8 Şubat 2012 Çarşamba

Mürselât Suresi

Adını ilk ayetinde geçen mürselât (ki, Kur’an'ın tedrîcen vahyine işaret eder) kelimesinden alan bu sure, kronolojik olarak, 104. sure (Hümeze) ile 50. sure (Kâf) arasındaki bir zamana, yani hemen hemen Hz. Peygamber'in risalet görevini yüklenmesinin dördüncü yılına yerleştirilebilir.


بِسْــــــــــــــــــمِ اﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم


1 DÜŞÜN bu [mesaj]ları, dalga dalga gönderilen 2 ve sonra fırtına şiddetiyle patlayan!

Yani, birbiri ardından: Kur’an'ın tedricî olarak, safha safha vahyedilişine işaret. Bir sonraki cümle ise (ayet 2), tersine, ilahî kelâmın bir bütün olarak sahip olduğu gücü ve etkiyi anlatmaktadır. Yemin edatı ve'yi “Düşün” şeklinde çevirmem konusunda: Bu ayet, ve yemin edatının, kendisinden sonra belirtilen gerçeğe ya da gerçeğin kanıtına ağırlık kazandırmak için -tanıklığa çağrıda olduğu üzere- (“Allah'a andolsun!” ifadesinde olduğu ölçüde) yemin kadar ağır ve güçlü bir iddia ve isbat manası ifade edecek surette ilk kullanıldığı yerdir: bu nedenle onu burada ve başka yerlerde “düşün” şeklinde çevirdim. Bu örnekte böylece vurgulanan hakikat, hilalin değişen evreleri ve gece ile gündüzün yer değiştirmeleri nasıl ki Allah'ın koyduğu tabiat kanunlarının bir sonucu ise günahkarın öteki dünyada çekeceği azabın da, aynı şekilde, bu dünyada yaptığı kötülüklerin tabii bir sonucu olduğu hakikatidir.


3 Düşün bu [mesaj]ları, [hakikati] dört bir yana yayan,
4 böylece [doğru ile eğriyi] kesin şekilde ayıran,


Lafzen, “[bütün] farklılığıyla (farkan)”. Karş. 8/29: Siz ey imana erişenler! Eğer Allah'a karşı sorumluluk bilinci içinde olursanız O size, hakkı bâtıldan ayırmaya yarayan bir ölçü bahşedecek ve kötü işlerinizi silip örtecek, sizi bağışlayacaktır: Çünkü Allah, bağış ve cömertliğinde sınır olmayandır.

Ayrıca Bkn 2/53: Ve [hatırlayın,] Musa'ya ilahî kelâmı -[böylece] doğruyu yanlıştan ayırd etmek için [kullanacağı] ölçüyü - vermiştik ki doğruya yönelesiniz: Muhammed Abduh, el-furkân'ın, aynı zamanda, “doğruyu yanlıştan ayırd etmemizi sağlayan insan aklı” için de kullanıldığını (Menâr III, 160) söyleyerek ve bu kapsamı geniş yorumunu Bedir Savaşı'nın yevmu'l-furkân (“doğrunun yanlıştan ayrıldığı gün”) olarak tanımlandığı 8/41. ayete (BİLESİNİZ Kİ, [savaşta] ganimet olarak her ne ki ele geçirdiyseniz onun beşte biri Allah'a ve Rasûl'e; ve yakın akrabaya, yetimlere, ihtiyaç içinde olanlara ve yolda kalmışlara aittir. [Gözetmeniz gereken ölçü budur] eğer Allah'a ve o hakkın bâtıldan ayrıldığı, iki topluluğun savaşta karşı karşıya geldiği gün kulumuza indirdiğimize inanıyorsanız. (Ki işte o gün tanık olduğunuz gibi) Allah'ın her zaman, her şeyi irade etmeye gücü yeter.) dayandırarak el-furkân'ın yukarıdaki anlamını (Taberî, Zemahşerî ve diğer büyük müfessirlerce kabul edilen anlam) desteklemiştir. Furkân terimi, Kur’an'da, çoğunlukla vahyedilmiş metinlerden herhangi birini ve özellikle de Kur’an'ı tanımlamak için kullanıldığından, Abduh tarafından işaret edilen muhtevayı taşıdığı da kuşkusuzdur: mesela, 8/29'da (Siz ey imana erişenler! Eğer Allah'a karşı sorumluluk bilinci içinde olursanız O size, hakkı bâtıldan ayırmaya yarayan bir ölçü bahşedecek ve kötü işlerinizi silip örtecek, sizi bağışlayacaktır: Çünkü Allah, bağış ve cömertliğinde sınır olmayandır.) bu terim, Allah'a karşı sorumluluklarının tam olarak bilincinde olan insanları (ötekilerden) ayıran ahlakî değerlendirme melekesine işaret etmektedir.



5 ve sonra bir öğüt ve hatırlatmada bulunan,
6 suçlardan arınma[yı vaad eden] veya bir uyarı[da bulunan]!


Yani, suçtan arınmayı sağlayan şeyi -başka bir deyişle, doğru davranışın prensiplerini- ve ahlakî olarak yanlış olan ve kaçınılması gereken şeyleri göstererek.


7 BAKIN, bekleyip görün denilen her şey mutlaka gerçekleşecektir.

Lafzen, “size vaad edilen”, yani yeniden dirilme.


8 Yıldızlar söndüğü zaman [gerçekleşecek,] 9 ve gök parçalandığı zaman, 10 ve dağlar toz gibi ufalandığı zaman, 11 ve bütün elçiler belirlenen bir vakitte toplanmaya çağırıldıkları zaman...

Yani, Allah'ın mesajlarını ilettikleri kişi ve topluluklar aleyhine veya onlar lehine şahitlik yapmaları için (karş. 4:41-42 (Öyleyse [Hesap Günü], her topluluk içinden şahitler getireceğimiz ve seni [ey Peygamber] onlar aleyhine şahit tutacağımız zaman, ne olacak [o günahkarların hali]? Hakikati inkara şartlanmış olanlar ve Peygamber'e itaatsizlik yapanlar o Gün toprağın kendilerini yutmasını isteyecekler; ama onlar, olup-biten hiçbir şeyi Allah'tan gizle[ye]meyeceklerdir.), 5:109 (ALLAH'IN bütün peygamberleri toplayıp onlara, “Size ne cevap verildi?” diye soracağı Gün onlar, “Bizim bir bilgimiz yok: Yalnız Sensin yaratılmışların idrakini aşan her şeyi tümüyle bilen!” diyecekler.), 7:6 (Ve bu yüzden, kendilerine [ilahî] bir mesaj gönderilen herkesi, hiç şüphesiz, [Yargı Günü'nde] hesaba çekeceğiz. Ve yine hiç şüphesiz mesajla gönderilenleri[n kendilerini] de hesaba çekeceğiz.) ve 39:69 (Ve yeryüzü Rabbinin nuru ile aydınlanacak. [Herkesin işlediğinin] hesabı ortaya dökülecek; bütün peygamberler ile [öteki] bütün şahitler huzura çağrılacak ve kendilerine adaletle hükmedilecektir. Ve onlara asla haksızlık yapılmayacak) ).


12 Ne zaman gerçekleşecek [bütün bunlar]? 13 [Doğruyu yanlıştan] Ayırd etme Günü!

Bu, her zaman Kıyamet Günü'ne işaret eden yevmu'l-fasl ifadesinin kronolojik olarak Kur’an'da ilk geçtiği yerdir (karş. 37:21 ([Ve onlara şöyle denilecek:] “Bu, yalanlamış olduğunuz [gündür, şaşmaz hakikat ile sahte ve yalan arasında ] Ayrım Günüdür!”), 44:40 (GERÇEK ŞU Kİ, [doğru ile yanlış arasında] Karar Günü, onların tümü için belirlenmiş olan bir gündür), 78:17 (Şüphesiz hüküm ve ayırma günü belirlenmiş bir vakittir.) ve bu surenin 38. ayeti ([onlara şöyle denilecek, doğru ile eğri arasındaki] o Ayrım Günü: “Sizi eski zamanların o [günahkar]ları ile bir araya getirdik) ): yeniden dirildiğinde insanın kendisine ve geçmişteki eylem ve tavırlarının gerisindeki sebep ve saiklere mükemmel, kusursuz bir bakış açısı kazanacağını sık sık tekrarlayan Kur’ânî ifadeye telmîh. Karş. 69:1 (Olacak Olanın gerçekleşmesi!) : Yani, Kıyamet ve Hesap Günü. O Gün insan, geçmiş hayatının mahiyetini hakkıyla anlayacak ve bütün aldatmacalardan uzak şekilde, kendisini olduğu gibi görecek; geçmişteki bütün eylemlerinin -ve böylece ahiretteki kaderinin- gerçek anlamı kendisine gözlerini kör edercesine gösterilecektir. (Bknz. 37:19 (Çünkü o [alay ettikleri yeniden dirilme,] bir itham çığlığı şeklinde [âniden onların tepesinde patlayacak.] İşte o zaman [hakikati] anlamaya başlayacaklar), 39:68'in son cümlesi ([O Gün hesap] sûru üflenecek; ve yerde, gökte ne varsa hepsi, Allah'ın [hariç tutmak] istedikleri dışında, düşüp bayılacaklar. Sonra sûr yeniden üflenecek; işte o zaman [yargı kürsüsü önünde] duranlar [hakikati] görmeye başlayacaklar!) ve 50:21-22 (Her insan, [kendi geçmiş] iç dürtüleri ve vicdanı ile ortaya çıkacak, [ve ona,] “Sen,” [denilecek,] “bu [Hesap Günü]nü umursamıyordun, ama şimdi Biz senin (gözündeki) perdeni kaldırdık, bakışın bugün artık daha keskindir!”) )


14 Bu Ayrım Günü'nün nasıl bir gün olacağını bilebilir misin?
15 O Gün vay haline hakikati yalanlayanların!


16 Biz, geçmişin o [günahkar]larını yok etmedik mi? 17 İşte sonrakileri de onlarla aynı yola sokacağız: 18 [çünkü] Biz, günaha batmış olanlarla böyle uğraşırız.

Sümme bağlacının -ki burada “İşte” olarak çevrilmiştir- kullanılması, “sonraki” günahkarların (âhirûn), bu dünyada Allah'ın akıl-sır ermez, derinliğine erişilmez hikmeti gereği bir belaya uğramasalar da öteki dünyanın azabına mutlaka uğrayacaklarını ifade eder.


19 O Gün vay haline hakikati yalanlayanların!
20 Sizi basit bir sıvıdan yaratmadık mı, 21 [rahmin içinde] sağlam bir şekilde muhafaza ettiğimiz [bir sıvıdan], 22 önceden belirlenmiş bir süreyle?
23 Biz, [insanın yaratılışını] işte böyle gerçekleştirdik: ne mükemmeldir Bizim [bir şeyi] gerçekleştirme kudretimiz!


Açık bir şekilde Allah'ın yaratıcı faaliyetine ve dolayısıyla varlığına işaret etmektedir. Sonuç olarak, insanın bundan dolayı şükretmeyişi, Kur’an'ın “hakikati yalanlamak” olarak tanımladığı bir nankörlük derecesine varmaktadır.

Ayrıca insanın varoluş sahnesine çıkarılma süreci 23:12-14'de tasvir edilmiştir:
(İMDİ, GERÇEK ŞU Kİ, Biz insanı balçığın özünden yaratıyoruz, sonra onu çok dayanaklı bir karargâhta bir damlacık yaptık, sonra bu döl suyu damlasından döllenmiş hücreyi yaratıyoruz; sonra bu döllenmiş hücreden de cenini ve ceninden kemikleri yaratıyoruz; ve sonra da kemiklere et giydirip onu yepyeni bir yaratık halinde var edip ortaya çıkarıyoruz: öyleyse, yaratanların en iyisi, en ustası olarak Allah ne yücedir! : İnsanın “balçıktan”, “topraktan” yahut yukarıdaki ayette geçtiği gibi, “balçığın özünden (sulâleh)” yaratıldığına dair çok sayıdaki Kur’ânî atıflar insan bedeninin toprakta yetişen ya da toprağın bileşiminde bulunan muhtelif organik ve inorganik unsurlardan teşekkül ettiğine, toprakta yetişen besinlerin özümlenmesi yoluyla bu unsurların sürekli olarak canlı ve üretken hücrelere dönüştüğüne (Râzî) işaret etmekte ve böylece insanın bedensel menşeinin ya da özünün basitliğini ve buna bağlı olarak da, ona akıl ve duygu donanımı bahşeden Allah'a karşı insanın ödemesi gereken şükran borcunu dile getirmektedirler. 12-14. ayetlerde kullanılan geçmiş zaman kipi (mazî), bu yaratılış evrelerinin hepsinin Allah tarafından öngörülüp gerçekleştirildiğini ve bu sürecin insanın O'nun tarafından yeryüzüne çıkarıldığı günden bu yana hep tekrarlanıp durduğunu vurgulamak içindir; bu anlam örgüsü içinde sözkonusu tekrar tekrar vukuun başka bir dile şimdiki zaman kipinde aktarılması yerinde olacaktır.

Lafzen, “yaratıcıların en iyisi”. Taberî'nin belirttiği gibi, Araplar “yaratıcı” ya da “yaratan” sıfatını her türlü “sanatkar/sanatçı” (sâni‘) için kullanmaktadırlar; bu kullanım, geniş anlamıyla sanat eserlerinin “yaratımı”yla ilgili olarak Avrupa dillerinde de geçerlidir. Sözcüğün gerçek ve birincil anlamıyla asıl ve yegane yaratıcı Allah olduğuna göre, ahsenu'l-hâlikîn ifadesi, hâlik teriminin bu ikincil anlamıyla anlamlandırılmalıdır (karş. Tâcu'l-‘Arûs, haleka maddesi). )



24 O Gün vay haline hakikati yalanlayanların!
25 Biz toprağı toplanma yeri yapmadık mı 26 diriler ve ölüler için?


Bu, yalnızca toprağın diri ve ölü insanlar ve hayvanlar için bir kalım/yerleşim yeri olduğu gerçeğine işaret etmekle kalmaz, ama aynı zamanda bütün organik hayatta, ilahî bir kanun olarak, doğma, büyüme, yaşlanma ve ölme devr-i dâim şeklindeki hareketine işaret eder -böylece, “ölüden diriyi ve diriden ölüyü meydana getiren” Yaratıcı'nın varlığının bir kanıtı olarak görülür (3:27 (“Gündüzü kısaltarak geceyi uzatır ve geceyi kısaltarak gündüzü uzatırsın. Ölüden diri ve diriden ölü çıkarırsın. Ve dilediğine her türlü hesabın üstünde rızık bağışlarsın.”), 6:95 (KUŞKUSUZ Allah, tohumu ve meyve çekirdeğini çatlatarak ölüden diriyi meydana getirendir ve diriden de ölüyü çıkaran. İşte budur Allah: ve akıllarınız hâlâ nasıl da tersyüz oluyor!), 10:31 (DE Kİ: “Sizi göğün ve yerin ürünleriyle rızıklandıran kimdir? Yahut kimdir, işitme ve görme yetisi üzerinde mutlak egemen olan? Kimdir, ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkaran? Ve (yine) kimdir var olan her şeyi çekip çeviren?” Şüphesiz, diyecekler ki: “(Elbette) Allah!” Öyleyse, de ki: “Peki, O'na karşı artık gereken duyarlığı göstermeyecek misiniz?) ve 30:19 (O, ölüden diriyi meydana getiren[dir], diriden de ölüyü; ve toprağı öldükten sonra yeniden canlandıran O'dur: işte siz de [ölümden hayata] böylece döndürüleceksiniz.) ).


27 Onun üzerinde haşmetli, sarsılmaz dağlar meydana getirmedik mi ve size içmeniz için tatlı sular vermedik mi?

Bu ayet, önceki ile paralel olarak, Allah'ın cansız varlıkları yaratmasına işaret etmekte ve böylece O'nun, evrenin hem organik hem de inorganik bütün tezahürleriyle Yaratıcı'sı olduğu gerçeğini teyid etmektedir.


28 O Gün vay haline hakikati yalanlayanların!

29 HAYDİ, yalanlayıp durduğunuz şu [kıyamete] doğru gidin bakalım!

30 Üç katlı gölgeye doğru gidin, 31 hiçbir [serinliği] olmayan ve ateşten korumayan (gölgeye)


Yani, ölümün, yeniden dirilmenin ve Allah'ın yargısının (gölgesine); ki üçü de günahkarların kalbine korku salar.


32 [yanan] kütükler gibi (ateşten) kıvılcımlar saçan, 33 kızgın dev halatlar gibi!

Lafzen, “bükülmüş sarı halatlar gibi”, sarı renk, “ateşin rengidir” (Beğavî). Birçok müfessir ve Kur’an'ın şimdiye kadarki bütün çevirmenlerinin cimâlât'ı (hem cimâlet, hem de cimâleh olarak okunmuştur) “develer” şeklinde çevirmeleri, son derece uygunsuz bir karşılık olduğu için kabul edilemez durumdadır; bu bağlamda bkz. 7:40 (GERÇEK ŞU Kİ, Ayetlerimizi yalanlamaya kalkışan ve onlara tepeden bakan kimselere göğün kapıları açılmayacaktır; ve onlar, halatın iğne deliğinden geçebilmesinden daha kolay giremeyecekler cennete. Günaha gömülüp gidenleri Biz işte böyle cezalandırırız.). Yukarıdaki ayette de çoğul isim cimâleh (veya cimâlât), “bükülmüş halat” veya “dev halatlar”ı gösterir -bu anlam, İbni ‘Abbâs, Mücâhid, Sa‘îd b. Cubeyr ve başkaları tarafından kuvvetle vurgulanmıştır (karş. Taberî, Beğavî, Râzî, İbni Kesîr; ayrıca Buhârî, Kitâbu't-Tefsîr). Ayrıca yıldız kaymalarının hareketini gözlememiz de, “kızgın dev halatlar” şeklindeki çevirimizi haklı çıkarmaktadır. Benzer şekilde, kasr kelimesini tamamen anlamsız olan “kaleler”, “saraylar” vb. şeklindeki klasik karşılıklarının yerine bu bağlamda “[yanan] kütükler” şeklinde çevirmem de yukarıda zikredilen otoritelere dayanmaktadır.


34 O Gün vay haline hakikati yalanlayanların, 35 hiçbir söz söyle[ye]meyecekleri, 36 ve özür dilemelerine izin verilmeyeceği o Gün.

37 O Gün vay haline hakikati yalanlayanların, 38 [onlara şöyle denilecek, doğru ile eğri arasındaki] o Ayrım Günü: “Sizi eski zamanların o [günahkar]ları ile bir araya getirdik; 39 ve eğer bir bahaneniz [olduğunu sanıyorsanız], haydi (onu kullanıp) Beni atlatmaya çalışın!”

40 O Gün vay haline hakikati yalanlayanların!

41 [AMA,] Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlar, [serin] gölgeler altında ve pınarlar arasında oturacaklar, 42 ve canlarının istediği her meyve[den tadacaklar]; 43 [ve onlara:] “[Hayatta iken] yaptıklarınızın karşılığı olarak afiyetle yiyip için!” denilecek.

44 İyilik yapanları işte böyle ödüllendiririz; 45 [ama] o Gün vay haline hakikati yalanlayanların!

46 [DOYUNCAYA] kadar yiyip için ve biraz sefanızı sürün, siz ey günahkarlar!


Lafzen, “siz, günaha batmışlardansınız (mücrimûn)”.


47 [Ama] o Gün, vay haline hakikati yalanlayanların! 48 Ve onlara “[Allah'ın huzurunda] baş eğin!” denildiğinde buna uymazlar: 49 o Gün, vay haline hakikati yalanlayanların!

50 Peki, bundan sonra, başka hangi habere inanacaklar?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder