyle sinirsel ya da organik etkilenmeler görülebilir ki, somut dış
etkenler olsa aynı etkilenmeleri meydana getirirler.
Ama Hz. Musâ'nın
mucizeleri bu türden aldatmacalar değildirler. Onlar yüce Allah'ın yoktan var edici
sanatının eserleridir. Bu güçlü sanat, nesnelerin yapısını gerçekten
değiştirir. Bu değiştirme kimi zaman geçici, kimi zaman da kalıcı olur. Şimdi
okuduğumuz ayetleri inceleyelim:
"Dedi
ki; Ey Musa, sen bizi büyücülüğünle yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin?"
Anlaşılan Firavun'un,
İsrailoğullarını köleleştirmesi, onların nüfusça çoğalıp iktidarı ele
geçirmeleri korkusundan kaynaklanan politik bir önlemdi. Zaten diktatörler,
iktidarlarını korumak için en vahşice, en barbarca cinayetleri işlemekten
çekinmezler. Bu uğurda insanlıkla, ahlak kuralları ile şerefle ve vicdanla en
bağdaşmaz entrikalara, gözlerini kırpmadan başvururlar. İşte bundan dolayı
Firavun, İsrailoğullarına karşı sinsi bir soykırım politikası uyguluyor, onları
eziyordu. Bu politikası uyarınca bu toplumun erkek çocuklarını öldürüp kız
çocuklarını sağ bırakıyor, normal yaştaki erkekleri de ağır angaryalara koşarak
tedrici bir ölüme sürüklüyordu. Bu yüzdendir ki, Hz. Musa ile Harun, kendisine
"İsrailoğullarının bizimle birlikte Mısır'dan ayrılmalarına izin ver,
artık onlara işkence etme" dedikleri zaman, onun bu öneriye verdiği
karşılık, "Ey Musa, sen bizi büyücülüğünle yurdumuzdan çıkarmaya mı
geldin?" şeklinde oldu. Çünkü İsrailoğullarının serbest kalmaları,
iktidarını ve ülkesini ele geçirmelerinin ilk adımı olarak yorumluyordu.
Madem ki, Hz. Musa, bu
amaçla İsrailoğullarının serbest bırakılmalarını istiyordu ve madem ki
gösterdiği bütün olağanüstü kanıtlar basit birer büyü gösterisiydi, o halde ona
verilecek cevap son derece kolaydı:
"Biz
de seninki gibi bir büyük ile karşına çıkacağız."
İşte zorbaların,
diktatörlerin geleneksel mantığı budur. Onlara göre inanç sahiplerinin
mücadelelerinin arkasında mutlaka dünyaya ilişkin bir amaç yatar. Onların
savundukları dava, iktidar ve koltuk ihtirasını gizleyen bir maskeden başka bir
şey değildir. Sonra onlar dava adamlarında bazı kozlar, bazı haklılık kanıtları
görürler. Bu kanıtlar, kimi zaman Hz. Musa'nın mucizeleri gibi, olağanüstü
uygulamalar olur. Kimi zaman da olağanüstü bir nitelik taşımamakla birlikte
insanların kalplerini yavaş yavaş etkileyen önlemler olur. O zaman diktatörler
hemen bu önlemlere görünüşte onlara denk düşen, benzer önlemlerle karşılık
verirler. Bize karşı büyü ile mi karşı çıkılıyor? Biz de ona büyü ile karşı
koyarız. Bize sözle mi karşı çıkıldı? Biz de ona aynı türden sözlerle karşılık
veririz. Bize karşı reformculuk, aksaklıkları düzeltme silahı ile mi çıkılıyor.
Biz de bu kampanyaya karşı sözde reformcu ve aksaklıkları düzeltici gibi
görünürüz. Bize yararlı bir iş yapılarak mı karşı konuluyor? Biz de başka bir
iyi iş yapıyormuşuz gibi sahneye çıkarız. İşte zorbaların zihniyeti,
iktidarlarını koruma yöntemlerinin özü budur. Fakat onlar bilmezler ki, inanç
sistemlerinin "iman" kaynaklı birikimleri ve yüce Allah'ın yardımı
biçiminde cephaneleri vardır. İnanç sistemleri düşmanlarını bu birikimler ile
ve bu cephanelerle yenerler. Yoksa görünüşlerle ve şekilci önlemle değil.
İşte bu amaçla Firavun,
Hz. Musa'dan kendi büyücüleri ile karşılaşacağı bir "randevu"
belirlemesini istedi. Meydan okuma edası ile karşılaşma zamanının seçimini
karşı tarafa bıraktı; "Seninle buluşacağımız bir zaman belirle" dedi.
Meydan okuma edasını pekiştirmek amacı ile kararlaştırılacak randevudan
tarafların caymamasını ısrarla vurguladı; "Bu randevudan sen de biz
de caymayalım" dedi. Ayrıca karşılaşma yerinin seyircinin izlemesine
elverişli, geniş bir düzlük olmasını önerdi; "Buluşma yerimiz açık
bir düzlük olsun" dedi. Böylece meydan okumasının dozunu daha da arttırdı.
Hz. Musa, Firavun'un bu
meydan okuma amaçlı teklifini kabul etti. Karşılaşma günü olarak da Mısır
halkının süslü elbiseler giyerek ve takılar takarak meydanlarda, açık yerlerde
toplandıkları, şenlikli bir bayram gününü seçti:
"Musa
dedi ki; 'Sizinle buluşmamız süslenme günü olsun.
Ayrıca halkın o gün kuşluk
vakti toplanmasını önerdi. Böylece karşılaşma, hem herkese açık bir alanda
olacak ve hem de günün aydınlık, güneşli bir diliminde yapılacaktı. Görülüyor
ki, Hz. Musa, Firavunun meydan okumasına aynen karşılık verdiği gibi üstelik
daha cesurca davranarak bir bayram gününün en aydınlık, en bol güneşli ve en
kalabalık olmaya elverişli bir zaman dilimini seçti. Sabah vaktini seçmedi,
çünkü o saatlerde halkın çoğu henüz evlerinden çıkmamış olurdu. Öğle vaktini
seçmedi, çünkü halkın toplanmasını ayrı sıcak engelleyebilirdi. Akşam saatlerini
de seçmedi, çünkü bu saatlerde hava kararacağı için halk toplantı yerinde
kalmaz, dağılmaya başlar, ya da dağılmasa bile olup bitecekleri iyi göremezdi.
Böylece "iman"
ile "azgınlık" arasındaki meydan okumanın ilk perdesi burada
noktalandı.
Bu noktada perde
kapanıyor. Bir süre sonra tekrar açıldığında "karşılaşma" sahnesi
ile yüz yüze geleceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder