1 Ocak 2014 Çarşamba

İsrâ Sûresi 100-106 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


100- Onlara de ki; "Rabbimin rahmet hazineleri sizin elinizde olsa, bu hazineler tükenir kaygısı ile kimseye bir şey vermezdiniz. Zaten insan son derece cimridir."


Böylece, cimriliğin en aşırısı tasvir edilmiş oluyor. Zira Allah'ın rahmeti her şeyi kuşatacak genişliktedir. Azalmasından ve tükenmesinden korkulmaz. Fakat bu insanların gönüllerine giren cimrilik, bu rahmeti engellemeye ve onunla cimrilik yapmaya itecektir.


101- Biz Musa'ya dokuz somut mucize verdik. Sor İsrailoğulları'na istersen. Musa onlara peygamber olarak geldiğinde, Firavun kendisine "Ya Musa, benim görüşüme göre sen büyülenmişsin" dedi.

102- Musa (da) ona dedi ki; "Bu mucizelerin, getirdiğimiz ilahi mesajın gerçek olduğunu gösteren kanıtlar olarak yerin ve göklerin Rabbi tarafından gönderildiklerini kesin (olarak) biliyorsun. Ey Firavun, bana göre (de) sen mahvolmaya aday oluyorsun."

103- Firavun İsrailoğulları'nı yurtlarından sürmek istedi, biz onu yanındakiler ile birlikte denizde boğuverdik.

104- Onun ardından İsrailoğulları'na "Bu ülkede oturunuz. Ahiret günü gelince sizleri hep birlikte mahşerde bir araya getiririz" dedik.


Hz. Musa'nın ve İsrailoğulları'nın kıssasının bu bölümünde surenin akışı, surenin başında sözü edilen Mescid-i Aksa ve yine baş tarafta ele alınan İsrailoğulları ve Hz. Musa kıssası ile tam bir uyum sağlamaktadır. Bunun ardından ahiret hatırlatılıyor ve Firavun'un ve toplumunun getirilişi ele alınıyor. Zira surenin akışı içinde yakında bir kıyamet sahnesi yer almış ve bu sahnede canlandırılan dirilişi yalanlayanların akıbetlerine dikkat çekilmişti.

Burada sözü edilen dokuz mucize ise: 1- Hz. Musa'nın beyaz eli, 2- Asası, 3- Yüce Allah'ın Firavun ve toplumunun başına verdiği kıtlık, 4- Verimin azalması, 5- Tufan, 6- Çekirge, 7- Tahıl güvesi, 8- Kurbağa ve 9- Kan'dır...

Doğru söz, Allah'ın birliği, zulmü-azgınlığı ve işkenceyi bırakmaya çağrıda bulunma, tağutların geleneğinde ancak büyülenmiş, ne dediğini bilmeyen insanların taktiğidir. Firavun gibi azgın tağutlar bu gerçekleri düşünemezler, akli dengesi yerinde bulunan bir insanın mevcut şartlara başkaldırıp onları eleştireceğine, akıl erdiremezler!

Musa'ya gelince, o kendisine verilen parlak ve açık gerçek ile kuvvetlidir. Allah'ın kendisine yardım edeceğine ve zorba tağutları cezalandıracağına güveni tamdır:

"Musa ona dedi ki; "Bu mucizelerin, getirdiğim ilahi mesajın gerçek olduğunu gösteren kanıtlar olarak yerin ve göklerin Rabbi tarafından gönderildiklerini kesin biliyorsun. Ey Firavun benim görüşüme göre sen mahvolmaya adaysın."

Allah'tan başka hiç kimsenin bu harika olaylara gücünün yetmeyeceğini bildiğin halde, Allah'ın ayetlerini yalanlamanın cezası olarak yıkılacak, yok olacaksın. Çünkü bu mucizeler apaçık ortada, apaydınlık ve gözler önünde(ki) olgulardır. Sanki bunlar gerçekleri aydınlatıp ortaya koyan gözlerdir.

Bu durumda azgın tağut, kaba gücüne sığınıyor. Onları yurtlarından söküp atmaya ve yok etmeye karar veriyor. İşte azgın tağutlar gerçek sözü bu şekilde karşılamayı düşünürler. Böylece azgın iktidarlara karşı Allah'ın sözü gerçekleşmiş olur. Zalimlerin yok edişine ve sabreden ezilenlerin onlara mirasçı kılınmasına ilişkin yasası yürürlüğe girer: Biz de Firavun'u beraberindekilerle birlikte denizde boğdurduk. Onun ardından İsrailoğulları'na "Bu ülkede oturunuz, ahiret günü gelince, sizleri hep birlikte mahşerde bir araya getiririz" dedik.

İşte ayetleri -mucizeleri- yalanlamanın akıbeti böyle oldu. Yine işte bu şekilde Allah yeryüzünü ezilenlere miras olarak verdi. Orada onları kendi eylemleri ve yaşayışları ile baş başa bıraktı. Daha önce surenin başında onların akıbetlerinin nasıl olduğunu görmüştük. Burada ise onların ve düşmanlarının durumları ahiretteki mahkemeye havale ediliyor:

"Ahiret günü gelince sizleri mahşerde hep birlikte bir araya getiririz."

Bunlar harikalardan, mucizelerden bazı örneklerdir. Yalanlayıcıların onları nasıl karşıladıklarını ve Allah'ın yasasının yalanlayıcıları ne biçimde cezalandırdığını açıklamaktadır. Kur'an ise, sürekli bir mucize olsun diye Hak ile indirilmiştir. Uzun zaman dilimi içinde yavaş yavaş okunsun diye bölüm bölüm indirilmiştir:


105- Biz Kur'an'ı Hak içerikli olarak indirdiğimiz gibi, onun iniş amacı da hakkı gerçekleştirmektir. Ey Muhammed, seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.

106- Kur'an'ı insanlara ağır ağır okuyasın diye bölümlere ayırdık ve ihtiyaçlar gerektikçe bölüm bölüm indirdik.


Bu Kur'an, bir ümmeti eğitmek ve ona bir düzen kurmak için gelmiştir. Bu ümmet de onu dünyanın doğusuna ve batısına, dört bir yanına yaymakla yükümlüdür. Bu düzeni, eksiksiz ve mükemmel metoduna, sistemine uygun biçimde tüm dünyaya öğretmekle mükelleftir. İşte bu nedenle Kur'an söz konusu ümmetin pratik-realiteye dayalı ihtiyaçlarına karşılık verecek biçimde bölümler halinde inmiştir. Böyle bir iniş yöntemi ilk terbiye, eğitim zamanı ve şartlarına da uygun düşmüştür. Eğitim işi uzun zaman alan deneyimleri gerektirir. Kur'an, hazırlık aşamasında bölüm bölüm gerçekleştirilsin diye uygulamaya dayalı bir sistem olarak inmiştir. Teorik bir fıkıh, soyut bir düşünce ve zihinsel değerlendirmeler için sunulan bir sistem değildir.

İşte Kur'an'ın ilk dönemden itibaren bütün bir kitap olarak değil de, bölümler halinde inmiş olmasının hikmeti de budur.

İlk Müslüman kuşak Kur'an'ı bu şekilde anladı. Her bir emir veya yasağı, Kur'an'dan edindikleri her bir görev ve emirleri hayatta uygulanmak üzere verilmiş bir direktif olarak değerlendirdiler.

Onu akıllarını veya ruhlarını tatmin etme aracı olarak algılamadılar. Şiir ve edebi metinler gibi değerlendirmediler. Eğlence ve teselli araçları olan hikâyeler ve efsaneler gibi onu kabul etmediler. Onunla günlük hayatlarını şekillendirdiler. Duygularını, vicdanlarını, yaşayışlarını, çalışmalarını, evlerini ve geçimlerini ona göre şekillendirdiler. Böylece Kur'an, onların daha önce bildiklerini, miras aldıklarını ve yaptıklarını bir kenara iterek yeniden hayatlarını şekillendiren bir hayat kitabıydı.

İbn-i Mes'ud’dan gelen bir rivayette -Allah ondan razı olsun- “Bizden herhangi birimiz Kur'an'dan öğrendiğimiz on ayetin anlamını iyice kavrayıp, hayata eksiksiz bir şekilde geçirmedikçe, başka ayetleri öğrenmeye yeltenmezdik.” demiştir.

Yüce Allah bu Kur'an'ı Hakka dayalı olarak indirdi. Kur'an yeryüzünde Hakkı yerleştirmek ve sağlamlaştırmak için inmiştir.

Hak, Kur'an'ın özü, Hak Kur'an'ın amacıdır. Kur'an'ın ilkeleri Hakka dayalıdır. Hakka önem verir Kur'an. Varlık yasasında değişmez, köklü bir yasadır Hak. Bu öyle bir haktır ki, Allah gökleri ve yeri onunla ayakta durdurmuştur. Her ikisi de Hak ile iç içedir. Kur'an'ın kendisi de bütün bir varlığın esasına bağlıdır. O’na işaret eder, O’nu gösterir ve O’nun bir parçasıdır. Hak, Kur'an'ın eti ve kemiğidir. Hak Kur'an'ın özü ve ana gayesidir. Peygamber de getirmiş olduğu bu gerçeği müjdeleyen ve ona aykırı düşmekten sakındıran Allah'ın elçisidir.


Burada Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- bu gerçek ile toplumun karşısına çıkması ve yollarını seçmelerini kendilerine bırakması isteniyor. İster Kur'an'a inansınlar, ister inanmasınlar. Artık kendileri için seçmiş oldukları yolun sonuçlarına kendileri katlanmak zorundadır... Ayrıca onların gözleri önüne bir de örnek koyuyor: Bunlar daha önceden kendilerine ilim verilmiş olan Yahudilerin ve Hristiyanların bu Kur'an'a iman edenleridir. Kendilerine ne ilim ne de kitap verilmediği ve okuma-yazmaları olmadığı halde bunlar onlara örnek olarak veriliyor ki, belki onları örnek alırlar ve kılavuz edinirler:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder