Bundan sonra surenin akışı
kıyamet sahnelerinden biriyle, seri bir biçimde onların vicdanlarına dokunuyor.
Bu sahnede insanların bütün duygularını harekete geçiren, akıllarını meşgul
eden ve tüm değerlerini yiyip bitiren dünya hayatı, çabucak gelip geçen bir
yolculuk olarak görülüyor. İnsanlar orada kısa bir süre kaldıktan sonra sürekli
olan yerlerine ve anayurtlarına dönüyorlar:
45- Allah insanları bir araya topladığı gün, sanki dünyada
sadece gündüzün bir saati kadar kalmışlar ve bu sureyi birbirleri ile tanışmak
için harcamışlar gibidirler. Allah ile karşılaşacaklarını yalanlayanlar
gerçekten hüsrana uğramışlardır, onlar doğru yolu bulamamışlardır.
Bu, bir göz açıp kapatacak
kadar kısa sürede geçen yolculukta bir de bakıyoruz ki, toparlanmış ve birden
kıskıvrak yakalanmış olan insanlar dünya yolculuklarının gerçekten çok kısa
olduğunu kavramışlardır. Sanki bütün dünya hayatı tanışmakla geçen birkaç saate
iniyor ve hemen ardından perde kapanıyor.
Yahut da dünya hayatının
ve bu dünya hayatına gelip-gidenlerin halinin, karşılaşma ve tanışmadan öte
hiçbir şey yapmaya fırsat bulamayan insanların haline benzetilmesidir!
Gerçekten de bu bir
teşbihtir. Fakat bu, aynı zamanda gerçeğin ta kendisidir. Yoksa insanlar bu
yeryüzünde tanışma faslının ötesine geçebiliyorlar mı? Onlar geliyorlar ve gidiyorlar. Fakat
bir kişi dahi diğerleriyle tam tanışma imkânı elde edemiyor. Bir topluluk diğer
toplulukları tanımadan, zaman doluyor ve gidiyorlar...
Acaba bu birbirleriyle
boğuşanlar, savaşanlar, hep yanlış anlamadan kaynaklanan aralarında çıkmış
kavgalarla çatışanlar... Evet, bütün bu eylemleri yapan insanlar, olması
gerektiği kadar birbirlerini tanıyabilmiş midirler?
Şu birbirleri ile savaşan
milletler, birbirine düşmanlık yapan devletler gerçekten birbirlerini tanımışlar
mıdır? Bu
milletler ve devletler evrensel bir hak için, sağlıklı bir sistem için
savaşmazlar. Sadece zenginlik kaynakları ve dünya malı için
savaşırlar. Bunlar daha bir savaştan kurtulmadan, başka bir savaşa
girişmektedirler.
Bu ayet dünya hayatının
kısalığını ortaya koymak için verilen bir benzetmedir. Fakat bu, dünya
hayatında insanlar arasında meydana gelen daha köklü bir gerçeği tasvir
etmektedir... Evet,
bundan sonra insanlar göçüp gitmektedirler!
İşte bu manzaranın ışığı
altında ortaya çıkıyor ki, bütün güçlerini ve enerjilerini bu kısacık yolculuğa
harcayanlar, Allah'ın huzuruna çıkarılmayı yalanlayanlar, ahirete önem vermeyip
bu kısacık yolculuğa, dahası bir çırpıda başlayıp-biten hayata gömülenler,
Allah'ın huzuruna çıkarılmaya ve O'nu razı etmeye hazırlanmayanlar, sürekli
olan ahiret yurdunda uzun süre yaşamaları için bir çalışma yapmayanlar, kesin
biçimde hüsrana uğrayacaklardır: "Allah ile karşılaşacaklarını yalanlayanlar,
gerçekten hüsrana uğramışlardır, onlar doğru yolu bulamamışlardır."
Mahşer gününü seri olarak
gözler önüne seren bu sahneden ve daha önce anlatılan dünya hayatına ilişkin
manzaradan sonra, yüce Allah'ın peygamberlerin mesajlarını yalanlayanlara
ilişkin tehdidi Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- anlatılıyor. Yüce
Allah'ın onlara ilişkin tehdidi kapalı bir tehdittir. Onlar bu tehdidin yarın mı başlarına
geleceğini, yoksa kıyamete kadar onun gelmesini mi bekleyeceklerini
bilemiyorlardı! Böylece bu cezalandırma tehdidi, onların belki Allah’tan
korkmaları ve doğru yola gelmeleri için bir Demokles’in kılıcı gibi, başları
üzerinde durmaktadır. Yavaş yavaş tehditten söz ederek başlayan bu tehdit,
yavaş yavaş sona doğru yaklaşıyor. Neticede öyle bir güne geliniyor ki, insan
yeryüzündeki bütün zenginlik kaynaklarını kurtuluş fidyesi olarak vermek istese
de, hiçbir yarar sağlamıyor. Bugünde yüce Allah, şaşmaz bir adalet ile
hükmediyor. Hiç kimseye zulmetmiyor. İşte bu Kur'an'ın kendisine has metodudur.
Birkaç kelimede, kısa bir sürede, kalplere dokunan canlı bir tasvir ile
dünyayı, ahirete bağlıyor. Aynı zamanda iki yurt ve iki hayat arasındaki gerçek
bağı, bir realite olarak gösteriyor. Zaten sağlıklı İslâm-i düşüncenin de böyle
olması gerekir:
46- Kâfirleri çarptıracağımızı söz verdiğimiz cezanın bir
bölümünü sana göstersek de ya da daha önce senin canını alsak da, onların
dönüşü Bizedir. Sonra Allah onların neler yaptıklarına tanıktır.
47- Her ümmete bir peygamber gönderilmiştir. Peygamberler gelip
de mesajlarını duyurduktan sonra ümmetler hakkında adalet uyarınca hüküm
verilir, onlara haksızlık edilmez.
48- Onlar, "Eğer doğru söylüyorsanız vadettiğiniz bu ceza
ne zaman gerçekleşecek?" derler.
49- Onlara de ki; "Allah'ın dileği dışında benim kendime
bile zarar ya da yarar dokundurmaya gücüm yetmez. Her ümmetin belirli bir
yaşama süresi vardır. O süre dolunca, ne bir an geri bırakılırlar ve ne de bir
an önceye alınırlar. "
50-51 De ki; Allah'ın azabı diyelim ki; gündüz ya da gece
başınıza geldi. Suçlular bunun bir an önce gerçekleşmesini niye isterler ki? Yoksa
azap başlarına geldikten sonra kendilerine: “Şimdi ona inandınız mı? Hani onun
bir an önce gerçekleşmesini istiyordunuz” densin diye mi?
52- Sonra zulmedenlere denir ki; Sürekli azabı tadınız bakalım,
sadece dünyada işlediklerinizin karşılıkları ile cezalandırılmıyor musunuz?
53- Sana, "O ceza gerçek midir?" diye soruyorlar.
Onlara de ki; "Rabbim hakkı için, evet. O, gerçektir, siz Allah'ın
yapacağını engelleyemezsiniz. "
54- Kendisine zulmetmiş olan herkes, o gün yeryüzünün bütün
servetine sahip olsa bunu (azaptan kurtulmak için) fidye olarak verirdi. Onlar
azabı gördükleri zaman pişmanlıktan donakalırlar. Haklarında adalet uyarınca
hüküm verilir, kendilerine haksızlık edilmez.
Bu bölüm, bütün kâfirlerin
Allah'a döneceğini belirterek başlıyor. İsterse onların bu dönüşleri,
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerine iletmekle yükümlü
tutulduğu tehdit, Peygamber'in hayatında veya vefatından sonra gerçekleşsin
fark etmez. Her
iki halde de, dönüş yalnız Allah'adır. Yüce Allah, onların ne
yaptıklarını, Peygamber'in hayatında da, Peygamber'in vefatından sonra da
gözetlemektedir. Onların yaptıkları işlerin hiçbiri kaybolmayacak ve
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- vefatı onlar tehdit edildikleri
bu azaptan hiçbir şekilde kurtaramaz.
Bütün işler planlanmıştır.
Bu plana göre meydana gelmektedir. Hiçbir şey bu plandan kıl kadar şaşmaz.
Değişen şartlara ve sürprizlere göre de değişiklik göstermez. Şu kadar var ki,
her topluluğa (her millete) peygamberi kendisine gelinceye kadar süre tanınır.
Peygamber, onları uyarıyor ve Allah'ın mesajını kendilerine açıklıyor. Böylece
onlar da Allah'ın kendisi için belirlediği yasadan yararlanma hakkını kullanmış
oluyorlar. Bu yasaya göre yüce Allah, peygamber göndermeden, mesajını açık bir
şekilde bildirip uyarmadan, hiçbir milleti cezalandırmaz. Bundan sonra onların
peygamberlerine karşı takındıkları tutumlarını esas alarak aralarında adaletle
hükmeder: "Her ümmete bir peygamber gönderilmiştir. Peygamberler gelip de
mesajlarını duyurduktan sonra, ümmetler hakkında adalet uyarınca hüküm verilir,
onlara haksızlık edilmez."
Biz bu iki ayette
kendimizi, "ilahlık
gerçeği" ve "kulluk gerçeği" karşısında
buluyoruz. Bu iki temel gerçek, İslâm düşüncesinin bütün olarak ana temelini oluşturur.
Kur'an'ın metodu da, bu iki ana ilkeyi her vesile ile ve değişik açılardan ele
alıp açıklamakta ve aydınlatmaktadır.
Özet olarak Peygamberimize
-salât ve selâm üzerine olsun- deniyor ki; Bu inanç sisteminin ve onunla muhatap olan milletin
dizgini bütünüyle Allah'ın elindedir. Senin elinde hiçbir şey
yoktur. Bu işte senin görevin sadece açıklamak, mesajı ulaştırmaktır. Onun
ötesindeki her şey Allah'ın elindedir. Sen icabında bütün ömrünü harcarsan da,
seni yalanlayan, sana karşı direnen ve sana eziyet edenlerin sonunu
görmeyebilirsin. Çünkü yüce Allah'ın, onların sonunu ve onlara göndereceği
cezayı sana göstermesi zorunlu değildir... Bu sadece yüce Allah'ın elindedir!
Sana ve bütün peygamberlere gelince, size düşen görev açıklamaktır... Sonra
peygamber yoluna devam eder. Ve işin tamamını Allah'a havale eder... Böylece kullar
kendi konumlarını bilecektir. Davetçiler her ne kadar işkenceye
maruz kalsalar da, zaman ne kadar uzasa da, dava yolunda Allah'ın hükmünün acele
gelmesini istemeyeceklerdir!
Onlar sürekli olarak
meydan okuyarak ve sabırsızlıkla, Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun-
kendilerine haber verdiği Allah'ın cezasının gelmesini, gerçekleşmesini
istiyorlardı. Daha önceleri peygamberleri kendilerine geldikleri halde, onların
mesajlarını yalanlayan milletleri cezalandırdığı gibi, kendilerini de
cezalandırmasını istiyorlardı. Cevap şuydu: "Onlara de ki; Allah'ın dileği
dışında benim kendime bile zarar ya da yarar dokundurmaya gücüm yetmez. Her
ümmetin belirli bir yaşama süresi vardır. O süre dolunca, ne bir an geri
bırakılırlar ve ne de bir an önceye alınırlar."
Peygamber -salât ve selâm
üzerine olsun- kendisine, ne bir fayda, ne de bir zarar veremeyeceğine göre,
doğal olarak onlara da herhangi bir fayda ve zarar veremezdi. Burada peygamber
kendisinden söz etmekle memur olmasına rağmen, "zarar verme"
eyleminin daha önce gelmesi; onların zararın gelmesini istemelerinden
kaynaklanmış olabilir. Burada, metindeki uygunluk açısından zarar önce ifade
edilmiştir. A'raf suresinde yer alan bu konuya ilişkin başka bir ayette ise,
‘fayda verme’ daha önce yer almıştır. Çünkü peygamberin, "Şayet ben
gaybı bilseydim, iyiliğimi arttırırdım ve bana kötülük
dokunmazdı" dediği sırada, kendisi için "faydalı olan
şeyin" önce gelmesini istemesi daha uygun düşmektedir.
Demek ki, yetki yalnız
Allah'ın elindedir. Dilediği anda tehdidini gerçekleştirir. Allah'ın yasasında
gecikme olmaz. Allah'ın belirlediği süre hiçbir şekilde öne alınamaz.
Belirlenen bu süre bazen
somut bir yok oluş ile sonuçlanabilir. Yani onlar kökten yok edilebilir.
Nitekim daha önceki bazı milletler bu şekilde yok edilmişlerdir. Bu süre,
manevi bir yok oluş ile de sonuçlanabilir. Hezimete uğramak ve dağılıp gitmek
şeklinde bir yok oluş. Bu da, milletlerin başına gelen olağan bir gerçektir.
Milletler ya bu hezimetten sonra tekrar hayata kavuşurlar, ya da sürekli bu hezimetin
etkisinde kalarak çözülürler. Böylece de, kişiliklerini, kimliklerini
yitirirler. Sonuçta birer fert olarak varlıklarını sürdürebilseler de, bir
millet olarak varlıklarını yitirirler. Bütün bunlar, Allah'ın değişmeyen
yasalarına göre meydana gelir. Allah'ın bu yasalarında herhangi bir tesadüfe,
başıboşluğa, haksızlığa ve kayırmaya yer yoktur. Buna göre,
yaşamaları için gereken şartlara riayet eden, gereken sebeplere bağlılık
gösteren milletler yaşarlar. Bu şartlar ve sebeplerden ayrılanlar ve sapanlar
ise; zayıf düşerler, çözülürler veya sapmanın kaçınılmaz sonucu olarak ölürler.
İslâm
ümmetinin hayatı ise, peygamberini izlemesine bağlanmıştır.
Peygamber, ümmeti diriltecek şeye çağırır. Doğal olarak peygamberin bu
diriltici çağrısı, sırf inanç sistemi ile sınırlı değildir. İnanç sisteminin
günlük hayatın değişik alanlarında öngördüğü eylemleri gerçekleştirmek,
Allah'ın belirlediği yaşam tarzına, indirdiği yasaya, belirlediği değerlere
uygun biçimde bir hayat yaşamak da, o diriltici çağrının kapsamında yer alır.
Yoksa İslâm ümmeti de, Allah'ın yasaları gereğince süresini tamamlayacaktır.
Daha sonra surenin akışı,
onların vicdanlarına bir nebze dokunuyor. Onları, meydan okuyan ve alaya alan
sorgulayıcı bir tavırdan, tehdit altında bulunan, gecenin veya gündüzün
herhangi bir anında felâkete uğraması beklenen bir insanın tavrına yöneltiyor: De ki; "Allah'ın azabı diyelim ki, gündüz ya da gece
başınıza geldi. Suçlular bunun bir an önce gerçekleşmesini niye isterler
ki?"
Gözle görünmeyen, nerede
ve ne zaman meydana geleceği bilinmeyen, insanlar geceleyin uyku halindeyken
veya gündüz vakti uyanık iken gelebilecek olan ceza geldiğinde uyanık ve ayık
olmanın bir fayda sağlamayacağı azap budur işte... Suçluların çarçabuk
gelmesini istediği o azap nedir? Bu öyle bir azaptır ki, çarçabuk gelmesinde
onlar için hiçbir şekilde hayır yoktur.
Onlar daha bu beklenmedik
sorunun şokundan kurtulmadan duygularını tehlikeyi tasavvur etmeye ve beklemeye
sevk eden sürprizin ardından gelen ayeti kerime, o tehlikenin bilfiil meydana
geldiğini haber veriyor. Aslında bu olay, henüz meydana gelmiş değildir. Fakat
böylece bu tehlikenin meydana gelişi onların duygularında canlandırılıyor...
Fakat Kur'an düşüncesi, bir realiteyi onlar için tasvir ediyor, duygularını
harekete geçiriyor ve onların vicdanlarına dokunuyor: "Yoksa
azap başlarına geldikten sonra kendilerine, -Şimdi ona inandınız mı? Hani onun
bir an önce gerçekleşmesini istiyordunuz- densin diye mi?"
Sanki olay birden olup
bitmiştir. Sanki onlar buna iman etmişlerdir. Sanki onlar şu anda gözler önünde
meydana gelen bir sahnede bu susturucu gerçekle muhatap kılınmışlardır... Bu
gözler önündeki manzaranın devamı ise, şudur: "Sonra zulmedenlere denir ki; -Sürekli
azabı tadınız bakalım, sadece dün ya da işlediklerinizin karşılıkları ile
cezalandırılmıyor musunuz?-"
Böylece biz, kendimizi
surenin akışı ile birlikte hesap ve azap alanı ortasında buluyoruz. Hâlbuki
biraz önce, dünyada idik ve birkaç ayet önce, yüce Allah'ın kendi peygamberine
bu acı akıbetten söz ettiğine tanık oluyorduk.
Bu kısa gezintinin sonunda
müşrikler peygamberden haber soruyorlar. Gerçekten bu tehdit, gerçek midir?
Artık onlar, ona karşı içten sarsılmışlardır. Bu konudaki habere kesin güvenmek
istemektedirler. Çünkü kesin bir inançları yoktur. Onlara verilen cevap hem
olumlu, hem kesindir, hem de yeminle pekiştirilmiştir: "Sana
-O ceza gerçek midir?- diye soruyorlar. Onlara de ki -Rabbim hakkı için, evet.
O, gerçekti, siz Allah'ın yapacağını engelleyemezsiniz.-"
İlahlığının değerini
bildiğim ve dolayısıyla yalan yere asla kendisine yemin etmeyi göze almadığım,
ancak kesin bilgiden ve ciddi bir durumdan sonra adına yemin edebildiğim
Rabbımın hakkı için...
"O, gerçektir, siz Allah'ın yapacağını
engelleyemezsiniz." O'nun sizi bir araya toplamasına engel
olamazsınız. O'nun sizi hesaba çekmesine ve sizi cezalandırmasına engel
olamazsınız.
Biz daha bu dünyada bu
insanlardan haber almaya, cevap beklemeye çalışırken, Kur'an'ın tasvir edici
üslubuna bağlı olarak bir geçişten sonra kendimizi hesap ve ceza meydanında
görüyoruz. Şu kadar var ki, bu konudaki açıklama, ilke olarak varsayım şeklinde
veriliyor: "Kendisine
zulmetmiş olan herkes, o gün, yeryüzünün bütün servetine sahip olsa, bunu
(azaptan kurtulmak için) fidye olarak verirdi." Bütün malların
onların yanında olduğunu ve hepsini vermek istediklerini varsaysak bile, bunlar
onlardan kabul edilmez. Daha bu ayet tamamlanmadan varsayılan bu şey
gerçekleşiyor ve iş olup bitiyor: "Onlar azabı gördükleri zaman pişmanlıktan
donakalırlar."
Ansızın gelen azabın
dehşeti birden onları yakalayıvermiş ve birden karşılarına dikilmiştir. Ayetin
ifadesi dudakları kıpırdatmadan yüzleri kaplayan renk uçukluğu tablosunu
zihnimizde canlandırmaktadır!
"Haklarında adalet uyarınca hüküm verilir, kendilerine
haksızlık edilmez."
Ayetin ikinci yarısından
itibaren başlayan ve tamamen varsayıma dayalı olan manzara sona erdiğinde, olay
da sona eriyor. Kur'an'ın etkileyici, harekete geçirici tasvir metoduna bağlı
olarak olay böylece bağlanıyor.
Mahşer ve hesap ile ilgili
bu pekiştirilmiş yorum, ilahi kudretin yerdeki ve gökteki, hayattaki ve
ölümdeki bazı alanları ile ilgili bir başka geziyi gündeme getiriyor. İlahi
sözün gerçekleşmesini meydana gelmesini garanti eden kudretin anlamını
pekiştiren kısa bir yolculuk ve sonra da bütün insanların kendilerine öğüt
veren, doğru yolu gösteren ve gönüllerini rahatlatan bu Kur'an'dan yararlanması
için bir çağrı seslendiriliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder