15 Şubat 2012 Çarşamba

Kâf Suresi - Tefsir (16-45)

16. GERÇEK ŞU Kİ, insanı yaratan Biziz ve onun iç-benliğinin ona ne fısıldadığını Biz biliriz: çünkü Biz ona şah damarından daha yakınız.

17. [Ve böylece,] ne zaman [tabiatında mevcut] iki eğilim, sağdan soldan çatışarak karşı karşıya gelseler, 18. insanın söylediği her şeyde yanıbaşında mutlaka bir gözetleyici bulunur.


Yukarıdaki cümlenin ilk bölümü -yani yetelakka'l-mutelakkiyân ifadesi- iki şekilde de anlaşılabilir: “kaydetmekle görevli olanlar kaydederler”, yahut “birbirleriyle karşılaşmayı amaçlayan iki kişi karşılaşırlar”. Klasik müfessirler, kural olarak, ilk anlamı tercih etmişler ve sonuçta pasajı şu şekilde yorumlamışlardır: “İnsanın yaptıklarını kaydetmekle görevli olan iki melek, onun sağında ve solunda oturarak yaptıklarını kaydederler”. Ama bana göre iki muhtemel karşılığın ikincisi (“birbirleriyle karşılaşmayı amaçlayan iki kişi”), insanın içindeki benliğin (nefs) “ona fısıldaması”ndan, yani bilinçaltı arzuların telkinlerinden söz eden önceki ayet ile daha anlamlı bir uyum içindedir. Böylece, “birbirleriyle karşılaşmayı amaçlayan iki kişi/güç”, buna göre, insanın tabiatında mevcut bulunan iki isteği, veya daha doğrusu, iki temel motivasyonu gösterir: yani bir taraftan onun cinsel olan ya da olmayan (ki tümü modern psikolojide “libido” terimiyle ifade edilmektedir) temel içgüdüsel dürtü ve arzuları, diğer taraftan hem sezgisel hem de düşünsel aklı. “Sağında ve solunda oturarak” (kâ‘id) ifadesi ise, her insanın içinde üstünlük kurmak için çabalayan bu iki gücün çatışan niteliklerini anlatan bir mecazdır: bu nedenle kâ‘id kelimesini “çatışan” olarak çevirdim. Ayrıca bu yorum, 21. ayette, Hesap Günü insanın “bir sürücü ve bir şahit ile” ortaya çıkmasına yapılan gönderme -açık bir şekilde insanın içgüdüsel dürtülerine ve aklına işaret eden bir ifade- ile desteklenmektedir.



19. Ve [sonra,] ölüm kâbusu, kendisiyle beraber [asıl] gerçeği de ortaya koyacaktır -işte bu, [ey insan,] senin her zaman kaçtığın şeydir!-

20. ve [yeniden diriliş] sûru, [sonunda] üflenecektir: işte o, bir uyarının gerçek olacağı Gün'dür.

21. Her insan, [kendi geçmiş] iç dürtüleri ve vicdanı ile ortaya çıkacak, 22. [ve ona,] “Sen,” [denilecek,] “bu [Hesap Günü]nü umursamıyordun, ama şimdi Biz senin (gözündeki) perdeni kaldırdık, bakışın bugün artık daha keskindir!”

Lafzen, “bir sürücü (sâik) ve bir şâhid ile”. Birinci terim, insanın aslî dürtülerini -ve özellikle onu kendi tutkularına sınırsız şekilde bağlayan ve böylece günaha sürükleyen dürtüleri- anlatırken şâhid terimi (ki tarafımdan “vicdan” olarak çevrilmiştir) burada, insanı kendisine karşı “şahidlik yapma”ya -sonraki ayette atıfta bulunulan “perdenin kaldırılması”na- zorlayan kendi manevî/ahlakî gerçekliğinin farkına varmasına yol açan insan vicdanının daha derin katmanlarının uyanışına işaret etmektedir (karş. 17:14 ([Ve o Gün ona:] “(Şimdi) oku sicilini!” [denecek,] “(çünkü) bugün kendi hesabını kendin çıkaracak durumdasın!”), 24:24 (o Gün ki, kendi dilleri, elleri ve ayakları bütün [bu] yaptıklarını [açığa vurarak] onların aleyhine şahitlik edecektir!), 36:65 (O Gün ağızlarına mühür vuracağız, fakat elleri dile gelecek ve ayakları [hayatta iken] yapmış oldukları her şeye tanıklık edecektir.), 41:20 (Ve [yeryüzündeki hayatlarında] hakikati inkar etmiş olanlar [bunun üzerine] feryad edecekler: “Ey Rabbimiz! Bizi saptıran şu insanları ve görünmeyen varlıkları göster bize: onları ayaklarımızın altına al(ıp çiğneyel)im ki hepimizin en alçağı olsunlar!” )).


23. Ve onun (kişiliğinin) bir parçası: “Her zaman benimle olan işte budur!” diyecek.

Lafzen, “onun yakın arkadaşı” (karînuhû). Karîn terimi, başka bir şey ile “bağlantılı”, “ilişkili” yahut “gizli ortak” olan herhangi bir şeyi gösterir (karîn'in “[birisinin] öteki kişiliği” olarak çevrildiği 41:25 (ve [Bize karşı isyankar olduklarından,] onlara [şeytanî dürtülerini] öteki kişilikleri [olarak] musallat ettik; ve bunlar, önlerine serilmiş olan ile, bilgi alanlarının dışında kalanı kendilerine güzel gösterdi. Ve böylece, kendilerinden önce gelip geçmiş olan diğer [günahkar] insan ve görünmeyen varlık toplulukları için geçerli olan [ceza] vaadi onlar için de geçerli olacak: kuşkusuz onlar[ın hepsi] hüsrana uğrayacaktır!) ve 43:36 (Rahmân'ın uyarısını görmezden gelmeyi tercih eden kimseye gelince, Biz onun içine öteki kişiliğini oluşturmak üzere [kalıcı] bir şeytanî dürtü yerleştiririz.) ile karş.) Bu örnekte -21. ayet ile bir arada okunduğunda- insanın “bir parçası” yani onun uyanmış olan ahlakî bilinci kasdedilmiştir.

Yani, günahkarın aklı, kendisini kötülüğe yönelten dürtülerin ve isteklerin her zaman az veya çok bilincinde olmuş, hatta belki de bunlara karşı eleştirici davranmıştır: ama, ayetin devamında gösterildiği gibi, bu gecikmiş ve bu sebeple ahlaken etkisiz kavrayış, insanın sorumluluğunu azaltmaz, belki tersine daha da artırır.



24. [Bunun üzerine Allah:] “Atın, atın cehenneme bütün [bu tür] inatçı hakikat düşmanlarını!” diye emredecek,

Bu örnekte, 26. ayette de olduğu gibi, “atın” emri ikil (tesniye) haliyle (elkiyâ) kullanılmıştır. Birçok klasik dilbilimcinin (ve hemen hemen bütün müfessirlerin) işaret ettiği gibi, bu, özel bir vurgulamayı sağlamak açısından linguistik olarak mümkündür ve sözkonusu emrin vurgulu bir şekilde tekrarlanmasına eşit bir etkiye sahiptir. Diğer taraftan, ikil form, hitab edilen nesnelerin fiilen ikil oluşlarının bir göstergesi olarak da alınabilir: yani, 17. ayette işaret edilen ve 21. ayette de sâik ve şâhid olarak tanımlanan ve her ikisi de karşılıklı etkileşim içinde insanın manevî/ruhî çöküşünden ve böylece, öteki dünyada göreceği azaptan sorumlu olan kendi içindeki iki tezahür.



25. “Bu [her] hayra engel olanları, günahkar saldırganları [ve insanlar arasında] güvensizlik ve şüphe yayanları, 26. Allah'ın yanısıra başka ilahlar edinenleri: o halde atın bunları şiddetli azabın içine!”

Bu, yalnızca ilahî vasıflar izafe edilen gerçek veya hayalî varlıkların veya güçlerin kutsanmasını değil, aynı zamanda insanların adeta dinî bir coşku içinde sarıldıkları sahte/düzmece değerlere ve gayriahlakî kavramlara “tapınma”yı da kapsar.



27. İnsanın öteki kişiliği: “Yâ Rabbi!” diyecek, “Onun aklını, bilincini kötülüğe bulaştıran ben değilim; [hayır,] ama o [kendi yüzünden] sapıklığa düştü!”

Lafzen, 23. ayette olduğu gibi, “onun yakın arkadaşı” (karîn): bu ifade, insanın ahlakî bilincini veya aklını göstermiş olabileceği halde, bu örnekte, “konuşan” onun öteki parçasıdır, yani sâik (“onu süren/sürükleyen”) teriminde özetlenen ve çoğu zaman şeytân (şeytan veya şeytanî güç: bkz. 14:22 (Ve her şey olup bittikten, hüküm yerine geldikten sonra Şeytan: “Gerçek şu ki, Allah size gerçekleşmesi kaçınılmaz bir söz vermişti! Bense [her fırsatta] size birtakım sözler verdim ama sizi hep yüzüstü bıraktım. Yine de benim sizin üzerinizde gerçekte bir nüfûzum yoktu: Sizi sadece çağırıyordum; siz de (bu çağrıya) icabet ediyordunuz. Bunun içindir ki, beni suçlamayın, yalnızca kendinizi suçlayın. Ne ben sizin imdadınıza yetişecek durumdayım; ne de siz benim imdadıma yetişebilecek kimselersiniz; çünkü, bakın ben, sizin vaktiyle beni [Allah'a] ortak koşmanızda bir doğruluk payı olduğunu her zaman reddetmişimdir”. Doğrusu, tüm zalimleri 34 çok can yakıcı bir azap beklemektedir.) ile ilgili notta değinilen Râzî'nin görüşleri: Bu bölüme ilişkin tefsirinde Râzî şöyle bir açıklama getiriyor: “Bu ayet göstermektedir ki, gerçek Şeytan (eş-şeytânu'l-aslî) insanın [kendi] arzuları, hevesleri ve kompleksleridir (en-nefs): Çünkü yukarıdaki sözleriyle Şeytan ortaya koymaktadır ki, kendisi [günahkarın ruhuna] ancak ayartma ve vesvese yoluyla ulaşmaktaydı; dolayısıyla, eğer insan ruhunda şehvete, öfkeye, boş ve bâtıl inanç ve fantezilere doğru önceden mevcut bir eğilim, bir yatkınlık olmasaydı, bu şeytanî ayartma ya da vesveseler hiçbir şekilde etkili olmayacaktı”. ) olarak sembolize edilen, günahkarın içgüdüsel (instinctive) dürtülerinin ve sınırsız, ölçüsüz isteklerinin bileşimidir. Bu anlamda karîn terimi, 41:25 (ve [Bize karşı isyankar olduklarından,] onlara [şeytanî dürtülerini] öteki kişilikleri [olarak] musallat ettik; ve bunlar, önlerine serilmiş olan ile, bilgi alanlarının dışında kalanı kendilerine güzel gösterdi. Ve böylece, kendilerinden önce gelip geçmiş olan diğer [günahkar] insan ve görünmeyen varlık toplulukları için geçerli olan [ceza] vaadi onlar için de geçerli olacak: kuşkusuz onlar[ın hepsi] hüsrana uğrayacaktır!) ve 43:36'daki (Rahmân'ın uyarısını görmezden gelmeyi tercih eden kimseye gelince, Biz onun içine öteki kişiliğini oluşturmak üzere [kalıcı] bir şeytanî dürtü yerleştiririz.) ) anlamın aynısına sahiptir.

Yani insanın zihni moral hakikatlerden sapmadıkça onun şeytanî dürtüleri ve istekleri bir üstünlük sağlayamaz: ve bu gerçek, yukarıdaki 24-25. ayetlerin bu bağlamdaki anlamlarını da açıklamaktadır.



28. [Ve] Allah: “Benim önümde çekişmeyin [ey günahkarlar!]” diyecek, “Çünkü Ben sizi [bu Hesap Günü'ne karşı] uyarmıştım,

29. Benim verdiğim hüküm değişmeyecek; ve Ben kullarıma asla zulmetmem!”

30. O Gün, cehenneme: “Doldun mu?” diye soracağız; o, “[Hayır]” diyecek, “başka yok mu [bana göndereceğin]?”



31. [O Gün] cennet, Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyanların görüş sahasına getirilecek ve hiç uzaklaştırılmayacaktır; [ve onlara;]

32. “Size vaad edilen [yer] budur!” [denilecek,] -“Allah'a yönelen ve O'nu her zaman aklında tutanlara [vaad edilen]- 33. insan kavrayışının dışında olduğu halde Rahman'ın ürpertisini duyan ve pişmanlık dolu bir kalp ile [O'na] gelmiş olan [herkese].


Bkz. 24:31'in (İnanan kadınlara söyle, onlar da gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler; iffetlerini korusunlar; [örfen] görünmesinde sakınca olmayan yerleri dışında, cazibe ve güzelliklerini açığa vurmasınlar; ve bunun için, başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Cazibe ve güzelliklerini kocalarından, babalarından, kayınpederlerinden, oğullarından, üvey oğullarından, kardeşlerinden, erkek kardeşlerinin ya da kız kardeşlerinin oğullarından, kendi evlerindeki kadınlardan, yahut yasal olarak sahip oldukları kimselerden, yahut kendilerine bağlı olup cinsel isteklerden yoksun bulunan erkeklerden, ya da kadınların mahrem yerlerinin henüz farkında olmayan çocuklardan başka kimsenin önünde açığa vurmasınlar; ve [yürürken] gizli görkem ve güzelliklerini belli edecek şekilde ayaklarını yere vurmasınlar. Ve siz, ey müminler, hepiniz topluca, günahkarca davranışlardan dönüp Allah'a yönelin ki kurtuluşa, esenliğe erişesiniz!) son cümlesi ve ilgili not: Müminlerin topluca tevbeye çağırılmasının anlamı, “insan zayıf yaratıldığına” göre (4/28: (Allah yüklerinizi hafifletmek ister; zira insan zayıf yaratılmıştır.) ), hiç kimsenin hata ve ayartıdan korunmuş olmadığının hatırlatılmasıdır. Hz. Peygamber'in bile şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Doğrusu, günde yüz kere tevbe edip Allah'a yöneliyorum” (Abdullah b. Ömer'den rivayetle İbni Hanbel, Buhârî ve Beyhakî).



34. Bu [cennete] huzur içinde girin; bu, ebedî hayatın başladığı Gündür!”

Lafzen, “Ebedî İkamet Günüdür”.



35. Onlar orada arzu ettikleri her şeye sahip olacaklar, ama (bilsinler ki) katımızda daha fazlası da var.



36. BU[GÜN hakikati inkar ede]nlerden önce -onlardan çok daha güçlü olan- kaç nesli yok ettik: ama [her ne zaman azabımız başlarına geldiyse] yeryüzünde gezginler gibi dolaşıp sığınacak bir yer aradılar.

Bu ayet, yukarıdaki 12-14. ayetlerle ilişkilidir. Eski Arapça kullanımında karn terimi -ki burada “nesil” olarak çevrilmiştir- genelde “birbirini izleyen bir zaman devresi”ni gösterir: bu açıdan “yüzyıl” yahut “aynı dönemin insanları” ve son olarak, kelimenin tarihî anlamıyla “medeniyet” olarak anlaşılabilir. Burada bu sonuncu anlamın kasdedildiği, ayetin devamından anlaşılmaktadır.

Lafzen, “yeryüzü üzerinde araştırma yaparlardı (nekkabû): sığınılacak bir yer var mı?” -medeniyetlerinin çöküşünden sonra bütün çabalarının hayatta kalmaya yönelik olduğuna işarettir.




37. Bunda şüphesiz kalpleri açık olanlar, [yani] uyanık bir zihinle kulak verenler için bir uyarı vardır;

Zemahşerî'nin yorumu; lafzen, “bir kalp sahibi olanlar”.

Lafzen, yahut “kulak verir ki o bir şahittir (ve huve şehîdun)”; Zemahşerî bu son ifadeyi, “aklını işleterek”, yani uyanık bir zihinle şeklinde açıklar (karş. şehîd kelimesinin ayet 21'deki benzer kullanımı). Yukarıdaki cümleciğin başındaki “yahut” (ev) bağlacı bir alternatifi belirtmek için kullanılmış olmayıp, tersine -Kur’an'da sıkça kullanıldığı gibi- daha önce söylenmiş olan bir sözü genişletmeyi/aydınlatmayı amaçlayan “yani”, “başka bir deyişle” gibi ifadelere benzeyen açıklayıcı bir fonksiyona sahiptir.




38. ve Bizim gökleri ve yeri ve aralarındaki her şeyi altı devrede yarattığ[ımızı] ve bizi hiçbir yorgunluğun etkilemedi[ğini bilenler için].

Bu pasajın bütünü (36-38. ayetler), “kalbi açık herhangi biri” tarafından kavranabilir olan Allah'ın kudretini vurgulamaktadır. Yukarıda, Allah'ın evreni “altı devrede” yarattığı ifadesi, Kur’an'ın nüzul kronolojisi içinde ilktir. Bu bağlamda vurgulanması gereken husus, eski Arap dili kullanımında yevm (gün) teriminin her zaman yirmidört saatlik “yeryüzü günü”nü göstermeyip aynı zamanda uzun ya da kısa herhangi bir zaman dilimini ifade ettiğidir. Burada ve Kur’an'ın başka yerlerinde kozmik bir anlam ile kullanılan eyyâm (günler) çoğul ismi ise, en doğru olarak “devre” şeklinde çevrilebilir. Allah'ın yaratma sürecinden “yorulması”nın imkansızlığının vurgulanması, bu pasajı bu surenin 15. ayetine bağlamakta ve böylece, Allah'ın ölüyü yeniden diriltme kudretine işaret etmektedir.



39. O HALDE [ey müminler,] onların söyleyebilecekleri her şeye karşı sabırlı olun ve güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbinizin sınırsız ihtişamını yüceltin ve hamd edin;

Yani, “O'nun kudretini günün her ânında hatırlayın”.



40. geceleri ve her namazın sonunda O'nun şanını yüceltin.

Lafzen, “secdelerin sonlarında (edbâr)”.



41. Ve [ölüm] çağrısında bulunan Allah'ın [sizi] yakından çağıracağı o Güne [daima] kulak verin;

Lafzen, “yakın bir yerden” -yani insanın bizzat kendi içinden: “Biz ona şah damarından daha yakınız” diyen 15. ayetin bir yankısı. Burada sözü edilen “çağrı”, insanın daima gözönünde bulundurmak zorunda olduğu ölüm çağrısıdır.



42. [ve kendi kendinize düşünün] bütün [insanoğlunun] nihaî çağrıyı gerçekten duyacağı Gün[ü], [ölümden] hayata dönecekleri Günü.

43. Gerçek şu ki, hayat veren ve ölümü getiren Biziz; her yol, Bizim katımızda menziline varır,

44. onlar [Allah'ın hükmüne doğru hızla] koşarken yeryüzünün çepeçevre yarılıp parçalanacağı Gün: bu toplanma, Bizim için kolay olacaktır.

45. Biz onların, [o yeniden dirilmeyi inkar edenlerin] ne söylediklerini iyi biliyoruz; ve sen onları hiçbir şekilde [inanmaya] zorlayamazsın. Ama sen yine de Benim uyarımdan korkabileceklere bu Kur’an aracılığıyla hatırlatmada bulun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder