14 Ocak 2010 Perşembe

Fil Suresi (Tefsir)

Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in doğumundan önce, Mekke'deki "Ka'be-i muazzama'yı" yıkmak üzere gelen, Ebrehe diye bir komutanın emrinde 60 bin kişilik bir asker ve o askerlerin arasında bu günkü tankların yerini tutan filler var.

Bunlar Mekke'deki Ka'beyi yerle bir etmek üzere gelen ordu. Allah (c.c) de, Peygamberler tarafından yapılan, Ka'be-i Muazzama'yı, bey-tullah'mı korumak üzere o güne kadar Mekke'lilerin tanımadığı kuşları göndererek ve o askerler üzerine gökyüzünden taşlar attığını, ve o taşlarla askerleri ve filleri helak ettiğini anlatan bir sure.

Bu sûreyi Kur'ân-ı Kerim'in mealinden, yani tercemesinden okuyan bir insan şöyle anlıyor; "Yahu biz namazda tarihi bir olayı, bir harb sahnesini tekrarlıyormuşuz." diyor, ama öyle değil.

Eğer öyle olsaydı, Allah (c.c) bu komutanın adını söylerdi. Askerlerin sayısını söylerdi. Komutanın adı surede yok. Askerlerin sayısı surede yok. Aynı zamanda karşı insanların da sayısı, isimleri ve aralarında geçen konuşmalar surede yok.

Buradan da anlıyoruz ki, önemli olan olayın kahramanları değil, ola­yın biçimi. Onun için Rabbim olayın keyfiyyetini bize anlatıyor. Bizim kıyamete kadar karşı karşıya olduğumuz İslâm düşmanlarına karşı, Rabbimin bize yardım edeceği müjdesini vermiş oluyor bu surede.

Bu sûre bu günlerde daha çok okunmalıdır. Çünkü o gün için Kabe-i Muazzam'ayı yıkmak üzere gelen ve tarihçilerin bildirdiğine göre Habeşli bir hristiyan.

Daha önce Hz. İsa (a.s)'ya iman etmiş insanlar, bu güzel dini, bu İslâm dinini Allah'ın Hz. İsa ile indirdiği ve İncil ile açıklamış olduğu bu Allah'ın dinini, insanlara yaymak üzere canları pahasına da olsa, bir ta­raftan yahudilerin hakim olduğu Yemen'e, öbür taraftan Bizans'ın ha­kim olduğu Roma'ya kadar İslâm'ı yaymak üzere gelmişler.

Bu insanlar çok değerli insanlardır ve bizim din kardeşlerimizdir. Onların bir çoğu, hakiki İncil'i insanlara tanıtmak üzere gelmiş ve ora­larda bir kısmı şehit, bir kısmı ise gazi olmuş veli insanlardır.

İşte bu insanlardan bir kısmı da İslâmi anlatmak üzere Yemen'e gitmişler ve orada işkencelere maruz kalmışlar. Burûc suresinde de ifade edildiği gibi; "ashab-ı Uhdud" için hendekler kazılmış, odunlar yakılmış, sonra Hz. İsa'ya iman etmiş insanlar, gurublar halinde cayır cayır yanan ateşe atılmışlardır. Bunu da yahudilerin ileri gelenleri zevkle seyretmişlerdir.

Ama gün gelmiş, devran dönmüş, Habeşistanda hıristiyanlık güç­lenmiş ve büyük bir güç olduktan sonra, Ebrehe'nin ordusu Yemen'e geliyor ve orada yahudiliğin saltanatına son veriyor. Orada bir müddet kalıyor.

Sonra Arab aleminin Mekke'de toplanmasına ve Ka'be etrafında tavaf edip putlara tapınmalarına ve Ka'be ile arapların birliğinin sağlanmasına karşı Habeşistan ile Bizans krallığı tarafından, Arabistan yarım adasındaki insanların yüzünü Ka'be'den Yemen'e çevirmek için, Yemen'in San'a şehrinde "Kulleys" isimli bir kilise yapılıyor ve insanların burac'a toplanması isteniliyor. Hatta kilisenin yapımında o günün şartlarında dünyanın en iyi mermerleri kullanılıyor.

Aynı dönemlerde İstanbul'da da Ayasofya yapılıyor. Birçoğumuzun bildiği gibi, O dönemde yapılan Ayasofya'da da en kaliteli mermerler kullanılıyor.

Fakat insanlar, O Kulleys kilisesine iltifat etmemişler. Özellikle araplar ona iltifat etmiyor ve Ka'be'nin etrafında toplanmaya ve orada ibadet etmeye devam ediyorlar.

Buradan şu anlaşılıyor. İnsanların gönüllerini para ile çekmek müm­kün değildir. İnsanları saraya çağırabilirsiniz, saraylarda parayla her türlü imkanları verebilirsiniz ama gönüllerini kazanmak apayrı bir iştir.

Ka'beyi yıkmak üzere gelen Ebrehe'nin orduları, Allah (c.c)'ın gön­derdiği kuşların attığı taşlarla helak edilmiştir. Bu bize bir müjde ve bir huzur vermektedir. Kıyamete kadar bütün mü'minlere güven vermek­tedir.

Nasıl bir güven vermektedir? O gün için en güçlü Ebrehe'nin ordularıdır. Tanklara yani fillere sahipler. 60 bin kişiler. Mekke'liler ancak 12 bin kişiler. Böylesine güçlü bir orduya karşı bir şey yapamazlarken, Allah (c.c) Hz. Adem'den, Hz. İbrahim'den beri ibadet edilme yeri olan o mübarek topraklar içerisindeki o mübarek yerin korunmasını üzerine almıştır.
Peygamberimizin dedesi bunu şöyle ifade etmiş; Ebrehe'nin orduları gelince talana da başlamışlar. Çevredeki develeri ve koyunları alıp alıp götürüyorlar. Peygamber Efendimizin dedesinin develerini de götür­müşler.

" Peygamberimizin dedesi, Mekke'nin ileri gelenlerinden ve görkemli bir zat. O da Ebrehe'nin yanına, hem kendi develerini hem de Mekke'deki develeri alman insanların develerini almak üzere gidiyor.

Ebrehe, Abdu'l-Muttalib'i görünce, görüntüsüne, tavrına, konuşma­sına hayran kalır. Konuşma esnasında ne istiyorsun? deyince. "Develerimi istiyorum" der. Ebrehe Abdu'l-Muttalibi küçümser. Der ki; sen bu halkın saygın bir kişisi olarak kendi işinle meşgulsün. Halbuki ben senden şunu beklerdim. "Ne olur topraklarımızı, milletimizi namusumuzu, çocuklarımızı ve hiçbir şeyimizi kirletmeden ülkene geri dön, deyip kendi ülken için ricada bulunmanı bekliyordum. Sen ise milli menfaatlerini değil, şahsi menfaatlerini bana arz ediyorsun."

Abdu'l-Muttalib'de der ki; "Develer benim malımdır. Ben malımı korumakla görevliyim. Ka'be Allah'ın evidir. Allah (cc)de kendi evini ko­ruyacaktır. Ben o konuda hiç tereddüt etmiyorum."

Oradan dönüşünde "Mekke'li insanları evlerinden ayrılmaya, dağa doğru çekilmeye teşvik eder. Onlar da dışarıya çıkarlar, Ebrehe ve or­duları da Ka'beye saldırırlar ve derken bilinmeyen kuşlar geldiler ve ayaklarında ve gagalarında taşıdıkları taşlan yukarıdan atmak sure­tiyle, o insanların önce ciltlerinde hastalık meydana getirdi ve o hasta­lıklarından kan ve irinler akmaya başladı. Sonunda hepsi de helak olup gitti" diye olayı bize nakleder tarih kitapları.

Ayet-i kerime ise; "O atılan taşlar onları yenmiş ekin haline getiri-verdi" der. "Asf" Arabın dilinde buğday danesinin kenarındaki kapcık'a yani saman olan bölümüne denir. Yani daneler yenilir ve kapcuğu kalır ve o da hayvanların ayaklarının altında ezilir durur.

Tefsircilerimiz; "işte Ebrehe'nin orduları da, hayvanların ayaklarının altında ezilmiş, ahırda gübreyle karışık hale gelmiş bir duruma dönüşüverdiler" derler. Tarihçilerimiz de; "çiçek hastalığı gibi bir hastalık meydana geldi ve bunların ölümüne sebeb oldu" diyorlar.

Günümüzde bazı müslümancıklanmızm, batıya olan imanları İslâm'a olan imanlarından % 51 fazla olduğundan dolayı her şeyi akılla izah etmeye gittiklerinden bu tür olayları aklîleştirilmeye çalışırlar.

"O zamanki Ebrehe'nin ordularına çiçek hastalığı musallat olmuştur. Böylece hastalık onların Kabe'yi yıkmalarını engelledi" diyorlar. Peki o zaman Rabbîm "ve ersele ileyhim tayran"ı niye söylesin? Yani kuşlar niye gelsinler. "Onlara taşı niye attığından bahsetsin?." Çiçek hastalı­ğının olması için kuşların gelmesine taşların atılmasına gerek yok.

Bu Allah'ın (c.c) bir mucizesidir. Allah'ın (c.c), kuşlar göndermek ve taşlar attırmak suretiyle Ka'bey-i Muazzama'yı koruması bir mucize olarak tarihimize geçmiş ve kıyamete kadar gelecek olan mü'minlere de, bu tür olaylar karşısında, her an güven vermektedir. Şahsen ben bu güven içerisindeyim.

Yani günümüzde de hıristiyan olan batı dünyası; en güçlü ordulara sahip olduğunu söylüyor, dünyanın en sağlam ekonomisine sahip olduklarını söylüyorlar.

Gökyüzüne kurmuş olduğu uydular vasıtasıyla yer yüzünde hangi insanın nerede hareket ettiğini, hangi tarlada neyin ekildiğini nerede neyin konuşulduğunu, gördüğünü ve duyduğunu söylüyor.

Çocukken biz Allah (c.c)'ı şöyle öğrenmiştik; "Allah vardır, birdir, şeriki ve naziri yoktur. Yani ortağı ve benzeri yoktur. Her yerde hazır ve nazırdır. Her yerde her şeyi görmektedir" diye öğrenmiştik. Allah'a inanmayan insanlar da şimdi aynısını Amerika için söylüyorlar.

Amerika vardır, birdir, benzeri ve ortağı yoktur, her yerde hazır ve de nazırdır diye müslümanların morallerini bozmak için basın ve yayın organları tarafından yaymlar yapmaktadır.

Biz herşeyi yaratan, yarattığı her şeyi gören ve her türlü gücün elinde bulunduğu Allah'a iman ediyoruz. Ne mutlu bize.

Ayetin başındaki "Keyfe" kelimesi, olayın keyfiyyetini bildiriyor ve normal bir olay olmadığını ve bîr mucize olduğunu anlatmaktadır. Allah (c.c) "Elem tera" derken bir de şunu ifade ediyor:

1- Bu Peygamberimize bir hitaptır.

2- Mekke'de bu ayeti duyan herkese hitaptır.

Bu sure nazil olduğunda, Mekke'de Ebrehe olayını bilen insanlar yaşıyordu. Hatta çocukların doğumu bile ona göre ayarlanmıştı. "Mesela fil yılından beş sene sonra dünyaya geldi" deniyordu. Yani Mekke'deki müşrikler bu olayı gayet iyi bildiklerinden, sure nazil olunca hiç itiraz eden olmamıştır.

"Ebabil" bölük bölük anlamına gelmektedir. Yani guruplar halinde her taraftan gelen ve bilinmeyen kuşlar demektir. Yani Mekke halkı bu kuşları daha önce hiç görmemiş ve tanımıyor. Rabbim göndermiş onları.

O kuşlar, onların üzerine tuğla gibi çamurdan yapılmış, taşlaşmış çamurlar atmaktadırlar. Ve onları yenmiş ekin haline getiriveriyorlar.

Günümüzde de biz, haçlı seferinin en büyüğü ile karşı karşıyayız. Avrupa'nın ve Amerika'nın tamamı, hıristiyan ve yahudi dünyası müş­rik alemiyle yani Japon'u, Çin'i ile birlik halindeler.

Bunu nereden anlıyoruz? Birleşmiş milletlerde bir araya geliyorlar Sudan'daki İslâmî gelişmelere karşı ambargo uygulama konusunda bir görüşme açıldığında, Amerika parmağını kaldırdımı, diğerleri de hemen arkasından sıraya geçiveriyorlar.
Yine Avrupa'nın ortasında sırplar bir milyon müslümanm kanına giriyor, bu Birleşmiş Milletler buna seyirci kalıyor.

Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran Allah'a iman ediyoruz biz. Yani ölmüş gibi olduğumuz bir zamanda, ümitlerin kesildiği bir anda, Allah (c.c) O toplumun içerisinden bir dirilik meydana getiriveriyor. Onun için hayatta hiçbir zaman ümitsiz olmayacağız.

Allah (c.c); "bizim ordularımız mutlak, surette galip gelecektir" di­yor. Başka bir ayette Allah(cc); "Eğer siz Allah'ın dinine yardım ederseniz, Allah size yardım edecektir. Eğer Allah size yardım edecek olursa, size galip gelecek olan yoktur." buyuruyor.

Biz samimiyetle, kalbimizle kahbımızla, canımızla, tenimizle, malı­mızla, bütün varlığımızla Allah'ın emrinde olduğumuzu yüreğimize sin­direlim. Sindirmek yeterli değil, bunu amel-i salih'e dönüştürelim.

"Ameli salihe dönüştürmek" demek; imanın yaşanır hale gelmesi demektir.

Namaza inanıyorum demek yeterli değil, namazı kılmak gerekir.

Orucu tutmak gerekir.

Cihada inanıyorum demek yeterli değil, cihadı yapmak gerekir. Müslümanların cihadı, insanları kültür yoluyla kafirleştirip toplu halde cehenneme atan, -ne yazıkki yine insandan olan- bu zebanilere karşı mücadele vermek demektir. Bunu tek başınıza da olsa yapacaksınız. İslam ile insan arasına giren engel giderilecektir.

Karşı tarafın gücü ne olursa olsun -tabi bizim de güçlenmemiz gere­kiyor- biz Allah'a sığınıp mücadelemize devam edeceğiz. Mücadelemize devam ederken de, bu Fil Suresini çok okuyacağız. Çünkü bu sûre bize ümit vermektedir.

Hersekli Arif Hikmet bey; "Olma isyana çeri' kuvvet ile fil gibi Düşmanı hakka hücum eyle Ebabil gibi"

diyor. Yani fil gibi kuvvete güvenerek, Allaha isyana cesaret edip yürüme. Sen Hak düşmanlarına karşı Ebabil gibi hücum eyle.

2 yorum: