12 Mart 2012 Pazartesi

Sâd Suresi Tefsir (36-39) - Mevdudi

بِسْــــــــــــــــــمِ اﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم


36- Böylece biz, rüzgârı onun buyruğu altına verdik. Onun emriyle dilediği yöne yumuşakça eserdi.

Bu hususun izahı daha önce Enbiya Suresi'nde yapılmıştı. Enbiya Suresi'nde rüzgarlarla ilgili olarak "Er-Rîhe âsifeten" (sert düzgar) ifadesi kullanılırken, burada, "tecrîbi emrihi ruhaen" (Onun emriyle yumuşak bir şekilde akıp gider) denilmektedir. Yani, "Hz. Süleyman'ın ticarî gemi filosu, emriyle duruma göre yumuşak bir şekilde akıp gider."


37- Şeytanları da; her bina ustasını ve dalgıç olanı.
38- Ve (kötülük yapmamaları için) sağlam kementlerle birbirine bağlanmış diğerlerini.

"Şeyatîn" ifadesi ile Hz. Süleyman'ın azgınlıkları dolayısıyla bağladığı cinnler kastedilmektedir. Fakat bu ifade onların zincirlerle bağlandığı anlamına gelmez. Onları, keyfiyetini bilemediğimiz bir şekilde, kaçamayacakları ve azgınlık yapamayacakları bir hale getirmiştir.

İzah için bkz. Enbiya/82: Onun için denizde dalgıçlık yapan ve bundan başka iş(ler) de gören şeytanlardan kimseleri de (emrine verdik) . Biz onların koruyucuları idik. ("Şeytanların" boyun eğmesi olayı, Sebe Suresi, 12-13. ayetlerde açıklanmıştı (Süleyman için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgâra (boyun eğdirdik) ; erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık. Onun eli altında Rabbinin izniyle iş görmekte olan bir kısım cinler de vardı. Onlardan kim bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından taddırırdık. Ona dilediği şekilde kaleler, heykeller, havuz büyüklüğünde çanaklar ve yerinden sökülmeyen kazanlar yaparlardı. "Ey Davud ailesi, şükrederek çalışın." Kullarımdan şükretmekte olanlar azdır.). Bu ayetler, Süleyman (a.s) için çalışan şeytanların ve cinlerin insanlardan tamamen farklı bir yapıya sahip olduklarını göstermektedir. Nitekim Araplar, cinlerin gaybın ilmine vakıf olduklarına inanırlardı. Ayrıca bizzat cinlerin kendileri de gaybın ilmini bildikleri zannı içindeydiler. Bu ayetleri önyargısız okuyan herhangi bir kimse buradaki cin ve şeytanların ne tür bir niteliğe sahip mahluklar olduklarını açıkça görür. İşte Arapların gaybın ilmine vakıf sandıkları cinler bunlardı. Bu nedenle, bazı çağdaş müfessirlerin yaptığı gibi bunların "insan" olduğu sonucuna varmak için Kur'an'ın anlamını saptırmak doğru değildir. Kur'an'daki ifade tarzından ve bu ifadenin yer aldığı konunun akışından bahsedilen cinlerin insan olmadığı anlaşılmaktadır. Eğer bunlar insan olsalardı, bu sadece Süleyman'a (a.s) lutfedilmiş bir nimet olamazdı. Çünkü o zamana dek insanlar Mısır'daki piramitler gibi dev yapılar inşa etmişlerdi bile.)

Neml/17: Süleyman'a cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı ve bunlar bölükler halinde dağıtıldı. (Tevrat olsun İncil olsun, hiçbiri Hz. Süleyman'ın (a.s) ordularında cinlerin olduğuna ve Peygamber'in onları istihdam ettiğine dair hiçbir atıfta bulunmazlar. Fakat Talmud ve hahamlara ait rivayetlerde, bu hususta ayrıntılı bilgiler vardır. (Yahudi (Jewish) Ansiklopedisi: Cild:11, sh: 440) .Günümüz yazarlarından bazıları, ayetteki 'cin' ve 'tair' kelimelerinin, bildiğimiz cin ve kuşları ifade etmediğini; aksine, Hz. Süleyman'ın (a.s) ordusunda çok çeşitli vazifeler icra eden insanlara işaret ettiğini ispat etmek üzere çok çaba göstermişlerdir: 'Cin' kelimesinin, Hz. Süleyman'ın (a.s) idaresi altına aldığı ve onun emri altında güç ve kaabiliyet gerektiren olağanüstü işler yapan dağ kabileleri, 'tair' kelimesinin de, piyade askerden çok daha süratli haraket edebilen süvarileri ifade ettiğini söylerler.
Ne var ki bunlar, Kur'an-ı yanlış tefsir etmenin en kötü örnekleridir. Kur'an-ı Kerim burada, insanlardan, cinlerden ve kuşlardan meydana gelen birbirinden farklı üç ayrı ordu zikreder. Ayrı birer askerî sınıfı ifade etmeleri için de her üç kelimede belirlilik (harf-i tarif) ön eki kullanılmıştır. Binaenaleyh "el-cin" ve "et-tair" kelimeleri ve mânâları "el-ins" kelimesinin içine dahil edilemez. Aksine her ikisinin de, insanoğlundan ayrı ve farklı iki sınıf olması mümkündür. Ayrıca Arapça ile biraz meşgul olan herhangi bir şahıs tek "el-cin" kelimesinin bir grup insanı veya "et-tair"in atlı askerî birlikleri ima ettiğini aklından geçirmeyeceği gibi bir Arapda bu kelimelerden bu mânâları çıkarmaz. Olağanüstü bir maharetinden dolayı bir adama cin, güzelliği sesebiyle bir kadına peri, ya da çok hızlı hareket etmesi nedeniyle bir kimseye kuş denmesi, sadece mecazi olarak mümkündür. Yoksa cin, peri ve kuş kelimelerinin sırasıyla güçlü bir adam, güzel bir kadın ve hızlı hareket eden bir kişi mânâsına gelmez. Bütün bunlar bu kelimelerin gerçek değil mecazî mânâlarıdır. Bir konuşmada bir kelime lügat mânâsı yerine mecazi anlamda kullanılabilir. Fakat metinde onun mecaz olduğuna dair bir karine varsa, ancak o zaman onu muhatap orada kullanılan mecaz mânâsıyla anlar. Netice olarak burada "cin" ve "tair" kelimelerin gerçek ve lügat mânâlarında değil de mecaz anlamlarında kullanıldığını biz bu metinde hangi karineden anlayabiliriz ? Oysa bunun aksine, takip eden ayetlerden zikredilen iki gruptan her bir ferdin işi ve durumu böyle bir tefsirden çıkacak anlama bütünüyle zıttır. Şayet bir kimse Kur'an'da anlatılan bir şeye inanmak istemiyorsa ona inanmadığını açıkça (dobra dobra) söylemesi gerekir. Fakat biri kalkar, Kur'an-ı Kerim'deki açık ve net kelimeleri zorlayarak istediği mânâyı yükler ve aynı zamanda Kur'an'ın dediğine inandığınıda dünyaya ilan ederse, aslında bu kimse, Kur'an'a değil, kendi kafasındaki çarpık mânâya inanıyor demektir. Böyle bir davranış da aslında, ahlâkî korkaklık ve entellektüel namus yoksunluğundan başka bir şey değildir.)

Neml 38-39: (Elçinin gitmesinden sonra Süleyman:) "Ey önde gelenler, onlar bana teslim olmuş (müslüman) lar olarak gelmeden önce, sizden kim onun tahtını bana getirebilir?" dedi. Cinlerden ifrit: "Sen daha makamından kalkmadan önce, ben onu sana getirebilirim, ben gerçekten buna karşı kesin olarak güvenilir bir güce sahibim." dedi. (Zamanımızın bazı akılcı müfessirlerine göre, Hz. Süleyman'ın (a.s) emrinde çalışan cinlerin insanlardan mı, yoksa yaygın olarak cin diye bilinen görünmeyen yaratıklardan olan kimseler mi olduğu hususu, bu konuşmadan açıkça ortaya çıkmaktadır. Şüphesiz Hz. Süleyman'ın (a.s) bulunduğu saray ile Sebe başşehri Ma'rib arası, en iyimser bir tahmin ile üç-dört saat, kuş uçuşu ile bile bu mesafe 1500 milden daha az değildir. Çok güçlü ve kuvvetli bile olsa bir insanın bir melikeye ait tahtı, bu kadar kısa bir zaman zarfında o kadar uzaklıktan getirmesi mümkün değildir.Jetle bile bugün bu görevin yerine getirilmesi imkansızdır. Kaldı ki taht, açık bir ormanda bekler halde değil, aksine kraliçenin sarayında idi ve saray da sıkı koruma altında olmalıydı. Kraliçenin yokluğunda tahtın, daha emin bir yerde saklanmış olması gerekirdi. Tahtı alıp getirmek üzere birisi onun bulunduğu yere gitmiş olsayd, tabîî olarak oradaki nöbetçileri etkisiz hale getirip onu alabilmesi için, beraberinde bir kuvvetin eşlik etmesi kaçınılmazdı. Bu şartlar altında, saray ayaklanmadan önce bütün bu işler nasıl başarılabilirdi? (O halde) Bu iş, ancak bir cin ile ilişki sonunda düşünülebilir, makul olabilir!).


39- "İşte bu, bizim vergimizdir. (Ey Süleyman) Artık sen de hesaba vurmaksızın, ver ya da tut."

Bu ayet üç anlama da gelebilir:

1) Sana sayısız nimetler bağışladık, dilediğine verir, dilediğine vermezsin.
2) Sana ihsan ettiklerimizi dilediğine verebilirsin, senden bir hesap istemeyeceğiz.
3) Cinler senin tasarrufun altına verilmiştir. İster serbest bırak, ister bırakma, bir hesap sormayacağız.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder