11-
"Gerçek şu ki, bizden salih olanlar da vardır ve bizden bunun dışında (ya
da aşağısında) olanlar da. Biz türlü türlü yolların fırkaları olmuşuz."
Yani, "Ahlaki bakımdan bizde de iyi ve kötü iki
tip cin vardır. İtikat bakımından da tek bir dinimiz yoktur. Muhtelif guruplara
bölünmüş vaziyettiyiz." İman eden cinler bu sözleri söyleyerek kendi
kavimlerine "doğru yolu bulmaya muhakkak ihtiyaçları olduğunu"
anlatmaya çalışıyorlardı.
12-
"Biz şüphesiz, Allah'ı yeryüzünde asla aciz bırakamıyacağımızı, kaçmak
suretiyle de onu hiç bir şekilde aciz bırakamıyacağımızı anladık."
Yani bizim bu düşüncemiz bize kurtuluş yolunu gösterdi.
Çünkü biz Allah'tan korkmuyor değildik zaten. İnanıyorduk ki eğer biz Allah'a
itaatsizlikte bulunsak O'ndan kurtulamayacağız. Onun için Allah tarafından
doğru yolu gösteren bu kelâmı işittik. Ve doğru yolu öğrendikten sonra da
önceki yanlış inançlarımız üzerinde -ki bu inançları aramızdaki bazı
beyinsizler yaymaktaydı- hala ısrar etmeye cesaret edemeyiz.
13-
"Elbette biz, o yol gösterici (Kur'an'ı) işitince, ona iman ettik. Artık
kim Rabbine iman ederse, o ne (ecrinin) eksileceğinden korkar ve ne de
haksızlığa uğrayacağından."
Burada hakkın verilmemesiyle kastedilen, yaptığı
iyiliklere karşılık hakettiğinden az bir karşılık verilince bunun zulüm
olduğudur. Çünkü onun yaptığı iyiliğin tam karşılığını vermemek, işlediği suç
için daha büyük bir ceza vermek ve hiç suç işlemediği halde azap, haksız bir
zulümdür. Fakat iman eden bir kimse için Allah indinde böyle bir haksızlık
olacağı kaygısı yoktur.
14-
"Ve elbette bizden Müslüman olanlar da var, zulmedenler de. İşte (Allah'a)
teslim olanlar, artık onlar 'gerçeği ve doğruyu' araştırıp-bulanlardır."
15-
Zulmedenler ise, onlar da cehennem için odun olmuşlardır.
Şimdi, eğer cin ateşten yaratılmış ise bunlar cehennem
ateşine atıldıklarında, ateşten oldukları için bir şey olmayacaktır şeklinde
bazen bir soru sorulabilir. Cevaben deriz ki, Kur'an'a göre insan da topraktan
yaratılmış değil midir? Meselâ, insana taş gibi olmuş bir kuru toprak parçası
atılsa o kişinin canı yanacaktır. Aslında insanın cismi yeryüzü maddelerinden
yaratılmışsa da bu madde et, deri, kemik vs. gibi değişik bir hal almıştır. Ama
o maddelerden insan bir acı çekebilir. Aynı yaklaşımla cin de yapı itirabiyle
ateşten yaratılmış bir mahluktur, ama daha sonra can ve his taşıyan bir mahluk
haline gelmiştir. Ve dolayısıyla ateş ona ceza verebilir.
Bkz. İzah için
Rahman Suresi Ayet 15: Cânn'ı
(cinni) da 'yalın-dumansız bir ateşten' yarattı.
"Maricin men narin" ifadesinde geçen
"nar," ağaç ve kömürün yanmasıyla meydana gelen bir ateş değil, özel
bir ateştir. "Mâric" ise dumansız alev demektir. Yani, ilk insan nasıl
çamurdan yaratıldıysa, ilk cin de ateşten yaratılmıştır. Yine nasıl ilk insan
topraktan yaratılmış ve onun nesli nutfe ile devam ediyorsa, ilk cin de ateşten
yaratılmış ve nesli devam etmektedir. Dolayısıyla insanların babası Adem ise,
ilk cin de, cinlerin babasıdır. Adem bir "beşer" olarak yaratıldıktan
sonra, onun toprakla bir ilişkisi kalmamıştır. Çünkü artık onun bedeni et,
kemik ve kandan müteşekkildir. Her ne kadar toprakla bir ilişkisi olsa dahi, bu
doğrudan doğruya değildir. Tüm bunlar, cinler için de geçerlidir. Yani onlar
ateşden yaratılmıştır ama, nasıl insanlar toprak değilse onlar da ateş
değildir.
Bu ayetten iki husus anlaşılmaktadır.
a) Cinler, salt ruhi varlıklar değillerdir ve onların
da maddi cisimleri vardır. Onlar halis bir ateşten yaratıldıkları için,
insanlar onları göremezler; zira kendileri topraktan yaratılmışlardır. Bu
hususa A'raf 27'de şöyle değinilmiştir:
"Ey Ademoğulları, şeytan, ana babanızı, çirkin
yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak Cennetten çıkardığı gibi,
sizi de bir belaya düşürmesin! Çünkü o ve kabilesi, sizin onları
göremiyeceğiniz yerde sizi görürler..." (A'raf: 27)
Ayrıca cinler hızlı hareket etmekte, değişik şekillere
dönüşmekte ve topraktan yaratılmış olan insanın görünmeden giremeyeceği
yerlere, hiç hissettirmeden girmektedir. Bu özellikler, ateşten yaratılmış bir
varlık için mümkündür.
b) Cinler, insanlardan farklı bir varlıktır. Çünkü
onların yaratıldığı madde, insanların, hayvanların ve bitkilerin yaratıldığı
maddeden farklıdır. Dolayısıyla bu ayet, bazı kimselerin öne sürdüğü gibi
"cinler insanlardan bir kısımdır" şeklindeki iddiayı açıkça
reddetmektedir. Bu iddiaya göre, bu ayette mizaç farklılığı vurgulanmıştır.
Örneğin, bazı insanlar çok halim ve yumuşak bir yapıya sahip olurlarken,
bazıları da ateşli ve öfkeli kimselerdir ki, bu kimselere şeytan demek daha
doğru olur. Bu yorum Kur'an'ı tefsir değil tahrif etmektir. Önceki ayette
insanın topraktan yaratılışı ayrıntılarıyla açıklanmıştır. Bu ayrıntılı
açıklamalara rağmen akıllı bir insan, bu ayetin yumuşak mizaçlı insanları tarif
ettiğini söyleyebilir mi? İnsanın kuru çamurdan, cinin de halis ateşten
yaratıldığını beyan eden ayetlerden, birinin yumuşak, diğerinin de sert mizaçlı
insanları kastettiği sonucunu çıkarmak mümkün müdür? Bkz. Zariat Ayet 56: 56-
Ben, cinleri de, insanları da, yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım.
Yani, "Ben ins ve cinni, başkalarına değil, bana
ibadet etsinler diye yarattım. Onlar bana kendilerini yarattığım için ibadet
etmelidirler. Çünkü onları başkaları değil, ben yarattığım için, ibadet edilme
hakkı da bana aittir. Onları ben yarattığım halde, nasıl başkalarına ibadet
edeblirler?"
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: "Allah
sadece insanları ve cinleri yarattığını belirtmiş. Oysa O tüm kainatı Yaratan
değil midir? Ayrıca kainattaki her zerre Allah'a ibadet etmekteyken, niçin
sadece insanların ve cinlerin Allah'a ibadet etmeleri için yaratıldıkları
söylenmektedir?" Bu soru şu şekilde cevaplanabilir: Cin ve insanlar
kendilerine Allah'a ibadet etme veya yüz çevirme ya da başkalarına ibadette
bulunma hürriyeti verilmiş olan yaratıklardır. Kainattaki diğer varlıklar ise,
böylesine bir irade hürriyetine sahip değillerdir. Onlar Allah'ın koyduğu
yasalara uyarak, Allah'a ibadet etmenin dışında başka bir seçeneğe sahip
olmadıklarından sadece insanlara ve cinlere hitap edilmiştir. Onlar dilerlerse
kendilerini yaratan Allah'a ibadet ederler, dilerlerse O'ndan yüz çevirip,
kendilerini yaratmayan başka varlıklara ibadet ederler. Ancak bu şekilde
davrandıkları takdirde fıtratlarının dışına çıkmış olurlar. Bu bakımdan
insanlar ve cinler, kendilerini yaratan Allah'ın dışında başka hiçkimseye
ibadet etmeleri için yaratılmadıklarını bilmeli ve kendileri için doğru olan,
onlara verilen bu hürriyeti yanlış yolda kullanmamak olduğunu anlamalıdırlar.
Bu hürriyeti doğru yolda kullanarak, tıpkı vücutlarındaki her zerrenin Allah'ın
kanunlarına uyarak, O'na ibadet ettiği gibi, onlar da kendi iradeleriyle
Allah'a ibadet etmelidir.
"İbadet" kelimesi burada sadece namaz, oruç
vs. ibadetlere atfen kullanılmamıştır. Bu yüzden ayeti, cin ve insanların
sadece namaz, oruç, tesbih vs. için yaratılmış oldukları biçiminde anlamak
yanlıştır. İbadet kavramı içine, bu saydıklarımız da girmekteyse de hepsi bu
değildir. Bu ifadenin tam anlamı, cin ve insanların Allah'tan başkasına
tapmamalarını, itaat etmemelerini, hiç kimseye boyun eğmeyip, sadece Allah'ın
karşısında eğilmelerini, O'nun emirlerine itaat edip, O'ndan korkmalarını,
sadece Allah'ın dininin kurallarına uymalarını, O'nun dışında hiçkimseden
birşey beklememelerini ve hiçkimsenin önünde dua etmek için el açmamalarını
tazammun eder.
Ayrıca burada, cinlerin insanlardan ayrı bir yaratık
oldukları da üstü kapalı bir biçimde açıklanmış olmaktadır. Kur'an'da
insanların bir kısmına cin dendiği biçiminde iddialar öne süren kimseler de, bu
iddialarını düzeltmelidirler.
Buradan itibaren Allah'ın (c.c) buyruğu başlamaktadır.
16-
Eğer onlar (insanlar ve cinler) , yol üzerinde 'dosdoğru bir istikamet
tuttursalardı', mutlaka biz onlara bol miktarda su içirir (tükenmez bir rızık
ve nimet verir) dik.
Aynı husus Nuh Suresi'nde de ifade edilmektedir.
"Allah'tan mağfiret dileyin... üzerinize gökten sağanak
yağdırsın."
Burada suyun sağanak halde olması, nimetlerin bolluğuna
kinaye olarak kullanılmıştır. Çünkü belirli bir yere yerleşmek orada su varsa
olur. Eğer su olmazsa zaten hayat devam edemez, hiçbir temel ihtiyaç kolayca
elde edilemez ve herhangi bir işlem gerçekleşemez.
17-
Ki, kendilerini bununla denemek için. Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse,
(Allah,) onu 'gittikçe şiddetli artan' bir azaba sürükler.
Yani, bakalım bu nimet hasıl olduktan sonra teşekkür mü
edecekler yoksa nankörlük mü edecekler? Verilen nimetleri doğru yerde mi
kullanacaklar yoksa yanlış yerde mi harcayacaklar?
Zikirden yüz çevirmek; insanın Allah'ın gönderdiği
nasihatleri kabul etmemesi; aynı zamanda Allah'ın zikrini duymak bile
istememesi ve Allah'a ibadet etmekten yüz çevirmesidir.
18-
Şüphesiz mescidler, (yalnızca) Allah'a aittir. Öyleyse, Allah ile beraber başka
hiç bir şeye (ve kimseye) kulluk etmeyin (dua etmeyin, tapmayın) .
Bütün müfessirler, ibadetgâhtan mescidler manasını
anlamışlardır. Eğer biz de bu manayı alırsak bunun anlamı "Mescidlerde
Allah'a ibadet ederken Allah'tan başkasını şerik koşmayın" olur. Hasan
Basri'ye göre, bütün yeryüzü ibadetgâhtır. O zaman bu ayetin manası
"Yeryüzünde Allah'a hiçbir kimseyi şerik koşmayın." şeklinde olur. O
bu anlamı şu hadisten istidlal etmektedir. Peygamber (s.a) "Benim için
bütün yeryüzü ibadetgâh ve temizlenme yeri kılındı" buyurdu. Said bin
Cubeyr ise mescidden insanın üzerine secde ettiği, el, ayak, yüz, diz vs. gibi
uzuvları anlamıştır. Bu yoruma göre ayetin manası şöyle olur: "İnsanın
bütün azalarını Allah yarattı. O halde onların üzerinde Allah'tan başkasına
secde edilmemelidir."
19-
Şu bir gerçek ki, Allah'ın kulu (olan Muhammed), O'na dua (ibadet ve kulluk)
için kalktığında, onlar (müşrikler,) neredeyse çevresinde keçeleşeceklerdi.
20-
De ki: "Ben gerçekten, yalnızca Rabbime dua ediyorum ve O'na hiç kimseyi
(ve hiç bir şeyi) ortak koşmuyorum."
Yani, Allah'a duada bulunmak itiraz edilecek bir husus
değil ki bunlar o kadar çok buna kızıyorlar. Oysa kötü olan, bir kimsenin
Allah'a şerik koşmasıdır ki ben öyle yapmıyorum. Sizler böyle yapıyorsunuz ki
Allah'ın adını duyunca üzerime çullanıyorsunuz.
21-
De ki: "Doğrusu ben, sizin için ne bir zarar, ne de bir yarar (irşad)
sağlayabilirim."
22-
De ki: "Muhakkak beni Allah'tan (gelebilecek bir azaba karşı) hiç kimse
asla kurtaramaz ve O'nun dışında asla bir sığınak da bulamam." 23- "(Benim
görevim,) Yalnızca Allah'tan olanı ve O'nun gönderdiklerini tebliğ etmektir.
Kim Allah'a ve O'nun Resulüne isyan ederse, içinde ebedi kalıcılar olmak üzere
onun için cehennem ateşi vardır.
Yani, kesinlikle ben, Allah'a ilahlıkta bir payım
olduğunu ve insanların kaderini değiştirmenin benim elimde olduğunu iddia
etmiyorum. Ben sadece bir elçiyim. Bana hangi görev verilmişse -ki o da
Allah'ın mesajını size ulaştırmaktır- ondan fazla bir şey değilim. İlahlık
kudretine gelince, o herşeyiyle Allah'ın elindedir. Değil başkasına zarar veya
fayda vermek, ben kendime bile bunun için bir yetki sahibi değilim. Eğer ben
Allah'a karşı itaatsizlik yapsam ondan kaçarak sığınacağım başka bir yer yok.
Ve Allah'ın zatından başka sığınacak yerim yoktur.
Bu ayetten, "her günah ve isyanın cezası ebedî
cehennemdir" anlamı çıkmaz. Doğrusu, bu bağlamda burada "Allah ve
O'nun elçisinin Tevhid'e çağrısını reddeden ve şirkten vazgeçmeyen kimsenin
ebedî cezası cehennemdir" manası anlaşılmaktadır.
24-
Sonunda onlar, kendilerine vadedileni gördükleri zaman, yardımcı olmak
bakımından kim daha zayıfmış ve sayı bakımından kim daha azmış artık öğrenmiş
olacaklardır."
Bu ayetin arka planı şudur. O dönemde Allah Rasulü'nün
Allah'a davetini duyduklarında Kureyşliler onun üzerine hücum ederlerdi. Kendi
gruplarının kalabalık ve güçlü olduğunu ve Rasul'ün yanında birkaç kişinin
bulunduğunu düşünürler ve dolayısıyla onu kolayca alt edebileceklerini
zannederlerdi. Bunun üzerine şöyle buyuruluyor: "Bugün Rasul'ü çaresiz ve
kendilerini de sayıca kalabalık görerek Hakkın sesini bastırmak için çok
cesaretlenmekteler. Ama onlara, üzerine o ikaz edildikleri kötü vakit gelince gerçek
çaresiz kimmiş anlayacaklar."
25-
De ki: "Bilmiyorum, size vadedilen (kıyamet ve azab) yakın mı, yoksa
Rabbim onun için uzun bir süre mi koymuştur?"
Bundan anlaşılıyor ki, bu bir sorunun cevabıdır; ancak
soru nakledilmeden sadece cevabı verilmektedir. Belki yukarıda sözü geçen o
kötü vakit hakkında bir şeyler duymuşlar ve alay ederek Rasul'e, hani, senin
korkuttuğun vakit niye hâlâ gelmiyor? diye soruyorlardı. Bunun üzerine Rasul'e
"Onlara haber ver. O vakit muhakkak gelecektir. Ancak yakın mıdır, uzak
mıdır? Onu yalnızca Allah bilir" denilmektedir.
26-
-O, gaybi bilendir. Kendi gaybını (görülmez bilgi hazinesini) kimseye açık
tutmaz (ona muttali kılmaz) .
27-
Ancak elçileri (peygamberleri) içinde razı olduğu (seçtikleri kimseler) başka.
Çünkü O, bunun önüne ve arkasına izleyici (gözetleyici) ler dizer.
Yani, Rasul'ün kendisi bizzat gaybı bilici olamaz.
Fakat Allah onları risalet göreviyle seçtiği için gayb ilminin bazı
hakikatlerini istediği zaman onlara verebilir.
Burada muhafızlardan kasıt meleklerdir. Yani, Allah
(c.c) vahiy vasıtasıyla gayb ilmini Rasulullah'a gönderdiği zaman tam olarak
Rasul'e ulaşması ve kimsenin ona bir dokunması olmasın diye her taraftan
melekler onu muhafaza altına alırlar. Aynı şey yukarıda 8. ve 9. ayetlerde de açıklanmıştı. Şöyle ki, Allah Rasulü'nün
bi'setinden sonra cinler için semaya yaklaşacak bütün kapılar kapandığında
cinler, melekler tarafından çok sıkı bir kontrol olduğunu ve bir şeyler
duyabilmelerinin mümkün olmadığını görmüşlerdir.
28-
Öyle ki onların, Rablerinden gelen risaleti (insanlara gönderilenleri) tebliğ
ettiklerini bilsin. (Allah,) Onların nezdinde olanları sarıp-kuşatmış ve her
şeyi sayı olarak da sayıp-tesbit etmiştir.
Bunun üç anlamı olabilir. Birincisi, "Rasul, O'na
Allah'ın kelâmını meleklerin eksiksiz olarak ulaştırdığını bilsin."
İkincisi, "Allah Teâlâ, bilecek ki melekler Rablerinin mesajını doğru ve
sağlam olarak yerine ulaştırmaktadır." Üçüncüsü, "Allah'ın mesajını
O'nun kullarına Rasuller'in eksiksiz olarak ulaştırdıklarını Allah
bilecek." Bu ayet bu üç manaya da gelebilir. Üçünün birden de kast
edilmesi mümkündür. Öte yandan bu ayetle iki şeye daha işaret edilmektedir.
İlki, risalet görevlerini yerine getirmek için Rasuller'e de gaybın bazı
bilgileri verilmiştir. İkincisi, Melekler sadece Allah'ın mesajını
peygamberlere ulaştırmakla kalmazlar, aynı zamanda da o mesajı Rasuller'in
insanlara eksiksiz olarak ulaştırıp ulaştırmadıklarını da kontrol ederler.
Yani, gerek rasuller ve gerekse melekler Allah'ın
kudretinin ihatası altındadırlar. Bir kıl payı kadar Allah'ın emrinden dışarı
çıksalar hemen yakalanırlar. Allah'ın gönderdiği mesajlar noktası noktasına
sayılmıştır. Ne meleklerde ve ne de peygamberlerde onun bir harfini bile
çıkartmaya veya ilâve etmeye bir cesaret yoktur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder