9-
Sana "Musa Olayı”na ilişkin bilgi geldi mi?
10-
Hani o bir ateş görünce ailesine dedi ki; "Siz burada kalın, ben bir ateş
gördüm. Ya oradan size bir kor getiririm, ya ateşin yakınlarında bize yol
gösterecek birini bulurum."
Yani ey Muhammed, sana
"Musa Olayı”na ilişkin bilgi ulaştı mı? Bu olay, Allah'ın seçtiği
peygamberlere ilişkin koruyuculuğunun ve
yol göstericiliğinin yaşanmış bir örneğini oluşturur. Bu konuda hiçbir
bilgin var mı?
Şimdi Hz. Musa ile karşı
karşıyayız. Hikâyemizin başkahramanı, Medyen Mısır yolu üzerindeki Tur dağının
yanı başındadır. Yüce Allah'ın peygamberinden biri olan Hz. Şuayb ile arasındaki anlaşma süresinin
bitmesi üzerine ailesini yanına almış, tekrar Mısır'a dönüyor. Hz. Şuayb ile
yapmış olduğu anlaşma uyarınca kızlarından biri ile evlenme karşılığında ona
sekiz ya da on yıl boyunca hizmet etmişti. Bu anlaşma süresinin on yıl olması
ihtimali daha güçlüdür. Anlaşma süresi dolunca Hz. Şuayb'ın yanından ayrılmayı
kararlaştırır. Artık eşi ile birlikte ayrı ve bağımsız bir hayat yaşamak ister.
Bu hayatı doğup büyüdüğü ülkede, yani Mısır'da kurmay tercih ediyor. İşte bu
amaçla yoldadır. Çünkü soydaşları olan İsrailoğulları Mısır'da, Firavun'un
kamçısı ve baskısı altında çile dolu bir hayat yaşamaktadırlar. (Hikâyenin bu
bölümü, bu sureden önce inen Kasas suresinde anlatılmıştır.)
Acaba niçin Mısır'a
dönüyordu? Oysa oradan bir kaçak olarak ayrılmıştı. Çünkü İsrailli soydaşı ile
kavga ederken gördüğü bir Kıptiyi öldürmüş ve bu yüzden ülkesini kaçarak terk
etmek zorunda kalmıştı. Üstelik soydaşları olan İsrailoğulları işkenceler
altında inlerken kendisi Medyen'de, kayınbabası Hz. Şuayb'ın yanında huzur ve
güven içinde yaşıyordu.
Sebep yurt ve aile çevresi
özlemi idi. Yüce Allah'ın dileği, Hz.
Musa için hazırladığı rollere bu duyguyu siper etmişti. Bizim hayattaki bütün hareketlerimiz de
aynı niteliği taşır. Bizleri çeşitli özlemler, esinler, içgüdüler, arzular,
acılar ve idealler harekete geçirir. Oysa bunların hepsi, asıl gizli amacın
gerçekleşmesini sağlayan görünür nedenlerdir, gözlerin göremediği ve bakışların
kavrayamadığı güçlü elin, her şeyi çekip çeviren, her şeye egemen olan, üstün
iradeli yüce Allah'ın elinin dıştan görülebilen perdeleridirler.
İşte Hz. Musa bu
sebeplerle Mısır'a dönüş yolculuğuna çıktı. Çölde yolunu şaşırdı. Yanında eşi,
belki de bir de hizmetçisi vardı. Dediğimiz gibi yolu şaşırmışlardı. Gece
zifiri karanlıktı. Çöl uçsuz-bucaksızdı. Bunu O'nun ailesine söylediği şu
sözlerden anlıyoruz:
"Siz
burada kalın, ben bir ateş gördüm. Ya oradan size bir kor getiririm, ya da
ateşin yakınlarında bize yol gösterecek birini bulurum."
Bilindiği gibi geleneklere
göre, çöllerde yaşayanlar, geceleri tepeciklerde, tümsekler üzerinde ateş
yakarlar. Böylece gece yolcuları çölde ateşi görerek yollarını belirler. Ya da
ateşin yanına varınca konuk olacakları bir yerleşim birimi veya kendilerine
yolu tarif edecek yerli bir rehber bulurlar.
Hz. Musa çöl ortasında
yanan bir ateş görünce sevindi. Hemen ateşin yandığı yere gitmeye koyuldu.
Amacı öncelikle oradan getireceği bir korla ateş yakarak ailesini ısıtmaktı.
Çünkü gece soğuktu. Bilindiği gibi çöl geceleri buz gibi soğuk ve kapkaranlık
olur. Başka bir amacı da uzakta yanan ateşin yanında kendisine yolu tarif
edecek bir kılavuz bulmaktı, o da olmazsa ateşin yığından yararlanarak kendisi
de yolunu belirleyebilirdi.
Hz. Musa bir kor parçası
bulmaya, ya da karanlıkta yolunu belirlemeye gitmişti. Ama büyük bir sürprizle
karşılaştı. Evet, aradığı ateşi bulmuştu. Ama
bu ateş, vücutları değil, ruhları ısıtan bir ateşti. Bu ateş de yol bulmaya
yarıyordu. Fakat karanlıkta yolunu yitirenlere değil, "büyük yolculuğun" yolcularına ışık tutuyordu:
11-
Ateşin yanına gelince kendisine şöyle seslenildi; "Ey Musa!"
12-
"Hiç kuşkusuz ben senin Rabbinim. Pabuçlarını çıkar. Çünkü sen kutsal Tuva
vadisindesin."
13-
"Seni ben peygamber seçtim. Şimdi vahyedilecek mesajı dinle."
14-
"Hiç kuşkusuz ben Allah'ım. Benden başka ilah yoktur. Öyleyse bana kulluk
et. Beni anmak için namaz kıl."
15-
“Herkes yaptıklarının karşılığını görsün diye kıyamet anı kesinlikle
gelecektir. Ben o anı neredeyse gizli tuttum.”
16-
"Bu anın geleceğine inanmayanlar, ihtiraslarının tutsağı olanlar seni onun
bilincinden uzaklaştırmasın. Yoksa mahvolursun, aşağı düşersin."
Burada öylesine görkemli
bir sahne karşısındayız ki, insan onu sırf hayal edince bile kanı donar, vücudu
zelzeleye uğramış gibi sarsılır. Düşünelim ki, Hz. Musa o çölün ortasında
yapayalnızdır, gece dondurucu bir ayazdır, karanlıktan göz gözü görmemektedir.
Çevreye ürkütücü bir sessizlik egemendir. Başkahramanımız bu ortamda uzaktan
Tur dağının eteğinde yanarken gördüğü ateşin yanma varmaya çalışmaktadır. O
sırada çevresindeki tüm varlıklar, şu yüce seslenişle yankılanır:
"Ey
Musa! Hiç kuşkusuz ben senin Rabbinim. Pabuçlarını çıkar. Çünkü sen kutsal Tuva
vadisindesin.
"Seni
ben peygamber seçtim."
O küçücük, güçsüz ve
sınırlı zerre, gözlerin göremediği ululukla, gölgesi altında göklerin ve yerin
küçülerek mikroskobik varlıklara dönüştükleri o yücelikle karşı karşıyadır ve
O'ndan gelen mesajı algılayabilmektedir. Beşeri varlığının sınırlı duyarlığı
ile o yüce seslenişi algılayabilmektedir. Nasıl? Eğer yüce Allah'ın lütfu
olmasa böyle bir şey nasıl olabilir?
Hz. Musa'nın kulaklarına
gelen bu esrarengiz ses, çevredeki tüm varlıklarda yankılanan yüce "sesleniş"in
ilk aşamasıdır. Yüce Allah, peygamberliğe seçtiği kuluna yönelik çağrısının bu
ilk bölümünde tek Allah ilkesine dayalı inanç sisteminin temel kurallarını
duyurmuştur.
Bu görkemli sürpriz
karşısında Hz. Musa, hem kendini ve hem de o ateşin yanına niçin geldiğini
unutmuş olmalıdır. Herhalde diğer her şeyden soyutlanarak tüm vücudunu ürperten
bu yüce sese kulak kesilmiş, tüm varlığını içine dolan bu kutsal mesajı
algılamaya vermiştir. O bu çarpıcı sürprizin sarsıntıları içinde kendinden
geçmişken, vücudun tek bir zerresi bile bu sürprizden başka hiçbir şeye ilgi
duymazken, ansızın kendisine cevaplandırmasını gerektirmeyen bir soru
yöneltiliyor.
O
an, bütün insanlığın, Hz. Musa'nın kişiliğinde yüceldiği, doruklara tırmandığı
bir andır. Bir insan için, bir an için bile olsa, o görkemli
kaynaktan mesaj almaya dayanmak ne ulaşılmaz bir mazhariyettir! Biçimi nasıl
olursa olsun, böyle bir iletişim kurmaya elverişli halde olmak, tüm insanlık
için ne paha biçilmez bir onurdur! Peki, bu iletişim nasıl gerçekleşti? Nasıl
olduğunu biz bilemeyiz. Çünkü insan aklının bu olay kavraması, bu konuda
yargıya varması söz konusu değildir. Onun elinden gelen tek şey, hayretten
donup kalarak bu olayın gerçekliğine tanıklık etmesi, bu olaya inanmasıdır.
Tekrarlıyoruz:
"Ateşin
yanına gelince kendisine şöyle seslenildi; Ey Musa! Hiç kuşkusuz ben senin
Rabbi'nim."
Kullanılan fiil "edilgen" çatılıdır. Buna göre sesin
hangi kaynaktan çıktığı, hangi taraftan geldiği belli değil. Seslenme olayının
nasıl ve ne şekilde meydana geldiği belirsiz. Tıpkı bunlar gibi, Hz. Musa'nın
bu çağrıyı nasıl işitebildiğini, bu mesajı nasıl alabildiğini de bilmiyoruz.
Kısacası Hz. Musa'ya bilmediğimiz bir şekilde seslenilmiş ve o da yine
bilmediğimiz biçimde bu mesajı algılamıştır. Bu bir ilahi mucizedir.
Gerçekleştiğine inanıyoruz, ama nasıl gerçekleştiğini sormuyoruz. Çünkü onun
oluş biçimi, insan aklını, insana özgü kavrama kapasitesini aşar:
"Ey
Musa! Hiç kuşkusuz ben senin Rabbinim. Pabuçlarını çıkar. Çünkü sen kutsal Tuva
vadisindesin." (Buradaki
"Tuva" bir görüşe göre söz konusu vadinin adı, başka bir görüşe göre
adı bilinmeyen bir vadi sıfatıdır.)
"Seni
ben peygamber seçtim."
Aman Allah'ım, bu ne büyük
şeref! Doğrudan doğruya yüce Allah, aracısız olarak bir kulu seçiyor. Sayılara sığmaz insan yığınları arasından
bir ferdi seçiyor. Bu fert, uzaydaki milyonlarca gezegenden birinde
yaşıyor. Yani üzerinde yaşadığı gezegen, uzaydaki benzerlerinin sayılmazlığı
karşısında sadece bir zerredir. Üstelik üzerinde yaşadığı gezegenin
benzerlerinin tümü bir araya gelse, yüce Allah'ın tek bir "ol" buyruğu üzerine "oluveren" koca evrene göre bu
dolaysız seçilme şerefi, rahmeti bol olan Allah'ın şu insana yönelik bir
lütfundan başka ne olabilir ki?
Yüce Allah, Hz. Musa'yı
onurlandırdığını, kendisini peygamber olarak seçtiğini, pabuçlarını çıkararak
kendisi ile söyleşmeye hazırlanmasını bildirdikten sonra verilecek mesajı almasına
ilişkin direktifi duyuruyor:
"Simdi
sana vahyedilecek mesajı dinle."
Hz. Musa'ya vahyedilen
mesaj, birbirine bağlı şu üç ilkede özetleniyor: Allah'ın birliğine inanmak, O'na kulluk etmek ve kıyamet gününe
inanmak. Bunlar bütün peygamberlerin kişiliklerinde ortak olan
"peygamberlik misyonu"nun temel ilkeleridir:
"Hiç
kuşkusuz ben Allah'ım, benden başka bir ilah yoktur. Öyleyse bana kulluk et,
beni anmak için namaz kıl. Herkes yaptıklarının karşılığını görsün diye kıyamet
anı kesinlikle gelecektir. Ben o anı hemen hemen gizli tuttum. Bu anın
geleceğine inanmayanlar, ihtiraslarının tutsağı olanlar seni onun bilincinden
sakın uzaklaştırmasın. Yoksa mahvolursun, aşağı düşersin."
Yüce
Allah'ın birliği ilkesi bu inanç sisteminin temel direğidir.
Onun için yüce Allah Hz. Musa'ya yönelik "sesleniş"inde bu ilkeyi, bütün pekiştirme yöntemlerini
kullanarak vurguluyor. Bir defa "Hiç
kuşkusuz ben Allah'ım" şeklindeki ilk "olumlu" cümleye
Arap dilinin bilinen bütün pekiştirme edatlarını yüklüyor. "Benden başka bir ilah yoktur" şeklindeki
ikinci cümlede de "olumsuzluk" ve "istisna" edatlarını bir
arada kullanarak kesin bir "soyutlama" anlamı kazandırıyor. Birinci
cümle ilahlığın sırf Allah'a özgü olduğunu perçinlerken ïkinci cümle bu sıfatı,
O'nun dışındaki her şeyden soyutluyor.
"İlah" varlığı,
bu ilaha kulluk edilmesini gerektirir. Kulluk,
hayattaki her türlü faaliyette yüce Allah'a yönelme anlamına gelen geniş
kapsamlı bir kavramdır. Fakat burada özellikle namaz ibadetinden söz
ediliyor:
"Beni
anmak için namaz kıl."
Çünkü namaz en "bütünleşmiş"
ibadet biçimi ve yüce Allah'ı anmanın en mükemmel yoludur. Çünkü namaz sırf
Allah'ı anma amacına yönelik olduğu belli olan, başka her türlü yan etkiden ve
amaçtan arınmış olduğu tartışmasız olan bir ibadet biçimidir. Namaz, insanların
vicdanlarını sırf bu amaca yönelmeye hazırlar, yüce Allah ile ilişki kurma
özlemi üzerinde konsantre eder, hissi yoğunlaşma sağlar.
Kıyamet
günü beklenen bir randevudur. Bu buluşmada dünyadaki
davranışların adil ve eksiksiz karşılıkları verilecektir. Bu buluşma vicdanlara
sürekli bir dikkat kazandırır. Herkes o günü hesaba alır. Herkes tuttuğu yolda
ilerlerken titiz ve ölçülü adımlar atar; sürçmekten, ayağının kaymasından
çekinir. Yüce Allah, bu buluşma gününün geleceğinin kesin olduğunu pekiştirmeli
bir ifade ile vurguluyor:
"Kıyamet
anı kesinlikle gelecektir."
Fakat bu günün ne zaman
geleceğini hemen hemen gizli tuttuğunu belirtmeyi de gerekli görüyor. Gerçekten
insanların bu konudaki bilgisi son derece azdır, yüce Allah'ın açıklamaları ile
sınırlıdır. Bu açıklamaların miktarı, yüce Allah'ın gerek kullarına bilgi
verirken ve gerekse bazı şeyleri bilgilerinden saklarken gözettiği hikmetin
dengesine bağlıdır.
"Bilmezlik" insan
hayatının, insanın psikolojik yapısının temel unsuru, sürükleyici
lokomotifidir. İnsanların hayatında meraklarını kamçılayan bilinmezler, "meçhuller"
mutlaka bulunmalıdır. Eğer insanlar, şimdiki doğal yapıları ile her şeyi bilselerdi,
bütün faaliyetleri durur ve hayatları kupkuru olurdu. Buna karşılık şimdi onlar
"bilinmezler"in ardından koşuyorlar, ondan korkuyorlar, ona
umutlar bağlıyorlar. Bu meraklarının itici enerjisi ile deneyler yapıyorlar,
bilgilerini geliştiriyorlar, gerek kendi organizmalarındaki ve gerekse
çevrelerini kuşatan evrendeki saklı güçleri keşfediyorlar, yüce Allah'ın gerek
iç âlemlerindeki ve gerekse dış dünyadaki varlık ve ululuk kanıtlarını
görüyorlar, yüce Allah'ın izni ve dileği oranında yeryüzünde yenilikler ortaya
koyuyorlar.
İnsanların kalplerini ve
duygularını ne zaman geleceği belli olmayan bir kıyamet gününün bilinmezliğine
bağlamanın asıl önemli yararı şudur: Bu
yolla onların başıboşluğa sürüklenmeleri, sorumluluk duygusundan arınmaları
önlenir. Çünkü onlar kıyamet gününün ne zaman geleceğini bilmedikleri için
bu konuda sürekli bir endişe ve kesintisiz bir hazırlık çabası içinde olurlar. Tabii ki, bu söylediğimiz, fıtratı sağlıklı
ve dengeli olanlar için geçerlidir. Fıtratı
bozulanlara ve ihtiraslarının tutsağı olanlara gelince onlar bu konuda
umursamaz, vurdumduymaz ve aldırışsız olurlar. Bu yüzden de geriye
giderler, sürekli olarak insanlık düzeyinin aşağısına doğru kayarlar:
"Bu
anın geleceğine inanmayanlar, ihtiraslarının tutsağı olanlar, sakın seni o anın
bilincinden uzaklaştırmasın. Yoksa mahvolursun, aşağı düşersin."
Çünkü ihtirasların tutsağı
olmak, kıyamet gününü inkâr etmeye yol açan başlıca faktördür. Oysa sağlıklı
insan fıtratı, samimi olarak inanır ki, dünya hayatında ne insana yaraşır
olgunluğa erilebilir ve ne de eksiksiz adalet idealine ulaşılabilir. Bu yüzden mutlaka başka bir hayat biçimi
olmalıdır ki, o hayatta insan için belirlenen olgunluğun doruğuna
tırmanılabilsin ve bütün davranışlara dengeli karşılıklar biçen mutlak adalet
ideali gerçekleşebilsin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder