6 Ocak 2010 Çarşamba

Kafirun Suresi

Mekke'de nazil olan, kafirlerle mü'minler arasında kesin bir çizgi çi­zen, halkımızın; "Kul yaeyyühe'l-Kafirün" diye isimlendirdiği ve Kur'ân-ı Kerim'de; "Kafirûn Sûresi" diye isimlendirilen bu sûre, altı ayettir.

Bu sureler; (biz farkına varmıyoruz ama) dünya gündemi ile ilgile­nen siyasilerin dikkatini çekmektedir. Taviz veren müslüman önderle­rimiz, her ne kadar birilerine mesajlar gönderseler de, elinoğlu İslâm ve müslümanlar hakkında hüküm verirken bizim söylediklerimize ve yap­tıklarımıza bakmıyor.

İşi kökünden halletmeye çalışan ve dünya siyasetini kendi doğrultu­larında yürütmek isteyenler, bizim görüntülerimiz ve sözlerimiz altında pek kalmıyorlar. Bizim sözlerimiz ve davranışlarımızın etkisi altında kalanlar, siyaseti yüzeyden değerlendiren, insanların inancıyla, inanç-sızlığıyla fazla ilgisi olmayanlardır.

Ama gerçekten İslâm'ın gücünü yok etmek isteyen insanlar, ne bi­zim sözlerimize bakıyorlar nede davranışlarımıza. Onlar bizim asıl inandığımız Kur'ân~ı Kerim'e ve sahih sünnete bakıyorlar. Olayları ona göre değerlendiriyorlar. Bunu bir misalle anlatayım.

Batılı bir yetkili son zamanlarda Türkiye'den bir yetkiliye şunu söy­lüyor. "Her ne kadar sen ve senin gibi düşünenler, batıya adepte olmuş olsanız bile, uluslar arası antlaşmalar bakanlar, başbakanlar ve cumhurbaşkanları veya milletvekilleriyle yapılmaz. Antlaşmada milletler esas alınır. Çünkü imzayı atanlar ölebilir, azledilebilir, hastalanabilir. Ama milletler devam eder. Bizim de sizi içimize (Avrupa Birliğine) almamamızın sebebi milletinizin inancıdır." Bu olayı gazeteler televiz­yondan naklederken, "Kültür farklılığınız var" dediler diye aktarıyorlar. Halbuki demeci veren avrupali "İslâm" kelimesini kullanıyor.

Avrupalı yetkili, Türk yetkiliye diyor ki; "senin milletinin fertleri Avrupaya geldiler, 30 senelik zaman içerisinde Avrupa devletlerinde 4.000 cami açtılar. 4.000 camide % 70'i bir araya geliyorlar. Ve Fatiha sûresinin sonunda; "Şu Allah'ın gazabına uğramış yahudilerle, sapık hıristiyanların yolunu istemeyiz" diyorlar. Günde beş vakit namazında 40 defa bir müslüman bana, "sapık, sapık, sapık" diyor. Arkasından bu sureyi okuyarak; "Ey Kafirler!" diyor."

Bu sûre, "La ilahe ill'allah" kelime-i tevhidinin açıklanması gibidir. Önce imansızların taptığım reddediyoruz, sonra dinimize sımsıkı sarılı­yoruz.

(Mahmut Toptaş)


Meal:

1. De ki:-Ey Kafirler!


2. Ben sizin kulluk ettiğinize kulluk etmem.


3. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edenler değilsiniz.


4. Ben sizin kulluk ettiğinize kulluk edecek değilim.


5. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz.


6. Sizin dininiz size, benim dinim bana!



Tefsir:

Ey Kafirler! diye hitap ettiğimiz insanları, şu televizyonda beyaz yüzlerini gördüğümüz insanlar olarak değerlendirmeyin. Dünyanın en kaliteli kumaşından yapılmış, en kaliteli terzinin elinde dikilmiş elbise­lerini giymiş, kıravaünı takmış, şıklığını tamamlamış, makyajı tam, gü­lümseyen ve sevimli bir imaj çizen batılı siyasileri televizyonda görüp de; "Ey Kafirler!" derken "bu ifadeyi onlara yakıştıramıyoruz" demeyin.

Bazıları, "hocam yakıştıramıyoruz" diyorlar. Kur'ân-ı Kerim de ve bu küçük surede; "Ey Kafirler!" diye hitap ettiğimiz, o gün için Kur'ân'ın muhatabı olan Ebu Cehil gibi Allah'a başkaldırmış insanlar; "Allah öyle diyorsa, ben de böyle diyorum. Allah'ın dediğine değil, benim dediğime uyulacaktır. Allah hem bu işlere karışmaz." diyen ve kadınları köleden daha aşağıda bir seviyede tutan, kız çocuğu dünyaya geldiğinde, "erkek adamın erkek çocuğu olur" deyip de kız çocuğunu öldüren ve zayıf, fakir insanların mallarına el koyan ve istediği gibi kendi çıkarları doğ­rultusunda insanları yöneten, öğünürken, "şu kadar adam öldürdüm" diyen, kılıçlarındaki kanla birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışan o cahiliye dönemi bedevi Araplar idi.

Aynı zaman da Mekke'nin etrafındaki yahudi ve hristiyanlar ile diğer müşrikler de bu hitaba dahil idi.

Bu gün biz de; "Ya eyyühe'l-Kâfirûn" derken, 1400 sene, öncesinin kafirlerine gönderme yapmıyoruz. Onların yolunu devam ettiren insan­lara gönderiyoruz. İnsanlar ana rahimlerinden tertemiz, günahsız ola­rak dünyaya geliyorlar. Ruhları ve bedenleri tertemiz olan bu insanların kültür yoluyla imansızlaştırılmasını sağlayan, topluca insanları cehen­neme sevk eden bir şebekeye hitap ediyoruz.

Kâfir deyince gözünüzün önüne şunu getirin. Bir çete düşünün, bir şebeke düşünün. Bu çete veya şebeke devlet kurmuş olabilir, (şu anki İsrail devlet başkanı bir zamanlar interpol tarafından aranan bir terörist idi. Şimdi emeline ulaşınca saygın bir devlet başkam oluyor. Yıl 1996)

Bu, bir tek insan veya dernek, veya vakıf veya devlet olsun, yaptığı iş kötü ise onun kurum veya kuruluşunu ve hukukiliğini dinim kabul et­mez. Yani kötülüğü, zulmü devlet de yapmış olsa, o da hukuki değildir. Onun için günümüzde; "Ey Kâfirler!" derken, şu kadar insanın hırsız olmasına sebeb olanlara hitap ediyoruz.

"Ey Kafirler!" demeden önce "Kul" kelimesini kullanıyoruz. Allah (c.c) öyle öğretmiş de ondan. "Kul" "söyle" demektir. Bu emir Kur'ân'ı okuyan ve dinleyen herkesi kapsar.

Peki "Kul" ile başlamasının sebebi ne? Bu surenin sebebi nüzulü şöyle: "Mekkeli müşrikler ilk zamanlarda sevgili Peygamberimizi Önemsememişler. Ama çok geçmeden bir de bakmışlar ki, hemen he­men Mekke'de her evde iman etmiş bir insan var. Mekke'li müşrikler bunu fark etmişler ve gelip Peygamberimize bir teklifde bulunmuşlar.

"Gel, dönüşümlü ibadet yapalım. İslâm hukuku ile bizim hukukumuzu dönüşümlü olarak uygulayalım.

Yani "bir sene sen bizim kurallarımıza göre yaşa, bir sene biz senin kurallarına göre yaşıyalım" diyorlar. Peygamberimiz ilk anda bunu red­detmiyor. Reddetmemesinin sebebi düşüneyim anlamında değil. Peygamberimiz kâinatın efendisi, kendiliğinden hareket etmiyor. Biraz beklemesinin sebebi, bu konuda Rabbimden kendisine emrin gelmesini ve bu konuda da yönlendirenin yine Allah olmasını istiyor. En güzel cevabı da Allah (c.c) verir. Derken bu Kâfirûn suresi nazil oluyor. "Deki: Ey kâfirler."

Burada Peygamber Efendimiz, kendisi devreden çıkmış oluyor. Yani "size bunu söyleyen ben değilim, sizi yaratan söylüyor. Sizi yaralan, benim sizin ilahlarınıza tapınmamı ve sizin kurallarınıza göre hareket etmemi yasaklıyor. Ben kendiliğimden konuşan ve böyle bir din icad eden adam değilim. Sizin yaratıcınız size "Kâfirler" diyor. Yoksa ben söylemiyorum. Allah (c.c) söylüyor." diyor Peygamber Efendimiz.

Yağmur yağarken ıslanan insan, kimseye kızmaz. Ama bu ıslanmış adamın üstüne bir bardak su dökerseniz size kızar. Çünkü su sizden geldi. Bizlerde inkarcılara karşı kendi fikirlerimizi söylemeyelim. Çünkü "akıl akıldan üstündür" Biz Rabbimizin kelamını kullarına tebliğ edelim.

Burada bir inceliğe de dikkat etmemiz lazım. Kâfirler de insan, onlar da ana kuzusu. Onun için biz kişinin şahsına hakaret etmiyoruz. Bizim düşman olduğumuz tarafı, O'nun beyninde taşımış olduğu insanlığın ki­ridir. İnsanlığın ilahlik iddiasına kalkması ve bazı insanların, "ben Allah'ın dediğini değil kendi dediğimi tutarım ve tuttururum" deyip si­lahı eline alıp, diğer insanları da cehenneme götürmek için oluşturduğu fikir pisliğinin temizlenmesine taraftarız ve bu pisliğe karşıyız.

Peygamber Efendimiz; "Geceleyin yatacağınızda "Kul ya eyyühel kâ­fir un" oku, çünkü o şirkten uzak tutandır" buyurmuş.Siz de okuyun. Bunu okuyunca siz, o gün içerisinde, bu fikir pisliğini üreten her türlü kurumlardan ve insanlardan, size doğru gelen imansızlık oklarını geri çevirmiş ve iman ile yatmış oluyor­sunuz. Ve onlara diyorsunuz ki, "ben sizin taptığınıza tapmam, yaptı­ğınızı yapmam."

Peygamber Efendimiz (s.a.v) çoğunlukla sabah namazının sünneti­nin birinci rekatında "Kâfirûn" suresini okurdu, ikinci rekatında da "İhlas" Suresini okurdu. Siz de okuyun. Niye? Yeni bir sabanda, ha­yata atılıyorsunuz. Bir çok küfürlerle, kafirlerle karşı karşıya gelebile­ceksiniz. Küfrün bir çok isteklerini size basın yoluyla telkin etmeye gi­decekler. Siz daha dışarıya çıkmadan, kendinizi İslâm'a şartlandıra­caksınız.

1960 yılından itibaren, Avrupaya işçi olarak giden Türkleri assimile, etmek, kendi aralarında eritmek için psikolog, sosyolog, pedogog ve bütün ...goglar, çalışmasına rağmen başarılı olamadıklarını, Avrupadaki dörtbin camiyi görünce anladılar. Peki Türkler bunu nasıl başardılar? Bunlar hergün, "Kul ya eyyühel kâfinin" hapları atıyorlar. Onun için de kendi İçlerinde eritemiyorlar.

Abdullah b. Huzafetü's-Sehmî öyle demiş; Hıristiyanlar bunları esir etmişler ve hıristiyan olmalarını istemişler. Bir tanesi bile kabul et­memiş. Öyleyse demişler "Papazın alnından öpeceksin" Abdullah "öpmem" demiş.

Gözlerinin Önünde sahabeden bir tanesini yağlı kazanın içerisine atıyorlar, bir anda etleri erimiş'kemikler çıkıvermiş duruma geliyor, yü­rekler dayanmaz bir halde. Abdullah b. Huzafe demişki, "yine de öp­mem." O zaman diyorlar ki, hepsi öldürülecek. Arkadaşlarının Öldürül­mesini istemeyen Abdullah papazın alnından öpüyor. Kurtulup Medine'ye geliyorlar. Arkadaşları papazın alnından öptüğü için dalga geçiyorlar.

Durumu Hz. Ömer öğrenince kalkıyor Abdullah'ın alnından öpüyor. Seni kutlarım, arkadaşlarını kurtarmışsın. "Leküm diniküm" diyoruz ama onları kendi hallerinde bırakmıyoruz. Onlarla ilgileneceğiz ve onlara sırat-i müstakimi göstermeye devam edeceğiz.

Kendini yakmak için üzerine benzin döküp yakmak isteyen adamı, kendi haline bırakmadığımız ve ona diller döktüğümüz gibi inkâr, isyan ve haramları yüklenip, kendini cehenneme hazırlayan insana da diller dökmeye devam edeceğiz.


Mahmut Toptaş ın tefsirini verdikten sonra M. İslamoğlu nun 6. ayetteki notundan bir parça koymak istiyorum. Beni çok etkiledi çünkü.

...Aslında "sizin değerler sisteminiz size,benim değerler sistemim bana aittir" derken, gerçekte siz değerleriniz üstüne pazarlık yapıp onları terk edebilir bulunuyorsunuz. Sonuçta sizin değerleriniz yok, fiyatlarınız var. Önceliğiniz fiyatlar, onun için pazarlık yapıyorsunuz. Benden de bu ahlaksız teklife evet dememi bekliyorsunuz. Fakat bir değeri değer yapan onun pazarlık kabul etmez olmasıdır. Benim değerlerim var ve ben onun için pazarlık yapmam. Yaparsam inancımız farklı olsa da dinimiz (hayat tarzımız) aynı olur...


-Bazen günahlara karşı pazarlık yaptığımızı düşünüyorum. Sorunun her şeyi gören ve bilen bir Allah inancını tam kavrayamamakta olduğu kanısındayım.

Hep aklıma şu soru gelir. Allah dese ki, kulum benim için nelerden vazgeçtin, neyi terk ettin? Ne derim!

Hayatımız çok mu vahiyle yoğrulmuş? Çok mu düzgün yaşantılarımız var ki terk edecek bir şeyler bulamıyoruz? Ya da terk edecek kuvvet mi yok? İnsan Allah için bazı şeyleri terk etmezse kimin için terk eder?

Hangi değerleri hayat tarzı edinmeliyizin cevabı bu sure de olsa gerek.-

3 yorum:

  1. Resulullah efendimiz peygamberliğini tebliğe devam ediyor... Bütün tepkilere rağmen... Bir gün yine "Buraya geliniz toplanınız size mühim bir haberim var" diye seslendi.
    Safa Tepesi'nde toplanan halka sordu:
    - Ey Kureyş kabileleri! Ben size şu dağın ardında bir düşman ordusu var üzerinize hücum etmek üzeredir desem bana inanır mısınız? Onlar:
    - Evet inanırız. Çünkü sende şimdiye kadar doğruluktan başka bir şeye şahid olmadık. Senin yalan söylediğini hiç görmedik!..
    - O zaman beni dinleyin! Ben size geleceği muhakkak olan şiddetli azabın bildiricisiyim. Allahü teâlâ bana en yakın akrabalarımı ahıret azabı ile korkutmamı emretti. Sizi La ilahe illallahü vahdehu la şerikeleh diyerek iman etmeye davet ediyorum. Ben de O'nun kulu ve resulüyüm. Eğer buna iman ederseniz Cennet'e gideceksiniz. Siz "La ilahe illallah" demedikçe ben size ne dünyada bir fayda ne de ahırette bir nasib sağlayabilirim?..
    Ebu Leheb'in dışında bir muhalefet gelmedi. Aralarında konuşarak dağıldılar.
    Sevgili Peygamberimiz bu davetlerden sonra nerede bir kimse veya topluluk görse onlara İslâm'ı anlattı. Hakiki kurtuluşun; nefse uymaktan zulümden haksızlıktan ve her türlü kötü işlerden uzaklaşmakla ve Allahü teâlâya iman etmekle mümkün olacağını bildirdi.
    Nefslerinin isteklerine şehvetlerine uyanlar zayıfları ezenler ve azgınlıkta aşırı gidenler buna şiddetle karşı çıktılar. Bütün bu bozuk işlerine son verileceğini görerek Muhammed aleyhisselamın bildirdiklerini inkar ettiler. O'na ve inananlara düşman oldular.
    Müşrikler önce alay ediyorlardı. Sonra baskı ve işkencelerini arttırmaya karar verdiler. Müminleri sindirmek İslâm davasına zarar vermek istiyorlardı.
    Bir gün Utbe Şeybe ve Ebu Cehl Ebu Talib'e; "Sen bizim büyüğümüzsün. Biz sana daima saygı gösterir hürmet ederiz. Şimdi kardeşin oğlu yeni bir din kurdu. Putlarımıza söğüp bizi kafirlikle itham ediyor. Kendisine nasihat et. Bu işten vazgeçir. Şayet vazgeçmezse O'nun hakkından nasıl gelineceğini biz biliriz..." dediler.
    Ebu Talib onları yatıştırarak geri gönderdi ve durumu Peygamberimiz üzülmesin diye O'ndan sakladı. Müşrikler bir müddet sonra tekrar toplanıp Ebu Talib'e yine geldiler onları oyalamaya çalıştı. Fakat inadlarında ısrar ettiler.
    Ebu Talib çok sevdiği yeğeninin kırılmasını istemediği gibi kavmiyle aralarında herhangi bir düşmanlık çıkmasını da arzu etmiyordu. Peygamberimize gelip;
    - Ey Muhammed! Bütün kavim sana düşmanlıkta birleştiler ve bana şikayete geldiler. Akraba arasında düşmanlık iyi değildir. Onlar kendilerine kafir dememeni ve bozuk yolda olduklarını söylemeyip kötülememeni isterler dedi.
    Bunun üzerine Efendimiz;

    - Ey amca! Şunu bil ki güneşi sağ elime ayı da sol elime verseler ben asla bu dinden ve onu insanlara tebliğ etmekten bildirmekten vazgeçmem. Ya Allahü teâlâ bu dini bütün cihana yayar vazifem biter; veya bu yolda canımı feda ederim buyurdu ve ayağa kalktı.

    Mübarek gözleri yaş ile dolmuştu. Resulullah efendimizin üzüldüğünü gören Ebu Talib söylediklerine pişman oldu ve O'nun boynuna sarılarak;

    - Ey kardeşimin oğlu! Yoluna devam et istediğini yap. Ben hayatta oldukça seni himaye edip koruyacağım bundan endişen olmasın! dedi

    YanıtlaSil
  2. Ebu Leheb, “alev babası” anlamına geliyor. Bilindiği gibi Hz. Peygamber'in öz değil üvey amcası olur. Kardeşi Ebu Talib'in vefatından sonra “beyaz bir sayfa” açmak istiyor ve yeğenini çağırıyor. Kavmiyetçilik damarları kabarmış olacak. “Bak bak, yeğenini himaye etmedi, edemedi!” dedirtmemek için yapıyor bunu, adam olduğundan değil.

    Amcasının davetine icabet eden Hz. Peygamber'e, yekten sorduğu soru şu:

    “-Ben Müslüman olursam bana ne var?”

    Hz. Peygamberin dudaklarından tek cümlelik net bir cevap çıkıyor:

    “-Herkese ne varsa, sana da o var?”

    Vahyin “Elleri kurusun, kurudu da…” diye beddua ettiği Ebu Leheb'in buna karşılık söylediği söz, aslında sadece dünün Tevhid ve Şirk mücadelesinin arka planını değil, günümüz Türkiye'sindeki mücadelenin de arka planını ele veriyor:

    “-Beni herkesle bir tutan din olmaz olsun!”

    Bu ülkedeki Batılılaşma projesi, Truva atı projesidir. Batılılaşma hikayesi, bâtıllaşma hikayesidir. Bu proje, “milleti iddialarından arındırma” üzerine kuruludur. Bu toprakları ancak bu yolla iddialarından arındırabileceklerini biliyorlardı. Ve tabi ki iddialarından arındırmadan bu ülkeyi “kuyruk” edemeyeceklerini de… (Mustafa İslamoğlu)

    YanıtlaSil