3 Mayıs 2012 Perşembe

A'raf Suresi 157-160 Tefsiri - Mevdudi

157- Onlar, Ümmi peygamber (Rasûl) e uyanlardır. Yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de (geleceği) yazılıdır ki O (peygamber) onlara marufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, sırtlarındaki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, saygı gösterip düşmanlarına karşı yardım edenler ve O'nunla birlikte indirilen Nuru izleyenler, işte kurtuluşa erenler bunlardır.

"O, ufak tefek meseleleri bile kılı kırk yararak çok büyük ve mühim meseleler haline getiren fakihlerin, dinî liderlerin takat getirilemeyecek sofuluk anlayışlarının, ve avamdan insanların telkin ettiği bâtıl inanç ve talimatların, kendilerine yüklediği bunaltıcı külfetlerden onları kurtarıcıdır. Ve ayrıca da, bizzat gene kendilerince uydurulup hayatlarını sımsıkı sarıp sarmaladıkları birtakım kayıtlardan da onları kurtarıp özgür kılacak olan da yine bu peygamberdir."

Daha önce geçen ayetle Hz. Musa'nın (a.s) duasına karşılık verildikten sonra Kur'an bu vesileyle İsrailoğulları'nı Hz. Muhammed'e (s.a) tabi olmaya davet eder. Demek istenilen şudur: "Hz Musa zamanında, Allah'ın rahmetinin üstünüze gelmesini sağlayan şartlar halen caridir, ve bu da sizin bu Peygamber'e (s.a) inanmanızı gerektirmektedir. Allah'ın rahmetinin, kendilerini isyandan koruyan ve ondan kaçınan kimselere gönderildiği size anlatılmıştı. İşte şimdi de aynı şekilde Allah'ın görevlendirdiği elçilerin rehberliğini kabul etmemekten daha büyük itaatsizlik yoktur. Binaenaleyh siz bu isyânkârlıktan vazgeçmezseniz, ufak tefek ve önemsiz bazı dinsel ayrıntılarda gösterdiğiniz sofuluktan başka erdemin diğer unsurlarından hiçbirini elde edemezsiniz."

Allah'ın rahmetine erebilmeniz için zekât ile emrolunmuştunuz, bugün ise zekâtı harcamaya en uygun tek yol, şu anda içinizde bulunan Hz. Rasûl'ün (a.s) liderliği altında sürdürülmekte olan "Hak dinin ikamesi" mücadelesine katkılarda bulunmaktır. Zira zekâtın esas iktizası ancak bu şekilde tahakkuk ettirilebilecektir. Allah'ın, rahmetini vahye inananların üzerine yazdığı size daha önce haber verilmişti. Bundan dolayı, eğer siz, Allah'ın Resûlüne indirmekte olduğu vahiyleri reddederseniz, Tevrat'ın içindeki vahiylere inandığınızı iddia etseniz bile, "bu son şartı yerine getirmemiş olacaksınız."

Burada, Hz. Peygamber (s.a) için "Ümmî" kelimesinin kullanılmış olması oldukça anlamlıdır. Bu lakap burada, kendilerinin dışındakilere "Ümmîler" (Gentile) diyen Yahudilerin bu kavmî gurur ve küstahlıklarını kırmak için kullanılmıştır. Bu konuda o kadar küstah idiler ki, bir ümmiyi kendilerine lider olarak tanımak şöyle dursun, bir millet olarak kendilerinden olmayan kimselere en temel insan haklarını bile tanımaya hazır değildiler. "Ümmîlere karşı bizim herhangi bir sorumluluğumuz yoktur..." (Al-î İmran: 75) diye iddiada bulundular. Bundan dolayı "Nebi" sözcüğünden önce "Ümmi" kelimesini kullanmış olmakla sanki Allah şöyle demek istemiştir: "Şimdi sizin kurtuluş ve selametiniz ancak bu ümmî peygambere uymanıza bağlıdır. Eğer siz ona uyarsanız, rahmetimden nasibinizi alırsınız, aksi halde, içinde bulunduğunuz dalâletten ötürü asırlar boyunca müstehak olduğunuz gazap sürer, gider."

Tevrat ve İncil'de, Hz. Muhammed'in (s.a) peygamber olarak gelişine dair açık atıflar vardır. Örnekler için bkz. Tesniye, 18: 15-19 (Tanrınız RAB size aranızdan, kendi kardeşlerinizden benim gibi bir peygamber çıkaracak. Onu dinleyin. Onlara kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım. Sözlerimi onun ağzından işiteceksiniz. Kendisine buyurduklarımın tümünü onlara bildirecek.),  Yuhanna14:30 (Artık sizinle uzun uzun konuşmayacağım. Çünkü bu dünyanın egemeni geliyor. ), 15: 26 (Ben bu dünyadan ayrılıyorum, ama size ebedi Baba’dan gelen hakikatin Ruhu’nu göndereceğim. Kutsal Ruh sizin Yardımcınız olacaktır. O gelecek ve beni yüceltecektir.), 16: 7-15 (Size gerçeği söylüyorum, benim gidişim sizin yararınızadır. Gitmezsem, Yardımcı size gelmez. Ama gidersem, O'nu size gönderirim. O gelince günah, doğruluk ve gelecek yargı konusunda dünyayı suçlu olduğuna ikna edecektir:Günah konusunda, çünkü bana iman etmezler ;doğruluk konusunda, çünkü Baba'ya gidiyorum, artık beni görmeyeceksiniz; yargı konusunda, çünkü bu dünyanın egemeni yargılanmış bulunuyor. "Size daha çok söyleyeceklerim var, ama şimdi bunlara dayanamazsınız.Ne var ki O, yani Gerçeğin Ruhu gelince, sizi tüm gerçeğe yöneltecek. Çünkü kendiliğinden konuşmayacak, yalnız duyduklarını söyleyecek ve gelecekte olacakları size bildirecek.O beni yüceltecek. Çünkü benim olandan alıp size bildirecek.).


158- De ki: "Ey insanlar, ben Allah'ın sizin hepinize gönderdiği bir elçisi (peygamberi) yim. Ki göklerin ve yerin mülkü yalnız O'nundur. O'ndan başka ilah yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyleyse Allah'a ve ümmi peygamberine iman edin. O da Allah'a ve O'nun sözlerine inanmaktadır. Ona iman edin ki hidayete ermiş olursunuz.

159- Musa'nın kavminden hakka ileten ve onunla adalet yapan bir topluluk vardır.

Ara izah olarak getirilen 157-158. ayetlerle kesilen konunun anlatımına kalınan yerden tekrar devam ediliyor.

Kur'an meali hazırlayanların büyük bir kısmı, 159. ayete şöyle bir anlam verirler: "Musa ümmeti içinde, Hakka götüren ve Hakka uygun karar veren bir topluluk vardır." Böyle bir mânâyı verenler, yani Kur'an'ın vahyolduğu devirde, onların içinde böyle bir grubun bulunduğunu söylemek isterler. Fakat biz ise, bu hususun geçtiği metinden, Hz. Musa'nın (a.s) peygamberliği zamanında İsrailoğulları arasında böyle iyi insanlardan meydana gelen bir topluluğun var olduğunu anlıyoruz. Bu konunun burada zikredilmiş olması, o zaman, yani İsrailoğulları arasında ahlâksızlığın ve ruhî soysuzlaşmanın en korkunç boyutlara vardığı, altın buzağıya tapmaya başladıkları ve neticede de Allah tarafından cezalandırıldıkları devirde bile, aralarında böyle bir salihler topluluğu bulunduğu içindir.


160- Biz onları (İsrailoğullarını) ayrı ayrı oymaklar olarak on iki topluluk (ümmet) olarak ayırdık. Kavmi kendisinden su istediğinde Musa'ya: "Asan'la taşa vur" diye vahyettik. Ondan on iki pınar sızıp-fışkırdı; Böylece her bir insan-topluluğu su içeceği yeri öğrenmiş oldu. Üzerlerine bulutla gölge çektik ve onlara kudret helvası ile bıldırcın indirdik. (Sonra da şöyle dedik:) "Size rızk olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yeyin." Onlar bize zulmetmedi, ancak kendi nefislerine zulmediyorlardı.

Bu, Maide suresinin 12. ayetinde ve Kitab-ı Mukaddes'in dördüncü kitabı olan Sayılar'da açıklanmış olan İsrailoğulları'nın teşkilatlanmasına işaret eder. Buna göre, ezeli olan Allah, Hz. Musa'ya (a.s) İsrailoğulları'nı Sina çölünde toplamayı ve bütün topluluğun bir sayımını yapmayı emretmişti. Buyruk gereğince sayıldılar ve Hz. Yakub'un on çocuğu ve Hz. Yusuf'un da iki oğlunun zürriyeti de dahil edilerek İsrail kavmi on iki aşirete ayrıldı. Ve her birinin başına bu aşiretlerin başlarında bulanan oniki reisi, her bir aşiretin ahlakî, dinî, toplumsal, kültürel ve askerî durumuyla yakından ilgilenmesi ve On Emir'in tatbik edilmesi için, babadan oğula geçecek şekide lider yapıldılar. Bununla birlikte, Hz. Musa ve Harun'un dedelerinin kabilesi ve Hz. Yakub'un onikinci oğlu Levilliler boyu, bu on ikinin dışında bırakıldılar. Bu boy, İsrailoğulları'nın oniki aşireti arasında sayılmamış, bilâkis ayrı bir cemaat olarak örgütlendirilmiş ve öteki bütün boyların dinî ve ruhî selâmetleri ile mesul olma gibi umumî bir vazife ile görevlendirilmişlerdi.

Yukarıda zikredilen teşkilatlandırma işi, Allah'ın İsrailoğulları'na vermiş olduğu en büyük lütuflarından biriydi. Bu ikramın bir devamı olarak burada üç tane daha zikredilmektedir. 1) Sina Yarımadası'nda kaldıkları sürece, mucize olarak su ihtiyaçlarının sağlanması, 2) Çölün kavurucu sıcağından korumak için, gökyüzünün bulutlarla kaplanmış olması, 3) Çölün ortasında onları (İsrailoğulları'nı) olağanüstü şekilde beslemek için "menne" (kudret helvası) ve "selva" (bıldırcın eti) gibi yiyecekler gönderilmesi. 

Menn ve Selva Allah'ın verimsiz arazide İsrailoğulları'nı doyurmak için verdiği nimetlerdi. Menn gökten çiğ damlası gibi dökülüyor, bıldırcına benzeyen Selva'nın ise binlercesi uçuyordu. Nimetler o denli boldu ki, İsrailoğulları'nın tümü kırk yıl boyunca açlık ve kıtlık çekmeksizin bu nimetlerle beslendiler. Bu bağlamda bugün zengin yeraltı kaynakları, iletişim ve ulaşım araçlarıyla çağdaş bir ülkenin birkaç milyon göçmeni barındırıp besleme konusunda zorluklarla karşılaşılacağı noktasına da dikkat edilmelidir.

Eğer hayatları için zaruri olan bu düzenlemeler yapılmamış olsaydı, yaklaşık iki milyon insandan oluşan bu büyük topluluk, sıcak, açlık ve susuzluktan helâk olacaktı. Ve hatta, imkânların çok daha ileri olduğu bugün dahi, o Sina Yarımadası'na bu miktarda bir insan kalabalığı, hiçbir ön tedbir almadan bir gezi yapacak olsa, o kalabalık için gerekli yiyecek ve içecekle, onları kızgın güneşten koruyacak barınak temin edebilmenin ne kadar imkânsız olduğunu, o bölgeyi gidip gördüğünüzde anlarsınız. Bölgede yaşayan yerli insanlar o kadar azdır ki, sayıları birkaç bin civarındadır. Eğer çağdaş bir devlet, bölgeye bir askeri birlik göndermek istese (meselâ 500 bin asker kadar) , keşifler çağı olan şu zamanda bile şüphesiz başı ağrıyacaktır. Bu yüzdendir ki, herhangi bir vahye ve mucizeye kafalarında yer vermeyen pek çok araştırmacı bilim adamları, öyle Kur'an'da ve İncil'de bahsedildiği vechiyle, İsrailoğulları'nın bu yarımadayı başından sonuna geçtikleri ve yıllarca bir bölgesinde kaldıkları tarihi gerçeğini kabul etmemişler ve böyle bir şeyin olamayacağını ileri sürmüşlerdir. Bunlar, belki de Filistin'in güneyinden bir yerden Kuzey Arabistan'a geçmiş olabilirler" demektedirler. Bu araştırmacılar, bir de Mısır tarafından gelen bütün ikmal yollarının kesik olması ve yarımadanın kuzeydoğusunda yaşayan Amelikalıların her an saldırabilmeleri kuvvetli ihtimalinin de gözönünde tutulması halinde, böyle bir topluluğun böyle bir güç coğrafi ve iktisadî şartlar altında, belirtilen süre kadar kalabilmiş olmalarına hiç ihtimal dahi vermemekte ve üstelik inandırıcı olmadığını söylemektedirler.


Eğer bu manzarayı gözümüzün önünde tutarsak, ayette vurgulanan insanların gerçek değerini o zaman takdir edebiliriz. Fakat, aynı zamanda, bu topluluğun geçmişinde de sık sık tekrarlandığı gibi itaatsizlik ve riyakârlık da bulunarak nankörlük ettiği, küfran-ı nimette bulunduğu da açıkça belli olmaktadır.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder