Adı: Cin
kelimesi, surenin ismi olduğu gibi muhtevasıdır da. Çünkü bu surede cinlerin
Kur'an dinlemeleri ve sonra kendi kavimlerine dönmeleri hadisesi
açıklanmaktadır.
Nüzul
Zamanı: Buhari ve Müslim'de Hz. Abdullah bin Abbas'tan rivayet edilir ki, bir
gün Allah Rasulü yanında arkadaşları ile beraber Ukaz panayırına gitmişti.
Yolda Nahle denilen yerde Allah Rasulü sabah namazını kıldırdı. Bu esnada
Cinlerden bir grup oradan geçmekteydi. Kur'an'ın tilavetini duyduklarında hemen
durmuşlar ve dikkatle dinlemeye başlamışlardı. İşte bu hadisenin zikri bu
surede geçmektedir.
Müfessirlerden
çokları bu rivayete dayanarak bu hadisenin Rasulüllah'ın Taif seferi esnasında
olduğunu söylemişlerdir ki bu hadise risaletin 10. yılında hicretten 3 sene
önce vukubulmuştu. Fakat bu kıyas birçok nedenden dolayı doğru değildir.
Rasulüllah'ın Taif seferi sırasında cinlerin Kur'an dinlemesi hadisesinin
anlatıldığı Ahkaf Suresi'nin 29. ayeti ile 39. ayetleri arası göz önünde
bulundurulursa, o cinlerin iman ehlinden oldukları anlaşılacaktır. Bunlar, Hz.
Musa'ya ve diğer gelmiş semavi kitaplara inanmaktaydılar. Halbuki bu surenin 2.
ayetinden 7. ayetine kadar olan bölümden açıkça anlaşılmaktadır ki, bu sefer de
Kur'an-ı Kerim dinleyen cinler müşrik idiler, ahireti ve peygamberliği kabul
etmiyorlardı. Ayrıca tarihi kayıtlardan da anlaşılıyor ki Rasulüllah'ın yanında
Hz. Zeyd bin Harise'den başka kimse yoktu.
Halbuki bu
seferde İbn Abbas'ın rivayetine göre Rasulüllah'ın yanında birkaç sahabinin de
bulunduğu anlaşılmaktadır. Ve diğer rivayetlerden, Rasulüllah'ın Taif'ten
dönerken yolda Nahle'de konakladığı zaman cinlere Kur'an'ı dinlettiği
anlaşılmaktadır. İbn Abbas'ın rivayetine göre, bu surede geçen seferde ise
Allah Rasulü Mekke'den Ukaz'a doğru gitmekteydi. Bu sebeplerden, bu surede
geçen hadise ile Ahkaf Suresi'nde geçen hadisenin aynı olmadıkları ayrı ayrı
zamanlarda vukubuldukları anlaşılmaktadır.
Ahkaf
Suresi'nde zikredilen hadise hakkında, bu hadisenin risaletin onuncu senesinde
Taif'e giderken meydana geldiği hususunda bütün raviler ittifak etmektedir. O
zaman, bu ikinci hadisenin ne zaman vuku bulduğu sorusunun cevabını yukarıdaki
İbn Abbas'ın rivayetinden anlayamamaktayız. Ayrıca bunun ne zaman olduğuna,
yani Rasulüllah'ın (s.a) ne zaman bir cemaatle beraber Ukaz panayırına
gittiğine dair herhangi bir tarihî rivayet de yoktur. Fakat bu surenin 8.
ayetinden 10. ayetine kadarını dikkatle okursak bunun risaletin ilk dönemine
ait bir hadise olduğunu anlarız. Bu ayetlerde beyan edilmektedir ki,
Rasulüllah'ın bi'setinden önce cinler bazen gökten bazı haberler
alabiliyorlardı. Fakat bundan sonra cinler birdenbire gökte her yerde çok sıkı
kontrol olduğunu, gözcü meleklerin konulduğunu ve yıldızların kendilerine
atıldığını farkettiler. Daha önce az çok sağdan soldan kaçak haber
alabiliyorlardı, ama şimdi artık bu mümkün olmuyordu. Her tarafta melekler
bulunduğunu ve onlara ateş saçan yıldızlar fırlattıklarını gördüler. Bu yüzden
gökten bir haber alabilmeleri için sabit bir yerde duramıyorlardı.
"Herhalde yeryüzünde çok büyük bir hadise vukubulmuş veya vukubulacak ki
bu kadar sıkı denetim var" diyorlardı. İşte cinler Rasul'ün ağzından
Kur'an-ı Kerim'i duyduklarında o büyük hadisenin bu olduğunu ve bunun için
gökteki bütün kapıların kendilerine kapandığını hemen anladılar.
Cinlerin
Hakikatı: Bu sureyi mütaala etmeden önce zihinde bir karışıklık meydana
gelmemesi için cinlerin mahiyetinin ne olduğunu anlamamız gerekmektedir.
Çağımızda bazıları cinlerin bir hakikati olmadığı yanılgısına düşmüşlerdir.
Bunlara göre, bu, eski çağların vehim ve hurafelerinin bir kalıntısıdır.
Onların bu görüşü ne bir araştırmaya dayanmaktadır, ne de kendilerinin böyle
bir bilgi sahibi olduklarını iddia edebilirler. Duyumlayamadıkları şeyin bir
varlığının olmadığını ileri sürmektedirler. Halbuki, bu koca kainat içerisinde
insanın his ile idrak edebileceği şeyler o kadar azdır ki bunun misali bir
okyanusun yanında bir katre gibidir. Bu yüzden, hissedemediği şeyin var
olmadığını ve var olan şeyin muhakkak hissedilmesi gerektiğini sanmak, aslında
o kişinin kendi aklının iflasının bir delilidir.
Böyle bir
düşünce ile insan, sadece cinlerin varlığını inkar etmekle kalmaz, daha birçok
kendi tecrübe ve gözlemine girmeyen gerçeği de inkar eder. Diğer şeyler bir
kenara, onun için Allah'ın varlığı bile kabul edilecek bir şey olamaz. İşte
Müslümanlardan bu düşüncelerin etkileri altında kalan bazıları Kur'an'ı inkar
etmediler, ama cin, iblis ve şeytan hakkında değişik tevillere gittiler.
Bunlardan
kasıt, müstakil bir varlıkları olan gizli mahluklar değildir diyorlardı. Bazı
yerlerde şeytanı, insanın behimî kuvvetleri olarak yorumlamışlardı. Ve bazen
cin kelimesinden kasıt;Kur'an'ı gizlice dinleyen, vahşi, medenî olmayan ve
dağlarda yaşayan insanlar olarak tevil etmekteydiler. Halbuki Kur'an'ın buyruğu
hiçbir tevile yer bırakmayacak şekilde açıktır.
Kur'an-ı
Kerim'de sadece bir yerde değil, müteaddid yerlerde ve insanların iki ayrı cins
yaratık olduklarından bahsedilmektedir. Örneğin bkz. Araf: 38; Hud: 119;
Fussilet: 25-29; Ahkaf: 18; Ez-Zariat: 56; en-Nas: 6; ve Rahman Suresi, cinleri
insanoğlunun bir kısmı olarak saymaya yer bırakmayacak açıklıktadır.
Araf:12'de
Hicr 26-27'de ve Rahman 14-15'de insanın çamurdan yaratıldığı, oysa cinlerin
ateşten yaratıldıkları açık bir şekilde bildirilmektedir.
Hicr Suresi
27. ayette cinlerin insandan önce yaratılmış oldukları izah edilmektedir. Bunu,
Kur'an'da yedi yerde geçen Adem ve İblis kıssası da teyid etmektedir. Her yerde
insan yaratılmadan önce İblisin mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Kehf
Suresi 50. ayette İblisin cinlerden birisi olduğu bildirilmiştir.
Araf Suresi
27. ayette cinlerin insanları gördüğü, ama insanların onları görmediği
söylenmektedir.
Hicr 16-18;
Saffat 6-10; Mülk 5'de cinlerin göklere çıkabildikleri ama belli bir sınırdan
öteye gidemedikleri açıklanır. O sınırdan öteye geçemezler ve Mele-i Alâ'daki
konuşmaları dinlemek isterlerse orada durdurulurlar. Gizlice dinlemeye
çalışırlarsa, yıldız ateşiyle kovulurlar. Bu şekilde, müşrik Araplar'ın,
cinlerin Allah'ın gaybını ve O'nun sırlarını bildiklerine dair olan yanlış
düşünceleri reddedilmektedir. Aynı düşünce Sebe Suresi 14. ayette de
reddedilmiştir.
Bakara
Suresi 30-40 ve Kehf Suresi 50. ayetlerden Allah'ın, yeryüzünün halifeliğini
insana verdiği ve insanların cinlerden üstün mahluklar oldukları anlaşılıyor.
Şüphesiz bazı istisnaî sayılabilecek güçler, cinlere de bağışlanmıştır. Buna
Neml Suresi 7. ayette bir örnek verilmektedir. Ama bu gibi bazı güçler
insanlardan çok daha güçlü olan hayvanlara da verilmiştir. Fakat bu,
hayvanların insanlardan daha faziletli oldukları anlamına gelmez.
Kur'an-ı
Kerim'de, cinlerin de insanlar gibi irade sahibi yaratıklar oldukları
bildirilmektedir. Onlara da irade verilmiştir. Onlar da itaat veya isyan etmek,
inkar veya iman etmek hususunda tıpkı insanın serbest olduğu gibi
serbesttirler. İblis hadisesi ve Ahkaf ve Cin Surelerinde geçen, bazı cinlerin
iman etme hadiseleri bunun açık delilidir.
Kur'an-ı
Kerim'de onlarca yerde, İblis'in, ta Adem'in yaratılışından beri insanı yoldan
çıkartmaya azmettiği gerçeği açıklanmaktadır. O zamandan beri cinlerden şeytan
olanlar insanları yoldan çıkarmaya çalışmaktadır. Ama insana musallat olarak
ona zorla bir şeyi yaptırma gücüne sahip değillerdir. Fakat insanların kalbine
vesvese verirler ve onları kötü yola teşvik ederek çirkin ve kötü şeyleri güzel
gösterir, onları yoldan çıkarmaya çalışırlar. Mesela bkz. Nisa: 117-120; Araf:
11-17; İbrahim: 20; Hicr: 30-42; Nahl: 98-100; İsra: 65.
Kur'an-ı
Kerim'de cahiliye döneminde müşrik Arapların, cinleri Allah'ın şeriki sayarak
onlara ibadet etmekte oldukları ve onları Allah'a nispet ettikleri
bildirilmiştir. Bkz. El-Enami: 100; Sebe: 40-41; Saffat: 158.
Bu
izahlardan sonra, cinlerin insanlardan ayrı, kendi başlarına bir varlıkları
olan gizli mahluklar oldukları anlaşılmaktadır. Esrarlı hususiyetleri dolayısı
ile bazı cahiller onların varlıkları ve güçleri hakkında çok abartmalı
düşüncelere kapılmışlar ve hatta onlara tapmaya başlamışlardır. Fakat Kur'an-ı
Kerim onlar hakkında gerçek hakikatleri bildirerek onların ne olup ne
olmadıklarını izah etmiştir.
Konu: Bu
surenin ilk ayetinden 15. ayetine kadar cinlerden bir gurubun Kur'an'ı
dinledikleri ve bunun onları etkilediği ve sonra kendi kavimlerine dönerek
onlara ne söyledikleri bildirilmektedir. Bu bağlamda Allah (c.c) onların bütün
konuşmalarını değil, ondan sadece bazı gerekli kısımlarını aktarmıştır. Bu
yüzden üslub da devamlı bir konuşma niteliğinde değildir. Onların ne dediği
bazı cümleler aktarılarak bildirilmektedir. Cinlerin dillerinden çıkan
kelimeleri dikkatlice okursak, onların iman etme ve kavimlerine bunun tebliğini
yapma hadiselerinin neden burada, beyan edildiği kolayca anlaşılacaktır. Biz
dipnotlarda onların sözlerini açıklamıştık. Bu da onların gayelerini anlamaya
yardımcı olacaktır.
Bundan
sonra ayet 16'dan 18'e kadar insanlara, eğer şirkten vazgeçerler ve doğru yolda
sebat ederlerse, üzerlerine nimetlerin yağacağı anlatılmaktadır. Tersine, eğer
Allah'ın gönderdiği nasihate yüz çevirirlerse sonunda şiddetli azaba maruz
kalacaklardır. Daha sonra 19'dan 23'e kadar Mekke'deki kafirlere "Allah
Rasulü sizi Allah'a çağırıyor, siz ise O'na hücum ediyorsunuz" denilerek
onlar azarlanmaktadır. Oysa ki Rasul'ün işi sadece size Allah'ın mesajını
ulaştırmaktır. Size bir fayda veya zarar vermeye yetkili olduğunu ileri
sürmüyor. Ayet 24 ve 25'de "Bugün siz Allah Rasulü'nü çaresiz görerek onu
bastırmaya çalışıyorsunuz, ama o vakit geldikten sonra gerçekten çaresiz kimdir
göreceksiniz. O vaktin uzak mı yakın mı olduğu hususunda Rasul'e bir bilgi
verilmemiştir, ama herhalûkarda o vakit gelecektir." denilerek kafirler ikaz
edilmektedir. Sonunda da gaybın bilgisinin Allah'a ait olduğu, Rasul'ün ise
sadece Allah'ın verdiği kadarıyla bunu bilebileceği bildirilmektedir. Bu ilim
O'na risaletini yerine getirmek gayesiyle ve dışarıdan kimsenin müdahalede
bulunamaması için çok emin bir vasıtayla verilmiştir.
1- De ki: "Bana gerçekten şu
vahyolundu: "Cinlerden bir grup dinleyip de şöyle demişler: -Doğrusu biz,
(büyük) hayranlık uyandıran bir Kur'an dinledik.
Buradan
anlaşılıyor ki: Allah Rasulü'ne cinler gözükmemişti ve O da onların kendisini
dinlediklerini bilmiyordu. Daha sonra vahiy vasıtasıyla olaydan haberdar
olmuştur. Hz. İbn Abbas bu kıssa için "Allah Rasulü cinlerin karşısında
Kur'an okumadı ve onları görmedi" demektedir. (Müslim, Tirmizi, Müsned-i
Ahmed, ibn Cerir.)
Metinde
"Hayret verici bir Kur'an" cümlesi geçmektedir. Kur'an kelimesinin
manası "okunacak şey" demektir. Bu kelime, cinlerin Kur'an'la ilk kez
tanıştıkları ve bu dinledikleri şeyin Kur'an olduğunu bilmedikleri için bu
manada kullanılmıştır.
"Acebe"
mübalağa sigasıdır. Arapça'da çok hayret verici birşey hakkında kullanılır.
Böylece cinlerin sözünden "Biz öyle bir söz dinledik ki, gerek dil
yönünden gerekse konu itibarıyle emsalsizdir" dedikleri anlaşılmaktadır.
Öyle
anlaşılmaktadır ki, cinler yalnızca insanları dinlemekle kalmıyor, aynı zamanda
onların lisanını da çok iyi anlıyorlar. Bütün insanların dillerini bildikleri
söylenemez. Yaşadıkları bölgedeki insanların dilini bilmeleri mümkündür.
Kur'an'ın buradaki beyanından, bu Kur'an dinleyen cinlerin Arapça'yı çok iyi
bildikleri -ki onun belagatini, yüksek edebiyatını hissettikleri ve yüce
mesajını anladıkları- anlaşılmaktadır.
2- "O (Kur'an) , 'gerçeğe ve
doğruya' yöneltip-iletiyor. Bu yüzden biz ona iman ettik. Bundan böyle
Rabbimize hiç kimseyi ortak koşmayacağız."
Bundan
birçok şey anlaşılır. Evvelâ, cin Allah'ın varlığını ve Rab oluşunu inkar
ediyor değildir. İkinci olarak, onlarda da insanlar gibi Allah'a ortak koşan
müşrikler vardır. İşte Kur'an'ı dinleyip de kendilerine döndükleri kavimleri
müşriktiler. Üçüncü olarak şu anlaşılır: Cinler için semavi kitapların nüzulü
sözkonusu değildir. Dolayısıyla içlerinden iman edenler ancak insanlara kitap
getiren peygamberlere iman ederler. Aynı husus Ahkaf Suresi 29-31. ayetlerden
de anlaşılmaktadır ki, bu Kur'an'ı dinleyen cinler Musa (a.s) 'nın
takipçileriydiler. Ve Kur'an'ı dinledikten sonra kendi kavimlerine "Bu
kelâm önceki semavî kitapları teyid etmektedir, buna iman edin" diye
davette bulunmuşlardı. Rahman Suresi de aynı görüşü kuvvetlendirmektedir. Genel
olarak muhtevadan Allah Rasulü'nün davetinin muhatabının hem insanlar ve hem de
cinler olduğu anlaşılmaktadır.
3- Elbette, bizim Rabbimizin şanı
yücedir. O, ne eş edinmiştir, ne de bir çocuk.
Bundan iki
şey anlaşılmaktadır: Birincisi, bu cinler de Hristiyan idiler veya Allah'a
çocuk ve eş isnad eden başka bir dine inanıyorlardı. Allah Rasulü'nün namaz
kıldırırken Kur'an'dan tilavet etmekte olduğu kısımlar, cinlerin akidelerinin
yanlış olduğunu ve Allah'a eş ve çocuk isnad etmenin çok büyük bir cehalet ve
küstahlık olduğunu bildiriyordu.
4- "Doğrusu şu: Bizim düşük
akıllı-beyinsizlerimiz, Allah'a karşı 'gerçek dışı bir sürü saçma şeyler'
söylemişler."
Metinde
"sefihuna"-(beyinsizimiz) kullanılmaktadır. Bu, bir şahıs için de
kullanılabilir, bir gurup için de. Eğer tek bir şahıs anlamında alırsak bundan
kasıt iblis olur. Eğer bir grup olarak alırsak bu sefer cinlerden pekçok ahmak
ve beyinsiz böyle söylüyor demek olur.
5- "Oysa biz, insanların ve
cinlerin Allah'a karşı asla yalan söylemiyeceklerini sanmıştık."
Yani,
onların bu gibi yanlış tavsiyeleri sonucu biz doğru yoldan çıktık. Bir insan ya
da bir cinin Allah'a karşı bu kadar büyük bir iftira edeceğini düşünemedik.
Şimdi ise bu Kur'an-ı Kerim'i dinledikten sonra onların söylediklerinin Allah'a
karşı çok büyük bir iftira ve yalan olduğunu anladık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder