53-
İki denizi (birbirine) salıp katan O'dur; bu, tatlı, susuzluğu giderici, bu da
tuzlu ve acıdır. İkisinin arasında (birbirlerine karışmalarını önleyen) bir
engel (berzah) ve aşılmayan bir sınır koymuştur.
Bu olgu, denizde ve karada
pekçok yerde görülmektedir, yani tatlı suyla acı su yanyana bulunmaktadır. Türk
amirali Seydi Ali Reis, "Meratü'l-Memalik" adlı eserinde (16. yüzyıl)
, İran Körfezi'nde, denizin acı sularının altında tatlı su kaynaklarının bulunduğunu
ve donanması için bunlardan faydalandığını yazar. Amerikan Petrol Şirketi de
içme suyu için Zahran yakınında kuyular kazmadan önce İran Körfezi'ndeki aynı
kaynaklardan su almıştı. Bahreyn yakınında da, deniz yatağında halkın son
zamanlara kadar su aldığı tatlı su kaynakları vardı.
Allah'ın birliğinin ve kainatın yegane Rabbi olduğunun akli delillerinden olan zahirdeki bu anlamın yanısıra, ayet ince bir anlam daha sunmaktadır: Allah dilediği zaman, nasıl denizin tuzlu sularının altından tatlı, içilebilir su kaynakları fışkırtıyorsa, aynı şekilde büyük ve kirli bir toplumdan takva sahibi, temiz bir toplum çıkarabilir.
54- Ve insanı bir sudan yaratıp onu, neseb ve sihr (iyyet sahibi) kılan O'dur. Senin Rabbin güç yetirendir.
Burada, insanın bir spermadan
doğuşu, erkek ve kadından soyunun türeyişi mucizesi tevhide delil olarak
anılmaktadır. Her ne kadar, erkek ve kadın aynı türe ait ise de, yine de onlar
önemli ortak insanî niteliklere ve buna karşılık farklı fizikî yapı ve
psikolojik özelliklere sahip iki cinstir. Mutlak Kadir olan Allah'ın bu
"farklılığı", bu iki cinsi düşman değil, birbirini tamamlayıcı
kılması tevhide bir delildir. Dünyada gerekli oranda oğullar ve kızlar
yaratması da Kadir Yaratıcı'nın bir planıdır. Sonra, oğullar evlenir ve kan bağı
meydana getirirken, kızlar da evlenip yeni ilişkilerin oluşmasında vasıta
olurlar. Bu süreç, aynı medeniyete bağlı ve ayrı ırka ait aileler, kabileler ve
kavimler meydana getirecek şekilde genişleyerek devam eder.
Ayette bir başka derin anlam daha yatmaktadır: Bütün hayat "farklılık-ihtilaf" ilkesi ekseninde dönmektedir: gece ile gündüz, yaz ile kışın ihtilafı gibi. Bu nedenle ayette şöyle denmektedir: "Ey müslümanlar, düşmanlarınızla aranızdaki ihtilafa sabredin. Çünkü bunun iyi sonuçlar vereceği kesindir."
55- Allah'ın bırakıp kendilerine yarar da, zarar da sağlayamayacak şeylere ibadet etmektedirler. Kâfir, (asıl) kendi Rabbine karşı (şeytana) arka çıkandır.
Bu, kafirin tam bir
özelliğidir. O, Allah'a karşı çıkan herkesin yardımcısı ve savunucusu ve
Allah'ın Kelimesi'ni yükseltmeye ve hükmünü yeryüzünde uygulamaya çalışan
herkesin de düşmanıdır.
Allah'a itaatsizliğin
olduğu her yerde o vardır; insanları Allah'a kulluk ve itaat yoluna götürmeye
yönelik her çabanın karşısında yine o vardır.
56- Biz seni yalnızca bir müjde verici ve uyarıp-korkutucu olarak gönderdik.
Bu ayet , Hz. Peygamber'i
(s.a) rahatlatmak ve ona karşı çıkan, işini aksatmaya çalışan kafirleri de
uyarmak için olup adeta şöyle demektedir: "Senin görevin, yalnızca
müjdelemek ve kafirlere küfrün sonuçları konusunda uyarı mesajını iletmektir.
Mesajı kabul edip etmemelerinden veya müminleri mükafatlandırıp kafirleri
cezalandırmaktan sen sorumlu değilsin."
Kur'an'da yer yer tekrarlanan bu tür ifadeler açıkça kafirlere yöneltilmekte ve sanki şöyle denmektedir: "Rasûl'ün mesajı, hiçbir bencillik taşımadan halkı ıslaha yöneliktir. Kimseyi mesajı kabule zorlamadığına göre, kendinize hücum edilmiş hissine kapılmanız yersizdir. Mesajı kabul ederseniz, bu, kendi iyiliğinize olacaktır; reddederseniz, bu da kendi zararınıza olacaktır. Rasûl, mesajı ilettikten sonra görev ve sorumluluğundan kurtulmuş olacak, sonra sorun sizinle benim aramda olacaktır?"
56'ıncı (ve benzeri ayetlerin) basit ve açık tefsiri bu olduğu halde, bazıları Rasûl'ün tek görev ve sorumluluğunun başka değil, yalnızca mesajı iletme olduğu sonucuna varmışlardır. Bunlar, Kur'an'ın Rasûl'ün yalnızca bir müjdeleyici ve korkutucu olmayıp aynı zamanda müminlerin öğretmeni, kanun koyucusu, yargıç ve yolgöstericisi, nefislerini arıtıcı ve onlar için bir hayat modeli ve söylediği her sözün, hayatın her alanında itaat edilip izlenmesi gereken bir kanun olduğunu tekrar tekrar vurguladığını unutuyorlar.
57-
De ki: "Ben buna karşılık, Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen (insanlar
olmanız) dışında sizden bir ücret istemiyorum."
Hz. Peygamber'in (s.a)
peygamberliğinin bir diğer delili de budur: Mesajı karşılığında hiçbir şey
istemeden, hiçbir çıkar gözetmeden tebliğ etmektedir o. Bunun da ötesinde,
işini bırakmış, adı deliye, yalancıya, sihirbaza çıkmış, rahat hayatını
terketmiş, görevi uğruna inanmayan yakınlarıyla ilişkilerini koparmış ve üstüne
üstlük bir sürü işkenceye katlanmak zorunda kalmıştır. Bencil birinin salt
dünyevî amaçlar uğruna bütün bunları göze alması düşünülemez. Bırakın böyle
şeyleri göze almayı, tam tersine, hükümdar ve önder olmak için halkının ırkî ve
kabilesel önyargılarından yararlanma yoluna gider. Oysa, Rasûlün mesajı bu tür
önyargıların köküne balta indirmekle kalmıyor, aynı zamanda kabilesinin Arabistan
putperestleri üzerinde etki ve egemenlik kurmalarını sağlayan ana unsuru da
yerle bir ediyordu. Kur'an'ın diğer peygamberlerin misyonun doğruluğunu da
kanıtlamak için tekrar tekrar getirdiği bir delildir bu.
58- Sen, asla ölmeyen ve daima diri olan (Allah) a tevekkül et ve O'nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından O'nun haberdar olması yeter.
59- O, gökleri ve yeri ve ikisinin arasındakilerini altı günde yaratan ve sonra da arşa istiva edendir. Rahman (olan Allah) dır. Bunu (bundan) haberi olana sor.
"Altı Gün" ile
tam olarak ne kasdedildiğini söyleyebilmek zordur. Burada "gün" bir
zaman dilimi anlamına gelebileceği gibi, dünyanın günlerinden bir gün anlamına
da gelebilir.
"Gün" ile ilgili olarak bkz. Fussilet 11-15: Sonra,
kendisi duman halinde olan göğe yöneldi; böylece ona ve yere dedi ki:
"İsteyerek veya istemeyerek gelin." İkisi de: "İsteyerek (itaat
ederek) geldik" dediler. Böylelikle onları iki gün içinde yedi gök
olarak tamamladı ve her bir göğe emrini vahyetti. Biz dünya göğünü de
kandillerle süsleyip-donattık ve bir koruma (altına aldık) . İşte bu üstün ve
güçlü olan, bilen (Allah') in takdiridir.
Burada üç hususun izah
edilmesi gerekmektedir.
a) "Gök" ifadesi ile tüm kainat kastolunmaktadır.
b) "Duman" ifadesi, bugünkü ilim adamlarının da kabul ettikleri gibi, kainatın şekillenmesinden önceki maddeye tekabül eder.
c) "Göğe yöneldi" ifadesini, yeryüzünün gökyüzünden önce yaratıldığı, daha sonra dağların yerleştirildiği ve bereketli gıdaların takdir edildiği şeklinde kabul etmek doğru değildir. Şu ayet sözkonusu anlayışı düzeltir: "Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve arza, "İsteyerek veya istemeyerek gelin" dedi. "İsteyerek geldik" dediler." Bu emir verilmeden önce, yeryüzü ve gökyüzü teşekkül etmemiştir. Yani kainatın yaratılışı daha yeni başlamaktadır. Sadece "Sümme" (sonra) kelimesi, yeryüzünden sonra gökyüzünün yaratıldığına delil teşkil edemez. Nitekim Kur'an'da bu kelimenin "tertibi zaman" için olmayıp, "tertibi beyan" için kullanıldığına dair birçok örnek vardır.
Yeryüzü ve gökyüzünden hepsinin, daha önce yaratılmış olduğu tartışması, kadim müfessirlerden bu yana sürüp gitmektedir. Bir grup, Bakara Suresi'nin 29. ayetine dayanarak, yeryüzünün önce yaratıldığını öne sürerken, diğer bir grup, Naziat Suresi'nin 27-33. ayetlerini delil kabul edip, gökyüzünün yeryüzünden önce yaratıldığını savunurlar.
Çünkü bu ayetlerde gökyüzü yeryüzünden önce zikredilmiştir. Fakat Kur'an'ın, bir tabiat ilimleri kitabı olmadığı ve bundan dolayı inzal edilmediği de bir gerçektir. Bu kitab insanları tevhid ve ahiret akidesine davet ederken, tabiatın sayısız gizliliklerine dikkat çeker ve kainatın, yeryüzü ve gökyüzünün yaratılışını düşünmeye çağırır. Dolayısıyla burada tertibi zamanın hiçbir önemi yoktur. Allah Teâlâ bunu, sadece birliğine bir delil olmak üzere öne sürmüştür. Hangisinin önce veya sonra yaratıldığı ise hiç önemli değildir. Ancak bunların eğlence olsun diye değil, ciddi bir maksat için yaratıldıkları vurgulanmıştır. İşte bu yüzden de Kur'an'da, bazı yerlerde yeryüzü, bazı yerlerde ise gökyüzü önce zikredilir. Allah Teâlâ, insanların dikkatini, yeryüzünün nimetlerine çekmek istediği zaman yeryüzünü önce zikretmektedir, çünkü insan yeryüzüne daha yakındır. Allah'ın yücelik ve kudretine dikkat çekilecek ise, bu sefer genellikle gökyüzü önce zikredilir. Çünkü gökyüzünün manzarası, insanoğlunu her zaman hayretler içinde bırakmıştır.
Burada kainatın yaratılışı anlatılırken, böyle bir üslup kullanmak suretiyle Allah'ın yaratışı ile insanın bir şeyi meydana getirişi arasındaki fark vurgulanmıştır. İnsan bir şeyi meydana getirmek istediğinde, zihninde bir plan kurar ve gereken malzemeyi hazırladıktan sonra da o malzemeyi zihninde kurduğu plan çerçevesinde şekillendirmeye çalışır. İnsan bazen elindeki malzemeyi istediği şekle sokar ve madde üzerinde hakimiyet kurmuş olur. Bazen de sözkonusu malzeme, insanın istediği şekle girmeyip, bu sefer madde galip gelmiş olur. Allah'ın bildirdiğine göre: Kainatın maddesi önce duman şeklindedir. Allah ona şekil vererek, kainatı yaratmayı istediğinde insanlar gibi oturup yeryüzünü nereye koyacağını, ay'ın nerede duracağını ve yıldızların nasıl asılacağını düşünerek bir plan yapmadı. O sadece "Bu şekle girin" diye emretti. Kainatın malzemesi olan duman da, böylece kendi kendine şekil almış oldu. Bu malzemelerin, Allah'a karşı direnme gücü olmadığı gibi Allah'ın da onlara şekil vermek için yorulmaya ihtiyacı yoktur. O "ol" der ve hemen "oluverir". Dolayısıyla içinde yaşadığımız yeryüzü iki günde meydana gelmiştir.
Allah'ın, bir şeyi, olmasını irade ettiğinde "ol" demesi, ve onunda hemen "oluvermesi" ile ilgili halketmedeki hususiyletleri Kur'an'ın birçok yerinde zikredilmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder