8 Temmuz 2012 Pazar

Fâtır Suresi 34-45 Ayetleri Tefsiri - Mevdudi


34- Derler ki: "Bizden hüznü giderip-yok eden Allah'a hamdolsun; şüphesiz Rabbimiz, gerçekten bağışlayandır, şükrü kabul edendir."

Yani, "Dünyada her türlü perişanlık ve sıkıntı ile karşı karşıya iken onlardan kurtularak, ahiret hakkındaki korkularımız sona erdi. Artık rahatız ve herhangi bir sorunumuz kalmadı, günahlarımızı affetti ve bize yaptığımız küçük işler dolayısıyla, büyük lütuflar bağışladı."


35- "Ki O, bizi kendi fazlından (ebedi olarak) kalınacak bir yurda yerleştirdi; burada bize bir yorgunluk dokunmaz ve burada bize bir bıkkınlık da dokunmaz."

Yani "Dünya bir merhale idi, onu aştık.... Diğer bir merhalede mahşerdi, onu da aştık. Artık bundan sonra aşmamız gereken bir merhale kalmadı. Bizim çekmemiz gereken tüm zahmetler bitti. Şimdi burada bize zahmet çektirecek hiçbir zorluk ve meşakkat bulunmuyor."


36- İnkâr edenlere gelince, onlar için de cehennem ateşi vardır. Onlar için ne karar verilir, ki, böylece ölüversinler, ne de kendilerine onun azabından (bir şey) hafifletilir. İşte biz, her nankör olanı böyle cezalandırırız.

37- İçinde onlar (şöyle) çığlık atarlar: "Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımızdan başka salih bir amelde bulunalım." Size orda (dünyada) , öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyarıp-korkutan da gelmişti. Öyleyse (azabı) tadın; artık zalimler için bir yardımcı yoktur.

Bu kelimeyle, iyi ve kötü arasını ayırabilmenin mümkün olduğu ve hesaba çekilmeyi hak edici bir yaş limiti kastedilmektedir. Bu yaştan sonra insana, doğru yola girmesi için ne kadar fırsat tanınmışsa, sorumluluğu da o derecede artacaktır.

Hatta bir kimse uzun bir süre yaşamış olmasına rağmen Allah'a inanmamış ise eğer, kendisinin hiç özrü bulunmayacaktır. Aynı hususda bir hadis, Ebu Hureyre ve Süheyl b. Sa'd kanalıyla Rasûlullah'tan (s.a) rivayet edilmiştir: "Şayet bir kimse kısa bir ömür yaşamışsa onun için küçük bir özür sözkonusudur. Ancak 60 sene ve daha fazla yaşamışsa artık onun için hiçbir özür ileri sürme imkanı yoktur." (Buhari, Nesei, İbn Cerir, İbn Ebi Hatim) 


38- Hiç şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gaybını bilendir. Gerçek şu ki O, sinelerin özünde (saklı) olanı bilir.

39- Yeryüzünde sizi halifeler kılan O'dur. Öyleyse kim küfre saparsa, artık küfrü kendi aleyhinedir. Rableri katında kâfir olanlara kendi küfürleri gazabtan başkasını arttırmaz ve kâfir olanlara kendi küfürleri kayıptan başkasını da arttırmaz.

Bu iki anlama gelebilir. Birincisi "Sizleri daha önce geçmiş olan kavim ve nesillerin yerine getirdik." İkincisi, "Sizler bu dünyada sadece halifesiniz, yani mülkün sahibi olan Allah, kendi mülkünde sizlere geçici olarak tasarruf etme yetkisi vermiştir."

"Sizleri daha önce geçmiş olan kavim ve nesillerin yerine getirdik" şeklindeki, birinci anlamı ele aldığımız takdirde bu ayeti şöyle anlamak mümkün olur: "Daha önce geçmiş olan o kavimlerin, kendilerinden daha önceki kavimlerden ders almadıkları gibi, sizler de aynı tavrı sürdürür, ve küfürde ısrar ederek kendinizden önceki kavimlerin akibetinden ders almazsanız, sizlerin sonu da bir felaket olacak ve bu yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz", şayet "Allah bu dünyada bazı yetkiler vermek suretiyle sizleri halife kıldı" anlamını tercih edersek, o takdirde bu ayet şöyle anlaşılabilir: "Bir kimse halife olduğunu unutarak kendini asıl kudret sahibi sanmaya başlar veya asıl kudret sahibinin yerine başka birine itaat ederse eğer, bu isyanının kötü sonuçlarını görecektir."

40- De ki: "Siz, Allah'ın dışında tapmakta olduklarınız ortaklarınızı gördünüz mü? Bana haber verin; yerden neyi yaratmışlardır? Ya da onların göklerde bir ortaklığı mı var? Yoksa biz onlara bir kitap vermişiz de onlar bundan (dolayı) apaçık bir belge üzerinde midirler? Hayır, zulmetmekte olanlar, birbirlerine aldatmadan başkasını vadetmiyorlar.

Burada "ortaklarınız" ifadesi kullanılmıştır. Aslında onlar Allah'ın ortağı değildir. Fakat müşrikler onları Allah'a ortak koştukları için "ortaklarınız" ifadesi geçmektedir.

Yani, onların elinde, "filan zat şifa verir, filan keramet sahibi iş bulur, şu bölgede filan zat bu işleri yürütmektedir ve yetkilidir" şeklinde ya da "İnsanlar şu kimselere müracaat etsinler, yalvarsınlar, onlara adak adasınlar ve sahip oldukları nimetlere karşı onlara şükretsinler" diye benim tarafımdan verilmiş bir belge mi bulunmaktadır? Ellerinde böyle bir belge varsa göstersinler. Şayet böyle bir belge yoksa, o zaman bu müşrikçe düşünce ve itikatların hangi temele dayandığını bir düşünsünler. Yerde ve gökte yaptığınız ve övdüğünüz zatların, Allah'ın saltanatı içerisinde bir pay sahibi olduklarına dair herhangi bir deliliniz var mıdır? Sizler asla böyle bir delil bulamazsınız. Allah'ın bu kimselere yetki verdiğine dair bir belgeniz var da, sizler böyle bir yetkiyi bu yüzden mi onlara veriyorsunuz? Böyle bir belgeniz bulunmuyor olmasına rağmen onlara bu yetkiyi tanırken ve bu düşünceyi savunurken neye dayanıyorsunuz? Yoksa siz dilediğine yetki veren kâinatın sahibi misiniz?

Yani, kahinler, mücavirler, brahmanlar, panditler, hatipler ve onların yardımcıları dinlerinin ticaretini artırmak ve halkı kandırmak için "Filan şeyhin, filan zatın eteklerine yapıştığınız takdirde, onlar tüm işlerinizi düzene sokarlar ve ahirette sizleri Allah'ın azabından kurtarırlar" şeklinde yalan hikâyeler uydururlar.


41- Hiç şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti altında) tutmaktadır. Andolsun, eğer onlar zeval bulacak olsa, kendisinden sonra artık onları kimse tutamaz. Şüphesiz O, Halîm olandır, bağışlayandır.

Yani, bu muazzam kâinat Allah'ın izniyle ayakta durmaktadır. Yoksa bir meleğin, cinin, peygamberin veya bir veli ya da kutubun kâinatı ayakta tutmaya gücü yoktur. Bırakın kâinatı ayakta tutmayı, onlar kendi hayatlarını sürdürebilmek için bile her saniye Allah'a muhtaçtırlar. Onların ilahlık sıfatı olduğunu veya kendilerinde birtakım ilahi yetkiler bulunduğunu sanmayın, çünkü bunların hepsi safsatadır.

İnsanoğlunun bunca küstahlığa rağmen Allah'ın onlara fırsat tanıması ve hemen cezalandırmaması, O'nun büyük bir lütfudur.


42- Yeminlerinin olanca güçleriyle, kendilerine bir uyarıcı-korkutucu gelecek olsa, ümmetlerin herhangi birinden mutlaka daha doğru yolda olacaklarına dair, Allah'a and içtiler. Ancak onlara uyarıcı-korkutucu geldiğinde, nefretlerinden başkasını artırmadı.

Bu sözü Arapların ve Kureyş'in ileri gelenleri özellikler Yahudi ve Hıristiyanlar, Hz. Muhammed'e (s.a) daha peygamberlik gelmeden önce toplumun çok kötü olan ahlâkî manzarasını gördüklerinde diyorlardı. Bu söze, En'am: 156-157'de işaret edilmiştir. Yine Saffat Suresi'nin 167-169. ayetlerinde bu söz zikredilmiştir.


43- (Hem de) Yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli-düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp-kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın.

44- Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, böylelikle kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler; üstelik onlar, kuvvet bakımından kendilerinden daha şiddetliydiler. Göklerde de, yerde de Allah'ı aciz bırakacak hiç bir şey yoktur. Hiç şüphesiz O, bilendir, güç yetirendir.

Yani, daha önceki kavimler kendi dönemlerindeki peygamberi yalanladıklarında nasıl helâk olmuşlarsa bunlar için Allah'ın aynı kanunu geçerlidir.


45- Eğer Allah, kazanmakta oldukları dolayısıyla insanları (azab ile) yakalayıverecek olsaydı, (yerin) sırtı üzerinde hiç bir canlıyı bırakmazdı, ancak onları, adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman, artık şüphesiz Allah kendi kullarını görendir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder