184- Sahiplerinde (ya da arkadaşları
olan peygamberde) delilikten hiç bir şey olmadığını düşünmüyorlar mı? O, apaçık
bir uyarıp-korkutucudan başkası değildir.
185- Onlar, göklerin ve yerin
'bağımlı olduğu egemenliğe ve sünnete (melekût) ,' Allah'ın yarattığı şeylere
ve ihtimal (verip) ecellerinin pek yaklaştığına bakmıyorlar mı? Bundan sonra
onlar artık hangi söze inanacaklar?
Burada
"refik" ile kastedilen Hz. Peygamber'dir. Bu sorular, refikleri Hz.
Muhammed (s.a) için "Eğer aklî bir dengesizlikten muzdarip olmasaydı
kendisine böyle bir "mesaj" verilmiş olmazdı" demeleri töhmetini
çürütmek için ileri sürülmüştür. Bu şahıs onların aralarında doğup büyememiş
miydi? Allah tarafından gönderildiğini ilân etmeden önce onların bir arkadaşı
değil miydi? Bu sorular onlara üzerinde düşünmeleri için sorulmuştur.
Aralarında geçirdiği bütün bu yıllar boyunca onlar, onu aklı selim ve iyi huylu
birisi olarak tanımışlardı. Binaenaleyh, onların Hz. Muhammed'i (s.a) aklı
başında olmayan biri diye itham etmelerini, peygamberliğinden önce söylediği
şeylerden dolayı değil, bilâkis, bizzat bir peygamber olarak söylediği hususlar
yüzünden olduğu aşikardır. Bundan dolayı, Hz. Muhammed'in (s.a) mesajından
anlamsız, gerçek dışı olarak gördükleri herhangi bir noktayı açıkça göstermeye
çağrılmaktalar. Şayet onlar, göklerin ve yerin son derece mükemmel düzeninin
şahaneliği üzerinde iyice düşünmüş olsalardı, ya da Allah'ın yaratıklarından herhangi
birini yakından inceleselerdi, kainatın bütün bir sisteminin, ve hatta
mahlukatın en ufak bir parçasının dahi O'nun mesajının gerçekliğinin açık bir
delili olduğunu anlayacaklardı. Çünkü bütün bunlar "şirki" giderecek,
Allah'ın Birliğini ispatlayacak, insanları O'na kul olmaya davet edecek,
insanlarda sorumluluk duygusunu canlandıracaktı. Ve işte onların kardeşinin
va'z ettiği de buydu zaten.
185. ayeti devamı şu demektir: "Onlar, hiç kimsenin tam olarak ne zaman
öleceğini bilmediğini, ve bu nedenle de ömür sermayesini en iyi şekilde
kulanmaları, tövbe etmeleri ve kendilerini ıslah etmeleri gerektiğini, yoksa
çok ciddi sonuçlarla karşılacaklarını bile farketmiyorlardı."
186- Allah'ın saptırdığı kimseye
artık hidayet verecek yoktur. Ve onları tuğyanları içinde şaşkınca dolaşır bir
durumda bırakıverir.
187- Saatin (kıyametin) ne zaman demir
atacağını (gerçekleşeceğini) sorarlar. De ki: "Onun ilmi yalnızca Rabbimin
katındadır. Onun süresini O'ndan başkası açıklayamaz. O, göklerde ve yerde
ağırlaştı. O, size apansız bir gelişten başkası değildir." Sanki sen,
ondan tümüyle haberdarmışsın gibi sana sorarlar. De ki: "Onun ilmi
yalnızca Allah'ın katındadır. Ancak insanların çoğu bilmezler."
188- De ki: "Allah'ın dilemesi
dışında kendim için yarardan ve zarardan (hiç bir şeye) malik değilim. Eğer
gaybı bilebilseydim muhakkak hayırdan yaptıklarımı arttırırdım ve bana bir
kötülük dokunmazdı. Ben, iman eden bir topluluk için, bir uyarıp-korkutucu ve
bir müjde vericiden başkası değilim."
Yani,
"Tam olarak kıyametin saatini size söyleyemem, çünkü ben de gayb hakkında
birşey bilmiyorum. Gelecek hakkında herhangi bir bilgiye sahip olsaydım, daha
önceden sakınmam mümkün olacağından herhangi bir kötü şeyden zarara uğramazdım
ve yine önceden bilgim olması nedeniyle de, bazı şeylerden de birçok faydalar
elde ederdim. Bundan dolayı, sadece benim peygamberliğimi ölçmek için onun
hakkında sorular sormaya kalkışmanız sizin hesabınıza bir ahmaklıktır."
189- O, sizi tek bir nefisten
yarattı ve kendisiyle durulup-yatışması için ondan da eşini var etti. Onu
(eşini) örtüp-bürüyünce, o da bir yük yüklendi ve bununla (bir süre) gezindi.
Nitekim ağırlaşınca, ikisi Rableri olan Allah'a dua ettiler: "Eğer bize
salih (bir çocuk) verirsen, andolsun şükredenlerden olacağız."
190- Ama O, onlara (Adem'in çocukları
erkek ve kadınlara) salih (bir çocuk) verince, kendilerine verdiği şey
konusunda ona ortaklar kılmaya başladılar. Allah, onların şirk koşmakta
olduklarından yücedir.
Bu bölüm,
çocuklarının doğumu olayında, putperest Arapların Allah'a ortak koşuşlarını
tenkit etmektedir. İlk insan ve eşinin, Allah tarafından var edildiği
hatırlatıldığında, onlar bunu reddedemediler.
Ayrıca bu ilk çiftten sonra da insanların doğumlarını düzenleyenin yine O
olduğunu ve yine Onun iradesiyle kadının hamile kaldığını, en mükemmel biçimde
ana rahminde çocuğu beslediğini ve vakti gelince de onu sağlam bir vücut ve
çeşitli kabiliyetlerle mücehhez kılarak sağlam bir akıl ve sağlıklı bir vücutla
dünyaya getirenin yine o Allah olduğunu biliyorlardı. Bütün bunların, sadece
Allah'ın güç ve kudretiyle meydana geldiğini inkâr etmiyorlardı. Eğer Allah
dilerse kadının rahminde bir maymun, bir yılan yada başka bir hayvan
yaratabilirdi. Rahimdeki çocuğun şeklini bozar, akıl ve beden bakımından eksik
ve sakat yaratabilirdi. Ayrıca da onlar, Allah'ın yaratıklarında herhangi bir
değişiklik yapacak güce sahip hiçbir varlığın olmadığını da biliyorlardı. Bu
nedenle hamilelik devri süresinde beslenen bütün umutlar ve eli ayağı düzgün
bir çocuğun doğması için yapılan bütün dualar hep Allah'a müteveccihti. Fakat
ne kötü bir tesadüftür ki, putperestler olduğu kadar müminler de, çocuk dünyaya
geldikten sonra, bu tutumlarını değiştirirler ve Allah'a şükür edeceklerine,
teşekkürlerini bazı tanrılara veya tanrıçalara veya azizlere veya benzerlerine
sundular ve yeni doğan çocuklarına şirk kokusu bulunan "Hüseyin Bahş"
(Hüseyin'in bahşettiği) , "Pir Bahş" (Pirin bahşettiği) " veya
"Abdur-Rasûl" (Rasûlun kulu) "Abdul-Uzza" (Uzza'nın kulu) ,
"Abduş-Şems" (Güneşin kulu) ve benzeri adlar verdiler.
Bu kısmın olabildiğince açık olmasına rağmen, zayıf rivayetlerin desteklediği
yanlış bazı anlayışlar ortaya çıkmıştır. Başlangıçtaki ilk erkek ve dişinin
(Hz. Adem ve Havva) zikri ve hemen ardından da başka bir erkek ve bir kadının
mevzu bahis oluşu her iki çiftin de aynı çift oldukları şeklinde bir karışıklık
doğurmuştur. Bundan dolayı, bazı müfessirler, bahsi geçen erkeğin Adem, hamile
kalan kadının da Havva olduğunu ve rahimde iken çocuk için Allah'a duada
bulunduklarını, fakat çocuk dünyaya gelince bu lütuf hususunda başkalarını
Allah'a ortak koştuklarını söylemektedirler. Sonra da, zayıf hadislerin
yardımıyla bu konuda bütün bir hikâye icat etmişlerdir. "Hz. Havva'nın
birkaç çocuğu doğumdan hemen az sonra ölünce, Şeytan, çocuklardan birinin
doğumu anında O'na yaklaşarak "Eğer doğacak çocuğa,
"Abdul-Haris" (Şeytan'ın kulu) ismini verirsen o kurtulacak' diyerek
Hz. Havva'yı kandırdı." Bu tür bazı rivayetleri Yüce Peygamber'e (s.a)
dayandırmaları tümüyle esef vericidir. Fakat gerçek şu ki; bütün bu hadisler
sahih olmayıp ne yer aldıkları metin içinde ve ne de Kur'an ifadesiyle
desteklenmektedirler.
Kur'an-ı Kerim, bir erkek ve bir kadının beraberliğinin bir neticesi olarak
dünyaya gelen çocuklarının gerçek yaratıcısının Allah olduğunu bizzat
bildikleri halde, doğumda başka şeyleri Allah'a ortak koşan putperestleri
eleştirmektedir. İşte bu sebeple, onlar doğacak çocuğun kusursuzluğundan emin
olmadıkları için, çocuğun sağ-salim doğması noktasında Allah'tan yardım
isterler, fakat, sağlam bir çocuğun rahatça dünyaya gelişinden sonra da
minnettarlık hisleri ve ikramlarla başka şeylere yönelirlerdi. Böylece, burada
davranışlarından dolayı sadece belli bir erkek ve kadın değil, aksine benzer
şekilde davranan (bunlara putperest erkek ve kadınlar da dahil) bütün erkek ve
kadınlar kınanmış olmaktadır.
Bu bağlamda, yeri gelmişken şunu de maalesef belirtmemiz gerekir ki, bu konuda,
günümüz müslümanlarının durumu, Kur'an'ın bu bölümde aşağıladığı putperest
Arapların durumundan bile kötüdür. Putperestler, bir çocuk için Allah'a duada
bulunmalarına rağmen, çocuğun doğumundan sonra O'na şirk koşmaktaydılar. Fakat
"Tevhid" inancına şahedat getirdiklerini iddia eden günümüz
müslümanları ise bundan daha da ileri gitmekteler. Bu zavallılar, çocuğun doğması
için bile başka şeylere dua ediyor, hamilelik süresince başka şeylere adak
adıyor ve çocuğun dünyaya gelişinden sonra da Allah'a eş koştukları şeylere
şükranlarını yöneltiyorlar. Üstelik de bu kimseler, bu Arapları
"cehennemlik" putperestler olarak görürlerken, heyhat kendilerini de
maşallah "cenneti" garantilemiş müminler olarak görüyorlar. Ayrıca
kendilerinin tenkit edilmesine de tahammül edemedikleri gibi, bu kimselere ateş
püskürürler.
191- Kendileri yaratılıp dururken,
hiç bir şeyi yaratamıyan şeyleri mi ortak koşuyorlar?
192- Oysa (bu şirk koştukları güçler
ve nesneler) ne onlara bir yardıma güç yetirebilir, ne kendi nefislerine yardım
etmeye.
193- Onları hidayete çağırırsanız
size uymazlar. Onları çağırsanız da, suskun dursanız da size karşı (tutumları)
birdir.
Bu,
putperestlerin taptıkları tanrıların güçsüzlüklerini göstermek içindir.
Kendilerine tapanlara doğru yolu göstermek bir yana, bizzat kendileri bile,
başkalarının gösterdiği hidayete uymaktan acizdirler. O kadar ki, hiçbir
kimsenin davetine cevap bile veremezler.
194- Allah'tan başka taptıklarınız
sizler gibi kullardır. Eğer doğru sözlüler iseniz, hemen onları çağırın da size
icabet etsinler.
195- Onların yürüyecek ayakları var mı?
Ya da tutacakları elleri mi var? Veya görecek gözleri mi var? Yoksa işitecek
kulakları mı var? De ki: "Ortak koşmakta olduklarınızı çağırın, sonra bir
düzen (tuzak) kurun da bana göz bile açtırmayın."
Burada
müşrikler, yapmakta oldukları üç çeşit şirkin birinden tenkid ediliyorlar.
Birincisi: Putlara, suretlere veya başka çeşit tapınma sembollerine
tapınmaları. İkinci çeşit şirkleri: Heykeller ve resimlerle gösterilen bazı
kişi ve ruhlara tapmaları. Üçüncü çeşit şirk ise; bütün bu şirk koşmaların
temelini oluşturan yanlış bâtıl inanışlar bütünüdür. Bu üç çeşit şirk de,
Kur'an'ın değişik yerlerinde şiddetle tenkid edilmektedir. Burada da, putperest
Arapların, önlerinde dini törenler icra ettikleri, yalvarıp yakardıkları ve
kurbanlar kesip adaklar adadıkları putlar takbih edilmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder