17 Şubat 2014 Pazartesi

Yûnus Sûresi 1-2 Âyetleri S. Kutub Tefsiri

1- Elif, Lam, Ra. İşte bunlar o hikmet dolu Kitab'ın ayetleridir.


Surenin birinci dersi üç harf ile başlıyor.

Nitekim Bakara, Al-i İmran ve A'raf sureleri de bu türden harflerle başlamışlardı ve biz oralarda bu harflerin yorumu ile ilgili görüşümüzü belirtmiştik. Bu ders, yüklemi "İşte bunlar o hikmet dolu Kitab'ın ayetleridir" cümlesi olan bu harfleri, cümlenin öznesi (cümlenin başı) yaparak başlıyor.

Sonra surenin akışı bir dizi konuyu ele alıyor. Ve burada, "Kitap" kavramının neden hikmet dolu sıfatı ile nitelendirildiği ortaya çıkıyor. Bu konular, insanları uyarması ve Müminleri müjdelemesi için Allah'ın elçisi Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- vahiy göndermesinden, müşriklerin yüce Allah'ın normal bir insana vahyetmesine karşı çıkmalarının reddedilmesinden, göklerin ve yerin yaratılmasından, her ikisindeki işlerin idaresinden tutun da güneşin ışık, ayın aydınlık kılınmasına, insanların senelerin sayılarını bilmelerine ve hesap yapmalarına yardımcı olması için ayın farklı doğuş yerlerinin belirlenmesine, gecenin ve gündüzün yer değiştirmesine ve bu yer değişmelerindeki hikmete ve idareye varıncaya kadar geniş bir alana yayılmıştır.

Evrenin bu ayetlerinin sunuluşundan sonra, bu ayetlere aldırmayan gafillere geçilmektedir. Bunlar her şeyi idare eden Allah'ın huzuruna çıkacaklarına inanmayan kimselerdir. Sonra bu gafilleri bekleyen acı akıbete, bunlara karşı mü'minleri bekleyen sürekli nimetlere geçilmektedir. Kendilerini bekleyen akıbetin neden belirlenen güne kadar ertelendiği, insanların bu dünyada iyiliği istediği gibi, kötülüklerin cezalarının neden hemen verilmediğinin hikmeti belirtilmektedir. Eğer insanların iyiliği elde etmede acele ettiği gibi, kötülüklerinin cezaları da hemen verilmiş olsaydı, ecelleri sona erer ve hiç zaman geçirilmeden günahları yüzünden cezalandırılırlardı.

İşte bu nedenle iyiliği ve kötülüğü karşılama, insan yapısının ve karakterinin nasıl olduğu, başlarına bir bela geldiğinde Allah'a nasıl da yalvardıkları, bu durumdan kurtulduklarında O'nu nasıl unutarak daha önceki hallerinde ısrar ettikleri, aynı yolda giden ve bu yolda belalarını bulan milletlerin acı akıbetlerinden ders almamaları dile getiriliyor!
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerini Allah'ın dinine davet ettiği Arap toplumu, önceki milletlerin nasıl yok edildiklerini çok iyi biliyorlardı. Fakat buna rağmen peygamberin mesajını yalan sayanlar, ondan bu Kur'an'dan başka bir Kur'an getirmesini veya bir kısmını değiştirmesini istiyorlardı. Kur'an'ın Allah tarafından gönderildiğini düşünmüyor ve anlamaya çalışmıyorlardı. O'nun sabit hikmeti olduğunu, değiştirmeyi kabul etmeyeceğini akıllarına getirmiyorlardı. Allah'ı bırakıp, hiçbir delile dayanmadan, kendilerine ne fayda, ne de zarar veremeyecek olan yaratıklara tapıyorlardı. Allah'tan gelen vahyin bir gereği olarak yalnız Allah'a tapmayı terk ediyorlardı. Yüce Allah'ın Kur'an'daki apaçık ayetlerine bakmadan, evrenin her alanında gözlenen mucizevi ayetlerinden gafil bir şekilde, olağanüstü nitelikli bir harika istiyorlardı.

Sonra insanın rahmeti ve zararı karşılama karakterine dönüş yapıyor. Canlı, hareketli ve etkili sahnelerden birinde, bu karakterin canlı bir örneğini sunuyor. Burada insanlar bir deniz yolculuğunda tasvir ediliyor. Geminin hareket ettiği sırada herkes rahat içinde, fakat daha sonra fırtına kopuyor. Ve her taraftan dalgalar kendilerini kuşatınca durum değişiyor.

Başka bir sahne ise, bu dünya hayatının aldatıcı olduğunu, sönüverişi bir anda gerçekleşecek olan parlaklığı, ışık saçıcılığı somutlaştırılıyor. Bu hayatı yaşayan insanlar onun güzelliklerine kapılıyorlar, kendilerini bekleyen ve bir anda ortaya çıkacak korkunç akıbetten gafil davranıyorlar. Hâlbuki yüce Allah onları saadet yurduna, güven ve huzur diyarına, bir gaflet anında yakalanma korkusu olmayan yurda çağırmaktadır: "İşte biz düşünen kimselere ayetlerimizi böylesine ayrıntılı biçimde açıklarız." (Yunus Suresi, 24) Bunlar Allah'ın yaradılış ile idaredeki hikmetini kavrayan kimselerdir.

Müşriklerin, Allah'ın kendi peygamberine vahyettiğini inkâr ettikleri bu hikmet dolu Kitab'ın ayetleri, bu ve benzeri harflerden meydana gelmektedir. Bu harfler onların elleri altında olduğu halde, onlar bunlardan Kitab'ın ayetlerine benzer ayetler yapamıyorlar, bu acizlikleri onları düşünmeye de sevk etmiyor, kendileri ile peygamber arasındaki yol ayrımının vahiy olduğunu, eğer bu vahiy olmasaydı onun da kendileri gibi, herkesin eli altındaki bu harflerden bir tek ayet bile yapmaktan aciz kalacağım kavrayamıyorlar. Nitekim bu surede Kur'an meydan okuyarak onları bir ayet yapmaya davet ediyor.

"İşte bunlar o hikmet dolu kitabın ayetleridir."

Hikmet dolu olan bu kitap, insanın karakterine, yapısına uygun bir şekilde hitap eder. Bu surede insan tabiatının bazı değişmez ve gerçek yönlerine ışık tutulmaktadır. Bütün kuşaklar boyunca bu tespitlerin doğruluğu kanıtlanmıştır.

Hikmet dolu olan bu Kitap gafilleri uyandırıyor. Onları, Allah'ın evren sayfasında ve bu sayfanın derinliklerinde, yerde ve gökte, güneş ve ayda, gece ve gündüzde... önceki asırlarda yaşamış milletlerin acı akıbetlerinde, onlara gönderilen peygamberlerin kıssalarında ve bu evrendeki Allah'ın yüce kudretinin gizli ve açık belgeleri olan ayetler üzerinde düşünmeye çağırıyor.


2- Bizim aralarında(n) bir kişiye, `insanları uyar' ve `Müminlere, Rabbleri katında sarsılmaz bir derecenin sahibi oldukları müjdesini ver' diye vahyetmemiz insanların tuhafına mı gitti ki kâfirler `Bu adam açık bir büyücüdür' dediler.


Bu soru onların çirkin bir yaklaşımda bulunduklarını göstermektedir. Kur'an, peygamberlerin gönderildikleri ilk günden beri insanların vahiy gerçeğini algılamada ortaya koydukları bu tuhaf karşılamaları reddetmektedir.

Her peygamberin karşılaştığı değişmez soru şu olmuştur: "Allah, bir insanı mı peygamber gönderdi?" Aslında bu sorunun kaynağı, "insan"ın değerinin sağlıklı bir biçimde kavranmamasıdır. İnsanların, bizzat kendilerini temsil edecek "insan"ın değerini anlamamalarıdır. Onlar bir insana Allah'ın elçisi olmayı, yüce Allah'ın vahiy yolunu kullanarak elçisiyle irtibat kurmasını, insanlara yol gösterme görevini bu elçilerine vermesini çok görmektedirler. Onlar, Allah'ın bir meleği veya Allah katında insandan daha yüksek bir dereceye sahip bulunan başka bir varlığı peygamber olarak göndermesini beklemektedirler. Hâlbuki onlar bu arada Allah'ın insanı onurlandırmış bulunduğunu, bu onurlandırılmış hâli ile insanın Allah'ın mesajını yüklenecek ve iletecek bir ehliyet kazandığını, kendi aralarından bazı fertlerin seçilerek bu çok özel biçimde Allah ile irtibata geçebileceğini göz ardı etmektedirler.

Hem Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- devrinde ve hem önceki asırlarda yaşayan, peygamberlik misyonunu yalan sayan kâfirlerin temel şüphesi bu olmuştur. Şu anki modern asırda ise birtakım insanlar kendi kendilerine başka şüpheler üretiyorlar, fakat tutarsızlıkta öncekilerden hiç de farklı değillerdir! Onlar diyorlar ki: "Maddi bir yapıya sahip olan insan ile yarattığı hiçbir şeye benzemeyen, hiçbir eşi ve benzeri bulunmayan Allah arasında nasıl bir ilişki kurulabilir?"

Bu soruyu ancak, yüce Allah'ın gerçek mahiyetini, ilahi olan zatının tabiatını gerçek bir biçimde bilen ve yüce Allah'ın insanın bünyesine yerleştirdiği bütün özellikleri de en kuşatıcı şekilde kavrayan birisi sorabilir. Bu kadar kuşatıcı bir bilgi sahibi olmayı iddia etmek ise, aklına saygı gösteren ve bu aklın sınırlarını bilen bir insanın harcı değildir. Bugün açıkça biliniyor ki, insanın keşfedilebilecek özellikleri pek çoktur. Ve bunlar gün geçtikçe yeni yeni keşfedilmektedir. Bugün ilim, kesin sonuca ulaşmış değildir ki; "İnsanda bulunan keşfedilebilecek bütün yetenekler keşfedilmiştir" denilebilsin! Kaldı ki, ilim ve aklın ulaşabileceği saha ne kadar genişlerse genişlesin, onların ötesinde kalan bilinmezlik ufukları daha da uzaklara gideceklerdir.

Şu halde insanda Allah'tan başka hiç kimsenin bilemediği meçhul güçler, enerjiler vardır. Yüce Allah, bu peygamberlik misyonunu yüklenebilecek güce sahip olan insana bu görevi yüklerken, elbette peygamberliğini kime vereceğini en iyi bilendir. Allah tarafından bilinen bu güç, insanlar tarafından bilinmeyebilir. Hatta peygamberlik görevini yüklenecek insanın kendisi de bu gücünün farkında olmayabilir. Fakat insana kendi ruhundan bir soluk üflemiş olan yüce Allah, her hücrede, her bedende ve her yaratıkta neler gizli olduğunu bilir. Yine yüce Allah, insan için bu özel ilişkiyi, özel bir şekilde sağlayabilir. İsterse onun nasıl meydana geldiğini, o şerefin tadına varan ve kendisine bu makam verilen insandan başkası kavramasın.

Çağımızın bazı tefsircileri meseleyi anlaşılır hale getirmek için vahyi, bilim yolu ile ispata çalışmışlardır. Biz bu metodu temelden kabul etmiyoruz. Çünkü ilmin kendisine hoş bir alanı vardır. Bu alan, ilmin vasıtalarına sahip olduğu alandır. İlmin bir de ufukları vardır. Bu ufuklar, ilmin keşifleri ve kontrolleri için gereken vasıtalara sahip olduğu ufuklardır. Fakat ilim, ruh hakkında gerçek bir bilgiye sahip olduğunu iddia etmemiştir. Çünkü ruh, ilmin çerçevesi içine girmez. Zira o, ilmin vasıtalarına sahip olduğu laboratuvarlarda deneylerinden geçirilebilecek maddi bir varlık değildir. Bu nedenle, bilimsel metoda bağlı olan ilim, ruhun alanına girmekten sakınmıştır. Fizik ötesi bilimler" diye bilinen çalışmalara gelince, bunlar verimsiz çalışmalardır. Aslında özleri ve hedefleri açısından şüpheler ve kuşkular peşinde sürüklenmekten öteye geçemezler. Bu alanda Kur'an ve Sünnet gibi kesin bir kaynaktan gelen bilgilerin dışında kesin bir bilgiye ulaşma imkânı yoktur. Bu kesin kaynaklardan gelen bilgiler alanında, herhangi bir şeyi arttırma, eksiltme veya kıyasta bulunma söz konusu değildir. Zira arttırma, eksiltme ve kıyas yapma aklı eylemlerdir. Akıl ise, burada kendi sahasının dışındadır. Yanında kullandığı vasıtaları da yoktur. Çünkü akıl, bu meydanda çalışmanın vasıtaları ile donatılmamıştır.

"Bizim aralarında bir kişiye, "insanları uyar" ve "Müminlere, Rabbleri katında sarsılmaz bir derecenin sahibi oldukları müjdesini ver" diye vahyetmemiz insanların tuhafına mı gitti?"

İşte vahiy gerçeğinin özü budur. İnsanları karşı koymanın acı akıbetinden sakındırmak, Müminlere de bağlılığın sonunu müjdelemek. Bu da yerine getirilmesi zorunlu yükümlülüklerin ve kaçınılması zorunlu yasakların açıklanmasını kapsamına alır. İşte uyarma ve müjdeleme ve bunların gerekleri öz itibariyle budur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder