196- Hiç şüphesiz, benim velim
Kitabı indiren Allah'tır ve O salihlerin koruyuculuğunu (veliliğini) yapıyor.
Bu,
putperest Arapların, "Eğer ilâhlarımıza karşı gelmekten, onlar aleyhinde
konuşmaktan vazgeçmezsen onların gazabına uğrayacak ve helâk olacaksın"
diyerek Hz. Peygamber'e (s.a) yönelttikleri tehditlerinin cevabıdır.
197- O'ndan başka taptıklarınız ise size
yardıma güç yetiremezler, kendilerine de.
198- Eğer onları doğru yola çağırırsanız işitmezler. Onları sana bakar (gibi)
görürsün, oysa onlar görmezler bile.
199- Sen af (veya kolaylık) yolunu
benimse, (İslâm'a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir.
200- Eğer sana şeytandan yana bir
kışkırtma (vesvese veya iğva) gelirse, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir,
bilendir.
201- (Allah'tan) Sakınanlara
şeytandan bir vesvese eriştiğinde (önce) iyice düşünürler (Allah'ı
zikredip-anarlar) , sonra hemen bakarsın ki görüp bilmişlerdir.
202- (Şeytan'ın) Kardeşleri ise, onları sapıklığa sürüklerler, sonra peşlerini
bırakmazlar.
Bu bölümde
Allah Teala, Rasûlün'e (s.a) ; İslam'ı yayma, insanları bu davete çağırma,
onları hidayete sevketme ve onları ıslah etme usulleri hususunda çok önemli
bazı şeyler öğretmiştir. Hedef, önce Yüce Peygamber'i (s.a) ve onun vasıtasıyla
da sonra gelen izleyicilerini yüklenecekleri davet yükünü taşıyabilmeleri için
eğitmektedir. Bu eğitimin bazı önemli hususları aşağıda anlatılmakta olup
bunlar verilen sıraya göre düşünülmelidir.
a) Herşeyden önce en önemli husus, hakka davet eden kişi, geniş ve müşfik bir
kalbe sahip olmalı ayrıca da sabırlı ve bağışlayıcı bir özelliği taşımalıdır.
Davetçi, dava arkadaşlarına karşı samimi, insanlara karşı nazik olmalı ve
muhaliflerine de tahammül edebilmelidir. Dava arkadaşlarının zaaflarını hoş
görmeli ve düşmanların eziyetlerine sabırla karşılık vermelidir. En şiddetli
tahriklerde bile soğukkanlılığını korumalı ve en nahoş şeylere bile aldırış
etmemelidir. En acı sözlere, en insafsız iftiralara ve en acımasız işkencelere
sabırla katlanmalıdır. Kaba kuvvet, katı kalblilik, kötü konuşmak ve öç almaya
yönelik kinci davranışlar, bu hususta zehir kadar zararlıdır ve davete hiçbir
fayda sağlamadığı gibi aksine zarar da verir.
Hz. Peygamber'in (s.a) bu konuda bir hadisi vardır. "Allah Teâlâ bana,
ister sinirli olayım ister neşeli olayım, daima doğruyu söylemeyi, hasımlarına
karşı bile olsa samimi ilişkiler kurmak için elimden geleni yapmamı, hakkımı
gaspedenlere bile kendi haklarını vermeyi ve hatta bana eziyet edenleri bile
bağışlamayı emretti" ve kendisi de bu vazifeyle görevlendirdiği kimselere
şu tavsiyelerde bulundu: "Nereye giderseniz gidiniz, nefret ettirici
değil, müjdeleyici olunuz, insanlar için zorluk ve sıkıntı kaynağı değil,
bilâkis huzur ve kolaylık kaynağı olunuz." Allah Teâlâ, Peygamberi'nin
(s.a) bu özelliğini şöyle övmektedir: "(Ey Allah'ın Rasûlü) senin onlara
yumuşak davranman Allah'ın rahmetinden idi. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın
çevrenden dağılır, giderlerdi. Öyleyse onlar(ın kusurları) na bakma, onlar için
mağfiret dile..." (Al-i İmran, 159).
b) Bu görevin başarıyla yerine getirilebilmesi için gerekli olan ikinci husus:
Felsefeleştirmekten kaçınmak ve evrensel erdemler olarak kabul edilen ve normal
bir insanın sahip olduğu selim akıl ile kolayca anlaşılabilen basit, sade
faziletleri emretmektir. Böylece hakka davet edenin çağrısı herkesi ikna eder.
Bu tutumun en büyük faydası, şüphesiz, düşmanlarına karşı halkı İslam'a davet
edenlerin safına katmada görülür. Halk yığınları, peşin hükümlerine rağmen, bir
tarafta, kendilerini kolayca anlayıp tatbik edebilecekleri erdemlere çağıran
sade, kibar insanları, diğer tarafta, gayri insanî ve gayri ahlakî tavırlarla,
onların bu yüce görevine karşı gelen düşmanları görünce, o rezil muhaliflerden
yavaş yavaş yüz çevirip, hakka davet edenlerin saflarına geçerler. Sonunda,
meydanda sadece çıkarları sıkı sıkıya bâtıla bağlı olanlarla cahili adetlerinin
ya da atalarının geleneklerinin kölesi olanlardan başka kimse kalmaz. Hz.
Peygamber (s.a) Arap yarımadasındaki büyük başarısını, bu hikmetli siyasetine
borçludur. Daha sonraları, Hz. Peygamber'in (s.a) halefleri de İslam'ın hızla
yayıldığı ve süratle halkının ezici çoğunluğu tarafından "din" olarak
kabul edildiği ülkelerin fetihlerinde de aynı başarıyı devam ettirmişlerdir.
c) İslâm'ın neşri konusunda verilmiş olan üçüncü talimat da, cahil kimselerle
faydasız tartışmalara girmekten kaçınmak hakkındadır. Hakka davet eden kişinin,
art niyetli ve bozguncu insanlarla yapacağı konuşmaların faydasız münakaşa ve
tartışmaları içermemesine çok dikkat etmesi gerekir. Davetçi, bu insanlardan
sadece makul bir tavır takınan akıl sahibi kimselere yanaşmak ve konuşmak için
elinden gelen gayreti göstermelidir. Muhataplarının hafife alıcı ve alay edici
bir tavır takındıklarını ve faydasız münakaşa ve tartışmaya başvurduklarını
hisseder hissetmez, onurlu bir şekilde hemen geri çekilmelidir. Bu gibi
şeylerle uğraşmak sadece faydasız olmakla kalmayıp, aynı zamanda daha yararlı
şekilde kullanılması mümkün olan değerli vakti ve emeği boş yere harcamaya
neden olduğu için zararlıdır da.
d) Gerçeğe davet eden kişi, ifrit insanlardan gelen tahriklerin artık tahammül
sınırını aştığını ve artık daha fazla onların zorbalıklarına, kötülüklerine,
aptalca karşı koyuşlarına ve suçlamalarına dayanamayacağını hissettiği anda,
şeytanın fısıldadığı o kimselere aynı şekilde misliyle mukabelede bulunarak
ağızlarının payını vermeyi iyi bilmelidir. En iyisi, Allah'a sığınmak ve kulunun
kendini kaybedip kızarak O'nun davasına zarar verecek herhangi bir şey
yapmasından korumasını yine O'ndan talep etmektir. Böyle bir tutum ancak, en
ağır tahrikler karşısında bile soğukkanlılığını, sükûnetini muhafaza edebilmeyi
başaranlar için mümkündür. Çünkü, eğer bir insan, kızgınlık, hakaret, haksızlık
ve kabalık vs. karşısında hemencecik heyecanlanıp galeyana gelirse, ne aklı
başında düşünebilir ve ne de aklı başında hareket edebilir.
Oysa ki, bu mesajın gerçekleşmesini istemeyen ve onu geriletip mağlup etmek
için sürekli planlar kurmakta olan Şeytan, ilk önce kendi yandaşlarını, hakka
davet eden kişiye saldırmaları için tahrik eder, sonra da karşı saldırıda
bulunmak için davetçiyi teşvik eder. Şeytan'ın telkini oldukça cazibeli
kelimeler ve dindarene tabirlerle olduğu için kolay kolay karşı konması mümkün
olamaz. Bundan dolayı 201 ve 202. ayetlerde muttaki (sakınan) kimseler, bu
ciddi tehlike hakkında önceden uyarılmış ve eğer günahtan kaçınmak
istiyorlarsa, Şeytan'ın kandırışının kötü tesirlerini ve kalblerindeki
kışkırtmayı hisseder etmez derhal hazır ola geçip, kendilerini savunmaları
gerektiği talimatı verilmiştir. Sonra, davaları uğruna, böyle durum ve
şartlarda takınmaları gereken uygun tavrı net bir şekilde göreceklerdir.
"Şeytanların kardeşleri"ne gelince, böyle kimseler onların etkisiyle
menfaatperestler haline gelir ve onların kışkırtmalarına direnemezler. Böylece,
bunlar intikam almak ve tıpkı düşmanlarının yaptığı gibi her türlü sahtakârlık
ve fesada başvurmak için kendilerini azıttıran şeytanlara uyarlar.
Bu paragraf, yukarda zikredilen hususî anlamların yanında, umumi bir mânâ da
taşımaktadır. Bu da, muttaki kimselerin yollarını, tavırlarını takva üzere
olmayanlarınkinden ayırmaya yardımcı olmaktır. Gerçekten Allah'tan korkan ve
samimiyetle günahtan sakınan kimseler, kalblerine kötü bir düşünce gelse,
vicdanlarını rahatsız etse ve yüreklerinde acısını hissettikleri anda derhal,
Allah'tan Şeytan'ın kandırmalarına karşı kendilerini korumasını isteyecek
duyarlılığa sahiptirler. Çünkü onlar bu tip kötü düşüncelere, kötü arzulara ve
kötü niyetlere alışkın insanlar değillerdir, bu hususlar onların fıtratlarına,
tabiatlarına yabancıdır. Bu gibi düşüncelerin akıllarına girdiğini fark eder
etmez, hemen akılları başlarına gelir, vicdanları bu kötü düşünceleri tanır ve
sonra da kalblerini bu gibi kötü şeylerden temizlemesi için Şeytan'dan Allah'a
sığınırlar. Bunlara karşılık ne Allah'tan korkan ve ne de günahlardan kaçınmayı
arzulayanlar ve kardeşleri olarak da şeytanları seçenler, kalblerinde herhangi
bir anormallik hissetmeden, habis fikir, habis maksad ve habis tasarımları
beslemeye devam edip giderler. Ta ki artık temiz hiçbir duyguya kalblerinde yer
kalmayıncaya kadar. Vakti gelince de bu kirli düşünceler pratiğe tezahür ederek
dünya hayatında kendilerini yer yer gösterirler.
203- Onlara bir ayet getirmediğin
zaman: "Sen Onu (inmeyen ayeti) derleyip-toplasana" derler. De ki:
"Ben, yalnızca bana Rabbimden vahyolunana uyarım. Bu, Rabbinizden olan
basiretlerdir; iman edecek bir topluluk için de bir hidayet ve bir
rahmettir."
Kâfirlerin
bu sorusu, bir alay ihtiva etmektedir. Onlar şöyle demek istediler:
"Pekalâ, peygamber olduğunu ileri sürdüğüne göre, bunu ispatlamak için bir
mucize de ayarlamış olmalısın herhalde". Bu sözlerine cevabın büyüklüğü
Allahın kitabına layık biçimdedir.
Bu, yukarıdaki sorunun cevabıdır: "Arzunuz üzerine, veya ben ihtiyaç
duyduğum zaman derhal mucizeler yaratmak veya ayetler düzenlemek durumunda
değilim. Ben sadece bir elçiyim ve vazifem, tek olan Allah'ın bana göndermiş
olduğu irşada uymaktır. O zaman, benden mucizeler talep edeceğinize, bana
gönderilen bu Kur'an'ın muhtevasını ciddi olarak düşünün. Çünkü o manevî
ışıkları, nurları içermekte. Bunu kabul edenler, hayatın doğru yolunu
görecekler ve onların güzel ahlâkî vasıfları, "İlahi Rahmet"in
işaretlerini tezahür ettirmeye başlayacaktır."
204- Kur'an okunduğu zaman, hemen
onu dinleyin ve susun. Umulur ki esirgenmiş olursunuz.
Ayetteki
ifade şunu demek ister: "Okunduğu zaman taassup ve inadınızla Kur'an'a
karşı sağır bir kulak kesiliyorsunuz ve hiç kimsenin onu dinlememesi için
yüksek sesle gürültü çıkarıyorsunuz. Kur'an'a karşı bu çirkin tavrınızı
terkedin, onu dikkatle dinleyin ve ihtiva ettiği öğretiler üzerinde düşünün.
Onunla olan tanışıklığınız oranında kalbeleriniz aydınlanacak ve siz de,
müminlerle beraber Rabbinizin merhametinden pay alacaksınızdır.
Güzel bir misal: yukarıda muhaliflerin alaylarına karşı verilen cevabın
kelimelerle ifade edilemeyecek derecedeki hoşluğu, tatlılığı ve kalbleri
yumuşatıcılığı da ayrıca fevkalede dikkati mucibtir. Ve bunda da din tebliğ
etme gibi bir vazifeyi kendilerine meslek edinenler için güzel ve hikmetli bir
ders vardır.
Her ne kadar bu ayetin hakiki gayesi, yukarıda aktardığımız şeyler etrafında
ise de, ayrıca bu ayet, dinleyenlere susmalarını ve Allah'ın kitabına layık bir
hürmet ve huşu ile dinlemelerini söylemektedir. Bundan, imam namazda kıraat
ederken cemaatin onu sükûnet içinde dinlemeleri ve birşey okumamaları neticesi
de çıkarılabilir. Mamafih bu konuyu yorumlama hakkında imamlar arasında farklı
görüşler vardır. İmam Ebu Hanife ve arkadaşlarına göre, namazda imam, Kur'an-ı
ister açıktan ve ister içinden okusun, cemaatte olanlar hiçbir şey
okumamalıdır. Öte yandan, İmam Malik ve İmam Ahmed, namazda imamın açıktan
okuduğu hallerde, cemaatin hiç bir şey okumadan dinlemelerini, fakat imamın
açıktan değil de içinden okuduğu durumlarda Fatiha suresini okumaları
gerektiğini söylemişlerdir. Yalnız, İmam Şafii'ye göre ise, namazda imam ister
içinden okusun ister açıktan, cemaatin Fatiha suresini muhakkak okumaları
gerekmektedir. O görüşünü, Fatiha suresi okunmaksızın namazın tamam olmayacağı
hususundaki hadislere dayandırmaktadır.
205- Rabbini, sabah akşam, yüksek
olmayan bir sesle, kendi kendine, ürpertiyle yalvara yalvara ve için için
zikret. Gaflete kapılanlardan olma.
"Rabbini
an" ibaresi "namaz kıl" anlamına geldiği gibi "İster dil
ile ister değil, Allah'ı hatırda tut" anlamına da gelir.
"Sabah ve akşam" tabiri hem bizzat o vakitleri ve hem de
"daima" anlamını tazammum eder. O halde "Rabbini sabah ve akşam
an"; "Sabahleyin ve akşamleyin Rabbin için namaz kıl" ve
"daima Allah'ı aklında tut" demektir.
Sure, Allah'ı zikretmeleri, anmaları hususunda müslümanların ihmallerine karşı
(ki yalnızca bu, dünyadaki tüm kötülüklerin ve keşmekeşlerin sebebidir)
yukarıdaki uyarı ile son bulmaktadır. İnsan ne zaman Allah'ın onun Rabbi
olduğunu ve ölümünden sonra doğrudan doğruya Ona hesap vermek zorunda olacağını
unutmuşsa, hakk yoldan sapmıştır, kötü ve gayri ahlaki fiiller işlemiştir.
Bundan dolayı, hak yolu takip etmek niyetinde olan ve başkalarını da aynı yola
getirmek isteyen kişi bu ihmalkârlığa karşı tam manâsıyla uyanık olmalıdır.
İşte bu nedenledir ki, Kur'an, namazın yerine getirilmesinin, Allah'ı
zikretmenin ve her durumda O'na yönelmenin önemini tekrar tekrar
vurgulamaktadır.
206- Hiç şüphesiz Rabbinin katında olanlar,
O'na ibadet etmekten büyüklenmezler; O'nu tesbih ederler ve yalnız O'na secde
ederler.
Allah'a
itaatsizliğe ve en sonunda kepazeliklere, rezilliğe götüren şeytanların gururlu
ve bâtıl yollarına karşılık, tevazu dersi alınması için meleklerin misali
verilmekte: "Allah'ın önünde boyunlarını büker ve her dem O'na ibadet
ederler." Bu yüzden, her kim Allah'ın nazarında yüksek bir mevki kazanmayı
arzuluyorsa melekleri izlemeli, şeytanların yollarından uzak durmalıdır.
"Onlar, Allah'ın kusursuz olduğunu, hertürlü noksanlık, hata ve
güçsüzlükten tamamen münezzeh olduğunu, ne bir ortağı, ne dengi ve ne de
benzeri olduğunu itiraf ve ilân ederler ve her zaman bununla meşguldürler"
demektir.
Bu ayeti okuyan ya da dinleyen her kişiye secde yapması gerekmektedir ki,
tevazularının, acziyetlerinin bir ifadesi O'nun melekleriyle aynı anda itaatta
olduklarının pratik bir göstergesi olarak, fiziksel halleri de Allah'a mukarreb
meleklerle muvafakat içinde olsun.
Bu, okunmasıyla secde yapılması gereken ondört ayetin ilkidir. Bütün
müctehidler bu sözkonusu ayetlerin hepsinde secde yapılması gerektiği konusunda
ittifak etmiş olmalarına rağmen, bu secdenin farz olup olmadığı hususunda
farklı düşünmektedirler. İmam Ebu Hanife'ye göre, bu gibi yerlerde secde yapmak
vaciptir. Fakat diğer imamlar "sünnet" olduğu görüşündedirler. Sünnet
olan bir şey "vacip" gibi bağlayıcı değildir, fakat günah olmamasına
rağmen, kasten terkedilmesi, bir müslüman için hoş bir şey değildir. Onu
sürekli ihmal etmek ise günahtır.
Secdenin ifa tarzına gelince, farklı durumlarda değişik şekillerde yapıldığını
hadislerden öğreniyoruz. Yüce Peygamber (s.a) bazen secde ayetini okurken,
hemen o anda ve bulunduğu yerde secdeye giderdi, herkes de onunla beraber aynı
hareketi yapardı, hatta o kadar ki, biri secde yapmak için yerde boş bir alan
bulamazsa, alnını önündekinin sırtına koyarak secdeyi yapardı. Ayrıca
öğreniyoruz ki, Hz. Peygamber (s.a) Mekke fethi sırasında Kur'an okuyordu ve
secde yapılmayı gerektiren bir ayete geldi, o zaman yerde olanlar yere
kapanarak, at ve deve üzerinde olanlar, o hayvanların sırtına vararak bu
secdeyi yerine getirmişlerdi. Bazen, Hz. Peygamber (s.a) secde ayetini
insanlara vaaz ederken okursa, derhal minberden iner, yerde secdesini yapar ve
sonra tekrar yerine geçerek konuşmasını sürdürürdü.
Müslümanların cumhuru, secdenin yapılış şartlarının aynı namaz secdelerininki
gibi olduğu görüşündedirler. Fakat secde ile ilgili olan bu şartların hadisten
herhangi bir delili bulunmamaktadır. Hadislerden şunu anlıyoruz ki, tilavet secdesi
bulunan ayeti işiten bir kimse nerede olursa olsun ve bir takım şartlara
aldırmadan her ne durumda olursa olsun başını eğmelidir. Abdestli mi değil mi,
kıbleye yönelik mi, değil mi, secde için başını koyabilecek bir yer bulabilir
mi, bulamaz mı, bunlara aldırmamalıdır. Böyle yaptıklarına dair geçmiş alim ve
muttaki kimselerden örnekler de bunu teyid etmektedir. İmam Buhari'ye göre
Abdullah b. Ömer, abdestli olup olmadığına bakmaksızın secde yapardı.
Fethül-Bari'de nakledildiğine göre, Ebu Abdurrahman Sülemi, yürürken Kur'an
okurdu ve secdeyi gerektiren bir ayete geldiğinde abdestli olsun olmasın,
kıbleye yönelik bulunsun bulunmasın boynunu eğerdi. Bütün bunlardan şu sonuca
varıyoruz ki, çoğunluğun takip ettiği yolu izlemek daha ihtiyatlı ve temkinli ise
de, eğer bir kişi çoğunluktan farklı bir uygulamayı takip ederse, bu kimse
bundan dolayı kınanmamalıdır. Çünkü, bu konuda çoğunluğun izlediği usul için
Sünnet'te bir delil bulunmazken, alimlerin böyle amel ettiklerine dair misaller
vardır.
Allah razı olsun ne güzel hemen tefsire ulaşabildim sayenizde.Selam ve dua ederim.
YanıtlaSil