6 Mayıs 2012 Pazar

A'raf Suresi 166-173 Tefsiri - Mevdudi

166- Onlar, kendisinden sakındırıldıkları 'şeyi yapmada ısrar edip başkaldırınca' onlara: "Aşağılık maymunlar olunuz" dedik.

Olayın ne olduğu konusunda görüş ayrılıkları vardır. Bazıları onların fiziksel olarak maymuna çevrildikleri görüşündedirler; bazıları ise onların o zamandan itibaren maymun gibi davranmaya başladıklarını söylerler. Fakat Kur'an'ın ifadesi, bunun fiziksel bir değişme olduğuna işaret eder. Bence onların mevcutları maymuna çevrilmiş, azabın en şiddetlisini çekmeleri için zihinleri insan olarak bırakılmıştır.

167- Ve Rabbinin ilan ettiği şu zamanı hatırla ki, hani Rabbin belirtmişti, "Kıyamet gününe kadar İsrailoğullarının üzerine tekrar tekrar onlara şiddetli azablar uygulayacak insanlar gönderelim." Rabbin sonuçlandırması pek çabuktur ve gerçekten O, bağışlayandır, esirgeyendir.

M.Ö. 8. asırdan beri İsrailoğulları'na bu çeşit ikazlar, tekrar tekrar yöneltilmiştir. İşaya, Yeremya ve bunlardan sonra gelen peygamberlerin kitaplarında bu hususlar belirtilmektedir. Daha sonra Hz. İsa, İncillerdeki muhtelif hitabelerinde, aynı şeyi onlara yöneltmişti. İlahî kitapların en sonuncusu olan Kur'an da aynı ikazlarda bulundu. Yahudi topluluğunun aşağılanmaya ve rezil edilmeye başlandığı ilk zamanlardan beri, bunun semavî olarak kabul edilen kitaplarda birkaç kez yinelenmiş olması gerçeği, Kur'an-ı Kerim'in ve o kitapların gerçekten Allah'tan olduğu hususunda da açık bir delildir.

168- Onları yer yüzünde ayrı ayrı topluluklar olarak paramparça dağıttık. Kimileri salih (davranışlarda) bulunuyor, kimileri de bunların dışında olan aşağılıklardır. Umulur ki dönerler diye, onları iyiliklerle ve kötülüklerle imtihan ettik.

169- Onların ardından yerlerine kitaba mirasçı olan bir takım 'kötü kimseler' geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya) nın geçici yararını alıyor ve: "Yakında bağışlanacağız" diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı da okudular. (Allah'tan) Korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Halâ akıl erdirmeyecek misiniz?

Başka bir ifadeyle "Onlar günah olduğunu çok iyi bildikleri halde, nasıl olsa bağışlanacağız zannıyla, gayri meşru mülk gibi bir günah işliyorlar. Onlar, Allah'ın seçilmiş kulları oldukları zannına bel bağlayıp, nasılsa af olunacağız diye bekliyorlar. Günahları nedeniyle ne mahcup oluyorlar, ne de pişmanlık duyuyorlar. Hatta eğer başka bir imkân ellerine geçse, hemen aynı günahı işlemekten kaçınmıyorlar. Ne alçak insanlardır onlar! Kendilerini dünyanın liderleri yapan kitaba varis olmalarına rağmen onlar, bu dünyanın geçici ve değersiz şeylerinin peşine düştüler. Böylece, onlar, adalet ve doğruluğun bayraktarları, fazilet ve ıslahın öncüleri olma yerine, bu dünyanın sefil tapıcıları oldular."

Onlar bizzat Kitabı incelemişlerdir. Dolayısıyla, İsrailoğulları'nın teklifsiz kurtulmuş oldukları hususunda Tevrat'ta kesin olarak hiçbir işaretin olmadığını bilmektedirler. Allah'ın onlara hiçbir garanti vermediği ve peygamberleri de kurtuluşa erdikleri konusunda onlara herhangi bir teminat vermediği halde, nasıl oluyor da, Allah'ın kendileri için söylediği şeyi O'na isnad ediyorlar? Ayrıca, Allah hakkında yalnız doğruyu söyleyecekleri konusunda yapmış oldukları anlaşmayı bu şekilde bir kere daha bozmaları nedeniyle, suçları daha da bir çirkinleşiyor ve haince bir hareket halini alıyor.
Bu ayete iki şekilde anlam verilebilir. Birincisi "Ahiret yurduna iyi insanlar müstahaktır ve orası yalnız Allah'tan korkanlara verilecektir. Orası herhangi bir kişi veya ailenin tekelinde değildir. Biri kalkıp hem cezayı gerektiren fiilleri yapacak, hem de bir Yahudi ve İsrailoğulları olduğu için de ahirette iyi bir yer kazanacak, bu mümkün mü?" Diğer bir anlamı şöyle olabilir: "Ahiret yurdu, ahiretteki iyi hayatı bu dünyadaki zevk ve sefaya tercih edip Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Çünkü bu geçici hayatın zevklerini gelecek ebedi dünyanın zevklerine ve huzuruna, ancak Allah'tan korkmayanlar tercih eder."

170- Kitaba sımsıkı sarılanlar ve namazı dosdoğru kılanlar, kuşkusuz biz salih olanların ecrini kaybetmeyiz.

171- Bir zamanlar dağı, sanki bir gölgelikmiş gibi üstlerine geçirmiştik. Onlar ise neredeyse tepelerine düşecek sanmışlardı. (Onlara demiştik ki:) "Size verdiklerimize sımsıkı sarılın ve onda olanı düşünün, umulur ki korkup-sakınırsınız."

Bu, üzerinde Beni İsrail ile yapılan sözleşmenin bulunduğu taş levhaların Hz. Musa'ya (a.s) verilmesi sırasında Sina Dağı'nın eteğinde vukubulan olaya bir telmihtir. Kitab-ı Mukaddes şöyle der: "Ve Allah'ı karşılamak için Musa kavmini ordugah olan kamp yerinden çıkardı ve dağın eteğinde durdular ve Sina dağı hep tütüyordu, çünkü Rabb onun üzerine ateş içinde inmişti ve onun dumanı ocak dumanı gibi çıkıyordu ve dağ şiddetle sarsıldı" (Çıkış, 19: 17-18).

Kendisiyle sözleşme yapmakta oldukları Allah'ın yüceliğini, büyüklüğünü, şanını ve sözleşmenin bizatihi kendisinin önemini, belki kavrarlar diye İsrailoğulları'ndan bir misak almadan önce Allah, yukarıda anlatılan hallerin vukuunu diledi. Mamafih bu, Allah'la antlaşmaya girmeyi istemedikleri ve korkutma yoluyla onların buna zorlanmış oldukları anlamına gelmez. Gerçekte, onların tümünün samimi müminler olduğu ve en mühim gayeleri olan Allah'la sözleşme yapmak üzere dağın eteğine geldikleri bilinmektedir. Fakat onlarla sıradan bir yolla anlaşma yapmak yerine, kendisiyle sözleşme yaptıkları Allah Teala'nın ne kadar azamet sahibi olduğunu göstermek ve bu anlaşmayı bozmanın ciddi sonuçlarını belleklerinde hep canlı tutmaları ve bu sözleşmenin büyük önemine dikkat etmeleri için, bu heybetli manzaranın meydana getirilmesi yoluna gidilmiştir.
İsraillilere yönelik hitaplar burada sona erer. Bunu takip eden pasajlarda da hitap artık, genelde bütün insanlığa ve özelde Hz. Peygamber'in (s.a) halkına yöneltilmektedir.

172- (Ey Peygamber! İnsanlara şu zamanı hatırlat ki) hani Rabbin, Ademoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahidler kılmıştı: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (demişti de) onlar: "Evet (Rabbimizsin) , şahit olduk" demişlerdi. (Bu,) Kıyamet günü: "Biz bundan habersizlerdik" demenizi (önlemek) içindir.

Bir önceki tema şununla sona ermişti: Allah, İsrailoğulları'ndan, O'na teslim olacakları ve O'na itaat edecekleri konusunda bir ahid almıştı. Buradaki ayetten itibaren de yalnız İsrailoğulları'nın değil bütün insanlığın bir anlaşma ile kayıtlı olduğunu hatırlatmak için hitap tüm insanlığa çevriliyor. Binaenaleyh insanlar, o sözleşmenin şartlarını ne dereceye kadar yerine getirip getirmedikleri hususunda hesaba çekileceklerdir.

Değişik rivayetlerden öğreniyoruz ki, bu Hz. Adem'in yaratılışı esnasında olmuştu. O an, bütün meleklerin bir araya toplanarak, Adem'in önünde eğilmeleri emredilmiş ve ayrıca insanın, Allah'ın yeryüzündeki halifesi olduğu resmen ilân edilmişti. Aynı şekilde, bidayetten kıyamete kadar doğacak bütün nefisler bir kerede ve bir yerde hepsi toplanılmış, akletme yetkileri kendilerine verilmiş olarak ve Allah'ın huzurunda O'nun kendilerinin Rabbi olduğunu itiraf etmeleri istenmiştir.

Hz. Ubey b. Ka'ab'dan, büyük ihtimalle Hz. Peygamber'den alınan bilgiye dayanan bir hadis, bu ayeti en güzel tefsir eder. "Allah ruhlar aleminde bütün insanları topladı, onları türlerine ve yaşadıkları devirlere göre kümelere ayırdı ve onlara insan suretini ve konuşma kabiliyetini verdi. Sonra onlardan bir ahit aldı ve buna bizzat kendilerini şahit tutarak "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sordu. Onlar da, hiç şüphe yok ki, yalnızca sen bizim Rabbimizsin" diye karşılık verdiler. Sonra Allah: "Hesap gününde bizim bilgimiz yoktu" diyerek mazeret ileri sürmeyesiniz diye yerleri, gökleri ve babanız Adem'i bu konuda şahit olmaya çağırıyorum. O zaman, benden başka ibadete layık hiç bir şeyin olmadığını ve benden başka Tanrı olmadığını iyice kafanıza yerleştirin. Bana herhangi birşeyi ortak koşmayın. Sizlere, benimle yaptığınız bu anlaşmayı devamlı hatırlatacak peygamberlerimi ve Kitabımı göndereceğim" dedi. Buna bütün insanlar, "Şehadet ederiz ki, yalnızca sen bizim Rabbimiz ve ilâhımızsın, senden başka İlâh ve Rab yoktur" diyerek cevap verdiler.

Bazıları, 172 ve 173. ayetleri birer remzî (sembolik) anlatım olarak alırlar. Bunlara göre, Kur'an, bu üslûpla, adeta, Allah'ın Uluhiyyeti fikrinin, gerçekte, insanın doğasına yerleştirildiğini ve bunun da kavranabilir açık bir vakıa olarak husule geldiğini anlatmak istemektedir. Fakat biz bu te'vilin doğru olmadığına kaniyiz. Çünkü, Kur'an ve Sünnet bu olayın bizzat fiilen olduğunu belirtmektedir. Üstelik, bu ahitleşme olayının kıyamet gününde, insanlara karşı hakiki bir belge olarak ileri sürüleceğini de iddia etmektedir. Dolayısıyla, bu olayı, temsilî bir kıssa olarak görmemiz için hiç bir neden yoktur. 
Biz, gerçekten bu olayın fizik dünyada meydana gelmiş olduğuna inanıyoruz. Herşeye gücü yeten Allah, kıyamet gününe kadar yaratacağı Adem neslinden her bir ferdi varlık alemine getirip ona anlama ve konuşma iktidarı vermiş ve sonra da hepsini bir kerede ve bir yerde huzurunda toplayarak onlardan kendinden başka ilâh ve Rab olmadığı ve Allah'a teslim olup herşeyiyle O'na itaat etmekten (İslâm) başka onlar için de doğru bir yol bulunmadığı hususunda söz almıştı.

Böyle bir toplanışı mümkün göremeyenler, aslında, Allah'ın sınırsız kuvvetinden şüphelidirler. Yoksa, bu iş Allah için beşeriyetin kademe kademe yaratılması kadar kolay olduğundan bu konuda herhangi bir şüpheye kapılmayacaklardı. Mutlak kudret sahibi olan Allah, şimdi insanları varlık alemine getirdiği gibi varlık alemine gelmeden evvel de (doğum) , varlık alemine gelip gittikten sonra da (ölüm) bütün insanları toplayacak güce sahiptir. Allah onlara, hikmet, akıl, yetki ve yeryüzünün kaynaklarından kullanma hakkı verdikten sonra, kendine halife yapmakta olduğunu ve bu hususta kendilerinden sadakat yemini aldığını bilmelerini istemiş olması akla yatkın gözükmektedir. Böylece Adem'in yaratılışı münasebetiyle bütün beşeriyetin bir araya toplanmasının gayrı mümkün ve garip bir şey olmadığı aşikârdır.

173- Ya da: "Bizden önce ancak atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onlardan sonra gelme bir kuşağız; işleri batıl olanların yaptıklarından dolayı bizi helak mi edeceksiniz?" dememeniz için.

Kendisi için bütün insanlardan söz alınan ve bu ayetin konusu olan husus: Her bir şahsı işlediği fiiller hususunda bilinçli ve tam mesul yapmaktır ki, böylece Rablerine karşı asi olanlar suçlarından dolayı hesaba çekilebilsinler. Gene izaha kavuşturulmalıdır ki, bu antlaşmadan sonra bir kimse, bir suçu, bilgisizlik yüzünden işlediği için temize çıkmaya ya da inhiraflarının sorumluluğunu kendinden evvel geçenlere yıkmaya kalkışamaz. Yine Allah; bu sözü almakla, onların kalblerine, kendilerinin Rabbinin yalnız O, ve ilahlarının da gene yalnızca kendisinin olduğu hususunun zerkedildiğine dikkat çekmektedir. Binaenaleyh, hiçbir kimse, "Ben bundan tamamen habersizdim" veya "kötü çevrem tarafından yoldan saptırıldım" diyerek sapkınlığının sorumluluğunu üstlenmekten kendini vareste kılamaz.

Şimdi bu bağlamda, muhtemelen ortaya çıkabilecek bir iki soruyu düşünelim: Bu ahitleşmenin vukubulduğunu farzedecek olursak, bu konuda herhangi bir hatırlamaya sahip miyiz? Ve yaratılışımız sırasında, kimimiz Allah'ın huzuruna getirildiğinin ve bahsi geçen konuşmanın hakikaten meydana geldiğinin şuurunda? Eğer cevaplar olumsuz ise, o zaman nasıl olur da ne hatırladığımız ve ne de farkında olduğumuz böyle bir misakın bize karşı delil olarak getirilmesi hakkaniyete uygun olur?

Cevap şöyle olacaktır, evet bu misak bize bir şahit olarak getirilecektir, çünkü her ne kadar onun anısı ve idraki hatırımızdan ve bilincimizden gittiyse de, bu bilinç altında (sub-consconsmind) ve vicdanda muhafaza edilmektedir.

Bellek ve idrakimizden niçin silinip gittiği sorusuna gelince, eğer bir misakın tesiri hafıza ve şuurumuzda devamlı canlı taze kalsaydı, o zaman herkes otomotikman onu yerine getirir ve dolayısıyla da imtihan ve yargılamanın bir anlamı kalmazdı. Böylece insanın esas yaratılış gayesi anlamsızlaşırdı. Oysa ki, bu bir potansiyel olarak bilinç altında ve vicdanda (Intuition) muhafaza edilmektedir. Ve diğer la-şuurî bilgi branşlarında da olduğu gibi keşf, sezgi ve derunî (internal) faktörlerle bu, bilinç haline, şuur haline çıkarılabilmektedir. Hakikat şu ki, insanlık, kültür, uygarlık, ahlâk, bilim ve bütün diğer beşerî faaliyetlerde ne başardıysa, aslında potansiyel olarak, daha önceden gizli olanın, harici (externel) faktörler ve sezgi yoluyla dışarıya çıkarılmasıdır bu. Öte yandan, hiçbir eğitim, terbiye, çevre, dış faktör ve sezgi, bilinç-altında saklı yetenek olarak zaten yatmakta olandan başka birşey vücuda getiremez. Ve, aynı şekilde, bu faktörlerden hiçbirisi de bilinç altında saklı olanı, hiçbir surette silmeye muktedir değildir. En fazla belki onun tabiatını tahrif edebilirler ama bütün çabalarına rağmen o güç, gizli olarak şuuraltında var olmaya devam edecek ve haricî faktörlerin uyarılarına karşılık olarak da zahire çıkmaya çalışacaktır. Aşağıdakiler bütün saklı bilgi dalları için geçerlidir:

-Tüm bunlar, saklı olarak bilinçaltımızda vardırlar ve günlük eylemler halinde gözüktüklerinde var olduklarını kanıtlarlar.

-Bütün potansiyel bilgiler, dış tesirin bir karşılığı olarak pratik şekil alması için öğrenim ve eğitim vb. gibi haricî uyarıcılara ihtiyaç gösterirler.

-Bütün bu saklı güçler, kötü arzu, çevre ve yoldan çıkarmalarla bastırılabilir, uyutulabilir ama hiçbir zaman tümüyle bilinç altından silinemez. Bu yüzden de içsel duygular ve harici çabalarla düzeltilip yeniden döndürülebilirler.

Alemdeki konumumuz ve alemin yaratıcısı ile olan alâkamız hususunda hissi bilgimiz için de aynı şeyler söylenebilir.

Bu bilginin gerçekten var olduğu, yeryüzünün her ucundaki insan hayatının her döneminde, her yerleşiminde, her kuşak ve her neslinde arada sırada tezahür ederek hiçbir beşerî gücün onu silmeye güç yetiremediğinin ortaya konmasıyla ispatlanmaktadır.
Bu, ayrıca ne zaman bu bilgi pratik hayata uygulanmışsa, her zaman iyi ve faydalı sonuçlar doğurduğu gerçeğine de uymaktadır.

Bu bilgilerin zahire çıkması ve pratik şekiller alması için daima bazı haricî sebeplere ihtiyaç duyulmuştur. İşte bu nedenle, peygamberler, semavî kitaplar ve peygamberlerin yolundan giden davetçiler, bu işlevi görmektedirler. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, bunlara "hatırlatıcılar" demektedir. Çünkü bu peygamberler, semavî kitaplar ve Hakka davetçiler insanların zihinlerinde yeni birşeyler yaratmıyor, aksine bazı hatırlatmalarla, kendilerinde zaten gizli potansiyel olarak bulunanı canlandırıyor ve günyüzüne çıkarıyorlar.

İnsanın bilincindeki bu gizli bilginin var oluşunun başka bir kanıtı da, her çağda bu davetçilerin çağrısına olumlu karşılık vermiş olması ve onun sesini tanır tanımaz hemen ortaya çıkmasıdır.

Belki de hepsinden önce bu bilginin varlığı hakkındaki en büyük delil; bastırmak, susturmak, örtmek ve değiştirmek için şiddetli ve sürekli çabalara rağmen halâ insanoğlunun kalbinde yaşamış olmasıdır. Her ne kadar cehalet ve ahmaklık, hırs ve önyargı, saptırıcı ve iğva edici güçler; şirk, tanrıtanımazlık, dinsizlik ve sapıklık üretmekte başarılı olmuşlarsa da, bütün bu şer güçler, bu fıtrî bilgiyi insanın kalbinden silip atamamışlardır. Bunun içindir ki, ne zaman o bilgiyi yeniden diriltmek için çaba sarfedilse, hemen günyüzüne çıkacaktır.

Hesap gününde, bu fıtrî bilginin nasıl şahitlik yapacağına gelince Allah, bütün insanların, İlâh ve Rabb olarak yalnızca O'nu kabullendikleri Misak'ın anısını yeniden tazeleyecek, canlandıracak ve sonra da dünyada iken mütemadiyen reddetmelerine rağmen bu bilginin kalblerinde gömülü olarak kaldığını onlara gösterecek, bu ahitleşmenin izlerinin her zaman zihinlerinde olduğunu ispat etmek için gene bizzat onların kendilerinden şahitler bulacak ve fıtrî bilginin sesini nasıl ve ne zaman bastırdıklarını hayatlarının kayıtlarında onlara gösterecektir. Keşfi bilgilerinin, inhiraflarına nasıl ve ne zaman isnat ettiği ve gene bu bilginin, Hakka davet eden tebliğcilerin çağrısına uymaya onları nasıl zorladığı ve onların da çeşitli bahanelerle bu derunî-içsel sesi nasıl susturdukları kendilerine gösterilecektir. Bütün gizli şeylerin açığa çıkarılacağı o anda, hiçbir kimse artık bir mazeret bulamayacaktır. Herkes suçunu açık ve doğru ifadelerle itiraf edecektir. İşte bu yüzden Kur'an, insanların "bizim bu anlaşmadan bir haberimiz yoktu" diyemeyeceklerini, aksine "Biz inkârcılardandık ve bile bile gerçeği yalanladık" diyerek itiraf etmek zorunda kalacaklarını söylemektedir. Bunlar, inkârcı oluşları konusunda kendi kendileri aleyhine de şahitlikte bulunacaklardır. "...Kendi aleyhimize şahidiz" dediler..." (En'am: 130) .

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder