11 Mayıs 2012 Cuma

A'raf Suresi 196-206 Tefsiri - Mevdudi


196- Hiç şüphesiz, benim velim Kitabı indiren Allah'tır ve O salihlerin koruyuculuğunu (veliliğini) yapıyor.

Bu, putperest Arapların, "Eğer ilâhlarımıza karşı gelmekten, onlar aleyhinde konuşmaktan vazgeçmezsen onların gazabına uğrayacak ve helâk olacaksın" diyerek Hz. Peygamber'e (s.a) yönelttikleri tehditlerinin cevabıdır.

197- O'ndan başka taptıklarınız ise size yardıma güç yetiremezler, kendilerine de.
198- Eğer onları doğru yola çağırırsanız işitmezler. Onları sana bakar (gibi) görürsün, oysa onlar görmezler bile.


199- Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslâm'a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir.


200- Eğer sana şeytandan yana bir kışkırtma (vesvese veya iğva) gelirse, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir.

201- (Allah'tan) Sakınanlara şeytandan bir vesvese eriştiğinde (önce) iyice düşünürler (Allah'ı zikredip-anarlar) , sonra hemen bakarsın ki görüp bilmişlerdir.

202- (Şeytan'ın) Kardeşleri ise, onları sapıklığa sürüklerler, sonra peşlerini bırakmazlar.



Bu bölümde Allah Teala, Rasûlün'e (s.a) ; İslam'ı yayma, insanları bu davete çağırma, onları hidayete sevketme ve onları ıslah etme usulleri hususunda çok önemli bazı şeyler öğretmiştir. Hedef, önce Yüce Peygamber'i (s.a) ve onun vasıtasıyla da sonra gelen izleyicilerini yüklenecekleri davet yükünü taşıyabilmeleri için eğitmektedir. Bu eğitimin bazı önemli hususları aşağıda anlatılmakta olup bunlar verilen sıraya göre düşünülmelidir.

a) Herşeyden önce en önemli husus, hakka davet eden kişi, geniş ve müşfik bir kalbe sahip olmalı ayrıca da sabırlı ve bağışlayıcı bir özelliği taşımalıdır. Davetçi, dava arkadaşlarına karşı samimi, insanlara karşı nazik olmalı ve muhaliflerine de tahammül edebilmelidir. Dava arkadaşlarının zaaflarını hoş görmeli ve düşmanların eziyetlerine sabırla karşılık vermelidir. En şiddetli tahriklerde bile soğukkanlılığını korumalı ve en nahoş şeylere bile aldırış etmemelidir. En acı sözlere, en insafsız iftiralara ve en acımasız işkencelere sabırla katlanmalıdır. Kaba kuvvet, katı kalblilik, kötü konuşmak ve öç almaya yönelik kinci davranışlar, bu hususta zehir kadar zararlıdır ve davete hiçbir fayda sağlamadığı gibi aksine zarar da verir.


Hz. Peygamber'in (s.a) bu konuda bir hadisi vardır. "Allah Teâlâ bana, ister sinirli olayım ister neşeli olayım, daima doğruyu söylemeyi, hasımlarına karşı bile olsa samimi ilişkiler kurmak için elimden geleni yapmamı, hakkımı gaspedenlere bile kendi haklarını vermeyi ve hatta bana eziyet edenleri bile bağışlamayı emretti" ve kendisi de bu vazifeyle görevlendirdiği kimselere şu tavsiyelerde bulundu: "Nereye giderseniz gidiniz, nefret ettirici değil, müjdeleyici olunuz, insanlar için zorluk ve sıkıntı kaynağı değil, bilâkis huzur ve kolaylık kaynağı olunuz." Allah Teâlâ, Peygamberi'nin (s.a) bu özelliğini şöyle övmektedir: "(Ey Allah'ın Rasûlü) senin onlara yumuşak davranman Allah'ın rahmetinden idi. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın çevrenden dağılır, giderlerdi. Öyleyse onlar(ın kusurları) na bakma, onlar için mağfiret dile..." (Al-i İmran, 159).


b) Bu görevin başarıyla yerine getirilebilmesi için gerekli olan ikinci husus: Felsefeleştirmekten kaçınmak ve evrensel erdemler olarak kabul edilen ve normal bir insanın sahip olduğu selim akıl ile kolayca anlaşılabilen basit, sade faziletleri emretmektir. Böylece hakka davet edenin çağrısı herkesi ikna eder. Bu tutumun en büyük faydası, şüphesiz, düşmanlarına karşı halkı İslam'a davet edenlerin safına katmada görülür. Halk yığınları, peşin hükümlerine rağmen, bir tarafta, kendilerini kolayca anlayıp tatbik edebilecekleri erdemlere çağıran sade, kibar insanları, diğer tarafta, gayri insanî ve gayri ahlakî tavırlarla, onların bu yüce görevine karşı gelen düşmanları görünce, o rezil muhaliflerden yavaş yavaş yüz çevirip, hakka davet edenlerin saflarına geçerler. Sonunda, meydanda sadece çıkarları sıkı sıkıya bâtıla bağlı olanlarla cahili adetlerinin ya da atalarının geleneklerinin kölesi olanlardan başka kimse kalmaz. Hz. Peygamber (s.a) Arap yarımadasındaki büyük başarısını, bu hikmetli siyasetine borçludur. Daha sonraları, Hz. Peygamber'in (s.a) halefleri de İslam'ın hızla yayıldığı ve süratle halkının ezici çoğunluğu tarafından "din" olarak kabul edildiği ülkelerin fetihlerinde de aynı başarıyı devam ettirmişlerdir.


c) İslâm'ın neşri konusunda verilmiş olan üçüncü talimat da, cahil kimselerle faydasız tartışmalara girmekten kaçınmak hakkındadır. Hakka davet eden kişinin, art niyetli ve bozguncu insanlarla yapacağı konuşmaların faydasız münakaşa ve tartışmaları içermemesine çok dikkat etmesi gerekir. Davetçi, bu insanlardan sadece makul bir tavır takınan akıl sahibi kimselere yanaşmak ve konuşmak için elinden gelen gayreti göstermelidir. Muhataplarının hafife alıcı ve alay edici bir tavır takındıklarını ve faydasız münakaşa ve tartışmaya başvurduklarını hisseder hissetmez, onurlu bir şekilde hemen geri çekilmelidir. Bu gibi şeylerle uğraşmak sadece faydasız olmakla kalmayıp, aynı zamanda daha yararlı şekilde kullanılması mümkün olan değerli vakti ve emeği boş yere harcamaya neden olduğu için zararlıdır da.


d) Gerçeğe davet eden kişi, ifrit insanlardan gelen tahriklerin artık tahammül sınırını aştığını ve artık daha fazla onların zorbalıklarına, kötülüklerine, aptalca karşı koyuşlarına ve suçlamalarına dayanamayacağını hissettiği anda, şeytanın fısıldadığı o kimselere aynı şekilde misliyle mukabelede bulunarak ağızlarının payını vermeyi iyi bilmelidir. En iyisi, Allah'a sığınmak ve kulunun kendini kaybedip kızarak O'nun davasına zarar verecek herhangi bir şey yapmasından korumasını yine O'ndan talep etmektir. Böyle bir tutum ancak, en ağır tahrikler karşısında bile soğukkanlılığını, sükûnetini muhafaza edebilmeyi başaranlar için mümkündür. Çünkü, eğer bir insan, kızgınlık, hakaret, haksızlık ve kabalık vs. karşısında hemencecik heyecanlanıp galeyana gelirse, ne aklı başında düşünebilir ve ne de aklı başında hareket edebilir.


Oysa ki, bu mesajın gerçekleşmesini istemeyen ve onu geriletip mağlup etmek için sürekli planlar kurmakta olan Şeytan, ilk önce kendi yandaşlarını, hakka davet eden kişiye saldırmaları için tahrik eder, sonra da karşı saldırıda bulunmak için davetçiyi teşvik eder. Şeytan'ın telkini oldukça cazibeli kelimeler ve dindarene tabirlerle olduğu için kolay kolay karşı konması mümkün olamaz. Bundan dolayı 201 ve 202. ayetlerde muttaki (sakınan) kimseler, bu ciddi tehlike hakkında önceden uyarılmış ve eğer günahtan kaçınmak istiyorlarsa, Şeytan'ın kandırışının kötü tesirlerini ve kalblerindeki kışkırtmayı hisseder etmez derhal hazır ola geçip, kendilerini savunmaları gerektiği talimatı verilmiştir. Sonra, davaları uğruna, böyle durum ve şartlarda takınmaları gereken uygun tavrı net bir şekilde göreceklerdir.


"Şeytanların kardeşleri"ne gelince, böyle kimseler onların etkisiyle menfaatperestler haline gelir ve onların kışkırtmalarına direnemezler. Böylece, bunlar intikam almak ve tıpkı düşmanlarının yaptığı gibi her türlü sahtakârlık ve fesada başvurmak için kendilerini azıttıran şeytanlara uyarlar.
Bu paragraf, yukarda zikredilen hususî anlamların yanında, umumi bir mânâ da taşımaktadır. Bu da, muttaki kimselerin yollarını, tavırlarını takva üzere olmayanlarınkinden ayırmaya yardımcı olmaktır. Gerçekten Allah'tan korkan ve samimiyetle günahtan sakınan kimseler, kalblerine kötü bir düşünce gelse, vicdanlarını rahatsız etse ve yüreklerinde acısını hissettikleri anda derhal, Allah'tan Şeytan'ın kandırmalarına karşı kendilerini korumasını isteyecek duyarlılığa sahiptirler. Çünkü onlar bu tip kötü düşüncelere, kötü arzulara ve kötü niyetlere alışkın insanlar değillerdir, bu hususlar onların fıtratlarına, tabiatlarına yabancıdır. Bu gibi düşüncelerin akıllarına girdiğini fark eder etmez, hemen akılları başlarına gelir, vicdanları bu kötü düşünceleri tanır ve sonra da kalblerini bu gibi kötü şeylerden temizlemesi için Şeytan'dan Allah'a sığınırlar. Bunlara karşılık ne Allah'tan korkan ve ne de günahlardan kaçınmayı arzulayanlar ve kardeşleri olarak da şeytanları seçenler, kalblerinde herhangi bir anormallik hissetmeden, habis fikir, habis maksad ve habis tasarımları beslemeye devam edip giderler. Ta ki artık temiz hiçbir duyguya kalblerinde yer kalmayıncaya kadar. Vakti gelince de bu kirli düşünceler pratiğe tezahür ederek dünya hayatında kendilerini yer yer gösterirler.



203- Onlara bir ayet getirmediğin zaman: "Sen Onu (inmeyen ayeti) derleyip-toplasana" derler. De ki: "Ben, yalnızca bana Rabbimden vahyolunana uyarım. Bu, Rabbinizden olan basiretlerdir; iman edecek bir topluluk için de bir hidayet ve bir rahmettir."

Kâfirlerin bu sorusu, bir alay ihtiva etmektedir. Onlar şöyle demek istediler: "Pekalâ, peygamber olduğunu ileri sürdüğüne göre, bunu ispatlamak için bir mucize de ayarlamış olmalısın herhalde". Bu sözlerine cevabın büyüklüğü Allahın kitabına layık biçimdedir.

Bu, yukarıdaki sorunun cevabıdır: "Arzunuz üzerine, veya ben ihtiyaç duyduğum zaman derhal mucizeler yaratmak veya ayetler düzenlemek durumunda değilim. Ben sadece bir elçiyim ve vazifem, tek olan Allah'ın bana göndermiş olduğu irşada uymaktır. O zaman, benden mucizeler talep edeceğinize, bana gönderilen bu Kur'an'ın muhtevasını ciddi olarak düşünün. Çünkü o manevî ışıkları, nurları içermekte. Bunu kabul edenler, hayatın doğru yolunu görecekler ve onların güzel ahlâkî vasıfları, "İlahi Rahmet"in işaretlerini tezahür ettirmeye başlayacaktır."



204- Kur'an okunduğu zaman, hemen onu dinleyin ve susun. Umulur ki esirgenmiş olursunuz.

Ayetteki ifade şunu demek ister: "Okunduğu zaman taassup ve inadınızla Kur'an'a karşı sağır bir kulak kesiliyorsunuz ve hiç kimsenin onu dinlememesi için yüksek sesle gürültü çıkarıyorsunuz. Kur'an'a karşı bu çirkin tavrınızı terkedin, onu dikkatle dinleyin ve ihtiva ettiği öğretiler üzerinde düşünün. Onunla olan tanışıklığınız oranında kalbeleriniz aydınlanacak ve siz de, müminlerle beraber Rabbinizin merhametinden pay alacaksınızdır.

Güzel bir misal: yukarıda muhaliflerin alaylarına karşı verilen cevabın kelimelerle ifade edilemeyecek derecedeki hoşluğu, tatlılığı ve kalbleri yumuşatıcılığı da ayrıca fevkalede dikkati mucibtir. Ve bunda da din tebliğ etme gibi bir vazifeyi kendilerine meslek edinenler için güzel ve hikmetli bir ders vardır.


Her ne kadar bu ayetin hakiki gayesi, yukarıda aktardığımız şeyler etrafında ise de, ayrıca bu ayet, dinleyenlere susmalarını ve Allah'ın kitabına layık bir hürmet ve huşu ile dinlemelerini söylemektedir. Bundan, imam namazda kıraat ederken cemaatin onu sükûnet içinde dinlemeleri ve birşey okumamaları neticesi de çıkarılabilir. Mamafih bu konuyu yorumlama hakkında imamlar arasında farklı görüşler vardır. İmam Ebu Hanife ve arkadaşlarına göre, namazda imam, Kur'an-ı ister açıktan ve ister içinden okusun, cemaatte olanlar hiçbir şey okumamalıdır. Öte yandan, İmam Malik ve İmam Ahmed, namazda imamın açıktan okuduğu hallerde, cemaatin hiç bir şey okumadan dinlemelerini, fakat imamın açıktan değil de içinden okuduğu durumlarda Fatiha suresini okumaları gerektiğini söylemişlerdir. Yalnız, İmam Şafii'ye göre ise, namazda imam ister içinden okusun ister açıktan, cemaatin Fatiha suresini muhakkak okumaları gerekmektedir. O görüşünü, Fatiha suresi okunmaksızın namazın tamam olmayacağı hususundaki hadislere dayandırmaktadır.



205- Rabbini, sabah akşam, yüksek olmayan bir sesle, kendi kendine, ürpertiyle yalvara yalvara ve için için zikret. Gaflete kapılanlardan olma.

"Rabbini an" ibaresi "namaz kıl" anlamına geldiği gibi "İster dil ile ister değil, Allah'ı hatırda tut" anlamına da gelir.

"Sabah ve akşam" tabiri hem bizzat o vakitleri ve hem de "daima" anlamını tazammum eder. O halde "Rabbini sabah ve akşam an"; "Sabahleyin ve akşamleyin Rabbin için namaz kıl" ve "daima Allah'ı aklında tut" demektir.


Sure, Allah'ı zikretmeleri, anmaları hususunda müslümanların ihmallerine karşı (ki yalnızca bu, dünyadaki tüm kötülüklerin ve keşmekeşlerin sebebidir) yukarıdaki uyarı ile son bulmaktadır. İnsan ne zaman Allah'ın onun Rabbi olduğunu ve ölümünden sonra doğrudan doğruya Ona hesap vermek zorunda olacağını unutmuşsa, hakk yoldan sapmıştır, kötü ve gayri ahlaki fiiller işlemiştir. Bundan dolayı, hak yolu takip etmek niyetinde olan ve başkalarını da aynı yola getirmek isteyen kişi bu ihmalkârlığa karşı tam manâsıyla uyanık olmalıdır. İşte bu nedenledir ki, Kur'an, namazın yerine getirilmesinin, Allah'ı zikretmenin ve her durumda O'na yönelmenin önemini tekrar tekrar vurgulamaktadır.



206- Hiç şüphesiz Rabbinin katında olanlar, O'na ibadet etmekten büyüklenmezler; O'nu tesbih ederler ve yalnız O'na secde ederler.

Allah'a itaatsizliğe ve en sonunda kepazeliklere, rezilliğe götüren şeytanların gururlu ve bâtıl yollarına karşılık, tevazu dersi alınması için meleklerin misali verilmekte: "Allah'ın önünde boyunlarını büker ve her dem O'na ibadet ederler." Bu yüzden, her kim Allah'ın nazarında yüksek bir mevki kazanmayı arzuluyorsa melekleri izlemeli, şeytanların yollarından uzak durmalıdır.

"Onlar, Allah'ın kusursuz olduğunu, hertürlü noksanlık, hata ve güçsüzlükten tamamen münezzeh olduğunu, ne bir ortağı, ne dengi ve ne de benzeri olduğunu itiraf ve ilân ederler ve her zaman bununla meşguldürler" demektir.


Bu ayeti okuyan ya da dinleyen her kişiye secde yapması gerekmektedir ki, tevazularının, acziyetlerinin bir ifadesi O'nun melekleriyle aynı anda itaatta olduklarının pratik bir göstergesi olarak, fiziksel halleri de Allah'a mukarreb meleklerle muvafakat içinde olsun.


Bu, okunmasıyla secde yapılması gereken ondört ayetin ilkidir. Bütün müctehidler bu sözkonusu ayetlerin hepsinde secde yapılması gerektiği konusunda ittifak etmiş olmalarına rağmen, bu secdenin farz olup olmadığı hususunda farklı düşünmektedirler. İmam Ebu Hanife'ye göre, bu gibi yerlerde secde yapmak vaciptir. Fakat diğer imamlar "sünnet" olduğu görüşündedirler. Sünnet olan bir şey "vacip" gibi bağlayıcı değildir, fakat günah olmamasına rağmen, kasten terkedilmesi, bir müslüman için hoş bir şey değildir. Onu sürekli ihmal etmek ise günahtır.


Secdenin ifa tarzına gelince, farklı durumlarda değişik şekillerde yapıldığını hadislerden öğreniyoruz. Yüce Peygamber (s.a) bazen secde ayetini okurken, hemen o anda ve bulunduğu yerde secdeye giderdi, herkes de onunla beraber aynı hareketi yapardı, hatta o kadar ki, biri secde yapmak için yerde boş bir alan bulamazsa, alnını önündekinin sırtına koyarak secdeyi yapardı. Ayrıca öğreniyoruz ki, Hz. Peygamber (s.a) Mekke fethi sırasında Kur'an okuyordu ve secde yapılmayı gerektiren bir ayete geldi, o zaman yerde olanlar yere kapanarak, at ve deve üzerinde olanlar, o hayvanların sırtına vararak bu secdeyi yerine getirmişlerdi. Bazen, Hz. Peygamber (s.a) secde ayetini insanlara vaaz ederken okursa, derhal minberden iner, yerde secdesini yapar ve sonra tekrar yerine geçerek konuşmasını sürdürürdü.


Müslümanların cumhuru, secdenin yapılış şartlarının aynı namaz secdelerininki gibi olduğu görüşündedirler. Fakat secde ile ilgili olan bu şartların hadisten herhangi bir delili bulunmamaktadır. Hadislerden şunu anlıyoruz ki, tilavet secdesi bulunan ayeti işiten bir kimse nerede olursa olsun ve bir takım şartlara aldırmadan her ne durumda olursa olsun başını eğmelidir. Abdestli mi değil mi, kıbleye yönelik mi, değil mi, secde için başını koyabilecek bir yer bulabilir mi, bulamaz mı, bunlara aldırmamalıdır. Böyle yaptıklarına dair geçmiş alim ve muttaki kimselerden örnekler de bunu teyid etmektedir. İmam Buhari'ye göre Abdullah b. Ömer, abdestli olup olmadığına bakmaksızın secde yapardı. Fethül-Bari'de nakledildiğine göre, Ebu Abdurrahman Sülemi, yürürken Kur'an okurdu ve secdeyi gerektiren bir ayete geldiğinde abdestli olsun olmasın, kıbleye yönelik bulunsun bulunmasın boynunu eğerdi. Bütün bunlardan şu sonuca varıyoruz ki, çoğunluğun takip ettiği yolu izlemek daha ihtiyatlı ve temkinli ise de, eğer bir kişi çoğunluktan farklı bir uygulamayı takip ederse, bu kimse bundan dolayı kınanmamalıdır. Çünkü, bu konuda çoğunluğun izlediği usul için Sünnet'te bir delil bulunmazken, alimlerin böyle amel ettiklerine dair misaller vardır.


1 yorum:

  1. Allah razı olsun ne güzel hemen tefsire ulaşabildim sayenizde.Selam ve dua ederim.

    YanıtlaSil