60-
Onlara: "Rahman (olan Allah) a secde edin" denildiği zaman,
"Rahman da neymiş? Biz senin bize emrettiğine mi secde edecek mişiz?"
derler ve (bu,) onların nefretini arttırıverir.
Firavun'un Musa
Peygamber'e (s.a) "Nedir kainatın Rabbi?" dediği gibi, bunlar da
gururları ve inançları yüzünden bunu söylüyorlardı. Firavun'un "Kainatın
Rabbinden habersiz olmayacağı gibi, Mekke kafirleri de Rahman'dan habersiz
değillerdi. Ayetin ifadesinden ve Rahman hakkındaki sorunlarının, ondan
habersiz olduklarından değil, isyanlarından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
Yoksa, bundan dolayı Allah kendilerini cezalandırmaz ve kendisinin Rahman
olduğunu yumuşak bir dille anlatırdı. Ayrıca Allah için Rahman kelimesinin eski
zamanlardan beri Arabistan'da kullanılmakta olduğu tarihi bir gerçektir.
"Onun Allah'tan gelen
bir vahiy ve hakikat olduğu nasıl kesin ise, hikmet üzere, Allah'ın size olan
rahmeti üzere temellenmiş olması da öyle apaçıktır. Bizzat kendiniz
bilmektesiniz; asırlardır aranızdan hiç peygamber çıkmıyor ve yine
bilmektesiniz ki, Arap kavmi cehalet içinde, ahlâki çöküntü ve tam bir geri
kalmışlık içinde yüzmektedir. Böyle bir durumda aranızdan bir peygamberin çıkıp
sizi uyarması, size doğru yolu göstermesine şaşırmamanız gerekirdi. Bu, sizin
iyilik ve refahınız için Allah'ın karşıladığı büyük bir ihtiyaçtır aslında...
Şunun belirtilmesi gerekir ki, Arabistan'da hakiki inancın ışığı tümüyle ilk
kez, tarih öncesi dönemde yaşamış olan Hud ve Salih Peygamberler tarafından
yayılmıştı. Onları Rasûlullah'tan (s.a) 2500 yıl önce yaşamış olan İbrahim ve
İsmail Aleyhisselâmlar izledi. Onlardan sonra ve Rasûlullah'tan 2000 yıl önce
Arabistan'a gönderilmiş olan son peygamber Şuayb Aleyhisselâm'dı. Görülüyor ki,
bu oldukça uzun bir zaman dilimidir. İşte, bu kavme hiç uyarıcının gelmediği bu
yüzden zikredilmektedir ve vakıa da budur. Bu, onlara hiç peygamber
gönderilmediği anlamına değil, bu kavmin uzun süredir bir uyarıcıya ihtiyaç
duyduğu anlamına gelir.
Burada hemen cevaplandırılması gereken bir soru akla gelebilir. Şöyle ki: Rasûllullah'tan önceki yüzlerce yıl Arap toplumuna hiç peygamber gelmediğine göre, cahiliye çağları boyunca sapıklık içinde yaşamış insanlar hangi gerekçeyle hesaba çekileceklerdir? Onlar, kendilerini hata ve sapıklıktan koruyacak bir kılavuza sahip değildirler. Öyleyse, sapmış olmaları durumunda, bu sapıklıkarından ötürü nasıl mesul tutulacaklardı. Cevap şudur: Onlar hakikî inanca dair ayrıntılı bilgiden yoksun olabilirlerdi belki; fakat cahiliye dönemlerinde bu insanlar tevhîd inancından habersiz değildiler; çünkü hiçbir peygamber, takipçilerine putperestliği talim etmemişti. Bu hakikat Arapların kendi beldelerinde doğmuş olan peygamberlerden gelen rivayetlerde de ihtiva edilmekteydi; ayrıca kendi beldelerinin hemen bitişiğinde doğmuş bulunan Musa, Davud, Süleyman ve İsa'nın (Aleyhimüsselâm) öğretilerini de bilmekteydiler. Arap geleneklerinde de çok iyi bilinmekteydi ki, Arapların kadim dönemlerinde izlenen gerçek din, İbrahim'in diniydi ve puta tapmayı onlar arasında başlatan ilk Adam Amr bin Luhayy idi. Şirk ve putperestliğin tüm yaygınlığına rağmen Arabistan'ın birtakım kesimlerinde Şirk'i reddedip, tevhid'i benimseyen ve putlara kurban sunmayı açıkça lânetleyen çok sayıda insan bulunuyordu. Bizzat Rasûlullah'ın (s.a.) zuhuruna yakın dönemde "Hunefa" (hanifler) olarak bilinen çok sayıda insan yaşamıştı ki, bunlardan bazıları şunlardı: Kuss bin Saidet-ül- İyadi, Ümeyye bin Ebi es-Salt, Suveyd bin Amr el-Mustalikî, Vaki bin Selame bin Züheyr el-İyadî, Amr bin Cündüb el-Cühenî, Ebu Kays Serme bin Ebi Enes, Zeyd bin Amr bin Nüfeyl, Varak bin Nevfel, Osman bin el-Huvaris, Ubeyde bin Cahş, Amir bin ez-Zerb el-Advanî, Allaâf bin Şehab et-Temimî, El-Mütelemmis bin Ümeyye el-Kinanî, Zühehyr bin Ebû Selmâ, Halid bin Sinan bin Gays el-Absî, Abdullah b. Kudâî... vd.
Bu insanlar açıkça itikadın temeli olarak tevhidi'i tebliğ ediyor ve müşriklerin dininden ayrı olduklarını söylüyorlardı. Apaçık ki, onlar bu kavrama, peygamberlerin talimatından geriye kalanlar aracılığıyla ulaşmışlardı. Dahası, Yemen'de modern arkeolojik araştırmaların sonucu olarak keşfedilmiş olan M.Ö. 4. ve 5. yüzyıllara ait metinler, o dönemlerde buralarda tek tanrıcı dinin varolduğunu ortaya sermektedir.
Bu dinin salikleri er-Rahman'ı ve Rabbü's-Semavati ve'l-Ard'ı (Göklerin ve yerin Rabbi) tek ilâh olarak kabul etmekteydiler. Bir mabedin harabeleri arasında M.Ö. 378 tarihli bir metin bulunmuş ve üzerinde o mabedin yalnızca "Göklerin İlâhı" ve "Göklerin Rabbi"ne ibadet için inşa edildiği kaydı tesbit edilmiştir. M.Ö. 465 tarihli bir diğerinde de tevhid doktrinine açıkça işaret eden kelimeler yer almaktadır. Aynı şekilde Kuzey Arabistan'da Fırat Nehri ile Kınnesrin arasındaki Zebed bölgesinde "Bism-ilâhu la izza illâ lehu, la şukra illâlehu" kelimelerini ihtiva eden M.Ö. 512 tarihli bir metin keşfedilmiştir. Tüm bunlar Rasûlullah'ın (s.a.) gelişinden önce, geçmiş peygamberlerin getirdiği mesajın tümüyle unutulmadığını ve insana hiç değilse şu hakikatı hatırlatacak birçok vesilenin hâlâ mevcut bulunduğunu göstermektedir: "Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır"!
Burada, ayeti her okuyanın ve her işitenin "Tilavet Secdesi" yapması gerektiğinde bütün alimler ittifak etmişlerdir. Hadis-i şeriflerde, bu ayeti işitenin "Zâdenallahü huşuan, emma zade lil-a'dai nüfûra": "Düşmanların nefreti arttığı gibi, Allah da bizim huşumuzu artırsın" denmesi buyurulmuştur.
61- Gökte burçlar kılan, onların içinde bir aydınlık ve nurlu bir ay vareden (Allah) ne yücedir.
"Burçlar"
(büruç) Allah'ın ayetleridir, çünkü her uzay küresi görünmez sınırlarla
çevrildiği için bir gökküreden diğerine geçmek imkansızdır. Bu bağlamda Arapça
burç kelimesinin "etrafı surlarla örülmüş bir yer" anlamına geldiği
belirtilmelidir. Fakat astronomide teknik bir terim olan burç, güneşin göklerde
yaptığı yolculuğun geçiş noktalarını belirten burçlar kuşağının on iki
konağından birini kastetmek için kullanılır. Bu, bazı müfessirleri bu ayette de
burcun astronomideki anlamıyla kullanıldığını düşünmeye yöneltmiştir.
"Biz burçları bakanlar için süsledik." "Bu kürelerden her birine parlak bir yıldız veya gezegen yerleştirdik ve onların güzel görünmelerini sağladık." Başka bir deyişle: "Biz sınırsız olan evreni, sönük, viran ve korkunç yapmadık, bilakis herkes onda hayret verici bir düzen ve ahenk bulur. Ondaki görüntüler o denli çarpıcıdır ki hepsi gönülleri ve zihinleri büyüler. Evrenin bu mükemmel yapısı, onun yaratıcısının sadece büyük ve hikmet sahibi olduğunun değil, aynı zamanda büyük bir sanatkar olduğunun da göstergesi ve delilidir." Kur'an'da yaratıcının bu yönü Secde suresi ayet 7'de belirtilmektedir: " (O Allah ki) yarattığı herşeyi güzel yapandır."
62- O, gece ile gündüzü birbiri ardınca kılandır; öğüt alıp-düşünmek isteyenler ya da şükretmek isteyenler için.
Gece ile gündüzün harika
bir şekilde ard arda gelişi olgusunun derinden gözlenip üzerinde tefekkür
edilmesi tevhide; ve insanın şükretmesi ve tam bir huşu ile önünde secdeye
kapanması için O'nun Rezzak (Rızıklandırıcı) oluşuna bir delildir.
63- O Rahman (olan Allah) ın kulları, yeryüzü üzerinde alçak gönüllü olarak yürürler ve cahiller kendilerine muhatap oldukları zaman da "Selam" derler.
Yani, "Her ne kadar
tüm insanlar doğuştan, önünde nefretinizi çeken secdeye çağrıldığınız Rahman'ın
kullarıysa da, O'nun gerçek kulları şuurla O'na itaat yoluna girenler ve bu
güzel niteliklere sahip olanlardır. Sonra, secdenin tabii sonuçları müminlerin
hayatında görülürken, çağrıyı reddedişin kötü sonuçları da sizin hayatınızda
görülmektedir." Burada dikkatler iki ayrı kişilik ve hayat modeline
çekilmektedir: Hz. Peygamber'in (s.a) mesajını kabul edip yolunca gidenlerin
yaşantı ve kişilikleriyle, cahiliyede ısrar edenlerin yaşantı ve kişilikleri.
Burada, yalnızca onları toplumda gören ve haklarında bir karara varabilecek
gören göz ve düşünen kafalara bırakılmaktadır.
"Tiranlar ve zalimler gibi büyüklene büyüklene yürümezler; onların "gidiş"i, yumuşak huylu, doğru düşünceli ve güzel ahlâk-lı insanların gidişidir."
"Vekar ve tevazu ile yürümek" ne hasta, ne zayıf bir kimse gibi yürümek, ne de huşu veya Allah korkusu gösterişinde bulunan bir münafık gibi yürümek anlamına gelir.
Rivayetlere göre Hz. Peygamber (s.a) sağlam ve çabuk adımlarla yürürdü. Bir gün Halife Ömer (r.a), bir gencin zayıf, hasta biri gibi yürüdüğünü görerek ona, "Hasta mısın?" diye sordu. "Hayır" cevabını alınca, kırbacını kaldırarak genci azarladı ve sıhhatli biri gibi yürümesini söyledi. Bu da gösteriyor ki, "mütevazi yürüyüş," zayıflık ve gereksiz huşu gösterisinde bulunan bir yürüyüş değil, soylu ve ağır başlı bir insanın yürüyüşüdür.
Allah'ın gerçek kullarının dikkati çeken ilk niteliği "yürüyüş"leridir. Çünkü, yürüyüş kişinin karakterini gösterir. Kibir ve gurur gösterisi içinde değil, mütevazi ve vekarlı bir yürüyüş, yürüyenin soylu ve ağır başlı bir kişi olduğunu gösterir. O halde, çeşitli tipte kişilerin farklı yürüyüşleri, onların ne tür bir karaktere sahip olduklarının göstergesidir. Ayet, Rahman'ın gerçek kullarının halk içinde "Yürüyüş"leriyle tanınabileceklerini ima etmektedir. Onların Allah'a ibadet ve itaatları kendilerini öylesine değiştirmiştir ki, ilk bakışta "yürüyüş"lerinden hiç bir kötülüğe bulaşmaları umulmayan soylu, mütevazi, vakur ve iyi huylu kişiler oldukları anlaşılır.
Daha fazla açıklama için
bkz. İsra
3: Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne
dağlara boyca ulaşabilirsin.
Burada kibirli ve zorba
insanların davranışları eleştirilmektedir ve sadece birey için değil İslâm
toplumunun toplu tavrı için de geçerlidir. Bu hidayet ve yol gösterme
nedeniyle, bu kurallar (manifesto) üzerine, Medine'de kurulan İslâm devletinin
yöneticileri ve kumandanları her tür kibir, zorbalık, gurur, kendini beğenme,
yüksekten bakma gibi özelliklerden uzak kalmışlardır. O denli ki, savaş
alanında bile gurur ve kibire neden olacak en ufak bir söz bile
sarfetmemişlerdir. Onların giyecekleri, yiyecekleri, evleri ve binekleri hep
sade ve basit olmuştur. Kısacası onların tacirleri "büyüklenenler"
gibi değil, alçak gönüllü insanlar gibiydi. Bu nedenle onlar hiç bir zaman
fethettikleri şehrin halkını kibir ve gururla korkutup ezmemişlerdir.
ve Lokman 19: "Yürüyüşünde
orta bir yol tut, sesinden de (yüksek perdeleri) eksilt. Çünkü, seslerin en
çirkin olanı gerçekten eşeklerin sesidir."
Bazı müfessirlere göre
ayetin anlamı şudur: " Ne hızlı ne de yavaş yürü; ikisinin ortası bir yol
tut."
Fakat ayetin siyak ve
sibakı gösteriyor ki; buradaki mesele, ne adım ne de yürüyüş şeklidir. Hızlı
veya yavaş yürümenin kendisinde ahlâken hatalı bir şey olmadığı gibi yürümek
için konmuş bir kural da olamaz. Bir kimsenin acelesi varsa hızlı yürümek
zorundadır ve şöyle bir dolaşmaya çıkan birinin yavaş yürümesinde herhangi bir
sakınca yoktur. Mutedil yürüme için bir ölçü bulunsa bile her şahıs ve her
zaman için geçerli bir kanun konamaz. Ayette asıl kastedilen kibirli kibirli
yürüyen kimsenin ruh durumunu ıslahtır. Bir kimsenin kibir ve gururu, onun ruh
durumunu ve kibrinin sebebini gösteren yürüyüş biçiminde, adım atışında yansır.
Servet, iktidar, güzellik, bilgi, kuvvet ve bu tür şeyler bu insanı gururlu ve kibirli hale getirir ve her biriyle birlikte oluşan bir yürüyüş biçimi vardır. Buna mukabil bir tevazu gösterisi içinde yürümek de bir başka ruhî hastalığın sonucudur. Bazen bir insanın kendini beğenmişliği gösterişe kaçan bir tevazu, takva ve dindarlık şeklini alır ve bu durum, yürüyüşünde yansır. Ve bazen insan bu dünyanın sıkıntılarından o kadar bunalır ki, dünyaya küser ve hasta kimseler gibi yürümeyi âdet edinir. İşte Lokman'ın demek istediği şudur: " Bu akıl ve ruh durumlarından kaçın; gösterişsiz, mütevazi ve asil bir kimse gibi yürü; ne herhangi bir gurur ve kibir gösterişi olsun, ne acziyet ifadesi ve ne de bir takva tevazu gösterişi."
Rasulullah (a.s) ashabının bu meseleyi nasıl anladığı birkaç olaydan çıkarılabilir. Bir keresinde Hz. Ömer bir adamın başı önünde, omuzları düşmüş, süklüm püklüm yürüdüğünü görünce ona şöyle bağırdı: " Başını kaldırda öyle yürü; İslam acizlik değildir. " Aciz ve hasta gibi yürüyen bir başkasını gördü ve şöyle dedi: "Ey sefil; Dinimizi lekeleme." Bu iki olay gösteriyor ki, Hz. Ömer'in gözünde dindarlığın süklüm püklüm yürümekle ve yürürken gereksiz bir tevazu göstermekle ilgisi yoktur. O zaman böyle yürüyen bir adam görse bu davranışın İslamı yanlış temsil edeceğini ve diğer müslümanlara da kasvet vereceğini düşünürdü. Benzeri bir olaya da Hz. Aişe şahit olmuştu. Perişan ve bitkin bir vaziyette yürüyen birini görünçe ona ne olduğunu sordu. Kendisine: " O Kurra'dan (yani Kur'an'ı okumak, öğretmek ve ibadetle meşgul kimselerden biri) " dendi. Bunun üzerine şöyle dedi: " Ömer Kurrâ'nın reisiydi. Fakat yere sağlam basar, bastıra bastıra konuşur ve mecbur kaldığında da iyi bir sopa çekerdi. "
"Cahiller":
Okuma-yazma bilmeyen ve öğretim görmemişler değil, kaba ve küstah kişilerdir.
Rahman'ın gerçek kulları, kendilerine kaba ve küstahça davranan cahillerle
ilişkilerinde bile "kin" nedir bilmezler. Böylelerine
rastladıklarında onlara esenlik dileyip yollarına devam ederler. Aynı durum
Kasas Suresi ayet 55'te de ifade olunmaktadır. "Boş söz işittikleri zaman,
ondan yüz çevirirler ve "bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size;
size selam olsun, bizim cahillerle bir işimiz yoktur" derler."
64- Onlar, Rablerine secde ederek ve kıyama durarak gecelerler.
Yani, gecelerini ne
eğlence ve neşelenmekle, ne dedikodu ve masal söylemekle, ne de kötü işlerle
geçirirler. Çünkü bunlar cahillerin işleridir. Allah'ın gerçek kulları,
gecelerini ellerinden geldiğince zikir ve ibadetle geçirirler. Onların bu
nitelikleri Kur'an'ın çeşitli yerlerinde açıkça ifade edilmektedir: "Yanları
yataklarından uzaklaşır ve Rablerine korku ve umutla dua ederler." (Secde:
16) . "Gecenin az bir kısmında uyurlar ve seherlerde istiğfar
ederler." (Zariyat: 17-18) . "Yoksa o, geceleyin secde ederek ve
kıyamda durarak boyun büken, ahiretten çekinen ve Rabbinin nimetini uman gibi
midir?" (Zümer: 9) .
65- Onlar: "Rabbimiz, cehennem azabını bizden geri çevir; gerçek şu ki, onun azabı ödenmesi kaçınılmaz bir borç (veya sürekli bir acıdır) derler.
66- "Şüphesiz o, ne kötü bir karargâh ve ne kötü bir konaklama yeridir."
Yani, onların ibadeti,
kendilerini Allah'ın sevgilileri olduğu ve cehennem ateşinin kendilerine
dokunmayacağı şeklinde bir boş inanç ve gurura götürmez. Bütün ibadet ve salih
amellerine rağmen, cehennem azabının korkusu içinde öylesine yer etmiştir ki,
ahirette kurtuluşa ermelerinin kendi amellerine değil, Allah'ın rahmetine bağlı
olduğunu bilerek, kendilerini cehennem azabından kurtarması için Rabblerine dua
ederler."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder