15 Karşısında ayetlerimiz okunduğunda: "Bunlar öncekilerin masallarıdır." der.
16 Onun burnuna (zillet) damgasını çıkmaz bir şekilde vuracağız.
Tefsir:
"Karşısında ayetlerimiz okunduğunda: Öncekilerin masallarıdır der." Böyle birisine Kur'an ayetleri okunacak olursa bunların yalan olduklarını, eskilerin kıssalarından ve batıl hikayelerinden alındığını, bunların Allah tarafından gönderilmemiş olduğunu ileri sürer.
Bu da Yüce Allah'ın azgın ve zorba kişi tarafından söylediği belirtilen şu buyruklarına benzemektedir: "Başbaşa bırak beni; tek başına yarattığım, kendisine bir hayli mal verdiğim ve (yanında) hazır bulunacak oğullar ve kendisine alabildiğine nimetler verdiğim kimseyle. Sonra daha da arttırmamı umar. Asla! Çünkü o ayetlerimize karşı çok inatçıdır. Ben onu sarp yokuşa sardıracağım. Çünkü o düşündü, ölçtü, biçti. Kahrolası ne biçim ölçtü, biçti. Tekrar tekrar kahrolası! Ne biçim ölçtü, biçti. Sonra baktı, sonra kaşlarını çattı, yüzünü ekşitti, sonra yüz çevirip, büyüklük tasladı ve hemen dedi ki: Bu nakledilegelen bir büyüden ibarettir. Bu insan sözünden başka bir şey değildir." (Müddessir, 74/11-25)
Daha sonra Yüce Allah sözü edilen bu kimsenin dünyada ya da ahiret-teki cezasını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
"Biz burnu üzerinden damgalayacağız onu." Yani burnu üzerinde kara bir leke bırakacağız. Bedir günü savaştı, savaşta burnu kılıçla kesildi. Mü-berred dedi ki: Burada (ayetteki lafzıyla) "hurtûm" burun demektir. Onu alçaltmak, hafife almak ve tahkir etmek için bu lafız kullanılmıştır. Çünkü genelde yüz ya da burun üzerindeki alâmet, eksiklik ve kusurdur. Bir topluluğun açıklamasına göre: "onu damgalayacağız" buyruğundan kasıt, cehennemliklerin damgasını vuracağız demektir. Yani kıyamet gününde onun yüzünü karartacağız. Yüzü anlatmak için de hurtûm (burun) lafzı kullanılmıştır. Daha cehenneme girmeden önce yüzü ateşle kararmış olacaktır. Böylelikle onun ya da burnunun üzerinde bir alâmet olacaktır.
17 Ve Biz o [günahkar]ları [sadece] sınayacağız,tıpkı ağaçtaki meyveleri ertesi gün kesinlikle toplayacağına yemin eden bazı bahçe sahiplerini sınadığımız gibi; ve onlar [Allah'ın iradesi ile ilgili] hiçbir istisnaî kayıt da koymamışlardı:
19 bunun üzerine, onlar uykudayken Rabbinden (gelen) bir salgın o [bahçeyi] sarmıştı,
20 ve ertesi gün (bütün bitkiler) sararıp kurumuştu.
21 Sabah erken kalktıklarında birbirlerine seslendiler:
22 “Meyve toplamak istiyorsanız erkenden tarlanıza gidin!”
23 Derken yola koyuldular, giderken fısıldaşıyorlardı:
24 “Bugün hiçbir yoksul, bahçeye girip [siz habersizken] yanınıza [sokulmayacak]!”
25 ve amaçlarına ulaşmaya kararlı bir şekilde erkenden kalkıp gittiler.
26 Ama bahçeye bakıp onu [tanınmaz halde] görünce: “Herhalde yolumuzu şaşırmış
olacağız!” diye bağırdılar;
27 [ve sonra da] “Hayır, galiba elimizden çıkmış!” (dediler).
28 Aralarındaki en akl-ı selim sahibi olanı, “Ben size, Allah'ın sınırsız şanını
yüceltmelisiniz demedim mi?”diye sordu.
29 Onlar: “Rabbimizin şanı yücedir! Doğrusu biz zulüm işliyorduk!” diye cevap verdiler;
30 ve sonra dönüp birbirlerini suçlamaya başladılar.
31 [Sonunda] “Yazıklar olsun bize!” dediler, “Gerçekten biz küstahça davranmıştık!
32 [Ama] belki Rabbimiz yerine daha iyisini bize bağışlayacak:Biz de ümitle O'na yöneleceğiz!”
33 İŞTE [bazı insanları bu dünyada denemek için verdiğimiz] azap böyledir;ama öteki dünyada [günahkarların uğrayacağı] azap daha şiddetli olacak; keşke bunu bilselerdi!
Tefsir:
"Gerçek şu ki; biz o bahçe sahiplerini sınadığımız gibi, bunları da sınadık. Hani sabah vaktinde onu mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi. İstisna da yapmıyorlardı." Yani bizler Kureyşlilerce durumları bilinen bahçe sahiplerini sınadığımız gibi; Mekke kâfirlerini de Rasulullah (s.a.)'m dua etmesi üzerine açlık ve kıtlıkla imtihan edip sınadık. Bu bahçe sahipleri sabah vakti erkenden bahçelerinin mahsullerini devşireceklerine yemin etmişlerdi. Böylelikle fakirler durumu bilip daha önce aldıklarını almaya gelmesin istemişlerdi. Bu yolla mahsulün ve ekinin tamamını kendilerine saklamaya çalışmışlardı. Bunu söylediklerinde de inşaallah dememişlerdi. Çoğunluğun kanaatine göre onlar yemin edip inşaallah, diyerek işi Allah'ın iradesi şartına bağlayıp, istisna yapmadıkları kanaatindedirler. Çünkü onlar bu işi kesinlikle yapacaklarından emin idiler. Başkalarının görüşü de şöyledir: Bundan maksat; onların ekinin tamamını toplayacaklarını, yoksullara paylarını yahutta babalarının vaktiyle yoksullara verdiği kısmı istisna etmeksizin bunu yapacaklarnı anlatmaktır.
Maksat, durumlarının ortaya çıkarılması için Mekkelilerin sınanması-dır. Allah'ın üzerlerindeki nimetlerine şükredip, Allah'ın kendilerine müjdeci ve uyarıcı olmak üzere göndermiş olduğu Allah Rasulüne iman mı edeceklerdi, yoksa onu yalanlayarak risaletini kabul etmeyip Allah'ın üzerlerindeki hakkını inkâr mı edeceklerdi? Böylelikle bahçe sahipleri cezalandırıldığı gibi, kendileri de lâyık oldukları cezaya çarptırılacaklardı. İşte Yüce Allah'ın şu buyruğunda haber verdiği husus budur: "Onlar uyurlarken hemen onu Rabbin tarafından dört bir yanından bir belâ sardı da kapkara kesiliverdi." Yani o bahçeyi Allah tarafından gelen bir ateş çepeçevre kuşattı ve onu yaktı. Yani bu bahçeye semavi bir afet gelip isabet etti ve simsiyah bir gece gibi kapkara kesiliverdi. Benzetme yönü şudur: Bahçe kurudu, yeşilliği kayboldu ya da ondan geriye hiçbir şey kalmadı.
İbni Ebi Hatim'in rivayetine göre İbni Mesud dedi ki: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Masiyetlerden olabildiğince sakınınız. Çünkü kul bir günah işlediğinden ötürü kendisi için hazırlanmış bir rızıktan mahrum bırakılabilir." Daha sonra Rasulullah (s.a.): "Onlar uyurlarken hemen onu Rabbin tarafından dört bir yanından bir belâ sardı da kapkara kesiliverdi" buyruğunu okudu. İşte onlar günahları sebebiyle bahçelerinin mahsulünden mahrum bırakıldılar."
Fakat onlar olup bitenin farkında değillerdi. Maksatlarını gerçekleştirmek üzere kararlılıkla yola koyuldular. Yüce Allah buyuruyor ki: "Sabah erkenden birbirlerine seslendiler: Eğer devşirecekseniz erkence mahsulünüzün başına gidin, diye." Sabah vakti mahsulleri toplamak için birbirlerine seslendiler: Haydi sabahın erken saatinde meyve ve ekinleri toplamaya gidiniz, eğer mahsullerinizi toplamak istiyorsanız, dediler. Mücahid dedi ki: Onların mahsulleri üzüm idi.
"Birbirleriyle gizlice konuşarak gittiler: Sakın bugün hiçbir yoksul karşınıza çıkıp oraya girmesin diye." Mahsullerinin yanına hızlıca gittiler. Bu arada gizlice konuşuyor ve birbirlerine şöyle fısıldıyorlardı: Yanınıza bir fakirin dahi girmesine imkan vermeyiniz. O takdirde sizden daha önce babanızın verdiğini kendisine de vermenizi isteyecektir.
"Alıkoymaya güçleri yetiyormuş gibi erkenden gittiler." Yani mahsulü toplamaya, yoksulları engelleyip onları mahrum bırakmaya güçleri yetiyormuş kanaatiyle sabah erkenden gittiler. Bu buyruktan onların fakirleri mahrum bırakmak istedikleri, fakat maksatlarının aksi ile karşı karşıya bırakıldıkları anlaşılmaktadır.
"Fakat onu gördüklerinde dediler ki: Muhakkak ki biz yolumuzu şaşıranlarız." Yani bahçelerine ulaşıp, onu yanıp karardığından ötürü insanın içini sızlatan o halini gördüklerinde birbirlerine: Biz yanlış geldik. Bahçemizin yolunu kaybettik. Bu bizim bahçemiz değildir, dediler.
Daha sonra dikkatle bakıp kendi bahçeleri olduğunu ve Yüce Allah'ın bahçelerindeki mahsul ve ekini yok ederek kendilerini cezalandırdığını anladıklarında şöyle dediler:
"Hayır, aksine biz mahrum bırakılanlarız." Hayır, gerçekte Allah bizi bahçemizin mahsulünden mahrum bıraktı. Buna sebep ise bizim yoksulları bu bahçenin mahsulünden mahrum bırakmak isteyişimizdir. İşte bizim en ufak bir payımız kalmadı. Fakat yaptığımıza da pişman olduk. Nitekim Yüce Allah bundan sonra şöyle buyurmaktadır:
"Ortancaları: Ben size demedim mi? Allah'ı teşbih etmeli değil miydiniz, dedi." Yani onların en akıllıları, itidalli olanları, görüşü ve dine bağlılığı itibariyle en iyileri dedi ki: Allah'ı teşbih etmeli, O'nu anmalı, size verdiklerine ve bağışladığı nimetlerine karşı şükretmeli, yaptığınızdan dolayı Allah'tan mağfiret dilemeli ve verdiğiniz karar ile ilgili niyetinizden de tev-be etmeli değil misiniz?
Acı hakikat ile karşı karşıya kaldıklarında Allah'ı andılar ve şu sözleriyle günahlarını itiraf ettiler:
"Rabbimiz münezzehtir. Gerçekten biz zalimlermişiz dediler." Yani Allah bahçemize bu yaptıklarıyla bize zulmetmiş olmaktan münezzehtir, dediler. Asıl yoksullara haklarım vermemekle kendi kendimize biz zulmettik.
Fakat onlar itaatin fayda vermediği bir zamanda itaat ettiler, pişmanlığın işe yaramadığı bir zamanda pişman olup kusurlarını itiraf ettiler.
Daha sonra Yüce Allah'ın buyurduğu gibi birbirlerini kınamaya koyuldular:
"Karşılıklı olarak birbirlerini kınamaya başladılar." Yani mahsullerin toplanmasında yoksulların haklarını vermemekteki ısrarları sebebiyle birbirlerini kınamaya başladılar. Günahlarını, kusurlarını itiraf etmekten ve kendi elleriyle helak edilmek üzere beddua etmekten başka bir yol da bulamadılar. Yüce Allah buyurdu ki:
"Dediler ki: Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgınlar imişiz." Yani ey ölüm gel de bizi yakala, dediler. Çünkü bizler haddi aşan, azgın kimselerdik ki bu işler başımıza geldi.
Daha sonra Rablerine kaybettiklerinin yerini tutacak bir başkasını ihsan buyurması için dua ederek dediler ki: "Rabbimizin bize ondan hayırlısını ihsan etmesi umulur. Muhakkak ki biz Rabbimizden dileyenleriz." Yani belki Rabbimiz Allah bize bahçemizden daha hayırlısını verir. Biz çok affedici olan Rabbimizden ümit ediyoruz, hayır da ondandır. Mücahid dedi ki: Onlar tevbe ettiler ve onlara eski bahçelerinden hayırlısı verildi.
Daha sonra Yüce Allah bu kıssadan alınacak ibreti söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Azap işte böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür, eğer bilselerdi." Yani işte dünya azabı, da bahçe sahiplerinin mahsulden mahrum bırakmaları ve Mekkelilerin kıtlık ve öldürülme azapları gibidir. Allah'ın emrine muhalif hareket eden ve Allah'ın verdikleri ile ihsan ettiği nimetlerde cimrilik ederek yoksulun ve fakirin hakkını vermeyen herkesin azabı budur. Ahiret azabı ise dünya azabından daha çetin, daha büyük ve daha ağırdır. Eğer müşrikler bunu bilselerdi akıllarını başlarına alır ve Muhammed Mustafa (s.a.)'nın davetine iman etmeye koşar, azgınlık ve sapıklıklarından vazgeçerlerdi. Fakat onlar bilmiyorlar. Bu da onların ne kadar gafil ve cahil olduklarına, haktan ve doğrudan ne kadar uzak olduklarına bir delildir.
- İbnu Abbâs (radıyallahu anh)'dan rivayet edildiğine göre şöyle buyurmuştur:
YanıtlaSil"Kim Allah'ın Kitabını öğrenir ve sonra da onda bulunanlara uyarsa, Allah onu, dünyada dalâletten çıkarıp doğru yola sevkeder, âhirette de kötü hesabtan korur."
Kebir : Mutlak büyük.
YanıtlaSilMutlak büyüklük sahibidir, büyüklüğü karşısında her şey küçüktür.
Mesut
YanıtlaSil