3 Aralık 2012 Pazartesi

Şu’arâ Suresi 213-227 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


213- Sakın Allah'ın yanı sıra başka bir ilaha yalvarma; yoksa azaba çarpılanlardan olursun.

214- Öncelikle en yakın akrabalarını uyar.

215- Sana uyan mü'minlere karşı alçak gönüllülük kanatlarını indir.

216- Eğer hemşerilerin sana karşı gelirlerse onlara "Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım" de.

217- Üstün iradeli ve merhametli olan Allah'a dayan.

218- O seni namaza durduğunda görür.

219- Secde edenler ile birlikte eğilip dikildiğini de görür.

220- Hiç kuşkusuz O, her şeyi işitir ve her şeyi görür.


Allah ile beraber başka bir ilaha yöneldiğinde -böyle bir şey imkânsızdır, ama meseleyi anlamak için öyle düşünelim- azaba çarptırılacaklar arasında peygamberimizin de yer alacağı belirtildiğine göre artık varın başkasını siz düşünün! Peygamber olmayan insanlar böyle bir işe yöneldiklerinde nasıl azaptan kurtulacaklardır?! Orada hiçbir kayırma da söz konusu olmayacaktır. Bu büyük günahı, işlediği takdirde peygamberin üzerinden dahi bu azabın kaldırılması mümkün olmaz!

Peygamberin -salât ve selam üzerine olsun- kendisini uyardıktan sonra, ailesini uyarması da emrediliyor ki, başkasına ders olsun. İman etmeyip şirkte direttikleri taktirde azabın bunları da tehdit ettiği böylece ifade edilmiş oluyor. "Öncelikle en yakın akrabalarını uyar" Rivayetlerin belirttiğine göre bu ayet indirildiğinde peygamberimiz -salât ve selam üzerine olsun- Safa tepesine gelip üzerine çıktı. Sonra "Hele gelin Hele gelin" diye çağırdı. Bazıları kendileri geldiler. Bazıları da elçilerini gönderdiler. Böylece insanlar toplandı. Peygamberimiz orada konuşmaya başladı. "Ey Abdulmuttalip oğulları! Ey Fihoğulları! Ey Lüey oğulları! Ben şimdi size dağın öbür yamacında düşman süvarilerinin bulunduğunu ve size saldırmak istediklerini söylesem bana inanır mısınız” diye sordu. Evet, dediler. Sonra ilave etti "Ben şiddetli bir azaptan önce size gönderilmiş bir uyarıcıyım". Ebu Leheb söze karıştı ve "Gün boyunca ağzın kurusun. Sırf bunun için mi bizi çağırdın" dedi? Bunun üzerine yüce Allah Ebu Leheb'in iki eli kurusun. Kurudu da" suresini gönderdi. (Buhari, Müslim)

Hz. Aişe anlatıyor: "Yakın akrabanı uyar" ayeti geldiğinde Allah'ın elçisi -salât ve selam üzerine olsun- kalktı ve "Ey Muhammed'in kızı Fatıma, Ey Abdulmuttalib'in kızı Safiye, Ey Abdulmuttalip oğulları, Ben Allah'ın huzurunda sizi kurtaramam. Malımdan dilediğiniz kadar isteyebilirsiniz. Müslim ve Tirmizi kendi rivayet zincirlerine dayanarak Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini naklediyorlar: Bu ayet indiğinde peygamberimiz -salât ve selam üzerine olsun- Kureyş kabilesini genel ve özel isimleriyle çağırdı ve şöyle buyurdu: Ey Kureyşliler kendinizi ateşten kurtarınız. Ey Ka'boğulları, canınızı ateşten kurtarınız. Ey Muhammed'in kızı Fatıma! Kendini ateşten kurtar! Allah'a yemin ederim ki, ben Allah'ın huzurunda size hiçbir yönden faydalı olamam. Yalnız siz benim akrabamsınız. Sizin akrabalık haklarınızı sonuna kadar gözeteceğim.

Bu ve benzeri hadisler peygamberimizin -salât ve selam üzerine olsun- olayı nasıl algıladığını, yakın akrabasına nasıl anlattığını onların işlerinden ellerini çektiğini, ahiret konusunda onların durumlarını Rabblerine havale ettiğini, yaptıklarını, ettiklerinin kendilerine fayda vermediği, bir sırada akrabası olmalarının bir yarar sağlamayacağını, Allah'ın elçisi olmasına rağmen bu durumda Allah katında kendileri için bir şey yapamayacağını açıklıyor. İşte bütün açıklığı ve netliği ile, Allah'ın yüce elçisi dahi olsa kul ile Allah arasında hiçbir vasıtayı kabul etmeyen İslam budur.

Aynı şekilde yüce Allah, peygamberine, kendisi aracılığı ile Allah'ın davasına gönül verip kabul eden inanmışlara nasıl davranacağı da açıklıyor:

"Sana uyan mü'minlere karşı alçak gönüllük kanatlarını indir."

Bu yumuşaklık, alçak gönüllük ve merhamet somut şekillenmiş bir halde veriliyor. Kanatları germe halinde veriliyor. Tıpkı konmak isteyen kuşun iki kanadını yere germesi gibi. İşte peygamberimiz de -salât ve selam üzerine olsun hayatı boyunca mü'minlere karşı böyle davranmıştır. O'nun ahlakı Kur'an'dı. O Kur'an'ı Kerim'in canlı eksiksiz bir tercümanıydı.

Yüce Allah, peygamberine isyankarlara karşı nasıl davranacağını da açıklamıştı. Onları Rabb'lerine havale edecek ve onların yaptıklarından el etek çekecekti. "Eğer hemşerilerin sana karşı gelirlerse onlara `Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım' de."

Bu, Mekke'de peygamber -salât ve selam üzerine olsun- müşriklere karşı savaşmakla emredilmeden önce böyleydi.

Sonra peygamberi -salât ve selam üzerine olsun- Rabbine yöneltiyor. Sürekli yakın ilişki ve koruma bağını O'nunla oluşturuyor.

"Üstün iradeli ve merhametli olan Allah'a dayan".

"O seni namaza durduğunda görür."

"Secde edenler ile birlikte eğilip dikildiğini de görür."

"Hiç kuşkusuz O, her şeyi işitir ve her şeyi görür."

Onları isyanları ile baş başa bırak. Onların yaptıklarından uzaklaş. Rabbine yönel. Ona dayan. Bütün işlerinde O'ndan yardım dile. Bu surede yüce Allah iki yerde tekrar şu iki sıfatla nitelendiriliyor. Kuvvet ve merhamet. Sonra peygamberin -salât ve selam üzerine olsun- kalbi, yakınlık ve içtenliği hissediyor. Tek başına namaza dururken Rabbi kendisini görüyor. Secdeye kapanan topluluğun arasında da görüyor. Yalnızken de görüyor. Namaz kılan topluluğun içinde onlara direktif verirken, onları düzene koyarken, onlara imamlık yaparken, onları bir halden bir hale sokarken de hep görüyor. Hareketlerini de duruşlarını da görüyor. Dualarını da niyazlarını da işitiyor: "O her şeyi işitir ve her şeyi görür."

Buna göre, ifadede, koruma, yakınlık hesaba katma ve yardım etme gibi unsurları içeren bir içtenlik var. Böylece Hz. peygamber -salât ve selam üzerine olsun- Rabbinin koruması altında, himayesinde ve en yakın ilişki içinde olduğunu hissediyordu. Bu yüce içtenlik atmosferi içinde yaşıyordu.

Surenin son gezintisi de yine Kur'an hakkındadır. Birinci seferinde onun Âlemlerin Rabbi tarafından indirildiği ve onu Ruh-ul Emin'in getirdiği pekiştiriliyordu. İkincisinin de onu şeytanların indirmiş olma iddiası çürütüldü. Bu seferde ise şeytanların Hz. Muhammed -salât ve selam üzerine olsun- gibi güvenilir, doğru sözlü, iyi bir yol izleyen insanlarla ilişki kurmadıkları, onların ancak her yalancı, günahkâr ve sapık insana gelip gittikleri belirtiliyor, yani onlar, şeytanların telkinlerini alan ve onları şişirerek, gizemlilik kazandırarak yaymaya çalışan kâhinlere gelip giderler.


221- Şeytanların kime ineceğini size söyleyeyim mi?

222- Onlar ne kadar aşırı yalancı ve günah düşkünü varsa onlara inerler.

223- Onlar, çoğunluğu yalancı olan şeytanların söylediklerine kulak verirler.


Arap toplumunda cinlerin kendilerine haber getirdiklerini iddia eden kâhinler vardı. İnsanlar bunlara sığınıyor ve onların haberlerine güveniyorlardı. Bunların çoğu yalancıydı. Onlara inanmak ise, kuruntulara ve yalanlara paçayı kaptırmaktı. Herhalde kâhinler insanları doğru yola çağırmıyorlardı, Allah'tan korkmalarını istemiyorlardı. Onları imana iletmiyorlardı. İnsanları Kur'an- Kerim ile sağlıklı bir hayat yoluna çağıran peygamberimiz ise -salât ve selam üzerine olsun- onlar gibi bir insan değildi.

Onlar bazan Kur'an'a şiir diyorlardı. Hz. peygamberin de -salât ve selam üzerine olsun- şair olduğunu söylüyorlardı. Bununla beraber, insanların kalplerine inen, duygularını harekete geçiren, karşı koyamayacakları bir şekilde onların iradelerine egemen olan eşine asla rastlamadıkları bu sözü nasıl karşılayacaklarını kestirmemenin şaşkınlığı içindeydiler.

Bu suredeki Kur'an ayetleri Hz. Muhammed'in -salât ve selam üzerine olsun yolu ve Kur'an yolunun asla şairlerin yolu ve şiir yolu ile ilgisi olmadığını açıklıyorlardı. Çünkü bu Kur'an apaçık bir yol izliyordu. Belirlenmiş bir amaca çağrı yapıyordu. Dosdoğru bir yolla bu amacına doğru ilerliyordu. Peygamber -salât ve selam üzerine olsun- bugün söylediğiyle yarın çelişmiyordu. Değişen arzulara ve duygusal tepkilere bağlı bir yol izlemiyordu. Bir çağrı üzerinde ısrar ediyor, bir inanç üzerinde yoğunlaşıyor, zikzakları olmayan bir yolda ilerliyordu. Şairler ise böyle değildir. Şairler değişebilen tepkiler ve duygusal hareketlerin esiridirler. Duyguları onlara hâkim durumdadır. Bu da onları diledikleri gibi bu duyguları ifade etmeye iter. Aynı şeyi bir zaman siyah görürken başka bir zaman beyaz görürler. Bazı mutlu oldukları zaman bir söz söylerler. Öfkelendiklerinde ise başka bir söz söylerler. Sonra onlar aynı düzeyde durmayan oynak karakterlerin sahibi kimselerdir!

Bunun yanında kuruntudan dünyalar yaparak bu dünyalarda yaşarlar. Bazı işleri ve sonuçları hayal ederler. Sonra onları yaşanan bir gerçek olarak hayal eder ve ondan etkilenirler. Eşyanın hakikatine, gerçeklerine çok az ilgi duyarlar. Zira onlar hayallerinde, içinde yaşadıkları başka bir realite oluştururlar.

Belli bir davası olan ve bu davasını realite dünyasında, insanların yaşadığı dünyada gerçekleştirmek isteyen insan ise böyle değildir. Dava sahibinin bir hedefi, bir programı, bir yolu vardır. Açıkgöz, açık kalb, uyanık akıl ile programına göre yolunda ilerlemeye devam eder. Kuruntuya razı olmaz. Rüyalarla yaşamaz. İnsanlar dünyasında bir realiteye dönüşmedikleri müddetçe hayallerle yetinmez. Onlarla tatmin olmaz.

Buna göre peygamberin -salât ve selam üzerine olsun- programı ile şairlerin programı birbirine taban tabana zıttır. Bu konuda hiçbir kuşku da yok. Olay apaçık ve net olarak ortadadır.


224- Şairlere gelince; ancak amaçsız, havai insanlar onların peşinden gider.

225- Görmüyor musun ki, onlar her vadiye dalarlar.

226- Ve yapmadıklarını söylerler.


Onlar karakterlerine ve arzularına uyarlar. Bu nedenle arzu ve isteklerine esir olan şaşkınlar onların peşlerine takılırlar. Zira bunların hiçbir amaçları ve hiçbir programları yoktur.

Şairler, söz, düşünce ve bilincin her vadisine takılırlar. Zira bunların hiçbir amaçları ve hiçbir programları yoktur.

Şairler söz, düşünce ve bilincin her vadisine takılırlar. Her zaman diliminin, üzerlerindeki etkilerine gösterecekleri tepkilere göre, herhangi bir baskı atmosferinde oradan oraya takılıp giderler.

Şairler yapmadıkları şeyleri söylerler. Zira kendi hayallerinin ve duygularının ürünü olan dünyalarda yaşarlar. Kendilerine çekici gelmeyen gerçek hayatın bu hayal ürünü dünyalarını tercih ederler! Bu nedenle çok şeyi söylerler. Fakat onları yapmazlar. Çünkü bunları kuruntu âlemlerinde yaşarlar. İnsanların görülen dünyalarında bunların bir gerçekliği, bir pratiği yoktur.

İslam yapısı hayat pratiğinde uygulanmaya müsait, hazır, eksiksiz bir hayat programıdır. İslam gizli olan vicdanlardan hayatın görülen bütün uygulamalarına varıncaya kadar her şeyi kuşatan geniş kapsamlı bir harekettir. İslamın bu tabiatı, şairlerin insanlık tarafından bilinen genel karakteri ve tabiatıyla uyuşmaz. Çünkü şair iç âleminde bir takım ütopyalar yaratır ve onlarla tatmin eder kendisini. İslam ise, hayallerin gerçekleşmesini ve onların gerçekleştirilmesi için çalışmayı gerektirir. Bütün duyguları realite âleminde üstün bir örnek olarak gerçekleştirmeye çalışır.

İslam insanların hayatın gerçeklerini olduğu gibi karşılamayı onlardan kaçıp ütopya türü hayallere yönelmemeyi tercih eder, sever. Eğer bu gerçekler, onların hoşuna gitmiyorsa, uyguladıkları programa uygun düşmüyorsa, İslam bu durumda insanların onları değiştirmelerini ve istediği programı gerçekleştirmelerini öngörür.

Bu nedenle İslam, insanların uçup giden kuruntulara, hayallere mümkün ölçüde kapılmamalarını, onların kökünü kazımalarını ister. İslam insanın bu gücünü yüce hayallerin gerçekleştirilmesi uğrunda harcamasını öngörür. Yüce ve geniş kapsamlı programını gerçekleştirme uğrunda bütün enerjisini harcaması gerektiğini belirtir.

Bununla beraber İslam, ayetlerin yüzeysel olarak ele alınışı halinde anlaşılacağı gibi şiire ve sanatın kendisine karşı savaş açmaz. Belki ayetlerin yüzeysel olarak değerlendirilmesiyle böyle bir yargıya varabilirse de gerçek öyle değildir. İslamın karşı koyduğu savaştığı şey, şiir ve sanatın izlediği yol, ütopyaların yolu: sınırsız arzuların hiçbir ilkeye bağlı olmayan tepkilerin yolu, insanları tasavvurlarını gerçekleştirmekten alıkoyan ütopyaların yolu.

Ruh, İslam'ın yoluna girip oraya yerleştiğinde, şiiri ve sanatı ile İslami prensiplerle yetiştiğinde, olgunlaştığında ve aynı zamanda realite dünyasında bu tertemiz duyguları gerçekleştirmeye çalıştığında kuruntulara dayalı dünyalar yaratıp bunların içinde yaşamakla yetinmediğinde, hayatın realitesini, çarpık, geri kalmış ve çirkin halde yüzüstü bırakmadığında;

Ruhun İslami bir amaca yönelik değişmez bir programı bulunduğunda, dünyaya bakıp onu İslam açısından, İslamın ışığında değerlendirdiğinde; sonra da bunların hepsini şiir ve sanat ile ifade ettiğinde; İşte bu durumda İslam şiire soğuk bakmaz, sanata karşı savaşmaz. Belki ayetleri yüzeysel olarak değerlendirdiğimizde böyle bir bakış açısı ilk etapta göze çarpar ama gerçekten öyle değildir.

Kur'an-ı Kerim kalpleri ve akılları bu evrenin harika sanat güzelliklerine ve insan ruhunun derinliklerine yöneltir. Dikkatlerini bu alanlara çeker. Bunlar ise şiir ve sanatın ana malzemesidir. Kur'an'ı Kerim maddi ve manevi varlıkların güzellikleri önünde bir takım duruşlar yapar ki, şeffaflıkta, etkilemede bu sanat üstünlükleri ve güzelliklerini bir bütün olarak sergilemede hiç bir şiir Kur'an'ın bu tespitlerine ulaşamaz.

Bu nedenle Kur'an-ı Kerim şairlerin bu genel karakterinde bir istisna da yapar. Hükmünü mutlak olarak vermez.


227- Yalnız iman edip iyi ameller işleyenler, sık sık Allah'ı ananlar ve zulme uğradıklarında zalimlere karşı koyanlar böyle değildirler. Zalimler ne acı bir akıbetle yüz yüze geleceklerini yakında anlayacaklardır.


İşte bunlar şairlerin o genel karakteri dışındadırlar. Bunlar iman etmiş ve kalpleri inanç sisteminin gerçekleriyle dolmuştur. Hayatları bir yola, programa göre doğrulmuştur. İyilikler yapmışlardır. Bütün güçlerini, enerjilerini, güzel iyi işlere yöneltmişlerdir. Soyut düşüncelerle ve hayallerle yetinmemişlerdir. Zulme uğradıktan sonra zafere kavuşmuşlardır. Böylece bağlandıkları, inandıkları, gerçeğin zafere ulaşması için bütün enerjilerini harcayacakları bir mücadele ortamı içine girmişlerdir.

Peygamberimiz -salât ve selam üzerine olsun- döneminde, şirk ve müşriklerle girişen, savaş meydanlarında İslam inanç sistemini ve bu inancın sahibini savunan şairler arasında, Hasan İbni Sabit, Ka'b İbni Malik ve Abdurrahman İbni Revaha'yı da görüyoruz. Allah hepsinden razı olsun. Bunlar Medine'li Müslüman şairlerdi. Abdullah İbni Zeba'ri ve Ebu Süfyan İbni Haris İbni Abdulmuttalib de bu şairler arasında bulunuyorlardı. Bu son ikisi cahiliye dönemlerinde peygamberimiz -salât ve selam üzerine olsun- hicvediyorlardı. Müslüman olduklarında güzel Müslümanlar oldular. Peygamberimize övgüler, methiyeler yazdılar ve İslamı savundular.

Buhari’de yer almıştır ki: Peygamberimiz -salât ve selam üzerine olsun- Hasan İbni Sabit'e "Hicvet onları. Cebrail seninle beraberdir" demiştir. Abdurrahman İbni Ka'b babasından aldığı rivayette babasının peygamberimize -salât ve selam üzerine olsun- "Yüce Allah şairler hakkında indireceklerini indirdi, artık bu işi bırakayım" dediğinde peygamberimiz -salât ve selam üzerine olsun= "Mü'min hem kılıcı, hem diliyle savaşır. Canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, dil ile onlara söylediğiniz her söz yayından fırlayan bir ok gibi onlar üzerinde etki yapmaktadır. (İmam Ahmet rivayet etmiştir.)

İslam şiirinin ve İslam sanatının kapsamı, zamanın şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun olarak gerçekleşen bu örnekler, çok daha geniş bir alana yayılmaktadır. Şiirin veya sanatın hayatın herhangi bir alanına ilişkin İslami bir düşünceden, yaklaşımdan kaynaklanmış olması İslamın hoş göreceği bir şiir veya sanat olması için yeterlidir.

Bu şiir veya sanatın bir savunma, bir saldırı olması doğrudan İslama çağrıda bulunması, onu yüceltmesi, İslamın önemli günlerine ve erlerine övgüde bulunması zorunlu değildir.. İslami bir şiir olması için bir şiirin ille de bu konularda yazılmış olması zorunlu değildir.

Müslüman’ın bilinciyle bütünleşmiş bir bakışla, gelen geceyi ve yayılan sabahı seyretmek, bu sahneleri insanın iç âleminde Allah'a bağlar. İşte öz itibari ile İslami şiir de budur.

Bir aydınlanma veya Allah'a bağlanma veyahut Allah'ın yarattığı bu varlıkla ilişkiye geçme anı, İslamın sıcak bakacağı bir şiirin yazılmasına yeterli olacaktır. Bu konuda yol ayrılmıştır. İslamın, hayatın bütününe, hayatın içindeki ilişkilere ve bağlara ilişkin kendisine mahsus bir bakış açısı vardır. İşte bu bakış açısından kaynaklanan her şiir, İslamın hoş göreceği, sıcak bakacağı şiirdir.

Sure şu gizli ve özlü tehdit ile sona eriyor.

"Zalimler ne acı bir akıbetle yüz yüze geleceklerini yakında anlayacaktır." Müşriklerin inatlarını ve büyüklük taslayışlarını, Allah'ın cezasına ilişkin sözüne aldırmayışlarını, azabın hemen gelmesini isteyişlerini tasvir etmeyi, ayrıca peygamberlikler ve asırlar boyunca ilahi mesajı yalan sayanların akıbetlerini göz önüne sermeyi kapsayan sure burada noktalanıyor.

Sure, bu korkunç tehdit ile sona eriyor. Zaten bu tehdit surenin konusunu özetliyor. Sanki bu, zalimlerin değişik şekillerde somutlaşan bünyesini şiddetli bir şekilde sarsan hayalin canlandırıp beklediği ürpertici son dokunuştur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder