23 Ekim 2009 Cuma

Kalem 15-33

15 Karşısında ayetlerimiz okundu­ğunda: "Bunlar öncekilerin masalla­rıdır." der.

16 Onun burnuna (zillet) damgasını çıkmaz bir şekilde vuracağız.


Tefsir:

"Karşısında ayetlerimiz okunduğunda: Öncekilerin masallarıdır der." Böyle birisine Kur'an ayetleri okunacak olursa bunların yalan olduklarını, eskilerin kıssalarından ve batıl hikayelerinden alındığını, bunların Allah tarafından gönderilmemiş olduğunu ileri sürer.

Bu da Yüce Allah'ın azgın ve zorba kişi tarafından söylediği belirtilen şu buyruklarına benzemektedir: "Başbaşa bırak beni; tek başına yarattı­ğım, kendisine bir hayli mal verdiğim ve (yanında) hazır bulunacak oğullar ve kendisine alabildiğine nimetler verdiğim kimseyle. Sonra daha da arttır­mamı umar. Asla! Çünkü o ayetlerimize karşı çok inatçıdır. Ben onu sarp yokuşa sardıracağım. Çünkü o düşündü, ölçtü, biçti. Kahrolası ne biçim ölçtü, biçti. Tekrar tekrar kahrolası! Ne biçim ölçtü, biçti. Sonra baktı, son­ra kaşlarını çattı, yüzünü ekşitti, sonra yüz çevirip, büyüklük tasladı ve he­men dedi ki: Bu nakledilegelen bir büyüden ibarettir. Bu insan sözünden başka bir şey değildir." (Müddessir, 74/11-25)

Daha sonra Yüce Allah sözü edilen bu kimsenin dünyada ya da ahiret-teki cezasını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:

"Biz burnu üzerinden damgalayacağız onu." Yani burnu üzerinde kara bir leke bırakacağız. Bedir günü savaştı, savaşta burnu kılıçla kesildi. Mü-berred dedi ki: Burada (ayetteki lafzıyla) "hurtûm" burun demektir. Onu alçaltmak, hafife almak ve tahkir etmek için bu lafız kullanılmıştır. Çünkü genelde yüz ya da burun üzerindeki alâmet, eksiklik ve kusurdur. Bir top­luluğun açıklamasına göre: "onu damgalayacağız" buyruğundan kasıt, ce­hennemliklerin damgasını vuracağız demektir. Yani kıyamet gününde onun yüzünü karartacağız. Yüzü anlatmak için de hurtûm (burun) lafzı kullanılmıştır. Daha cehenneme girmeden önce yüzü ateşle kararmış ola­caktır. Böylelikle onun ya da burnunun üzerinde bir alâmet olacaktır.


17 Ve Biz o [günahkar]ları [sadece] sınayacağız,tıpkı ağaçtaki meyveleri ertesi gün kesinlikle toplayacağına yemin eden bazı bahçe sahiplerini sınadığımız gibi; ve onlar [Allah'ın iradesi ile ilgili] hiçbir istisnaî kayıt da koymamışlardı:

19 bunun üzerine, onlar uykudayken Rabbinden (gelen) bir salgın o [bahçeyi] sarmıştı,

20 ve ertesi gün (bütün bitkiler) sararıp kurumuştu.

21 Sabah erken kalktıklarında birbirlerine seslendiler:

22 “Meyve toplamak istiyorsanız erkenden tarlanıza gidin!”

23 Derken yola koyuldular, giderken fısıldaşıyorlardı:

24 “Bugün hiçbir yoksul, bahçeye girip [siz habersizken] yanınıza [sokulmayacak]!”

25 ve amaçlarına ulaşmaya kararlı bir şekilde erkenden kalkıp gittiler.

26 Ama bahçeye bakıp onu [tanınmaz halde] görünce: “Herhalde yolumuzu şaşırmış
olacağız!” diye bağırdılar;

27 [ve sonra da] “Hayır, galiba elimizden çıkmış!” (dediler).

28 Aralarındaki en akl-ı selim sahibi olanı, “Ben size, Allah'ın sınırsız şanını
yüceltmelisiniz demedim mi?”diye sordu.

29 Onlar: “Rabbimizin şanı yücedir! Doğrusu biz zulüm işliyorduk!” diye cevap verdiler;

30 ve sonra dönüp birbirlerini suçlamaya başladılar.

31 [Sonunda] “Yazıklar olsun bize!” dediler, “Gerçekten biz küstahça davranmıştık!

32 [Ama] belki Rabbimiz yerine daha iyisini bize bağışlayacak:Biz de ümitle O'na yöneleceğiz!”

33 İŞTE [bazı insanları bu dünyada denemek için verdiğimiz] azap böyledir;ama öteki dünyada [günahkarların uğrayacağı] azap daha şiddetli olacak; keşke bunu bilselerdi!


Tefsir:

"Gerçek şu ki; biz o bahçe sahiplerini sınadığımız gibi, bunları da sına­dık. Hani sabah vaktinde onu mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi. İstisna da yapmıyorlardı." Yani bizler Kureyşlilerce durumları bilinen bah­çe sahiplerini sınadığımız gibi; Mekke kâfirlerini de Rasulullah (s.a.)'m dua etmesi üzerine açlık ve kıtlıkla imtihan edip sınadık. Bu bahçe sahip­leri sabah vakti erkenden bahçelerinin mahsullerini devşireceklerine ye­min etmişlerdi. Böylelikle fakirler durumu bilip daha önce aldıklarını al­maya gelmesin istemişlerdi. Bu yolla mahsulün ve ekinin tamamını kendi­lerine saklamaya çalışmışlardı. Bunu söylediklerinde de inşaallah deme­mişlerdi. Çoğunluğun kanaatine göre onlar yemin edip inşaallah, diyerek işi Allah'ın iradesi şartına bağlayıp, istisna yapmadıkları kanaatindedirler. Çünkü onlar bu işi kesinlikle yapacaklarından emin idiler. Başkalarının görüşü de şöyledir: Bundan maksat; onların ekinin tamamını toplayacakla­rını, yoksullara paylarını yahutta babalarının vaktiyle yoksullara verdiği kısmı istisna etmeksizin bunu yapacaklarnı anlatmaktır.

Maksat, durumlarının ortaya çıkarılması için Mekkelilerin sınanması-dır. Allah'ın üzerlerindeki nimetlerine şükredip, Allah'ın kendilerine müj­deci ve uyarıcı olmak üzere göndermiş olduğu Allah Rasulüne iman mı ede­ceklerdi, yoksa onu yalanlayarak risaletini kabul etmeyip Allah'ın üzerle­rindeki hakkını inkâr mı edeceklerdi? Böylelikle bahçe sahipleri cezalandı­rıldığı gibi, kendileri de lâyık oldukları cezaya çarptırılacaklardı. İşte Yüce Allah'ın şu buyruğunda haber verdiği husus budur: "Onlar uyurlarken he­men onu Rabbin tarafından dört bir yanından bir belâ sardı da kapkara kesiliverdi." Yani o bahçeyi Allah tarafından gelen bir ateş çepeçevre kuşat­tı ve onu yaktı. Yani bu bahçeye semavi bir afet gelip isabet etti ve simsi­yah bir gece gibi kapkara kesiliverdi. Benzetme yönü şudur: Bahçe kurudu, yeşilliği kayboldu ya da ondan geriye hiçbir şey kalmadı.

İbni Ebi Hatim'in rivayetine göre İbni Mesud dedi ki: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Masiyetlerden olabildiğince sakınınız. Çünkü kul bir günah işlediğinden ötürü kendisi için hazırlanmış bir rızıktan mahrum bırakıla­bilir." Daha sonra Rasulullah (s.a.): "Onlar uyurlarken hemen onu Rabbin tarafından dört bir yanından bir belâ sardı da kapkara kesiliverdi" buyru­ğunu okudu. İşte onlar günahları sebebiyle bahçelerinin mahsulünden mahrum bırakıldılar."

Fakat onlar olup bitenin farkında değillerdi. Maksatlarını gerçekleş­tirmek üzere kararlılıkla yola koyuldular. Yüce Allah buyuruyor ki: "Sabah erkenden birbirlerine seslendiler: Eğer devşirecekseniz erkence mahsulünü­zün başına gidin, diye." Sabah vakti mahsulleri toplamak için birbirlerine seslendiler: Haydi sabahın erken saatinde meyve ve ekinleri toplamaya gi­diniz, eğer mahsullerinizi toplamak istiyorsanız, dediler. Mücahid dedi ki: Onların mahsulleri üzüm idi.

"Birbirleriyle gizlice konuşarak gittiler: Sakın bugün hiçbir yoksul kar­şınıza çıkıp oraya girmesin diye." Mahsullerinin yanına hızlıca gittiler. Bu arada gizlice konuşuyor ve birbirlerine şöyle fısıldıyorlardı: Yanınıza bir fa­kirin dahi girmesine imkan vermeyiniz. O takdirde sizden daha önce baba­nızın verdiğini kendisine de vermenizi isteyecektir.

"Alıkoymaya güçleri yetiyormuş gibi erkenden gittiler." Yani mahsulü toplamaya, yoksulları engelleyip onları mahrum bırakmaya güçleri yeti­yormuş kanaatiyle sabah erkenden gittiler. Bu buyruktan onların fakirleri mahrum bırakmak istedikleri, fakat maksatlarının aksi ile karşı karşıya bırakıldıkları anlaşılmaktadır.

"Fakat onu gördüklerinde dediler ki: Muhakkak ki biz yolumuzu şaşı­ranlarız." Yani bahçelerine ulaşıp, onu yanıp karardığından ötürü insanın içini sızlatan o halini gördüklerinde birbirlerine: Biz yanlış geldik. Bahçe­mizin yolunu kaybettik. Bu bizim bahçemiz değildir, dediler.

Daha sonra dikkatle bakıp kendi bahçeleri olduğunu ve Yüce Allah'ın bahçelerindeki mahsul ve ekini yok ederek kendilerini cezalandırdığını an­ladıklarında şöyle dediler:

"Hayır, aksine biz mahrum bırakılanlarız." Hayır, gerçekte Allah bizi bahçemizin mahsulünden mahrum bıraktı. Buna sebep ise bizim yoksulları bu bahçenin mahsulünden mahrum bırakmak isteyişimizdir. İşte bizim en ufak bir payımız kalmadı. Fakat yaptığımıza da pişman olduk. Nitekim Yüce Allah bundan sonra şöyle buyurmaktadır:

"Ortancaları: Ben size demedim mi? Allah'ı teşbih etmeli değil miydi­niz, dedi." Yani onların en akıllıları, itidalli olanları, görüşü ve dine bağlılı­ğı itibariyle en iyileri dedi ki: Allah'ı teşbih etmeli, O'nu anmalı, size ver­diklerine ve bağışladığı nimetlerine karşı şükretmeli, yaptığınızdan dolayı Allah'tan mağfiret dilemeli ve verdiğiniz karar ile ilgili niyetinizden de tev-be etmeli değil misiniz?

Acı hakikat ile karşı karşıya kaldıklarında Allah'ı andılar ve şu sözle­riyle günahlarını itiraf ettiler:

"Rabbimiz münezzehtir. Gerçekten biz zalimlermişiz dediler." Yani Al­lah bahçemize bu yaptıklarıyla bize zulmetmiş olmaktan münezzehtir, de­diler. Asıl yoksullara haklarım vermemekle kendi kendimize biz zulmettik.

Fakat onlar itaatin fayda vermediği bir zamanda itaat ettiler, pişmanlığın işe yaramadığı bir zamanda pişman olup kusurlarını itiraf ettiler.

Daha sonra Yüce Allah'ın buyurduğu gibi birbirlerini kınamaya koyul­dular:

"Karşılıklı olarak birbirlerini kınamaya başladılar." Yani mahsullerin toplanmasında yoksulların haklarını vermemekteki ısrarları sebebiyle bir­birlerini kınamaya başladılar. Günahlarını, kusurlarını itiraf etmekten ve kendi elleriyle helak edilmek üzere beddua etmekten başka bir yol da bula­madılar. Yüce Allah buyurdu ki:

"Dediler ki: Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgınlar imişiz." Yani ey ölüm gel de bizi yakala, dediler. Çünkü bizler haddi aşan, azgın kimseler­dik ki bu işler başımıza geldi.

Daha sonra Rablerine kaybettiklerinin yerini tutacak bir başkasını ih­san buyurması için dua ederek dediler ki: "Rabbimizin bize ondan hayırlı­sını ihsan etmesi umulur. Muhakkak ki biz Rabbimizden dileyenleriz." Yani belki Rabbimiz Allah bize bahçemizden daha hayırlısını verir. Biz çok affe­dici olan Rabbimizden ümit ediyoruz, hayır da ondandır. Mücahid dedi ki: Onlar tevbe ettiler ve onlara eski bahçelerinden hayırlısı verildi.

Daha sonra Yüce Allah bu kıssadan alınacak ibreti söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Azap işte böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha bü­yüktür, eğer bilselerdi." Yani işte dünya azabı, da bahçe sahiplerinin mah­sulden mahrum bırakmaları ve Mekkelilerin kıtlık ve öldürülme azapları gibidir. Allah'ın emrine muhalif hareket eden ve Allah'ın verdikleri ile ih­san ettiği nimetlerde cimrilik ederek yoksulun ve fakirin hakkını vermeyen herkesin azabı budur. Ahiret azabı ise dünya azabından daha çetin, daha büyük ve daha ağırdır. Eğer müşrikler bunu bilselerdi akıllarını başlarına alır ve Muhammed Mustafa (s.a.)'nın davetine iman etmeye koşar, azgınlık ve sapıklıklarından vazgeçerlerdi. Fakat onlar bilmiyorlar. Bu da onların ne kadar gafil ve cahil olduklarına, haktan ve doğrudan ne kadar uzak ol­duklarına bir delildir.

3 yorum:

  1. - İbnu Abbâs (radıyallahu anh)'dan rivayet edildiğine göre şöyle buyurmuştur:
    "Kim Allah'ın Kitabını öğrenir ve sonra da onda bulunanlara uyarsa, Allah onu, dünyada dalâletten çıkarıp doğru yola sevkeder, âhirette de kötü hesabtan korur."

    YanıtlaSil
  2. Kebir : Mutlak büyük.

    Mutlak büyüklük sahibidir, büyüklüğü karşısında her şey küçüktür.

    YanıtlaSil