43- Andolsun biz, ilk nesilleri helak ettikten sonra Musa'ya, insanların kalp gözlerini aydınlatacak nur ve onlara yol gösterici olarak Kitab'ı verdik. Belki düşünür, öğüt alırlar diye.
Hz. Musa'ya -selâm üzerine
olsun- düşen pay budur. Hiç kuşkusuz bu, büyük bir paydır. Ve işte onun
akıbeti. Gerçekten de onurlu bir akıbet. Bu pay, Allah katından gelen bir
Kitaptır. Bu Kitap tıpkı bir göz gibi insanlara yollarını gösteriyor.
Kudret elinin tağutlarla
ezilenler arasındaki mücadeleye nasıl müdahale ettiğini, en sonunda nasıl
tağutları yerle bir edip yok ettiğini ve nasıl zulme uğrayanlara iyilikte
bulunup onları yeryüzüne egemen kıldığını düşünürler diye.
Böylece bu surede yer alan
Hz. Musa ve Firavun kıssası sona eriyor. Bu
kıssa güvenliğin ancak yüce Allah'ın yanında olduğunu gösteriyor. Yine
korkunun ancak Allah'tan uzak olma durumunda söz konusu olacağını kanıtlıyor. O
kadar ki tağutların sahip olduğu güç, doğru yolda bulunanların önleyemediği bir
fitneye, yoldan çıkarıcı bir araca dönüşünce kudret eli, azgınlığı ve azgınları
durdurmak, onları bertaraf etmek için dolaysız ve açık bir şekilde olaya
müdahale eder. Bu anlamlar, Mekke'de ezilen küçük Müslüman topluluğun son derece
ihtiyaç duyduğu telkinlerdir. Büyüklük taslayan müşriklerin de bunları
düşünmeleri gerekiyordu. Bunlar doğru yola yönelik davetin söz konusu olduğu ve
tağutların bu davetin karşısına dikildiği her yerde yenilenen anlamlardır.
İşte Kur'an'daki kıssalar ruhların
eğitimine, varlık âlemindeki gerçeklerin ve ilahi yasaların ifade
edilmesine aracı olmak için yer alırlar.
Geçen derste, vurgulu
anlamları ile içerdiği mesajlarıyla Hz. Musa'nın kıssası yer almıştı. Bu derste
ise, bu kıssa üzerine yapılan değerlendirmeler başlıyor. Sonra ayetlerin akışı,
surenin ana ekseni doğrultusunda yolunu izleyerek güvenli ortamın nerede, korku
ortamının nerede olduğunu açıklıyor. Bu arada İslam çağrısını şirk, inkâr ve
çeşitli mazeretler ileri sürerek reddeden müşriklerle gezintiye çıkılıyor. Bu
gezintilerle müşrikler çeşitli evrensel, sahnelerde kıyamet günü gerçekleşen
mahşer (toplanma) sahnelerinde bir de kendilerine gönderilen peygamberin
sunduğu mesajın doğruluğunun kanıtları sunulduktan sonra içinde bulundukları
duruma ilişkin sahnelerde dolaştırılıyorlar. Kendileri Hz. Peygamberin sunduğu
mesajı inkâr ve inatla karşılarlarken ehl-i Kitaptan bir grubun bu mesajı
imanla, içtenlikle karşıladığı vurgulanıyor. Oysa eğer anlayabilselerdi bu
mesaj kendileri için azaba karşı bir rahmetti.
Kıssa üzerine yapılan ilk
değerlendirme Peygamberimizin Allah'tan vahiy aldığına ilişkin sözlerinin
doğruluğuna yönelik bir işaret etrafında geliyor. Çünkü Hz. Peygamber salât ve
selâm üzerine olsun kıssada geçen olayların ayrıntılarını gözleriyle gören biri
gibi okuyor. Oysa Hz. Peygamber bu olayları görmüş değildi. Şu halde bu
olayları, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan yüce Allah'tan gelen vahye
dayanarak aktarıyordu. İçinde bulundukları şirk'ten dolayı azaba uğramamaları
için bu vahiy onun kavmine yönelik bir rahmetti. Dolayısıyla "Rabb'imiz ne
olurdu bize bir peygamber gönderseydin de ayetlerine uysak ve mü'minlerden
olsaydık." dememeleri içindi.
44-
Ey Muhammed! Musa'ya emrimizi vahyettiğimiz zaman sen mukaddes vadinin batı
tarafında değildin, onu görenlerden de değildin.
45-
Biz nice nesiller var etmiştik de onların üzerinden uzun zamanlar geçti. Ey
Muhammed! Sen Medyen halkı arasında bulunup onlara ayetlerimizi okumuyordun.
Fakat o haberleri sana gönderen Biziz.
46-
Sen Musa'ya hitab ettiğimiz zaman Tur'un yanında da değildin. Fakat Rabb'inden
bir rahmet olarak orada geçenleri sana bildirdik ki senden önce bir uyarıcı
peygamber gelmemiş olan kavmi uyarasın; belki düşünüp öğüt alırlar.
47-
Kendi elleriyle yaptıkları günahlar yüzünden başlarına bir felaket geldiği
zaman; "Rabb'imiz ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de ayetlerine
uysak ve mü'minlerden olsaydık " demesinler diye peygamber gönderdik.
48-
Fakat onlara Katımızdan gerçek gelince; "Musa'ya verildiği gibi buna da
mucize verilmesi gerekmez mi? derler. Daha önce Musa'ya verileni de inkâr
etmemişler miydi? Yardımlaşan iki sihirbaz; "Hepsini inkâr edenleriz."
demişlerdi.
49-
De ki; "Eğer doğru iseniz, Allah katından bu ikisinden, Musa'ya ve bana
inen kitaplardan, daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım.
50-
Eğer sana cevap vermezlerse bil ki onlar, keyiflerine uyuyorlar. Allah'tan bir
yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir?
Elbette Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez.
51-
Andolsun biz, düşünüp öğüt alsınlar diye vahyi birbirine bitiştirdik.
Ayette geçen "batı" Tur dağının batı tarafıdır.
Burayı Yüce Allah, önce otuz gün, daha sonra kırk gün olarak belirlediği bir
süre içinde Musa ile buluşma yeri olarak tayin etmişti. Bu belirlenen süre
içinde İsrailoğulları arasında uygulayacağı yasa Hz. Musa'ya levhalara
işlenerek verilmişti. Peygamber efendimiz, bu buluşma gerçekleşirken orada
değildi. Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'de yer aldığı şekliyle olayın ayrıntılarını
bilemezdi. Çünkü onunla bu olay arasında birbirini izleyen birçok kuşaklar
gelip geçmişti. Bu da gösteriyor ki, bu ayrıntıları ona haber veren,
kendisine Kur'an'ı vahyeden, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan yüce
Allah'dır.
Aynı şekilde Kur'an Medyen'e
ilişkin haberler de içeriyor. Hz. Musa'nın orada geçirdiği yıllara da
değiniyor. Peygamber efendimiz de bunları ayrıntılı olarak anlatıyor. Oysa
peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- o sırada Medyen halkı arasında
bulunmuyordu. Dolayısıyla o döneme ilişkin haberleri Kur'an'da yer aldığı
şekliyle ayrıntılı olarak anlatamazdı.
Yine Kur'an-ı Kerim Tur
dağının yanındaki sesleniş ve yakarış ortamını büyük bir incelikle ve
derinlikle tasvir ediyor. Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun
seslenişi duymamıştı. Bu ayrıntıları da o zaman not almamıştı. Dolayısıyla peygamber
efendimizin kavmini çağırdığı bu inancın doğruluğunu ortaya koyan bu haberleri,
yüce Allah'ın ona anlatması, kavmine yönelik bir rahmettir. Amaç, daha önce
kendilerine bir uyarıcı gönderilmemiş bu kavmi uyarmaktır. Çünkü peygamberleri
hep çevrelerindeki İsrailoğulları'na gönderiliyordu. Ataları İsmail'den bu yana
geçen uzun süre içinde Araplara bir peygamber gönderilmiş değildi.
Şu halde kıssaların
anlatımı yüce Allah'ın Arap toplumuna yönelik rahmetidir. Bu aynı zamanda
onların aleyhlerine kullanılacak bir delildir de. Ansızın yakalandıklarını,
azaba uğratılmadan önce uyarılmadıklarını ileri sürmesinler diye. Çünkü onların
içinde bulundukları cahiliye, şirk ve günah ortamı şiddetli bir azabı
gerektirmektedir. Bu yüzden yüce Allah gerekçelerini geçersiz kılmak,
bahanelerini ortadan kaldırmak istemiştir. Onları imanla aralarında hiçbir
engel kalmayacak şekilde kendileri ile baş başa bırakmak istemiştir.
"Kendi elleriyle
yaptıkları günahlar yüzünden başlarına bir felaket geldiği zaman; `Rabb'imiz ne
olurdu bize bir peygamber gönderseydin de ayetlerine uysak ve mü'minlerden
olsaydık' derler."
Eğer kendilerine bir
peygamber gönderilmemiş olsaydı ve bu peygamberle birlikte her türlü bahaneyi
geçersiz kılan ayetler gönderilmemiş olsaydı böyle diyeceklerdi. Ne var ki,
kendilerine peygamber gönderilince ve bu peygamberle birlikte içinde kuşkuya
yer bulunmayan hak içerikli mesaj sunulunca ona uymadılar.
Böylece hak içerikli ilahi
mesaja uymadılar. Boş ve anlamsız bahaneler ileri sürerek gerçekten yüz çevirdiler.
Ya Musa'ya verilen somut maddi mucizeler ya da bir kerede tüm Tevrat'ı içeren
levhalar gibisi ona da verilmeli değil miydi?
Ne var ki, onlar bu
gerekçeyi ileri sürerken doğruyu söylemiyorlardı. Kendilerine sunulan mesaja
karşı çıkarlarken samimi değillerdi. Arap Yarımadası'nda Yahudiler de
yaşıyordu. Ellerinde de Musa'ya indirilen Tevrat bulunuyordu. Fakat Araplar
onlara inanmamışlardı. Ellerinde bulunan Tevrat'ı doğrulamamışlardı. Öte yandan
Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- niteliklerinin Tevrat'ta yazılı
olduğunu biliyorlardı. Nitekim Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun
kendilerine sunduğu bazı gerçekler hakkında ehl-i Kitaptan bazılarının görüşüne
başvuruyorlardı. Onlar da Hz. Muhammed'in sunduğu ayetlerin gerçekliğini ifade
edecek ve ellerindeki kitapla uyuştuğunu vurgulayacak tarzda görüş
belirtiyorlardı. Buna rağmen onlar bütün bunlara uymuyorlardı. Ve Tevrat'ın da,
Kur'an'ın da sihir olduğunu, bu yüzden birbirleriyle uyuştuklarını, birbirini
doğruladıklarını iddia ediyorlardı.
Şu halde bu tutumlarının
nedeni inatçılık ve ukalalıktı. Böyle davranmaları; gerçeği araştırma
isteğinden, inandırıcı belge eksikliğinden ya da delil yetersizliğinden
kaynaklanmıyordu.
Bununla beraber surenin
akışı onları köşeye sıkıştırmak, delille susturmak amacı ile birkaç adım daha
atıyor ve onlara şöyle diyor: “Eğer Kur'an hoşunuza gitmiyorsa ve eğer
Tevrat'tan da hoşlanmıyorsanız, Allah katından gelmiş Tevrat tan ve Kur’an’dan
daha doğru bir Kitap varsa elinizde getirin, ona uyalım.”
Bir rakibe karşı ancak bu
kadar toleranslı davranılabilir. Bu, delil getirmek için tanınan en uzun
süredir. Buna rağmen kim bu fırsattan sonra gerçeğe yönelmezse; o, hiçbir
delile dayanmayan ve büyüklük kompleksine kapılan, kendi havasına, arzusuna
uyan birisidir!
Hiç kuşkusuz bu Kur'an'ın
içerdiği gerçek son derece açıktır. Bu dinin ileri sürdüğü kanıt ise herkesin
görüp anlayabileceği şekilde ortadadır. Kendi hevası, arzusu engel olmadığı
sürece bu gerçeği öğrenen birisi onu benimsemekten kaçınmaz. Şu halde ortada
bir üçüncüsü bulunmayan iki yol vardır. Ya içtenlikle gerçeği benimsemek, arzu
ve ihtirastan kurtulmak -Bu durumda iman etmek, kayıtsız şartsız teslim olmak
kaçınılmaz olur- ya da gerçeğe karşı direnmek ihtiras ve arzulara uymak. Bu ise
gerçeği yalanlamak ve bedbaht bir hayatı tercih etmektir. Yoksa kendi
ihtiraslarına uyan art niyetli kişilerin ileri sürdükleri gibi inanç sisteminde
bir kapalılık söz konusu değildir. Sunulan belgelerin zayıf olduğuna yahut
delillerin yetersiz olduğuna ilişkin iddiaların geçerli bir dayanağı,
inandırıcı bir kanıtı yoktur.
"Eğer
sana cevap veremezlerse bil ki, onlar keyiflerine uyuyorlar.
Bu kadar kesin ve bu kadar
açık. Bunu Allah söylüyor. Reddetmek ya da yorum yapmak söz konusu olamaz. Bu dinin
çağrısına olumlu karşılık vermeyenler, hiçbir mazeretleri bulunmayan art
niyetli kimselerdir. Hiçbir gerekçeleri, mazeretleri olmayan ve gerçeği örtbas
eden ahmak, akılsız kimselerdir. Onlar açık ve anlaşılır gerçekten yüz
çevirip arzularına, ihtiraslarına uyuyorlar.
Bu ayetler, Kur'an'ı
anlayamadıklarını, bu dini bütünüyle kavrayacak bilgiye sahip olmadıklarını
ileri sürerek; kendilerini mazur göstermeye çalışanların yolunu tıkamaktadır.
Buna göre bu Kur'an kendilerine ulaşır ulaşmaz, bu din kendilerine sunulur
sunulmaz önlerine bir kanıt serilmiş demektir. Bu durum tür tartışmaların
sonudur, bütün mazeretleri geçersiz kılar. Çünkü insan, bizzat açık ve
anlaşılır şekilde ortadadır. Hevesini, ihtirasını önder edinip ona uyandan başkası
bu açık ve anlaşılır gerçekten yüz çeviremez. Kendisine zulmeden, apaçık
gerçeğe zulmeden, böylece yüce Allah'ın hidayetini hak etmeyen akılsız, ahmak kimselerden
başkası bu mesajı yalanlamaz: "Elbette Allah, zalim kavmi doğru yola
iletmez."
Kuşkusuz gerçeğin onlara
ulaşması, onlara sunulması ile birlikte mazeretleri ortadan kalkmıştır. Buna
karşı ileri sürebilecekleri geçerli bir gerekçeleri, inandırıcı bir delilleri
de yoktur.
Bu gezinti sona erince,
yamuklukları ve kaypaklıkları iyice açığa kavuşuyor. Bunun ardından surenin
akışı, olumlu bir karakterin ve iyi niyetli bir kişiliğin tablosunu sunmak
üzere onlarla bir diğer gezintiye çıkıyor. Bu tablo, kendilerinden önce kitap
verilenlerden bir grubun şahsına ve bu grubun kendi ellerindeki Kitabı
doğrulayan bu Kur'an'ı karşılama yöntemlerinde belirginleşiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder