28 Ocak 2012 Cumartesi

Tîn Suresi

1. İNCİRİ ve zeytini düşün,

2. ve Sina Dağını,

3. ve bu güvenli toprakları!

“İncir” ve “zeytin”, bu anlam akışı içinde, bu ağaçların çokça bulunduğu toprakları, yani Akdeniz'in doğusuna sınır olan ülkeleri, özellikle Filistin ve Suriye'yi sembolize etmektedir. Kur’an'da zikredilen Hz. İbrahim soyundan peygamberlerin çoğu bu topraklarda yaşayıp bu topraklarda tebliğde bulunduklarından, bu iki ağaç cinsi, son İbranî Peygamber Hz. İsa'da doruğa erişen Allah'tan vahiy alan bu insanlar zincirinin dile getirdiği dinî öğretilerin sembolü olarak kabul edilebilirler. Öte yandan “Sina Dağı” ise, Hz. Musa'nın peygamberliğini özellikle vurgulamaktadır, çünkü Muhammed (s)'den önce ve o'nun nübüvvetine kadar geçerli olan -ve esasları itibariyle Hz. İsa'yı da bağlamış bulunan- dinî kurallar, Sina çölündeki bir dağda Hz. Musa'ya vahyedilmişti. Son olarak, “bu güvenli topraklar” ifadesi, kesin olarak (2/126'dan açıkça anlaşılacağı gibi: Ve İbrahim “Ey Rabbim!” diye yalvardı, “Burayı emin bir bölge yap ve halkından Allah'a ve Ahiret Günü'ne iman edenlere bereketli rızıklar bağışla.” [Allah]: “Her kim hakikati inkar ederse, onun kısa bir süre zevk içinde yaşamasına izin veririm -ama sonunda onu ateşin azabına sürerim; ne kötü bir duraktır o!” diye cevap verdi.), Son Peygamber Muhammed (s)'in, doğduğu ve ilahî çağrıyı aldığı yer olan Mekke'yi gösterir. Böylece 1-3. ayetler, Hz. Musa, İsa ve Muhammed (s)'in şahıslarında temsil edilen tevhid dîninin üç tarihî safhasında geçerli öğretilerin -sahîh öğretilerin- gerisindeki temel ahlakî aynılığa dikkatimizi çekmektedir. Burada hatırlanıp düşünülmesi gereken spesifik gerçeğe sonraki üç ayette işaret edilmektedir.

4. Gerçek şu ki biz insanı en güzel şekilde yaratırız,

Yani, bu özel varlığın yaratılış amacının gerektirdiği fonksiyonlara tekabül eden bütün olumlu maddî ve zihinsel (dış ve iç) vasıflar ile donatılmış olarak. “En güzel şekil” kavramı, Allah'ın yarattığı her şeyin, insanoğlu ve insan kişiliği (nefs) de dahil olmak üzere, “yaratılış amacına uygun şekilde” var edildiği (91/7:İnsan benliğini düşün ve onun nasıl (yaratılış) amacına uygun şekillendirildiğini...[Başka birçok örnekte olduğu gibi, oldukça geniş bir anlam yelpazesine sahip olan nefs terimi, burada bir bütün olarak insan benliğini veya kişiliğini gösterir: fiziksel bir beden ile genelde “ruh” olarak tanımlanan ama ne olduğu tam olarak tasavvur olunamayan hayat özünün bileşimi olan bir varlıktır. İnsana ve “insan kişiliği”ni oluşturan şeye yapılan atıf ile bedensel ihtiyaçların ve dürtülerin, duyguların ve entellektüel faaliyetlerin kopmaz bir şekilde birbirlerine sıkı sıkıya bağlandıkları canlı bir varlığın son derece kompleks mahiyetine yapılan işaret, evrenin tasavvur edilemez azametini -insanın kavrayabildiği ve nüfûz edebildiği kadarıyla- Allah'ın yaratıcı gücünün etkili bir kanıtı olarak düşünme çağrısı ile devam etmektedir.], ayrıca -daha genel anlamda- 87/2:O ki, [her şeyi] yaratmakta ve amacına uygun şekiller vermektedir; Yani, onu kendi içinde tutarlı kılmakta ve yerine getirmekle yükümlü olduğu fonksiyonlara uygun vasıflarla donatmakta, böylece onu varoluşun gereklerine baştan (a priori) uygun hale getirmektedir.) şeklindeki Kur’an hükmü ile bağlantılıdır. Bu ifade, bütün insanların bedensel ve zihinsel donanımlar açısından aynı “güzel şekil”e sahip olduklarını kesinlikle göstermez; o sadece, her insanın tabii avantaj veya dezavantajlarına bakılmaksızın, doğuştan getirdiği vasıfları ve içine doğduğu çevreyi mümkün olan en iyi şekilde kullanabilme yeteneği ile donatıldığını anlatır. (Bu bağlamda 30/30: BÖYLECE SEN, bâtıl olan her şeyden uzaklaşarak yüzünü kararlı bir şekilde [hak olan] dine çevir ve Allah'ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davran: [ki,] Allah'ın yarattığında bir bozulma ve çürümeye meydan verilmesin:bu, sahih [bir] din[in gayesi]dir; ama çoğu insanlar onu bilmezler.: Yani, “bütün varlığınla teslim ol”; “yüz” terimi, genelde, bir kişinin “bütün varlığı” anlamında mecaz olarak kullanılmaktadır.Fıtrat terimi, bu bağlamda, insanın doğru ile yanlış, gerçek ile sahte/düzmece arasında ayrım yapabilmesine ve böylece Allah'ın varlığını ve birliğini kavrayabilmesine imkan veren, doğuştan edindiği sezgisel yeteneği ifade eder. Karş. Buhârî ve Müslim'in naklettikleri Hz. Peygamber'in meşhur Hadisi: “Her çocuk bu fıtrat üzere yaratılır; onu daha sonra anne-babası ‘Yahudi’, ‘Hristiyan’ veya ‘Mecusi’ yapar”. Hz. Peygamber döneminin en iyi bilinen bu üç dinî sistemi, böylece, tanım gereği, insanın içgüdüsel olarak Allah'ı tanıması ve O'na teslim olmasında (islâm) somutlaşan bu “fıtrat” ile bir çatışma içinde görülmüşlerdir (“anne-baba” terimi, burada, geniş anlamda “sosyal faktörler ve etkiler”i veya “çevre”yi ifade eder).Lafzen, “Allah'ın yaratışında (halk) hiçbir değişme bulamazsın” [veya “olmayacaktır”], yani, yukarıda vurgulanan fıtratta (Zemahşerî). Buradaki tebdîl (“değişme”) terimi, “bozulma ve çürüme” anlamına gelir.)

5. ve sonra onu aşağıların en aşağısına indiririz,

Bu “aşağıların en aşağısına indirmek”, insanın kendi aslî, olumlu kimliğini saptırmasının -başka bir deyişle yozlaştırmasının- bir sonucudur: yani, insanın kendi yaptıklarının ve yapmayı ihmal ettiklerinin sonucu. Bu “indirme”nin Allah tarafından kendi eylemi olarak takdim edilmesi konusunda 2/7: Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir ve gözlerinin üzerinde de bir perde vardır; dehşet verici bir azap beklemektedir onları.; Bâtıl inançlara inatla sarılan ve hakikatin sesini dinlemeyi reddeden kişinin zamanla hakikati kavrama yeteneğini kaybedeceği ve “böylece, sonunda kalbinin mühürlenmiş olacağı” (Râğıb) şeklindeki ilahî kanuna bir atıf. Bütün tabiat kanunları Allah tarafından vaz‘edildiğinden -ki bunlara bir bütün olarak sünnetullâh (“Allah'ın kanunu”) adı verilir- bu “mühürleme” Allah'a izafe edilmektedir; oysa bu, insanın hür tercihinin sonucudur, bir “önceden takdir edilme” değildir. Aynı şekilde, bu dünyadaki hayatları sırasında hakikate karşı bilerek kör ve sağır kalmış olanlar için öteki dünyada hazırlanmış olan azap da, onların hür tercihlerinin tabii bir sonucudur; tıpkı öteki dünyadaki mutluluğun, insanın dürüst ve erdemlice davranarak iç aydınlığı ve huzuru elde etmeye yönelmesinin bir sonucu olması gibi... Kur’an'da Allah'ın “mükafat”ına ve “ceza”sına yapılan atıflar bu şekilde anlaşılmalıdır.

6. iman edip doğru ve yararlı işler yapanlar hariç: onlar için kesintisiz bir ödül vardır!

7. Öyleyse, [ey insan,] nedir bu ahlakî değerler sistemini yalanlamana yol açan?

Yani, önceki üç ayette ortaya konulan ahlak sisteminin -ki bana göre dîn teriminin bu bağlamda taşıdığı anlam budur- geçerliliğini. (Dîn kavramının bu spesifik anlamı için bkz. 109/6: Sizin dininiz size, benim dinim banadır.; Dîn'in öncelikli anlamı “itaat”tır; özellikle de bir kanuna veya manevî/ahlakî otorite ile donatılmış müesses -bundan dolayı da bağlayıcı- olarak algılanan kurallar sistemine, yani terimin en geniş anlamıyla “din”, “itikat” ya da “dinî hukuk”a (karş. 2/256: DİNDE zorlama yoktur. Artık doğru ile yanlış, birbirinden ayrılmıştır: O halde, şeytanî güçlere ve düzenlere (uymayı) reddedenler ve Allah'a inananlar, hiçbir zaman kopmayacak en sağlam mesnede tutunmuşlardır: Zira Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.; Dîn terimi, hem ahlakî olarak emredici kanunların muhtevasını ve hem de onlara uygun davranmayı ifade eder; ve sonuçta, terimin en geniş anlam çerçevesini yansıtır: yani, içerdiği akidevî prensipleri ve bu prensiplerin pratik yansımalarını olduğu kadar, insanın ibadet ettiği objeye karşı yaklaşımını, dolayısıyla “itikad” kavramını da içine alır. Bunun “din”, “inanç”, “dinî müeyyideler” yahut “ahlak sistemi” olarak çevrilmesi, terimin hangi bağlamda kullanıldığına bağlıdır. Yukarıda inanç veya din ile ilgili her konuda zorlamanın (ikrâh) kesin olarak yasaklanmasına dayanan bütün İslam hukukçuları (fukahâ’), istisnasız olarak, zorla din değiştirmenin her şart altında geçersiz ve temelsiz olduğu ve inanmayan bir kişiyi İslam'ı kabule zorlamanın büyük bir günah teşkil ettiği görüşünü benimsemişlerdir: bu, İslam'ın, inanmayanların önüne “ya islam ya kılıç” alternatifi koyduğu şeklindeki yaygın safsatayı geçersiz kılan bir hükümdür.); ya da sadece, 42:21(Yoksa onlar, [bu dünyadan başka bir şeyi önemsemeyenler,] Allah'ın asla izin vermediği şeyleri kendileri için (hukukî ve) ahlakî bir yükümlülük haline sokan sözde uluhiyet ortağı güçlere mi inanırlar? Nihaî hüküm ile ilgili [Allah'ın] bir kararı bulunmasaydı, onlar arasında her şey [bu dünyada] hükme bağlanmış olurdu: ama zalimleri [öteki dünyada] acı bir azap beklemektedir.), 95:7(Öyleyse, [ey insan,] nedir bu ahlakî değerler sistemini yalanlamana yol açan?:Yani, önceki üç ayette ortaya konulan ahlak sisteminin -ki bana göre dîn teriminin bu bağlamda taşıdığı anlam budur- geçerliliğini. Yukarıdaki belâgat gereği soru şu anlamı ifade etmektedir: Burada işaret edilen ahlak sistemi bütün tevhîdî dinlerin öğretilerinde vurgulanmış olduğundan, bunun gerçekliği, önyargısız herkes için apaçık ortadadır: bu gerçeği reddetmek, insan açısından onun ahlakî seçimde bulunma özgürlüğünü reddetmeye; Allah açısından ise, sonraki ayetin işaret ettiği gibi, tanım gereği “hükmedenlerin en adili” olan Allah'ın adaletini reddetmeye kadar varan bir tavır olacaktır.), 98:5(Oysa kendilerine yalnızca Allah'a ibadet etmeleri, bütün içtenlikleriyle yalnız O'na iman ederek bâtıl olan her şeyden uzak durmaları; namazlarında dikkatli ve devamlı olmaları; ve karşılıksız harcamada bulunmaları emrolunmuştu: çünkü bu, doğruluğu kesin ve açık olan bir ahlakî değerler sistemidir.), 107:1(HİÇ bütün bir ahlakî değerler sistemini yalanlayan [birini] tasavvur edebilir misin?)'de ve yukarıdaki örnekte de olduğu üzere “ahlakî değerler sistemi”ne itaattir. (M. Esed “dîn” kelimesini “moral law” tabiriyle karşılamıştır; biz bunu “ahlakî değerler sistemi” ifadesiyle çevirdik. Fakat sadece bu sureye mahsus olmak üzere buna bağlı kalmayıp dîn için “din” kullandık -T.ç.n.)) Yukarıdaki belâgat gereği soru şu anlamı ifade etmektedir: Burada işaret edilen ahlak sistemi bütün tevhîdî dinlerin öğretilerinde vurgulanmış olduğundan, bunun gerçekliği, önyargısız herkes için apaçık ortadadır: bu gerçeği reddetmek, insan açısından onun ahlakî seçimde bulunma özgürlüğünü reddetmeye; Allah açısından ise, sonraki ayetin işaret ettiği gibi, tanım gereği “hükmedenlerin en adili” olan Allah'ın adaletini reddetmeye kadar varan bir tavır olacaktır.

8. Allah hükmedenlerin en adili değil mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder