1 Mart 2014 Cumartesi

Yûnus Sûresi 11-14 Âyetleri S. Kutub Tefsiri


11- Allah, insanlara iyiliği istedikleri çabuklukta kötülüğü verseydi, süreleri hemen bitirilirdi. Oysa Biz, Bizimle karşılaşacaklarını beklemeyenleri azgınlıkları içinde debelenmeye bırakırız.

12- İnsanın başına bir sıkıntı gelince yatarken, otururken ve ayaktayken bize yalvarır. Fakat sıkıntısını giderdiğimizde başına gelen sıkıntıdan dolay bize hiç yalvarmamış gibi olur. İşte ölçüyü aşanlara, işledikleri kötülükler böylesine güzel gösterildi.

13- Sizden önceki nice kuşakları, peygamberleri, kendilerine açık gerçekler getirmişlerken, zalimce davranarak iman etmeye yanaşmadıkları için yok ettik. İşte Biz ağır suçlu toplumları böyle cezalandırırız.

14- Sonra nasıl davranacağınızı görelim diye sizi onların yerine geçirerek yeryüzünde egemen kıldık.


Müşrik Araplar Allah'ın cezasını çabucak getirmesi için Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- meydan okuyorlardı... Yine bu surede yüce Allah onların şu sözlerini aktarmaktadır: “Eğer doğru söylüyorsanız vadettiğiniz bu ceza ne zaman gerçekleşecek” derler. Ra'd suresinin 6. ayetinde ise, "Senden iyilikten önce kötülük istiyorlar. Oysa onlardan önceki benzerlerinin başına nice cezalar gelmişti" deniyor.

Yine Kur'an-ı Kerim onların şu sözlerini de nakletmektedir. "Hani onlar ‘Ey Rabbimiz, Eğer bu Kur'an senin tarafından gönderilmiş gerçek bir kitap ise, başımıza taş yağdır ya da bizi acıklı bir azaba çarptır’ dediler. (Enfal Suresi, 32)

Bunların hepsi müşriklerin Allah'ın doğru yolunu, ne denli bir inatla karşıladıklarını gözler önüne seriyor... Buna rağmen Allah'ın hikmeti gereği cezaları ertelenmişti. Daha önceleri peygamberlerin mesajlarını yalanlayan milletlerin başlarına geldiği gibi, onların başına da köklerini kazıyarak ve onları yok edecek bir ceza gönderilmemişti. Çünkü yüce Allah, onların çoğunun eninde sonunda İslam dinine gireceğini, bu dinin onlarla güçleneceğini, onlarla yeryüzüne yayılacağını biliyordu. Nitekim Mekke'nin fethinden sonra bu gerçekleşti. Tabii ki, onlar işin böyle sonuçlanacağını bilmiyorlardı, bilmeden O'na meydan okuyorlardı! Allah'ın onlar için dilediği gerçek iyilikten haberleri yoktu. Allah'ın onlar için dilediği bu iyilik, kötülüğü istedikleri çabukluktaki alelacele istedikleri iyilik değildi!

Yüce Allah birinci ayette onlara demek istiyor ki; Eğer Allah acele gelmesini istedikleri iyilik gibi, meydan okuyarak gelmesini istedikleri kötülüğü onlara çabucak verseydi... Eğer yüce Allah çarçabuk istedikleri her şeyi vermiş olsaydı, onların yok oluşlarına hükmeder ve hemen kendilerini öldürürdü! Fakat yüce Allah onları, kendilerini bekleyen işler için yaşatıyordu.

Sonra onları, kendilerine tanınan bu süreye güvenerek bundan sonraki gelecekten habersizmiş gibi hareket etmekten sakındırıyordu. Allah'ın huzuruna çıkarılacaklarını sanmayanlar, kendileri için belirlenen bu ecel gelinceye kadar, bilinçsizlikleri içinde debelenip duracaklardı.

Kötülüğün çabucak gelmesini istemekten söz edilmişken, insanın dara düştüğünde nasıl hareket ettiğini gösteren bir tabloya yer verilmiştir. Bu tablo, herhangi bir zararın kendisine dokunmasından korktuğu halde, kötülüğün hemencecik gelmesini istemenin, insan tabiatında yer alan bir çelişki olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Çünkü belanın geldiği an korkmakta, tehlike geçince sanki korkmamış gibi eski haline dönmektedir: "İnsanın başına bir sıkıntı gelince yatarken, otururken ayaktayken bize yalvarır. Fakat sıkıntısını giderdiğimizde başına gelen sıkıntıdan dolayı bize hiç yalvarmamış gibi olur. İşte ölçüyü aşanlara, işledikleri kötülükler böylesine güzel gösterildi."

Bu sürekli biçimde gözlemlenebilen bir insan tipinin çok şahane bir örneğidir. İnsan, sağlığı yerindeyken, durumu müsait iken hayatın akışına kendisini kaptırır; hata eder, günah işler, azar ve ölçüleri çiğner. Allah'ın koruduğu ve rahmetiyle kuşattığı kimselerin dışında, hiç kimse güçlü ve kuvvetli iken, ilerde güçsüz ve zayıf düşeceğini hatırına getirmez. Bolluk zamanı insana çok şey unutturur. Kendini zengin görmek insanı azdırır... Sonra kendisini kıskıvrak yakalayan bela ile bir de bakarsınız ki, boynu bükük, korkak bir zavallı olmuştur. Birden bol bol dua etmeye, uzun uzun niyazlarda bulunmaya başlar. Bu zor şartlar karşısında bunalır, refahın çarçabuk gelmesini diler... Duası kabul edildiğinde, felâketten kurtulduğunda artık bir daha geriye bakmaz, düşünmez, nereye varacağını hesaplamaz. Tekrar, daha önceleri olduğu gibi dünya hayatına dalar. Hiçbir şeye aldırmaz…

Kur'an'ın akışı, ifade aşamalarını ve etkili vurgularını, gözler önüne sermeye çalıştığı psikolojik durumla ve sunmaya çalıştığı insan tipi ile paralel ve ahenkli biçimde ayarlamaktadır. Buna bağlı olarak felaket manzarasını yavaş yavaş, üzerine basa basa ve uzun uzun tasvir etmektedir.

İnsanın bedeninin, malının ve kuvvetinin üzerine yürüyen bir akıntının engele çarpınca, nasıl durduğunu veya geri döndüğünü tasvir etmek için; o insanın her halini, her tutumunu ve her görünümünü net bir biçimde canlandırıyor. Engel ortadan kalkınca, "geçip gider" gibi tek bir sözcük kullanılıyor. Bu tek sözcük boşalmayı, çözülmeyi, akıp gitmeyi ifade eder... "Geçti gitti" durmaksızın.

Şükretmek için durmaz, düşünmek için bakmaz. İbret almak için değerlendirmez; geçip-gider. Fren tanımadan, engel tanımadan ve hiçbir şeye aldırmadan hayatın akışına kaptırır kendisini!

İşte bunun gibi bir karakter ile, sadece felâket sırasında bu felâketten kurtuluncaya kadar hatırladıktan hemen sonra yoluna devam etme ve "geçip-gitme" karakteri... Evet, işte bu tip bir karakterle ölçüyü aşanlar azgınlıklarını sürdürürler ve bu tutumları ile sınırları aştıklarını anlamazlar.

Peki, önceki asırlarda ölçüyü aşmanın sonu ne oldu?

"Sizden önceki nice kuşakları, peygamberleri kendilerine açık gerçekler getirmişlerken zalimce davranarak iman etmeye yanaşmadıkları için yok ettik. İşte biz ağır suçlu toplumları böyle cezalandırırız."

Ölçüyü çiğneme, haddini aşma ve şirk anlamına gelen zulüm onları felâkete sürüklemiştir. İşte onların sonu buydu. Müşrik Araplar, Arap Yarımadası'nda Ad'ın, Semud'un ve Lut kavminin yaşadıkları bölgelerde, onların kalıntılarını gözleri ile görüyorlardı.

Size peygamber apaçık delillerle geldiği gibi, önceki nesillere de peygamberleri gelmişlerdi. Ancak peygamberlerine inanmayıp cezayı hak ettiler, çünkü onlar iman yoluna girmediler. İsyan yolunu seçtiler. Ve bu yola dalıp gittiler. Artık tekrar imana hazır duruma gelmediler. Dolayısı ile suçluların cezasına çarptırıldılar: "İşte biz ağır suçlu toplumları böyle cezalandırırız."

Kur'an-ı Kerim, peygamberleri apaçık delillerle kendilerine geldikleri halde, iman etmeyen ve bu nedenle cezaya çarptırılan suçluların sonunu müşriklere sunarken, bu yok edilen milletlerin yerine kendilerinin geldiklerini, önceki milletlere varis kılınmakla, ayrılığa düştükleri konularda sınanarak deneneceklerini hatırlatıyor:

"Sonra nasıl davranacağınızı görelim diye sizi onların yerine geçirerek yeryüzünde egemen kıldık."

Bu, insanın kalbi için kuvvetli bir dokunuştur. Çünkü bu anlayışla insan, eski sahiplerinden kalma bir mülke varis kılındığını, daha önceleri buraya yerleştirilenlerin oradan sürüldüklerini, kendisinin de buradaki fonksiyonu ile bu mülke geçici olarak sahip olduğunu, burada sayılı birkaç gün geçireceğini, yaptıkları ile burada sınandığını, bu mülk ile denendiğini, burada az bir süre kaldıktan sonra yaptıklarından hesaba çekileceğini kavramış olmaktadır!

İslâmın, insanın kalbine yerleştirdiği bu düşünce, onun gerçeği görmesini ve ondan saptırmak isteyenlere aldanmamasını sağlamasının yanında, insanın kalbinde bir uyanıklık, duyarlılık meydana getirir ve takvayı harekete geçirir. İşte bu hem ferdin, hem de içinde yaşadığı toplumun emniyet sibobudur.

İnsanın yeryüzünde geçirdiği günler ile sahip olduğu her şey ile ve kendisine verilen bütün imkânları ile sınandığının, imtihan edildiğinin bilincine varması; duyarsızlığa, aldanmaya ve oyuna gelmeye karşı bir kalkan bahşeder. Dünya hayatının nimetlerine dalıp boğulmaktan, kendisinden sorumlu olduğu ve bu vesile ile sınandığı bu nimetlerin peşinde ihtirasla koşmaktan korur onu.

Yüce Allah'ın aşağıdaki cümlede tasvir ettiği gibi, insanı kuşatan "Allah'ın gözetmesinin" bilincinde olması, kişiyi daha çok korunmaya, daha çok sakınmaya iter. İyilik yapma arzusunu ve bu imtihandan başarı ile çıkma arzusunu daha da arttırır: "Nasıl davranacağınızı görelim diye."

İşte bu, İslâm’ın bu gibi güçlü dokunuşlarla insanın kalbinde harekete geçirdiği düşünce ile, ilahi kontrol ve ahirette hesap verme düşüncesini çığırından çıkaran düşünceler arasındaki yol ayırımıdır! Biri, İslâmi düşünceyi esas olarak yaşayan, diğeri ise, diğer kısır düşünceleri esas olarak yaşayan iki insan ortak bir noktada buluşamaz... Ne hayatta, ne ahlâkta, ne de harekete bakış açılarında buluşmaları mümkündür. Aynı şekilde her biri birbiriyle bağdaşmayan ve buluşmayan iki ana ilkeden birine dayandırılan iki hayat düzenini de kaynaştırmak mümkün değildir!

İslâm’da hayat bütün kuralları ve temel ilkeleri ile eksiksiz bir hayattır. Burada, İslâm düşüncesindeki bu temel gereklerden birini, bu gerçeğin bireyin ve toplumun hareketinde meydana getirdiği etkileri örnek olarak vermemiz yeterli olacaktı. Bu nedenle İslâmi hayatı, bu gerçeğin dışında başka temellere dayandırılan hayatlarla ve bu hayatın ortaya çıkardığı sonuçlarla karıştırmak mümkün değildir!

İslâmi hayatın ve İslâm düzeninin, başka yaşam tarzları ve başka düzenlerle aşılanmasının mümkün olduğunu düşünenler, İslâm’da hayatın kendisi üzerinde kurulduğu ilkeler ile, insanlar tarafından kurulan beşeri düzenlerin hepsinde hayatın üzerinde kurulduğu ilkeler arasındaki köklü, derin farkların tabiatını, yapısını kavramayan kimselerdi!

Bundan sonra Kur'an'ın akışı, onlara hitap etme yöntemini bırakıyor. Önceki milletlere varis olduktan sonra, müşriklerin yaptıkları işlerden örnekler vermeye geçiyor.


Müşrikler, suçlu olan millete varis oldular. Fakat bundan sonra ne yaptılar?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder