100-
Onlara de ki; "Rabbimin rahmet hazineleri sizin elinizde olsa, bu
hazineler tükenir kaygısı ile kimseye bir şey vermezdiniz. Zaten insan son
derece cimridir."
Böylece, cimriliğin en
aşırısı tasvir edilmiş oluyor. Zira Allah'ın rahmeti her şeyi kuşatacak
genişliktedir. Azalmasından ve
tükenmesinden korkulmaz. Fakat bu insanların gönüllerine giren cimrilik, bu
rahmeti engellemeye ve onunla cimrilik yapmaya itecektir.
101-
Biz Musa'ya dokuz somut mucize verdik. Sor İsrailoğulları'na istersen. Musa
onlara peygamber olarak geldiğinde, Firavun kendisine "Ya Musa, benim görüşüme
göre sen büyülenmişsin" dedi.
102-
Musa (da) ona dedi ki; "Bu mucizelerin, getirdiğimiz ilahi mesajın gerçek
olduğunu gösteren kanıtlar olarak yerin ve göklerin Rabbi tarafından
gönderildiklerini kesin (olarak) biliyorsun. Ey Firavun, bana göre (de) sen
mahvolmaya aday oluyorsun."
103-
Firavun İsrailoğulları'nı yurtlarından sürmek istedi, biz onu yanındakiler ile
birlikte denizde boğuverdik.
104-
Onun ardından İsrailoğulları'na "Bu ülkede oturunuz. Ahiret günü gelince
sizleri hep birlikte mahşerde bir araya getiririz" dedik.
Hz. Musa'nın ve
İsrailoğulları'nın kıssasının bu bölümünde surenin akışı, surenin başında sözü
edilen Mescid-i Aksa ve yine baş tarafta ele alınan İsrailoğulları ve Hz. Musa
kıssası ile tam bir uyum sağlamaktadır. Bunun ardından ahiret hatırlatılıyor ve
Firavun'un ve toplumunun getirilişi ele alınıyor. Zira surenin akışı içinde
yakında bir kıyamet sahnesi yer almış ve bu sahnede canlandırılan dirilişi
yalanlayanların akıbetlerine dikkat çekilmişti.
Burada sözü edilen dokuz
mucize ise: 1- Hz. Musa'nın beyaz eli, 2- Asası, 3- Yüce Allah'ın Firavun ve
toplumunun başına verdiği kıtlık, 4- Verimin azalması, 5- Tufan, 6- Çekirge, 7-
Tahıl güvesi, 8- Kurbağa ve 9- Kan'dır...
Doğru söz, Allah'ın
birliği, zulmü-azgınlığı ve işkenceyi bırakmaya çağrıda bulunma, tağutların
geleneğinde ancak büyülenmiş, ne dediğini bilmeyen insanların taktiğidir.
Firavun gibi azgın tağutlar bu gerçekleri düşünemezler, akli dengesi yerinde
bulunan bir insanın mevcut şartlara başkaldırıp onları eleştireceğine, akıl
erdiremezler!
Musa'ya
gelince, o kendisine verilen parlak ve açık gerçek ile kuvvetlidir.
Allah'ın kendisine yardım edeceğine ve zorba tağutları cezalandıracağına güveni
tamdır:
"Musa ona dedi ki;
"Bu mucizelerin, getirdiğim ilahi mesajın gerçek olduğunu gösteren
kanıtlar olarak yerin ve göklerin Rabbi tarafından gönderildiklerini kesin
biliyorsun. Ey Firavun benim görüşüme
göre sen mahvolmaya adaysın."
Allah'tan başka hiç
kimsenin bu harika olaylara gücünün yetmeyeceğini bildiğin halde, Allah'ın
ayetlerini yalanlamanın cezası olarak yıkılacak, yok olacaksın. Çünkü bu
mucizeler apaçık ortada, apaydınlık ve gözler önünde(ki) olgulardır. Sanki
bunlar gerçekleri aydınlatıp ortaya koyan gözlerdir.
Bu durumda azgın tağut,
kaba gücüne sığınıyor. Onları yurtlarından söküp atmaya ve yok etmeye karar
veriyor. İşte azgın tağutlar gerçek sözü bu şekilde karşılamayı düşünürler. Böylece
azgın iktidarlara karşı Allah'ın sözü gerçekleşmiş olur. Zalimlerin yok edişine
ve sabreden ezilenlerin onlara mirasçı kılınmasına ilişkin yasası yürürlüğe
girer: Biz de Firavun'u
beraberindekilerle birlikte denizde boğdurduk. Onun ardından İsrailoğulları'na
"Bu ülkede oturunuz, ahiret günü gelince, sizleri hep birlikte mahşerde
bir araya getiririz" dedik.
İşte ayetleri -mucizeleri-
yalanlamanın akıbeti böyle oldu. Yine
işte bu şekilde Allah yeryüzünü ezilenlere miras olarak verdi. Orada onları
kendi eylemleri ve yaşayışları ile baş başa bıraktı. Daha önce surenin başında
onların akıbetlerinin nasıl olduğunu görmüştük. Burada ise onların ve
düşmanlarının durumları ahiretteki mahkemeye havale ediliyor:
"Ahiret
günü gelince sizleri mahşerde hep birlikte bir araya getiririz."
Bunlar harikalardan,
mucizelerden bazı örneklerdir. Yalanlayıcıların onları nasıl karşıladıklarını
ve Allah'ın yasasının yalanlayıcıları ne biçimde cezalandırdığını
açıklamaktadır. Kur'an ise, sürekli bir mucize olsun diye Hak ile
indirilmiştir. Uzun zaman dilimi içinde yavaş yavaş okunsun diye bölüm bölüm
indirilmiştir:
105-
Biz Kur'an'ı Hak içerikli olarak indirdiğimiz gibi, onun iniş amacı da hakkı
gerçekleştirmektir. Ey Muhammed, seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.
106-
Kur'an'ı insanlara ağır ağır okuyasın diye bölümlere ayırdık ve ihtiyaçlar
gerektikçe bölüm bölüm indirdik.
Bu Kur'an, bir ümmeti
eğitmek ve ona bir düzen kurmak için gelmiştir. Bu ümmet de onu dünyanın
doğusuna ve batısına, dört bir yanına yaymakla yükümlüdür. Bu düzeni, eksiksiz
ve mükemmel metoduna, sistemine uygun biçimde tüm dünyaya öğretmekle
mükelleftir. İşte bu nedenle Kur'an söz konusu ümmetin pratik-realiteye dayalı
ihtiyaçlarına karşılık verecek biçimde bölümler halinde inmiştir. Böyle bir
iniş yöntemi ilk terbiye, eğitim zamanı ve şartlarına da uygun düşmüştür.
Eğitim işi uzun zaman alan deneyimleri gerektirir. Kur'an, hazırlık aşamasında bölüm bölüm gerçekleştirilsin diye
uygulamaya dayalı bir sistem olarak inmiştir. Teorik bir fıkıh, soyut bir
düşünce ve zihinsel değerlendirmeler için sunulan bir sistem değildir.
İşte Kur'an'ın ilk
dönemden itibaren bütün bir kitap olarak değil de, bölümler halinde inmiş
olmasının hikmeti de budur.
İlk Müslüman kuşak
Kur'an'ı bu şekilde anladı. Her bir emir
veya yasağı, Kur'an'dan edindikleri her bir görev ve emirleri hayatta
uygulanmak üzere verilmiş bir direktif olarak değerlendirdiler.
Onu
akıllarını veya ruhlarını tatmin etme aracı olarak algılamadılar.
Şiir ve edebi metinler gibi değerlendirmediler. Eğlence ve teselli araçları
olan hikâyeler ve efsaneler gibi onu kabul etmediler. Onunla günlük hayatlarını
şekillendirdiler. Duygularını, vicdanlarını, yaşayışlarını, çalışmalarını,
evlerini ve geçimlerini ona göre şekillendirdiler. Böylece Kur'an, onların daha
önce bildiklerini, miras aldıklarını ve yaptıklarını bir kenara iterek yeniden
hayatlarını şekillendiren bir hayat kitabıydı.
İbn-i Mes'ud’dan gelen bir
rivayette -Allah ondan razı olsun- “Bizden herhangi birimiz Kur'an'dan
öğrendiğimiz on ayetin anlamını iyice kavrayıp, hayata eksiksiz bir şekilde
geçirmedikçe, başka ayetleri öğrenmeye yeltenmezdik.” demiştir.
Yüce Allah bu Kur'an'ı
Hakka dayalı olarak indirdi. Kur'an yeryüzünde Hakkı yerleştirmek ve
sağlamlaştırmak için inmiştir.
Hak, Kur'an'ın özü, Hak
Kur'an'ın amacıdır. Kur'an'ın ilkeleri Hakka dayalıdır. Hakka önem verir
Kur'an. Varlık yasasında değişmez, köklü bir yasadır Hak. Bu öyle bir haktır
ki, Allah gökleri ve yeri onunla ayakta durdurmuştur. Her ikisi de Hak ile iç
içedir. Kur'an'ın kendisi de bütün bir
varlığın esasına bağlıdır. O’na işaret eder, O’nu gösterir ve O’nun bir
parçasıdır. Hak, Kur'an'ın eti ve kemiğidir. Hak Kur'an'ın özü ve ana
gayesidir. Peygamber de getirmiş olduğu bu gerçeği müjdeleyen ve ona aykırı
düşmekten sakındıran Allah'ın elçisidir.
Burada Peygamberin -salât
ve selâm üzerine olsun- bu gerçek ile toplumun karşısına çıkması ve yollarını
seçmelerini kendilerine bırakması isteniyor. İster Kur'an'a inansınlar, ister
inanmasınlar. Artık kendileri için
seçmiş oldukları yolun sonuçlarına kendileri katlanmak zorundadır... Ayrıca
onların gözleri önüne bir de örnek koyuyor: Bunlar daha önceden kendilerine
ilim verilmiş olan Yahudilerin ve Hristiyanların bu Kur'an'a iman edenleridir.
Kendilerine ne ilim ne de kitap verilmediği ve okuma-yazmaları olmadığı halde
bunlar onlara örnek olarak veriliyor ki, belki onları örnek alırlar ve kılavuz
edinirler:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder