166-
Onlar, kendisinden sakındırıldıkları 'şeyi yapmada ısrar edip başkaldırınca'
onlara: "Aşağılık maymunlar olunuz" dedik.
Olayın ne olduğu konusunda görüş ayrılıkları vardır.
Bazıları onların fiziksel olarak maymuna çevrildikleri görüşündedirler;
bazıları ise onların o zamandan itibaren maymun gibi davranmaya başladıklarını
söylerler. Fakat Kur'an'ın ifadesi, bunun fiziksel bir değişme olduğuna işaret
eder. Bence onların mevcutları maymuna çevrilmiş, azabın en şiddetlisini
çekmeleri için zihinleri insan olarak bırakılmıştır.
167-
Ve Rabbinin ilan ettiği şu zamanı hatırla ki, hani Rabbin belirtmişti,
"Kıyamet gününe kadar İsrailoğullarının üzerine tekrar tekrar onlara
şiddetli azablar uygulayacak insanlar gönderelim." Rabbin sonuçlandırması
pek çabuktur ve gerçekten O, bağışlayandır, esirgeyendir.
M.Ö. 8. asırdan beri İsrailoğulları'na bu çeşit
ikazlar, tekrar tekrar yöneltilmiştir. İşaya, Yeremya ve bunlardan sonra gelen
peygamberlerin kitaplarında bu hususlar belirtilmektedir. Daha sonra Hz. İsa,
İncillerdeki muhtelif hitabelerinde, aynı şeyi onlara yöneltmişti. İlahî
kitapların en sonuncusu olan Kur'an da aynı ikazlarda bulundu. Yahudi
topluluğunun aşağılanmaya ve rezil edilmeye başlandığı ilk zamanlardan beri,
bunun semavî olarak kabul edilen kitaplarda birkaç kez yinelenmiş olması
gerçeği, Kur'an-ı Kerim'in ve o kitapların gerçekten Allah'tan olduğu hususunda
da açık bir delildir.
168-
Onları yer yüzünde ayrı ayrı topluluklar olarak paramparça dağıttık. Kimileri
salih (davranışlarda) bulunuyor, kimileri de bunların dışında olan
aşağılıklardır. Umulur ki dönerler diye, onları iyiliklerle ve kötülüklerle
imtihan ettik.
169-
Onların ardından yerlerine kitaba mirasçı olan bir takım 'kötü kimseler' geçti.
(Bunlar) Şu değersiz olan (dünya) nın geçici yararını alıyor ve: "Yakında
bağışlanacağız" diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da
alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi
söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı da
okudular. (Allah'tan) Korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Halâ akıl
erdirmeyecek misiniz?
Başka bir ifadeyle "Onlar günah olduğunu çok iyi
bildikleri halde, nasıl olsa bağışlanacağız zannıyla, gayri meşru mülk gibi bir
günah işliyorlar. Onlar, Allah'ın seçilmiş kulları oldukları zannına bel
bağlayıp, nasılsa af olunacağız diye bekliyorlar. Günahları nedeniyle ne mahcup
oluyorlar, ne de pişmanlık duyuyorlar. Hatta eğer başka bir imkân ellerine
geçse, hemen aynı günahı işlemekten kaçınmıyorlar. Ne alçak insanlardır onlar!
Kendilerini dünyanın liderleri yapan kitaba varis olmalarına rağmen onlar, bu
dünyanın geçici ve değersiz şeylerinin peşine düştüler. Böylece, onlar,
adalet ve doğruluğun bayraktarları, fazilet ve ıslahın öncüleri olma yerine, bu
dünyanın sefil tapıcıları oldular."
Onlar bizzat Kitabı incelemişlerdir. Dolayısıyla,
İsrailoğulları'nın teklifsiz kurtulmuş oldukları hususunda Tevrat'ta kesin
olarak hiçbir işaretin olmadığını bilmektedirler. Allah'ın onlara hiçbir
garanti vermediği ve peygamberleri de kurtuluşa erdikleri konusunda onlara
herhangi bir teminat vermediği halde, nasıl oluyor da, Allah'ın kendileri için
söylediği şeyi O'na isnad ediyorlar? Ayrıca, Allah hakkında yalnız doğruyu
söyleyecekleri konusunda yapmış oldukları anlaşmayı bu şekilde bir kere daha
bozmaları nedeniyle, suçları daha da bir çirkinleşiyor ve haince bir hareket
halini alıyor.
Bu ayete iki şekilde anlam verilebilir. Birincisi
"Ahiret yurduna iyi insanlar müstahaktır ve orası yalnız Allah'tan
korkanlara verilecektir. Orası herhangi bir kişi veya ailenin tekelinde
değildir. Biri kalkıp hem cezayı gerektiren fiilleri yapacak, hem de bir Yahudi
ve İsrailoğulları olduğu için de ahirette iyi bir yer kazanacak, bu mümkün
mü?" Diğer bir anlamı şöyle olabilir: "Ahiret yurdu, ahiretteki iyi
hayatı bu dünyadaki zevk ve sefaya tercih edip Allah'tan korkanlar için daha
hayırlıdır. Çünkü bu geçici hayatın zevklerini gelecek ebedi dünyanın
zevklerine ve huzuruna, ancak Allah'tan korkmayanlar tercih eder."
170-
Kitaba sımsıkı sarılanlar ve namazı dosdoğru kılanlar, kuşkusuz biz salih
olanların ecrini kaybetmeyiz.
171-
Bir zamanlar dağı, sanki bir gölgelikmiş gibi üstlerine geçirmiştik. Onlar ise
neredeyse tepelerine düşecek sanmışlardı. (Onlara demiştik ki:) "Size
verdiklerimize sımsıkı sarılın ve onda olanı düşünün, umulur ki
korkup-sakınırsınız."
Bu, üzerinde Beni İsrail ile yapılan sözleşmenin
bulunduğu taş levhaların Hz. Musa'ya (a.s) verilmesi sırasında Sina Dağı'nın
eteğinde vukubulan olaya bir telmihtir. Kitab-ı Mukaddes şöyle der: "Ve
Allah'ı karşılamak için Musa kavmini ordugah olan kamp yerinden çıkardı ve
dağın eteğinde durdular ve Sina dağı hep tütüyordu, çünkü Rabb onun üzerine
ateş içinde inmişti ve onun dumanı ocak dumanı gibi çıkıyordu ve dağ şiddetle
sarsıldı" (Çıkış, 19: 17-18).
Kendisiyle sözleşme yapmakta oldukları Allah'ın yüceliğini,
büyüklüğünü, şanını ve sözleşmenin bizatihi kendisinin önemini, belki kavrarlar
diye İsrailoğulları'ndan bir misak almadan önce Allah, yukarıda anlatılan
hallerin vukuunu diledi. Mamafih bu, Allah'la antlaşmaya girmeyi istemedikleri
ve korkutma yoluyla onların buna zorlanmış oldukları anlamına gelmez. Gerçekte,
onların tümünün samimi müminler olduğu ve en mühim gayeleri olan Allah'la
sözleşme yapmak üzere dağın eteğine geldikleri bilinmektedir. Fakat
onlarla sıradan bir yolla anlaşma yapmak yerine, kendisiyle sözleşme yaptıkları
Allah Teala'nın ne kadar azamet sahibi olduğunu göstermek ve bu anlaşmayı
bozmanın ciddi sonuçlarını belleklerinde hep canlı tutmaları ve bu sözleşmenin
büyük önemine dikkat etmeleri için, bu heybetli manzaranın meydana getirilmesi
yoluna gidilmiştir.
İsraillilere yönelik hitaplar burada sona erer. Bunu
takip eden pasajlarda da hitap artık, genelde bütün insanlığa ve özelde Hz.
Peygamber'in (s.a) halkına yöneltilmektedir.
172-
(Ey Peygamber! İnsanlara şu zamanı hatırlat ki) hani Rabbin, Ademoğullarının
sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahidler
kılmıştı: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (demişti de) onlar:
"Evet (Rabbimizsin) , şahit olduk" demişlerdi. (Bu,) Kıyamet günü:
"Biz bundan habersizlerdik" demenizi (önlemek) içindir.
Bir önceki tema şununla sona ermişti: Allah,
İsrailoğulları'ndan, O'na teslim olacakları ve O'na itaat edecekleri konusunda
bir ahid almıştı. Buradaki ayetten itibaren de yalnız İsrailoğulları'nın
değil bütün insanlığın bir anlaşma ile kayıtlı olduğunu hatırlatmak için hitap
tüm insanlığa çevriliyor. Binaenaleyh insanlar, o sözleşmenin şartlarını
ne dereceye kadar yerine getirip getirmedikleri hususunda hesaba çekileceklerdir.
Değişik rivayetlerden öğreniyoruz ki, bu Hz. Adem'in
yaratılışı esnasında olmuştu. O an, bütün meleklerin bir araya toplanarak,
Adem'in önünde eğilmeleri emredilmiş ve ayrıca insanın, Allah'ın yeryüzündeki
halifesi olduğu resmen ilân edilmişti. Aynı şekilde, bidayetten kıyamete kadar
doğacak bütün nefisler bir kerede ve bir yerde hepsi toplanılmış, akletme
yetkileri kendilerine verilmiş olarak ve Allah'ın huzurunda O'nun kendilerinin
Rabbi olduğunu itiraf etmeleri istenmiştir.
Hz. Ubey b. Ka'ab'dan, büyük ihtimalle Hz.
Peygamber'den alınan bilgiye dayanan bir hadis, bu ayeti en güzel tefsir eder.
"Allah ruhlar aleminde bütün insanları topladı, onları türlerine ve
yaşadıkları devirlere göre kümelere ayırdı ve onlara insan suretini ve konuşma
kabiliyetini verdi. Sonra onlardan bir ahit aldı ve buna bizzat kendilerini
şahit tutarak "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sordu. Onlar da,
hiç şüphe yok ki, yalnızca sen bizim Rabbimizsin" diye karşılık verdiler.
Sonra Allah: "Hesap gününde bizim bilgimiz yoktu" diyerek mazeret
ileri sürmeyesiniz diye yerleri, gökleri ve babanız Adem'i bu konuda şahit
olmaya çağırıyorum. O zaman, benden başka ibadete layık hiç bir şeyin
olmadığını ve benden başka Tanrı olmadığını iyice kafanıza yerleştirin. Bana
herhangi birşeyi ortak koşmayın. Sizlere, benimle yaptığınız bu anlaşmayı
devamlı hatırlatacak peygamberlerimi ve Kitabımı göndereceğim" dedi. Buna
bütün insanlar, "Şehadet ederiz ki, yalnızca sen bizim Rabbimiz ve
ilâhımızsın, senden başka İlâh ve Rab yoktur" diyerek cevap verdiler.
Bazıları, 172 ve 173. ayetleri birer remzî (sembolik)
anlatım olarak alırlar. Bunlara göre, Kur'an, bu üslûpla, adeta, Allah'ın
Uluhiyyeti fikrinin, gerçekte, insanın doğasına yerleştirildiğini ve bunun da
kavranabilir açık bir vakıa olarak husule geldiğini anlatmak istemektedir.
Fakat biz bu te'vilin doğru olmadığına kaniyiz. Çünkü, Kur'an ve Sünnet bu
olayın bizzat fiilen olduğunu belirtmektedir. Üstelik, bu ahitleşme olayının
kıyamet gününde, insanlara karşı hakiki bir belge olarak ileri sürüleceğini de
iddia etmektedir. Dolayısıyla, bu olayı, temsilî bir kıssa olarak görmemiz için
hiç bir neden yoktur.
Biz, gerçekten bu olayın fizik dünyada meydana gelmiş
olduğuna inanıyoruz. Herşeye gücü yeten Allah, kıyamet gününe kadar yaratacağı
Adem neslinden her bir ferdi varlık alemine getirip ona anlama ve konuşma
iktidarı vermiş ve sonra da hepsini bir kerede ve bir yerde huzurunda
toplayarak onlardan kendinden başka ilâh ve Rab olmadığı ve Allah'a teslim olup
herşeyiyle O'na itaat etmekten (İslâm) başka onlar için de doğru bir yol
bulunmadığı hususunda söz almıştı.
Böyle bir toplanışı mümkün göremeyenler, aslında,
Allah'ın sınırsız kuvvetinden şüphelidirler. Yoksa, bu iş Allah için
beşeriyetin kademe kademe yaratılması kadar kolay olduğundan bu konuda herhangi
bir şüpheye kapılmayacaklardı. Mutlak kudret sahibi olan Allah, şimdi insanları
varlık alemine getirdiği gibi varlık alemine gelmeden evvel de (doğum) , varlık
alemine gelip gittikten sonra da (ölüm) bütün insanları toplayacak güce sahiptir.
Allah onlara, hikmet, akıl, yetki ve yeryüzünün kaynaklarından kullanma hakkı
verdikten sonra, kendine halife yapmakta olduğunu ve bu hususta kendilerinden
sadakat yemini aldığını bilmelerini istemiş olması akla yatkın gözükmektedir.
Böylece Adem'in yaratılışı münasebetiyle bütün beşeriyetin bir araya
toplanmasının gayrı mümkün ve garip bir şey olmadığı aşikârdır.
173-
Ya da: "Bizden önce ancak atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onlardan sonra
gelme bir kuşağız; işleri batıl olanların yaptıklarından dolayı bizi helak mi
edeceksiniz?" dememeniz için.
Kendisi için bütün insanlardan söz alınan ve bu ayetin
konusu olan husus: Her bir şahsı işlediği fiiller hususunda bilinçli ve tam
mesul yapmaktır ki, böylece Rablerine karşı asi olanlar suçlarından dolayı hesaba
çekilebilsinler. Gene izaha kavuşturulmalıdır ki, bu antlaşmadan sonra bir
kimse, bir suçu, bilgisizlik yüzünden işlediği için temize çıkmaya ya da
inhiraflarının sorumluluğunu kendinden evvel geçenlere yıkmaya kalkışamaz. Yine
Allah; bu sözü almakla, onların kalblerine, kendilerinin Rabbinin yalnız O, ve
ilahlarının da gene yalnızca kendisinin olduğu hususunun zerkedildiğine dikkat
çekmektedir. Binaenaleyh, hiçbir kimse, "Ben bundan tamamen
habersizdim" veya "kötü çevrem tarafından yoldan saptırıldım"
diyerek sapkınlığının sorumluluğunu üstlenmekten kendini vareste kılamaz.
Şimdi bu bağlamda, muhtemelen ortaya çıkabilecek bir
iki soruyu düşünelim: Bu ahitleşmenin vukubulduğunu farzedecek olursak, bu
konuda herhangi bir hatırlamaya sahip miyiz? Ve yaratılışımız sırasında,
kimimiz Allah'ın huzuruna getirildiğinin ve bahsi geçen konuşmanın hakikaten
meydana geldiğinin şuurunda? Eğer cevaplar olumsuz ise, o zaman nasıl olur da
ne hatırladığımız ve ne de farkında olduğumuz böyle bir misakın bize karşı delil
olarak getirilmesi hakkaniyete uygun olur?
Cevap şöyle olacaktır, evet bu misak bize bir şahit
olarak getirilecektir, çünkü her ne kadar onun anısı ve idraki hatırımızdan ve
bilincimizden gittiyse de, bu bilinç altında (sub-consconsmind) ve vicdanda muhafaza
edilmektedir.
Bellek ve idrakimizden niçin silinip gittiği sorusuna
gelince, eğer bir misakın tesiri hafıza ve şuurumuzda devamlı canlı taze
kalsaydı, o zaman herkes otomotikman onu yerine getirir ve dolayısıyla da
imtihan ve yargılamanın bir anlamı kalmazdı. Böylece insanın esas yaratılış
gayesi anlamsızlaşırdı. Oysa ki, bu bir potansiyel olarak bilinç altında ve
vicdanda (Intuition) muhafaza edilmektedir. Ve diğer la-şuurî bilgi
branşlarında da olduğu gibi keşf, sezgi ve derunî (internal) faktörlerle bu,
bilinç haline, şuur haline çıkarılabilmektedir. Hakikat şu ki, insanlık,
kültür, uygarlık, ahlâk, bilim ve bütün diğer beşerî faaliyetlerde ne
başardıysa, aslında potansiyel olarak, daha önceden gizli olanın, harici
(externel) faktörler ve sezgi yoluyla dışarıya çıkarılmasıdır bu. Öte yandan,
hiçbir eğitim, terbiye, çevre, dış faktör ve sezgi, bilinç-altında saklı
yetenek olarak zaten yatmakta olandan başka birşey vücuda getiremez. Ve, aynı
şekilde, bu faktörlerden hiçbirisi de bilinç altında saklı olanı, hiçbir surette
silmeye muktedir değildir. En fazla belki onun tabiatını tahrif edebilirler ama
bütün çabalarına rağmen o güç, gizli olarak şuuraltında var olmaya devam edecek
ve haricî faktörlerin uyarılarına karşılık olarak da zahire çıkmaya
çalışacaktır. Aşağıdakiler bütün saklı bilgi dalları için geçerlidir:
-Tüm bunlar, saklı olarak bilinçaltımızda vardırlar ve
günlük eylemler halinde gözüktüklerinde var olduklarını kanıtlarlar.
-Bütün potansiyel bilgiler, dış tesirin bir karşılığı
olarak pratik şekil alması için öğrenim ve eğitim vb. gibi haricî uyarıcılara
ihtiyaç gösterirler.
-Bütün bu saklı güçler, kötü arzu, çevre ve yoldan
çıkarmalarla bastırılabilir, uyutulabilir ama hiçbir zaman tümüyle bilinç
altından silinemez. Bu yüzden de içsel duygular ve harici çabalarla düzeltilip
yeniden döndürülebilirler.
Alemdeki konumumuz ve alemin yaratıcısı ile olan
alâkamız hususunda hissi bilgimiz için de aynı şeyler söylenebilir.
Bu bilginin gerçekten var olduğu, yeryüzünün her
ucundaki insan hayatının her döneminde, her yerleşiminde, her kuşak ve her
neslinde arada sırada tezahür ederek hiçbir beşerî gücün onu silmeye güç
yetiremediğinin ortaya konmasıyla ispatlanmaktadır.
Bu, ayrıca ne zaman bu bilgi pratik hayata
uygulanmışsa, her zaman iyi ve faydalı sonuçlar doğurduğu gerçeğine de
uymaktadır.
Bu bilgilerin zahire çıkması ve pratik şekiller alması
için daima bazı haricî sebeplere ihtiyaç duyulmuştur. İşte bu nedenle,
peygamberler, semavî kitaplar ve peygamberlerin yolundan giden davetçiler, bu
işlevi görmektedirler. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, bunlara
"hatırlatıcılar" demektedir. Çünkü bu peygamberler, semavî kitaplar
ve Hakka davetçiler insanların zihinlerinde yeni birşeyler yaratmıyor, aksine
bazı hatırlatmalarla, kendilerinde zaten gizli potansiyel olarak bulunanı
canlandırıyor ve günyüzüne çıkarıyorlar.
İnsanın bilincindeki bu gizli bilginin var oluşunun
başka bir kanıtı da, her çağda bu davetçilerin çağrısına olumlu karşılık vermiş
olması ve onun sesini tanır tanımaz hemen ortaya çıkmasıdır.
Belki de hepsinden önce bu bilginin varlığı hakkındaki
en büyük delil; bastırmak, susturmak, örtmek ve değiştirmek için şiddetli ve
sürekli çabalara rağmen halâ insanoğlunun kalbinde yaşamış olmasıdır. Her ne
kadar cehalet ve ahmaklık, hırs ve önyargı, saptırıcı ve iğva edici güçler;
şirk, tanrıtanımazlık, dinsizlik ve sapıklık üretmekte başarılı olmuşlarsa da,
bütün bu şer güçler, bu fıtrî bilgiyi insanın kalbinden silip atamamışlardır.
Bunun içindir ki, ne zaman o bilgiyi yeniden diriltmek için çaba sarfedilse,
hemen günyüzüne çıkacaktır.
Hesap gününde, bu fıtrî bilginin nasıl şahitlik
yapacağına gelince Allah, bütün insanların, İlâh ve Rabb olarak yalnızca O'nu
kabullendikleri Misak'ın anısını yeniden tazeleyecek, canlandıracak ve sonra da
dünyada iken mütemadiyen reddetmelerine rağmen bu bilginin kalblerinde gömülü
olarak kaldığını onlara gösterecek, bu ahitleşmenin izlerinin her zaman
zihinlerinde olduğunu ispat etmek için gene bizzat onların kendilerinden
şahitler bulacak ve fıtrî bilginin sesini nasıl ve ne zaman bastırdıklarını
hayatlarının kayıtlarında onlara gösterecektir. Keşfi bilgilerinin,
inhiraflarına nasıl ve ne zaman isnat ettiği ve gene bu bilginin, Hakka davet
eden tebliğcilerin çağrısına uymaya onları nasıl zorladığı ve onların da
çeşitli bahanelerle bu derunî-içsel sesi nasıl susturdukları kendilerine
gösterilecektir. Bütün gizli şeylerin açığa çıkarılacağı o anda, hiçbir kimse
artık bir mazeret bulamayacaktır. Herkes suçunu açık ve doğru ifadelerle itiraf
edecektir. İşte bu yüzden Kur'an, insanların "bizim bu anlaşmadan bir
haberimiz yoktu" diyemeyeceklerini, aksine "Biz inkârcılardandık ve
bile bile gerçeği yalanladık" diyerek itiraf etmek zorunda kalacaklarını
söylemektedir. Bunlar, inkârcı oluşları konusunda kendi kendileri aleyhine de şahitlikte
bulunacaklardır. "...Kendi aleyhimize şahidiz" dediler..."
(En'am: 130) .
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder