37- Bu Kur'an Allah’tan geldi, başkası tarafından uydurulmuş
değildir. O, kendisinden önceki semavi kitapları onaylar ve ilahi kitabı
ayrıntılı biçimde açıklar. Onun, âlemlerin Rabbi tarafından gönderildiği
kuşkusuzdur.
38- Yoksa ‘Onu Muhammed uydurdu’ mu diyorlar? Onlara de ki; ‘Eğer
doğru söylüyorsanız, Kur'an'a benzer bir sure ortaya getiriniz, bu konuda Allah
dışında kimleri yardıma çağırabilecekseniz, çağırınız.’
39- Tersine onlar, bilgisini kavrayamadıkları ve henüz
açıklamasına da muhatap olmadıkları bir mesajı yalanladılar. Onlardan öncekiler
de böyle yalanlanmışlardı. Gör bakalım, o zalimlerin sonu nice oldu?
40- Onlardan kimi bu Kur'an'a inanır, kimi de inanmaz. Rabbin,
kimlerin bozguncu olduğunu herkesten iyi bilir.
41- Eğer onlar seni yalanlarsa de ki; "Benim işlediklerim
bana, sizin işledikleriniz de sizedir. Benim işlediklerim ile sizin bir ilginiz
olmadığı gibi, sizin işlediklerinizle de benim bir ilgim yoktur."
42- Onların arasında Kur'an okurken sana kulak verenler de
vardır. Fakat üstelik düşünme yeteneğinden de yoksun sağırlara sen söz
işittirebilir misin?
43- Onların arasında sana bakanlar da vardır. Fakat görme
yeteneğinden bütünü ile yoksun körleri sen doğru yola iletebilir misin?
44- Allah insanlara hiç zulmetmez, fakat insanlar kendi
kendilerine zulmederler.
Kur'an'ın gerçeğe dayalı
konuları, ifade gücü, sözleri arasındaki mükemmel ahengi, getirdiği inanç
sistemindeki eşsizliği, kurallarının içerdiği beşeri düzeni, ilahlık gerçeğini,
insanlığın, hayatın ve evrenin yapısını eşsiz bir şekilde tasvir edişi ile...
Evet bütün bu özellikleri ile Kur'an'ın, Allah'ın dışında başkaları tarafından
uydurulmuş olması mümkün değildir. Zira onu meydana getirebilecek tek güç, Allah'ın gücüdür.
Bütün varlıkları başlarından sonlarına, dışlarından içlerine varıncaya kadar
her yönü ile kuşatan, her çeşit yetersizlikten ve eksiklikten, cahilliğin ve
acizliğin etkilerinden arındırılmış bir sistemi kuran kudret, ancak Kur'an'ı
meydana getirebilir...
Kur'an gerçekten
uydurulabilecek bir kitap değildir. Burada reddedilen Kur'an'ın uydurulmuş olması değil,
uydurulmuş olmasını mümkün görme anlayışıdır. Bu anlayışın
reddedilişi daha anlamlı ve daha etkilidir.
Ayrıca daha önceki
peygamberlere gönderilen kitapları, ‘inanç sisteminin özü’ ve ‘iyiliğe çağırma’
açısından doğrular.
Bütün peygamberlerin
Allah'ın katından getirdikleri ana ilkelerde bağdaşan, detaylarda farlılık
gösteren tek Kitab'ın açıklaması... Bu Kur'an Allah'ın kitabını detaylandırır,
getirdiği iyiliğe ulaştırıcı vasıtaları ve bu iyiliği gerçekleştirme ve
korumanın çarelerini gösterir. Allah ile ilgili inanç sistemi birdir. İyiliğe
çağırma birdir. Fakat bu iyiliğin şeklinde birtakım ayrılıklar olabilir. Bu
iyiliği gerçekleştirecek hukuk sisteminde ayrıntılara ilişkin farklılıklar olabilir.
Bunlar insanlığın o zamanki gelişmesiyle ve ondan sonraki ilerlemeleriyle uyum
sağlayacak biçimde belirlenmiştir. İnsanlık olgunluk çağına erişinceye kadar
böyle devam etti. Rüştüne erişen insanlık, olgun insanlar gibi Kur'an'la
muhatap oldu. Aklın ve düşüncenin fazla bir fonksiyona sahip olmadığı maddi
somut harikalarla muhatap kılınmadı.
Burada Kur'an'ın asıl
kaynağı ortaya konmak sureti ile, onun uydurulmuş olmasını mümkün görme
anlayışı, bir kere daha reddediliyor ve pekiştiriliyor: "O, âlemlerin Rabbi tarafından
gönderilmiştir. Yoksa, ‘Onu Muhammed uydurdu’ mu diyorlar?"
Bu reddediş ve açıklamadan
sonra onlara halâ Kur'an, Muhammed'in uydurduğu bir eserdir mi diyorlar? Hâlbuki
Muhammed bir insandır. Kendilerinin konuştuğu dili konuşmaktadır. Kendilerinin
de sahip olduğu harflerden başka bir şeye sahip değildir. "Elif, Lam,
Mim..." "Elif, Lam, Ra...", "Eli, Lam, Mim,
Saad..." vesaire gibi. Mademki bunda ısrar ediyorlar, öyleyse hodri
meydan! İşte
harfler ve işte toplayabildikleri kadar adam! Haydi, uydursunlar
Muhammed'in uydurduğunu söylediklerini! Üstelik de, tam bir Kur'an'ı değil,
yalnız bir tek sureyi!
"Onlara de ki;
"Eğer doğru söylüyorsanız, Kur'an'a benzer bir sure ortaya getiriniz, bu
konuda Allah dışında kimleri yardıma çağırabilecekseniz, çağırınız."
Bu meydan okuyuş ve bu meydan okuyuş karşısındaki acizlik daha
önce kesinleşmiştir. Bugün de devam etmektedir. Sonsuza kadar da
devam edecektir. Bu dilin güzel ve etkili ifade gücünü anlayanlar, sanat
güzelliğinin ve ses tonundaki ahenginin zevkine erenler, bir insanın ifade
sanatında bu kadar üstün bir ahenge ulaşamayacağını kavrayabilirler. Aynı
şekilde sosyal düzenleri ve yasama metotlarının etütlerini yapanlar, Kur'an'ın
öngördüğü sosyal düzeni tetkik edenler; Kur'an'ın insan topluluklarını
düzenlemeye, toplum hayatının her alanına ilişkin ihtiyaçlarına, gelişmeleri ve
değişiklikleri rahatlıkla ve esnek bir biçimde karşılamaya ilişkin saklı
bulundurduğu fırsatlara getirdiği bakış açısını anlayacaklardır. Yine
kavrayacaklardır ki, bütün bunlar, bir tek insan aklı tarafından
kuşatılamayacağı gibi, bir kuşağın ya da bütün kuşakların akılları tarafından
da kuşatılamaz. İnsan psikolojisini, insanların üzerinde etkili olmanın ve
onları yönlendirmenin ana ilkelerini ve vasıtalarını inceleyip sonra da,
Kur'an'ın vasıtalarını ve yöntemlerini tetkik edenler, bu üstünlüğü
görebileceklerdir.
Kur'an'ın icazı, sadece
sözleri, ifadeleri, söyleniş tarzı ile sınırlı değildir. Bu konularda deneyimi,
uzmanlığı bulunanların somut biçimde görebilecekleri gibi, onun icazı sınırsız bir icazdır...
Bu vecizliği-icazı Kur'an'ın sistemlerinde, yasalarında, psikolojisinde ve her
alnında gözlemek mümkündür.
İfade sanatını
kullananlar, sanatsal ifade konusunda yetkinliği olanlar, Kur'an'ın bu alanla
ilgili edebi icazını diğer insanlardan daha iyi ve daha güzel kavrayacaklardır.
Sosyal, hukukî, psikolojik ve insani düşüncenin ana hatları ile uğraşanlar, bu
Kur'an'da yer alan konuların vecizliğini diğer insanlardan daha iyi
kavrayacaklardır.
Bu vecizliği ve bu
vecizliğin boyutlarını gerçekten açıklamak ve beşeri bir üslup ile bunu tasvir
etmeye çalışmak noktasında, acizliğimi peşinen kabul ediyorum. Beşeri gücümüz
ölçüsünde ele alınsa bile, bu konuyu detaylı olarak açıklamak için, başlı
başına bir kitap yazmak gerektiğini de biliyorum... Bununla beraber burada bu
vecizliğe kısaca işaret etmeden geçemeyeceğim...
Kur'an'ın ifade tarzı gerçekten eşsizdir.
İnsanın ifade tarzından tamamen ayrıdır... Kur'an üslubunun kalpler üzerinde
öyle hayret verici bir etkisi vardır ki, buna insanın üslubunda rastlamak
mümkün değildir. Kur'an, üslubunun kalpler üzerindeki bu egemenliği bazen öyle
noktalara varır ki, Arapçadan tek harf dahi bilmeyenlere Kur'an'ın sadece
okunuşu bile büyük etkiler yapar... Öyle hayret verici olaylar meydana geliyor
ki, bunları "hiç Arapça bilmeyenler de Kur'an'ın sırf okunmasından
etkilenirler" görüşü ile açıklamaktan başka çare yoktur. Tabii ki, bunu
bir kural olarak kabul etmek gerekmez. Fakat böyle olayların meydana gelişi bir
yorumlamayı, bir değerlendirmeyi gerektirir... Ben başkalarından işittiğim
birtakım örnekleri burada anlatacak değilim. Bizzat gözlerimle gördüğüm ve
benimle beraber altı kişinin de şahit olduğu bir olayı burada aktaracağım:
Yaklaşık on beş sene
önceydi. Biz altı Müslümandık. Bir Mısır gemisiyle Atlas Okyanusunun engin
suları üzerinden New York'a gidiyorduk. Kadınlı-erkekli yüz yirmi yabancı
yolcunun içinde bizden başka Müslüman yoktu. Birden Okyanusun üzerinde gemide,
Cuma namazı kılmak aklımıza geldi! Allah biliyor ya, bizi burada Cuma namazını
kılmaya iten sebep de; gemide misyonerlik çalışmasına devam eden ve bunun bir
uzantısı olarak bize karşı da, bu görevini yerine getirmeye kalkışan bir
misyonere karşı dini duygularımızın harekete geçmesiydi! Bir İngiliz olan gemi
kaptanı, namazımızı kılmamıza izin verdi. Namaz esnasında, "görev" başında bulunmayan geminin
tayfalarına, aşçılarına ve hizmetçilerine bizimle namaz kılmaları için izin
verdi. Bunların hepsi Sudan'ın Nevbe bölgesinden olan Müslümanlardı. Müslüman
personel buna çok sevinmişti. Çünkü gemide ilk olarak Cuma namazı kılınıyordu.
Cuma hutbesini ben okudum ve namazı da ben kıldırdım. Yabancı yolcuların çoğu
etrafımızda halkalanmış, namaz kılışımızı seyrediyorlardı! Namazdan sonra
yabancı yolcuların çoğu, "duanız kabul olsun" diyerek bizi kutlamaya
geldiler. Zira onların namazımızdan anladıkları en ileri şey duaydı! Yalnız bu kalabalığın içinden, daha sonra
Tito'nun cehenneminden –komünizminden- kaçan, Yugoslavyalı bir Hristiyan
olduğunu öğrendiğimiz bir bayan, olaydan ciddi biçimde etkilenmiş ve eylemin
tesirinde kalmıştı. Duygularına hâkim olamıyor, gözyaşlarını tutamıyordu.
Yanımıza gelerek, gönülden bir sıcaklıkla elimizi tuttu ve düzgün olmayan bir
İngilizce ile bizim namazımızın derin etkisiyle, namazdaki huşu, düzen ve
manevi hava ile kendinden geçtiğini ifade ediyordu! Fakat bu olayın bizim için
önemli olan yanı burası değildi. Asıl önemli olan bu bayanın şu sözleriydi: "Papazınız
hangi dille konuşuyordu?" Kadıncağız, namazı ‘din adamının’
dışında bir kimsenin kıldırabileceğini düşünemiyordu! Zira inandığı kilise Hristiyanlığında
uygulama böyleydi! Biz onun yanlış düşüncesini düzelttik! Ve gereken cevabı
verdik. Bunun üzerine kadın dedi ki: "İbadeti idare eden görevlinin
konuştuğu dilin hayret verici bir musiki tonu vardı. Hiçbir şey anlamasam da,
sesi bana çok hoş geliyordu." Sonra beklenmedik bir olay daha oldu. Kadın
şöyle diyordu: “Fakat benim asıl sormak istediğim mesele bu değildi. Aslında
beni duygulandıran şey, ‘imamın’ sözleri arasında kullandığı, cazip bir musiki
tonu ile ifade ettiği sözlerdi. Bu sözler, bu kişinin diğer konuştuğu sözlerden
çok farklı geliyordu bana! Arada kullanılan bu sözlerin musiki yönü daha
ağırlıklıydı ve daha derin etkileri vardı. Bu özel bölümler içinde, bir titreme
ve tüylerimi diken diken eden bir ürperti meydana getiriyordu. Bunlar bambaşka
bir şeydi! Sanki ‘imam’ bunları söylerken Kutsal Ruh ile doluyordu!" Bununla
neden söz ettiğini bir süre düşündük. Sonra anladık ki, bayan Cuma hutbesinde
ve namazda geçen Kur'an ayetlerini kastediyor! Bununla beraber bayanın bu halı,
bizde gerçekten dehşete varan bir şok yaşattı. Çünkü bu bayan, aslında ne
dediğimizi anlamıyordu!
Daha önce de belirttiğimiz
gibi, bu bir kural değildir. Sadece bu olayın ve başkalarının da bana
aktardıkları bir dizi olayın meydana gelmesi gösteriyor ki, bu Kur'an'ın bir sırrı
daha vardır. Bazı
kalpler onun bu sırrını, sırf okunması ile yakalayabilmektedir. Bu
bayanın, kendi dinine inanması, ülkesindeki komünizm cehenneminden kaçışı, onu
Allah'ın sözlerine karşı bu derece hassas hale getirmiş olabilir. Fakat her
şeyi bununla açıklayamayız. Mesela memleketimizde halktan Kur'an'a kulak veren on
binlerce insan, ondan hiçbir şey anlamaz. Yalnız onların kalpleri bundan hayli
etkilenir. Bu sırrının etkisinde kalırlar. Bunlar Kur'an'ın dilini anlamada
Yugoslavyalı bayandan çok fazla ilerde de sayılmazlar!
Ben Kur'an'ın
üstünlüğünden söz ederken, bu gizli ve hayret verici etkisine her şeyden önce
değinmeyi tercih ettim. Edebiyat, düşünce ve bilinç alanında uzmanlaşan
insanların, diğer insanlardan daha güzel kavradıkları yönlerine bundan sonra
temas etmeyi uygun gördüm!
Kur'an'ın sunuş metotu çok büyük meseleleri ve konuları ele
almakla eşsiz bir anlatıma sahiptir. İnsanın, bu tür önemli
meselelerden söz ederken, o kadar kapsamlı boyutlarda meseleyi ele alması
mümkün değildir. Kur'an'ın anlatımı, geniş anlamı, ifadedeki inceliği,
güzelliği ve canlılığı ile de eşsizdir! Bunun yanında ne güzellik inceliğini,
ne de öncelik güzelliğini bastırmaz. Böylece öyle bir vecizlik seviyesine
ulaşır ki, hiçbir insanın ona ulaşması düşünülemez. Edebiyat ile uğraşan
insanlar bunu daha rahat kavrayabilirler. Zira, bu sahada insan gücünün hangi
sınırlara kadar varabileceğini en iyi anlayanlar onlardır. Bu nedenle onlar, bu
seviyenin kesinlikle insan gücünün çok üstünde olduğunu net ve açık biçimde
anlarlar.
Kur'an anlatımının bu
özelliğinden başka, bir özellik daha doğar. Kur'an'ın bir bölümü, bölümün
içinde birbiri ile uyumlu ve ahenkli değişik konuları ele alır. Her bir konuyu
net ve açık bir biçimde açıklığa kavuşturur. İfade esnasında bu konuları
karıştırmadan ve çelişkiye düşmeden anlatır. Her konu ve her gerçek, kendisine
uygun olan seviyesine ulaşır. Öyle ki, bir tek bölümü değişik yerlerde
kullanır. Ve bu değişik yerlerde kullanılan bölüm, kullanıldığı her yerde
içindeki metinle kenetlenir. Sanki bu bölüm, bu alanda ve bu konuda ilk olarak
kullanılıyor! Bu, Kur'an'ın apaçık özelliklerinden biridir. Onu daha fazla
açıklamamıza gerek yoktur.
Okuyucu bu surenin
girişinde verilen pasajları incelediğinde; burada bir ayetin, bir bölümün
değişik amaçları için kullanıldığını ve kullanıldığı her yerde tamamen
vazgeçilmez bir fonksiyona sahip olduğunu görecektir. Bu sadece bir örnektir.
Kur'an anlatımının,
sahneleri canlandırmada ve doğrudan hitap etmede gerçekten güçlü ve eşsiz bir
özelliği vardır. Olayı öyle sahneliyor ki, gözlerimiz önünde cereyan ettiğini
zannederiz. Bu kesinlikle insanların ifade yöntemlerinde kullandıkları bir metot
değildir. İnsanlar bu ifade üslubunu taklit bile edemezler. Zira böyle bir şeyi
yapmaya kalkışmak işi daha da bozacak, normal yazının üslubu ile bağdaşmaz hale
getirecektir! Mesela, insanın edebi ifadesi Kur'an'ın üslubunu kullanarak
aşağıdaki konuları nasıl işleyebilecektir?
"İsrailoğulları'nı
denizden geçirdik. Firavun ve askerleri saldırı ve düşmanlık amacı ile
peşlerine düştüler. Sonunda Firavun boğulmanın eşiğine geldiğinde,
"İsrailoğulları'nın inandıkları ilahtan başka ilah olmadığına inandım, ben
de O'na teslim olanlardan (Müslümanlardan) biriyim" dedi.” Ayetin buraya
kadar olan bölümünde bir hikâye anlatılıyor. Hemen ardından gözler önündeki bir
sahnede doğrudan hitaba geçiliyor.
"Şimdi mi aklın
başına geldi? Daha önce Allah'a hep karşı gelmiş ve bozgunculardan biri
olmuştun. Bugün senden sonra geleceklere ibret olasın diye cansız vücudunu
bozulmaktan kurtaracak, onu sahilde bir tepeye atacağız." Sonra gözler
önüne serilen sahneye ilişkin bir değerlendirme yapılıyor. "Gerçi insanların çoğu bizim ibret
verici belgelerimizin farkına varmazlar." (Yunus Suresi, 90-92)
De ki; ‘En büyük şahitlik kimindir?’ (Sonra yine) de ki; ‘Benimle
sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur'an gerek sizi, gerekse ulaştığı herkesi
uyarayım diye bana vahyedildi.’ (En'am Suresi, 19)
Buraya kadar peygambere
yöneltilen bir emir var ve peygamber onu alıyor. Sonra birden bakıyoruz ki,
peygamber topluluğa soruyor: "Sizler Allah ile birlikte başka ilahlar
olduğuna mı şehadet ediyorsunuz?" Bir de bakıyoruz ki, peygamber tekrar
kavminin sorduğu ve kendi görüşlerine göre cevaplandırdıkları bu soru için emir
almaya yöneliyor: "De ki, "Ben buna şahitlik etmem.” De ki; "O,
tek bir ilahtır ve ben sizin O'na koştuğunuz ortaklardan uzağım."
Aşağıdaki ayetlerde
tekrarlanan, şahıs
zamiri değişiklikleri de bunun gibidir!
"Allah, insanlar ile
cinleri bir araya topladığı gün ‘Ey cinler, çok sayıda insanı ayarttınız’ der.
Cinlerin insandan yardakçıları da ‘Ey Rabbimiz, birbirimizi kullanarak bizim
için belirlemiş olduğun süreyi doldurduk’ derler. O da ‘Barınağınız orada
sürekli kalmak üzere cehennem ateşidir. Yalnız, Allah'ın affetmeyi diledikleri
müstesna’ der. Hiç
kuşkusuz Rabbin hikmet sahibidir ve her şeyi bilir..."
"İşte böylece biz,
işledikleri kötülüklerden ötürü kimi zalimleri diğerlerinin peşine
takarız."
"Ey insanlar ve
cinler, size ayetlerimi anlatan ve bugünle karşılaşacağınıza ilişkin sizi
uyaran, içinizden peygamberler gelmedi mi? Onlar da, ‘Kendi aleyhimize şahitlik
ederiz’ derler. Dünya hayatı onları aldattı da, kâfir olduklarına kendi
aleyhlerine şahitlik ettiler."
"Bu şunu kanıtlar ki, Rabbin gerçeklerden habersiz olan bir
kentin halkını haksız yere asla helâk etmez." (En'am Suresi, 128-131)
Kur'an'da buna benzer örnekler
pek çoktur ve bu insanların üslubundan tamamen ayrı bir üsluptur. Yok, böyle
değil diyen ve dolayısıyla boyunun ölçüsünü almak isteyen varsa, buyursun bu
şekilde bir ifade kullansın. Ve kullandığı bu ifade hem anlaşılır ve doğru bir
söz olsun, hem de göz alıcı güzelliğin, gönüllerde ağırlığını hissettiren
etkinin ve mükemmel ahengin parmakla gösterilen örneği olsun!
Bunlar, Kur'an'ın
anlatımında yer alan bazı veciz yönlerdir. Biz özlü bir şekilde bunlara
değinmiş oluyoruz. Şimdi de Kur'an'ın konularındaki vecizliğine ve insanın
karakterinden tamamen farklı olan, Rabbanî ve de eşsiz özelliğinden biraz söz
edelim.
Kur'an-ı Kerim insanın
yapısına bir bütün olarak hitap eder. Bazen soyut zihnine, bazen duyarlı olan
kalbine, bazen coşkun duygularına mücerret bir şekilde hitap etmez. Kur'an
bunların hepsine birden hitap eder. En kısa yönden hitap eder onlara. Hitap
ettiği zaman insanın alıcı-verici bütün cihazlarını harekete geçirir. Kur'an bu
hitap şekliyle, insanın bünyesinde varlığın bütün gerçeklerine ilişkin
düşünceler, etkilenmeler ve izlenimler meydana getirir. İnsanların tarih
boyunca kullandıkları bütün vasıtalar bir araya getirilse yine de böylesine
derin, böylesine geniş, böylesine ince ve böylesine net bir biçimde ve böyle bir
metot ve böyle bir üslupla insanı ele alamaz!
Ben burada söz konusu
gerçeğin açıklık kazanması için, "İslâm Düşüncesinin Özellikleri ve
İlkeleri" adını taşıyan eserimin ikinci cildinden bazı bölümler
aktaracağım. Bu alıntıların konusu "İslâm Düşüncesinin İlkeleri Belirlemede
Kur'an'ın izlediği Metot” tur. Bu alıntı, Kur'an'ın bunları güzel, eksiksiz,
kapsamlı, ahenkli ve dengeli biçimde ortaya koyduğunu ve bu metotun ilkeleri
belirlemede en önemli özelliklerinin bunlar olduğunu açıklamaktadır:
Bu metot şüphesiz bütün
metotlardan ayrı ve üstündür.
Kur'an'ın sunuş metotu her
şeyden önce, hakikati gerçek âlemde bütün açılarıyla, bütün yönleriyle ve bütün
ilişkileri ve bütün gereklilikleriyle takdim etmesi sebebiyle diğer metotlardan
üstün ve farklıdır. (İnsanın anlatım gücü ise, bu seviyeye varamaz. Çünkü her
yazar belli bir seviyedeki insanlara hitap eder. Bu seviyenin dışındakiler ise
hemen hemen onu anlayamazlar.) Metot, bu kapsamıyla hakikati zorlaştırmaz ve etrafını
sis ile kapatmaz. Tam tersine onu insan varlığının bütün düzeylerine
anlatır. Allah Tealâ kullarına rahmet olsun diye, bu düşüncenin esaslarını
belli bir ilmi seviye kaydına bağlamamıştır. Çünkü inanç, insan hayatının baş
ihtiyacıdır. Akıl ve kalplerinde kurulacak düşünce, onların varlık âlemiyle
ilgi alanını belirleyecektir. Aynı zamanda, herhangi bir ilmi elde etmenin
yolunu belirleyecektir. Bu sebeple Allah bu inancı anlamayı, herhangi bir ön
bilgiye veya başka bir sebebe bağlı kılmamıştır. Allah, inançtan oluşacak
düşüncenin, beşerin ilim ve bilgisini desteklemesini ve kemale erdirmesini
istemektedir. Bu inancın, çevrelerindeki kâinatı düşünme ve açıklama rehberi
olmasıyla birlikte; ilimlerinin ve bilgilerinin kendisinden başka hak ve kesin
bilginin bulunmadığı gerçek kesin bilgi üzerine kurulmasını istemektedir.
Bundan dolayı yüce Allah, inançtan kaynaklanan düşüncenin, beşeriyetin ilim
ve bilgi kaynağı olmasını istemektedir.
İnsanın bu kaynağın dışında elde ettiği ve ulaştığı her sonuç ve
her şey zannî bir bilgi ve kesin olmayan ihtimalli sonuçlardır. Hatta
deneysel bilim de buna dâhildir. Çünkü deneysel bilimin metotu kıyastır.
Araştırma ve inceleme tümdengelim (dedüksiyon) ve tümevarım (endüksiyon)
yöntemleri araştırması ve incelemesi kolay değildir. Beşerin elde ettiği sonuç ve hükümlerin doğru
kabul edilmesi halinde durum budur. İlmin en yüksek mertebesi,
birçok deneyden sonra elde edeceği neticeler üzerinde kıyaslama yapmaktır.
İlmin kendisi de, bunun gibi kıyaslardan elde edilen bulguların kesin
olmadığını ve zanni olduğunu kabul etmektedir. Üstelik her deney başlı başına
ihtimallerden birinin tercih edilmesi esasına dayanır. Yani, kesin
ve tartışmasız değildir. İnsanın elde edebileceği tek kesin ilim, her şeyi çok
iyi bilen ve her şeyden haberdar olan bilgi ve haber; sahibinden gelen ilimdir.
O'nun
zikrettiği her şey haktır ve O, her şeyde hüküm verenlerin en üstünüdür.
(Bu edenle Kur'an metotunun sunduğu bu gerçeği insanın bünyesi kabul eder, onun
bir ayrılığı olduğunu hisseder. Diğer kaynaklardan aldığı hiçbir anlatımda
böylesine bir ağırlıkla karşılaşmaz. Bu da, konuları ele alış yönünden de
mucize olan Kur'an'ın sırlarından biridir.)
Bütün ilmi araştırmalar,
felsefi düşünceler ve sanatsal ilhamlarda karşılaşılan kopukluk, dağınıklık ve
bunlar eksikliklerden münezzeh olmadığı için, Kur'an'î metot diğerlerinden farklı
ve üstündür. Beşeri
metotların yaptığı gibi güzel ve uyumlu olan bütününün bir yönünü alıp,
diğerlerinden ayırmaz. Dünya âlemini ahiret âlemine bağlayan bir
akış içinde, bütünün her yönünü birden gözler önüne serer. Bu akış içinde
kâinat, insan ve hayat gerçekleri, ilahi gerçek ile bütünleşir. Yeryüzündeki
insan hayatı, rakibi veya taklidi mümkün olmayan bir üslup içinde yaşayarak
yücelikler âlemindeki hayatla birleşir. Beşeri metotlar bu konuları taklit
etmeye çabaladığında gerçekler karışık, meçhul, anlaşılmaz ve dağınık olarak
görünür. Bunlarda üslup, açık ve belirgin olmadığı gibi, Kur'an'î metotta
olduğu gibi düzenli de değildir.
Kur'an'ın akışı içinde
sunulan çeşitli gerçeklerdeki bütünlük ve ilişkilerin ağırlık merkezi, konudan
konuya değişebilir. Fakat bu bağlılık, sürekli olarak vardır. Kur'an içinde
belli bir noktaya, mesela, insanlara Rabblerini tanıtma noktasına ağırlık
verildiğinde, bu büyük gerçek ilahi kudretin kâinat, hayat ve insandaki
eserlerinde tecelli eder. Bu tecelli, hem zahirî âlemde, hem de batınî âlemde
meydana gelir. Gözler başka bir noktaya, evrenin gerçeğini tanıtmak konusuna
ağırlık verildiğinde, ilahlık ve evren arasındaki ilişki tecelli eder. Ve bu
akış, çoğu kez hayat ve can verme hakikatine ve Allah'ın kâinat ile hayata
ilişkin kanunlara temas eder. Dikkatler insanın hakikatine çevrildiğinde ise,
onun uluhiyyet hakikatiyle olan irtibatı, kâinat ve canlılarla olan irtibatı,
görünür görünmez âlem ile olan irtibatı tecelli eder. Dikkatler ahiret yurduna
çevrildiğinde, dünya hayatı hatırlatılır ve ikisi birden Allah ile diğer
hakikatlerle irtibatlandırılır. Dünya problemlerine dikkat çekildiğinde de
durum aynıdır. Kur'an'da bütün özellikleri belirli olan diğer araştırma ve
sunma şekilleri de böyledir.
Hakikatin bütün yönlerinin
birbirine sıkı sıkıya bağlı olmasıyla beraber, her konuya uyum içindeki bir
bütün halinde Allah katındaki gerçek değerini vermesiyle de, bu metot
diğerlerinden üstün ve farklıdır. Bu yüzden de, uluhiyyetin hakikati ve
özellikleri; "uluhiyyet ve ubudiyyet" meselesi olarak gayet açık,
net, kapsamlı ve hakim vaziyette görünür. Hatta bu hakikati anlatmak ve bu
bilinmezi açığa çıkarmak Kur'an'ın temel konusu olarak görünür. (Daha önce bu surenin
bir yerinde, bu hakikatin gerçekleştirilmesine ve bu konunun aydınlatılmasına,
yüce Allah'ın neden bu kadar önem verdiğini açıklamıştık.) Kader ve ahiret
yurduyla birlikte gayb âleminin hakikati belirgin bir yer kaplar. Sonra insanın
hakikati, kâinatın hakikati ve hayatın hakikati, gerçek âlemdeki oranlarına
uygun bir yere oturtulur. Ve işte bu sistem içinde hakikatler, ne örtülü kalır
ve ne de ihmal edilir. Her hakikatin özellikleri ve işaretleri bu hakikatlerin
sergilendiği vitrinde yerini alır, asla kaybolmaz. Aynı zamanda bu hakikatler –İslâm-i
düşüncede- birbirini örtmez ve birbirini kaybetmez. Birinci cildin
"Dengeli Bir Düşünce Sistemi" bölümünde izah ettiğimiz gibi, maddi
evrene, onun yasalarının inceliğine ve parçaları arasındaki uyuma yönelik
hayranlık duygusu bu maddi evreni ilahlaştırmaya yol açmaz. Tabii ki,
varlıkları ilahlaştıran eski ve yeni putperestlerin sapıklığına da düşülmez.
Hayatın azametine, onun görevlerini yerine getirmesine ve kendi içinde ve
çevresiyle olan uyumuna ve doğrultusunun sapmazlığına karşı duyulan hayret ve
beğeni bizi, hayatı ilahlaştırmaya götüremez. Yani biyolojik doktrinlerin ilahlaştırma
sapıklıklarından uzak kalınır. Bunların yanı sıra insana, benzersiz
özelliklerine, evrenle ilişkilerinde ortaya konan karakterlerine ve başka
canlılarda bulunmayan potansiyel yeteneklerine yönelik yani tüm idealist akımların
düştüğü hataya düşülmez; aklını herhangi bir şekilde ilahlaştırmaz! İlahi
hakikatin büyüklüğü ise, maddi âlemlerin varlığını inkâra veya hafife almaya
veyahut da Budizm ve tahrif edilmiş Hristiyanlıkta olduğu gibi insan varlığını küçümsemeye
götürmez! Bu denge İslâm-i düşüncenin karakteristik özelliği olduğu gibi, aynı
zamanda bu düşüncenin esaslarının belirtildiği Kur'an'î metodun ve bu
düşüncenin üzerine bina edildiği gerçeklerin karakteristik kalıbıdır, iskeletidir.
Öyle ki, bunların hepsi, İslâm-i düşüncenin Kur'an'daki akışında bütünü çizen
eşsiz tabloda gayet net olarak görünür. Bu Kur'an'a ait bir özelliktir. Beşeri
ifade metotların hiçbiri bu özelliklere sahip değildir!
Bu metot diğerlerinden
etkili olması ve hayat fışkıran yönüyle de üstündür. Bu metottaki dikkat,
tekrar ve kesin çizgiler, gerçeklere canlılık kazandırmakta, etkileyici bir
özellikle onları güzelleştirmektedir. Bu sunuş tarzı öyle yüce ve azizdir ki,
beşeri sergileme ve ifade açısından, beşeri üslup o mertebeye asla çıkamaz.
Sonra aynı zamanda gerçekler, hayret uyandırıcı bir incelik ve kesin çizgilerle
sergilenmesine rağmen; bu incelik, canlılık ve güzelliği asla bozmamış ve kesin
çizgiler onun uyumluluğuna ve hayret verici orijinalliğine engel olmamıştır!
Bizler beşeri üslubumuzla,
Kur'an'î metodun özelliklerini ve onun vardığı dereceyi hakkıyla anlatamayız.
Aynı şekilde bu incelememizle, "İslâmi Düşüncenin Esasları" konusunda
Kur'an'ın ulaştığı gerçeklerden hiçbirine ulaşmamız mümkün olamaz. Bizim bu
incelemeyi sunmamızın nedeni, insanların Kur'an'ın indiği atmosferden
uzaklaşmalarından kaynaklanmaktadır. Bugünün insanları, o atmosferde yaşayanların hallerinden
uzak kalmışlardır. Kur'an'ın kendilerine indiği kimselerin katlandığı ıztırarlardan
uzaklaşmışlardır. Hâlbuki onlar, kendi zamanlarında ortada bulunan
bütün problemlere rağmen, Müslüman toplumu inşa etmişlerdir. Bu yüzden
insanlar, bizzat Kur'an'î metodun zevkine varmak gücünden bugün mahrumdurlar.
Onun özelliklerinden ve lezzetlerinden direkt olarak istifade etmekten
acizdirler.
Kur'an bazen inanç sistemi
ile ilgili gerçekleri öyle açılardan ele alır ki, o şekilde onları ele almak
insanın aklından bile geçmez. Zira bu tür konular ve olanlar normalde insanın
düşünebileceği veya dikkatini çekebileceği sahalar değildir.
En'am süresinin şu
ayetinde yer alan ilahi ilmin gerçekliğini ve alanlarını tasvir eden ifadeler
de bu türden konulardır: "Ğaybın anahtarları Allah'ın katındadır;
onu, yalnız O bilir. Mutlaka O'nun bilgisi altında dalından düşen her yaprak,
yerin karanlık deliklerindeki her tane, yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir
kitaptadır." (En'am Suresi, 59)
İnsan düşüncesi, her
tarafa dal budak saçan bu gizli açık meselelere Kur'an'ın ortaya koyduğu geniş
boyutları ile yönelemez. Kapsamlılığını ortaya koymak istese de, bu ilmin
kapsamlılığını tasvir edemez. İlim ne kadar bu meseleleri tasvir etmeye çalışsa
da, bu konular ilmin tasvir kapsamına girse de, onları tasvir etmeyi beceremez.
İnsan düşüncesi bu ilmin kapsamını tasvir etmeye kalksa bile, kendi insani
arzularına ve düşüncelerinin yapısına uygun düşecek başka alanlara
yönelecektir... Daha önce yedinci cüzde bu ayetin yorumunu yaparken şöyle
demiştik: “Ne yönden bakarsak bakalım şu
kısacık ayete, Kur'an'ın kaynağıyla konuşan bu mucizeyi göreceğiz.”
Konusu açısından
baktığımızda bu sözü bir insanın söyleyemeyeceğini, üzerinde insan damgası
bulunmadığını, daha karşılaşır karşılaşmaz duyduğumuz o ürpertiden
anlayıveririz. Çünkü insan düşüncesinin böyle bir konuyu -ilmin kapsayıcılık ve
kuşatıcılığı konusunu- araştırmasının sonucu, böylesine geniş ufuklara
ulaşamadığını görmek olacaktır. Bu alanda ortaya konan insan fikrinin,
ürünlerinin ve çalışmalarının değişik bir özelliği ve belli bir sınırı vardır.
İnsan, dile getirdiği düşüncesini ilgi alanından çekip çıkarmaktadır.
Yeryüzünün her köşesindeki ağaçlardan kopan yaprakları gözetip saymak, insanın
ilgi alanına giren bir konu mudur? Bu nokta, ilk anda insanın aklına
gelebilecek bir sorun değildir. Yeryüzünün her köşesinde dalından kopmuş
yaprakları izlemek ve saymak, insanın aklına gelmez. Bu yüzden böyle bir yola
başvurmaz da, kapsamlı bir bilgiye dayanarak konuyu dile getirmesi de
beklenemez. Çünkü dalından kopmuş yaprağın sayısını bilmek ve bunu dile
getirmek yüce yaratıcının işidir.
İnsan düşüncesinin yerin
karanlıklarında gizlenmiş bir tohumla ne ilgisi vardır? Kuşkusuz insanoğlunun
en fazla yapabildiği, toprağın altında bizzat gizlediği tohumun gelişmesini
gözetmektedir. Ancak toprağın karanlığında gizlenmiş her taneyi izleme konusu,
insan aklının ilgilenebileceği, varlığını düşüneceği ve kapsamlı bir bilgiye
dayanarak sözünü edebileceği bir konu değildir. Toprağın karanlıklarında örtülü
tanenin sayısını ancak yaratan bilir, bundan söz etmek de O'na yakışır. "Yaş-kuru
ne varsa, hepsi apaçık bir kitaptadır" ifadesindeki bu kesinlikle,
insan fikrinin ilgisi nedir? Bu konuda insan fikrinin en fazla
yapabildiği elindeki yaş ve kuru şeylerden yararlanmaktır. Ancak kapsamlı
bilgiye kanıt olarak bundan söz etmek insanın yeltendiği bir şey olmadığı gibi,
böyle bir ifade tarzına başvurduğu da görülmemiştir. Yaş-kuru her şeyin
sayısını bilen ve bundan söz eden, ancak yüce yaratıcıdır.
İnsan, dalından kopmuş her
yaprağın, gözlenmiş her tohumun, yaş-kuru her şeyin açık bir kitapta, korunmuş
bir kütükte kaydedilmiş olmasını düşünmez. Neden böyle bir şey yapsın ki?
Bundan yararı ne olacaktır? Bir kütükte kaydetmeye neden önem versin? Ancak bunları
sayan, kaydeden mülkün sahibidir. Mülkündeki hiçbir şey, bilgisinin
dışında değildir. Bu konuda küçük de, büyük gibidir. Ve basit de önemli
gibidir. Örtülü olanla açıkta olan fark etmez. Bilinmezle bilinen, uzakla yakın hep
aynıdır.
Kuşkusuz bu kapsamlı,
geniş, derin ve parlak sahne... Bütün yeryüzünün ağaçlarından kopan yaprağın,
yerin her katmanında örtülü tohumun ve yeryüzünün her köşesindeki yaş-kuru her
şeyin içinde yer aldığı bir sahne... Evet, insan düşüncesi nasıl bu sahneye
yönelemiyor ve onunla ilgilenemiyorsa, aynı şekilde insan gücü de bunu ne
algılayabilir, ne de kuşatabilir. Bu
sahne bir bütün olarak sadece Allah'ın bilgisine açılır. O'nun bilgisi her
şeyi kapsamış ve kuşatmıştır. Her şey O'nun koruması altındadır. Dilemesi ve
takdiri, büyük-küçük, basit-önemli, örtülü-açık, bilinmez-bilinen ve uzak-yakın
her şeyle yakından ilgilidir.
Belli bir bilinç düzeyine
ve ifade gücüne sahip insanlar, insan düşüncesinin ve ifade etme yeteneğinin
sınırını çok iyi bilirler. İnsan olarak yaşadıkları deneyimlere dayanarak, buna
benzer bir sahnenin insanın hatırına gelemeyeceğini ve bu şekil bir ifadenin
insandan kaynaklanamayacağını bilirler. Bu konuda tartışmak isteyenler, tüm
insan sözlerine baksınlar. Bunun gibi bir yönelişle karşılaşacaklar mı bakalım?
Kur'an'da yer alan sadece
bu ve benzeri ayetler bile, bu yüce Kitab'ın kaynağını bilmek için yeterlidir.
İfadedeki sanatsal
olağanüstülük açısından ayete baktığımızda güzellik ve ahenk dolu ufuklar
görürüz. İnsan ürünü sözlerde, bu denli erişilmez düzeye hiçbir zaman
ulaşılamamıştır.
"Ğaybın anahtarları Allah'ın katındadır. Onu yalnız O
bilir."
Zaman ve mekânda,
geçmişte, şimdiki zamanda ve gelecekte, hayatta meydana gelen olaylarda ve iç
düşüncelerdeki mutlak "bilinmez"likteki uzaklık, ufuklar ve
dipsizlik... Görülen âlemdeki uzaklığı, ufukları ve derinlikleri, aynı düzeyde,
aynı genişlik ve kapsayıcılıkta bilir. Gözle görülen âlemdeki bu uzaklık,
ufuklar ve derinlik, perdeli gayb âlemine uygun düşmektedir. "O'nun
bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez."
Ölüm ve yok oluş olayı...
Yücelerden aşağılara, hayattan yokluğa düşüş hareketi... Dipten yüzeye,
gizlilikten, sessizlikten patlamaya ve serpilmeye kadar olan doğuş ve gelişim
hareketi... Kapsamlı bir genelleme... Genel anlamda bir canlıda parlayıp solan
hayat ve ölümü içine almaktadır.
Bu yöneliş ve hareketleri kim meydana getirmektedir?
Şu uyum ve güzelliği var eden kimdir? Bunun gibi kısacık bir ayette bütün
bunları ve şunları oluşturan kimdir? Allah’tan başka kim olabilir?
Allah'ın ilminin
genişliğini şu ayeti kerime, aynı şekilde ortaya koymaktadır: "Yerin
içine gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya çıkanı bilir. O çok
esirgeyen, çok bağışlayandır." (Sebe Suresi, 2)
Birkaç kelime ile insanın
gözleri önüne serilen bu tabloya baktığımızda akla hayale sığdırılamayacak
kadar hayret verici hareketler, hacimler, şekiller, tablolar, kavramlar,
varlıklar ve grafiklerle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz!
Şayet yeryüzünde yaşayan
insanların hepsi, bütün hayatlarını bir tek anda meydana gelen olayları
izlemeye ve onları tespit etmeye çalışsalar ve ayetin işaret ettiği gerçekleri
saymaya kalkışsalar, kesinlikle bu olayların hepsini izleyemeyecekler ve
onların sayısını tespit edemeyeceklerdir!
Bir anlık zaman içinde kaç varlık toprağın bağrına giriyor?
Yine bu kısa zaman süresi içinde kaç şey çıkıyor yerden? Bu kısacık zaman
diliminde kaç şey iniyor gökyüzünden? Yine kaç şey, bu bir anlık zamanda
gökyüzüne yükseliyor!...
Yine kaç şey toprağın
bağrına giriyor? Kaç tohum toprağa düşüyor ve kaç tohum atılıyor dünyanın her
tarafında! Yeryüzünün uçsuz bucaksız bölgelerinde kaç kurtçuk, haşere, böcek,
sürüngen toprağın deliklerinde dolaşıyor! Kaç su damlacığı, gaz atomu, elektrik
akımı, yeryüzünün geniş sahalarına gömülüp gidiyor!.. Kaç?.. Kaç?.. Varlık
giriyor toprağın bağrına... Evet, bütün bunları yüce Allah görüyor ve sürekli
kontrol ediyor.
Kaç şey çıkıyor yerden?
Kaç bitki filizleniyor? Kaç pınar kaynıyor? Kaç volkan patlıyor? Kaç çeşit gaz
havaya yükseliyor? Kaç gizlenmiş şey ortaya çıkıyor? Kaç böcek gizli yuvasından
dışarı çıkıyor? Görülen ve görülmeyen insanın bildiği ve bilmediği -ki
bilmedikleri daha çoktur- kaç şey vardır?
Gökten neler iniyor? Kaç
yağmur damlası iniyor? Kaç yıldız kayıyor ve kaç şimşek çakıyor? Kaç yakıcı
ışın geliyor gökten? Kaç aydınlatıcı ışın gönderiliyor? Kaç uygulanacak kaza,
kaç belirlenmiş kader geliyor? Tüm varlıkları kuşatan ve özellikle bazı
insanları saran kaç rahmet iniyor? Allah'ın dilediği kullarına yaydığı ve
miktarlarını belirlediği kaç rızık gönderiliyor? Allah'tan başkasının sayamayacağı
kaç şey iniyor gökyüzünden, kaç?...
Ne kadar varlık yükseliyor
semaya? Bitkilerin, hayvanların, insanların veya insanın bilmediği diğer
yaratıkların semaya yükselen kaç nefesi var? Allah'tan başkasının yüksekliğini
duymadığı, işitmediği gizli-açık kaç dua, kaç niyaz var Allah'a yükselen?
Bildiğimiz veya
bilmediğimiz ölmüş yaratıkların ruhlarından kaç tanesi şu anda göğe yükseliyor.
Yüce Allah'ın emri ile şu anda kaç melek göğe çıkmaktadır? Allah’tan başkasının
bilmediği kaç ruh, bu uçsuz bucaksız evrende dolaşmaktadır?
Bir denizden ne kadar
buhar yükselmekte, bir bedenden kaç gaz atomu yukarı çıkmaktadır? Allah’tan
başka kimsenin bilmediği kaç şey yükselmektedir kaç, kaç şey?...
Sadece bir saniyede neler
oluyor? Bir tek saniyede meydana gelen bunca olayları kavrayabilmek için,
insanların bilgisi ve araştırmaları, hesaplamaları -bu hesap ve sayma işi için
uzun ömürler harcasalar bile- nereye kadar gidebilir ki? Hâlbuki yüce Allah'ın
engin, her şeye ulaşan, dehşet verici ve eksiksiz ilmi, bu olayların hepsini
her yerde ve her zaman kuşatmış bulunmaktadır... Her kalbi, içindeki niyeti ve
hayalleri ile, atışları ve duruşları ile kontrolü altında tutmaktadır. Buna
rağmen O, insanların hatalarını örter ve bağışlar... "O, çok esirgeyen, çok bağışlayandır."
İşte Kur'an-ı Kerim'in
bunun gibi tek bir ayeti dahi, bu Kur'an'ın insan sözü olmadığını rahatlıkla
ortaya koyar. Çünkü
böyle evrensel bir hayal gücü, pek tabii olarak insan aklının kârı değildir.
Böyle evrensel bir düşünce, insan düşüncesinin bünyesinde yer almaz. Bir tek
dokunuşla, bu evrenin yaratıcısı olan yüce Allah'ın, kulların sanatına
benzemeyen sanatını kuşatıcı bir şekilde ortaya koymak hiçbir insanın harcı
değildir.
Bu Kur'an'ın ilahi olan
damgası, dış görünüş itibarı ile küçük olan fakat etkili varlıkları ve
olayları, aslında delil getirdiği önemli konuya denk düşecek büyük gerçekleri
taşıdıkları için, delil gösterme metodunda da ortaya çıkar... Aşağıdaki ayetler
buna örnektir: "Biz sizi yarattık,
tasdik etmeniz gerekmez mi? Attığınız meniyi gördünüz mü? Siz mi onu
yaratıyorsunuz? Yoksa yaratan Biz miyiz? Aranızda ölümü takdir eden Biziz. Ve Bizim
önümüze geçilmiş değildir! Böyle yaptık ki, sizin yerinize benzerlerinizi
getirelim ve sizi bilmediğiniz bir biçimde yaratalım. Andolsun ilk yaratmayı
biliyorsunuz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi? (Vakıa Suresi, 57-62)
"İçtiğiniz suya baktınız mı? Siz mi onu buluttan
indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz
gerekmez mi?", "Çaktığınız ateşi gördünüz mü? Onun ağacını siz mi
yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz? Biz onu bir ibret ve çölden gelip
geçenlere bir fayda yaptık." "Öyleyse ulu Rabbinin adını
yücelt." (Vakıa Suresi, 57-62)
Gerçek odur ki, Kur'an-ı
Kerim insanın alışageldiği şeylerden ve sürekli gözlemlenebilecek olaylardan
önemli evrensel yargılara varır. Bu yargılarda, varlık âlemindeki ilahi yasalar
açığa çıkar. Ve bu yasalarla varlık âlemine ilişkin kapsamlı, büyük bir inanç
sistemi ve mükemmel bir düşünce meydana gelir. Ayrıca bu yasalardan bir düşünce
ve inceleme metotu, ruhlar ve kalpler için bir hayat, hisler ve duygular için
bir uyanıklık meydana getirir. Evet, sabah akşam gözleri önünde cereyan ettiği
halde, insanların kendisinden habersiz oldukları bu varlık aleminde meydana
gelen olaylara karşı bir uyanıklık, kendi iç dünyalarına ve orada meydana gelen
hayretengiz ve harika olaylara karşı bir uyanıklık...
Kur'an-ı Kerim insanları,
eşsiz ve harika olaylara, çok nadir olarak meydana gelen özel mucizelere havale
etmez. Kendi iç dünyalarında ve alıştıkları hayatta bilinmeyen, yakınlarında
bulunan evrensel olaylara uzak düşen harikalar, mucizeler, ayetler ve deliller
araştırmakla insanları yükümlü tutmaz. Kur'an insanları, karmaşık felsefi
düşüncelerle, anlaşılmaz, anlamsız zihinsel problemlerle, herkesin elde
edemeyeceği bilimsel deneyimlerle realiteden uzaklaştırmaz... Evet, Kur'an,
insanların iç dünyalarında bir inanç sistemi, bu inanç sistemine dayalı evren
ve hayata ilişkin bir düşünce meydana getirmek için insanları böyle uzaklara
götürmez.
İnsanların kendileri Allah'ın sanatının eserleridir.
Çevrelerini kuşatan kâinatın gerçekleri ve olayları, O'nun kudreti tarafından yaratılmıştır.
Allah'ın elinden çıkan her şeyde mucize gizlidir. Bu Kur'an da, O'nun Kuran'ıdır.
Bu nedenle
insanların dikkatlerini kendi benliklerinde gizli olan ve çevrelerindeki evrene
serpiştirilen bu mucizeler üzerine çeker. Gördükleri, fakat
onlardaki vecizliğin gerçek değerini kavrayamadıkları alışılagelen bu
harikalara dikkatleri çeker. Çünkü insan, her zaman karşılaştığı gerçeklerdeki
veciz yönlerden habersiz kalabilir. Kur'an onların dikkatlerini bu harikaların
üzerine çekiyor ve böylece gözlerinin açılmasını, orada gizli olan dehşetli
sırları görmelerini sağlamaya çalışır. Kur'an, yoktan var eden kudretin
sırrını, eşsiz olan birliğin sırrını, çevrelerini kuşatan evrende işlediği gibi
bizzat kendi bünyelerinde de faaliyet gösteren imanın delillerini, inanç
sisteminin kesin gerçeklerini gözler önüne seren, bunları bünyelerine
yerleştiren veya daha doğru bir ifade ile fıtratlarında harekete geçiren ezeli
yasanın sırrını anlamalarını sağlamaya çalışıyor.
İşte Kur'an bu metodu
izler. Yaratıcı
kudretin bizzat kendi bünyelerinde, kendi elleriyle ektikleri ekinlerinde,
içtikleri suda, yaktıkları ateşte, görülen ayetlerini, delillerini onların
gözleri önüne serer. Bunlar, insanların aynı zamanda alışageldikleri
hayatta, gözleri önünde meydana gelen en basit olaylardır. Kur'an aynı metoda
bağlı olarak varılacak son anı da, bu yöntemle açıklıyor. Bu yeryüzünde hayatın
sona erişini, başka bir dünyada hayatın tekrar başlamasını da bu yolla tasvir
ediyor. Herkesin mutlaka karşılaşacağı günü, her türlü çarenin sona erdiği anı,
bütün canlı varlıkların, hiçbir çırpınmanın ve hiçbir kurtuluş yolunun kalmadığı,
bütün maskelerin düştüğü ve bütün üstünlük taslamaların iptal edildiği günde
sınırsız güç, kudret ve yetki sahibi yüce Allah'ın huzurunda onunla yüz yüze
gelecekleri günü de aynı şekilde anlatmaktadır.
Kur'an'ın insanın
fıtratına hitap metodu bile, O'nun ana kaynağını gösteren bir delildir. Bu
kaynak evrenin de kendisinden meydana geldiği kaynaktır. Kur'an'ın diziliş metodu aynen evrenin
kuruluş metodudur. Evrenin en basit maddelerinden en girift şekiller ve en
büyük varlıklar meydana gelir. Kâinatın ana maddesinin atom olduğu,
hayatın ana maddesinin de hücre olduğu sanılmaktadır. Atom o kadar küçük
olmasına rağmen, aslında bir mucizedir. Hücre onca küçüklüğüne rağmen, aslında
apaçık bir mucizedir. Burada Kur'an, insanın gözlemlediği alışılagelen basit
olayları, dini inancın en önemli meselesini, evrenin en kapsamlı düşüncesini
açıklamanın ana maddesi olarak alıyor. Bunlar, her insanın deneyiminin
kapsamına giren gözlemlerdir... İnsanlık neslinin çoğalması! Ekin... Su...
Ateş... Ölüm... Yeryüzünde
yaşayan hangi insanın deneyimleri arasına girmez bu sahneler? Mağarada
bile yaşayan hangi insan, bir ceninin (embriyonun) hayatının ve bir bitkinin
hayatının nasıl meydana geldiğini, suyun nasıl düştüğünü, ateşin nasıl
yandığını, ölüm anının nasıl olduğunu görmemiştir? İşte Kur’an’ı Kerim, her
insanın gözlemlediği bu olaylardan inanç sistemini meydana getirir. Çünkü
Kur'an her çevredeki, her insana hitap eder. Aslında bu basit ve normal
sahneler, kâinatın en önemli gerçeklerini, ilahi sırların en büyüklerini
oluşturur. Bu manzaralar basit olmalarına rağmen, her insanın fıtratına hitap
ederler. Aslında bunlar, en uzman bilginlerin sonsuza dek üzerinde çalışmaları
gereken gerçeklerdir.
Kur'an'ın kaynağını da
gösteren bu açıklamayı bundan daha ileriye götürecek güçte değiliz. Bu kadar
açıklama da yeter zaten. Şimdi tekrar surenin akış seyrine dönelim...
Ve yüce Allah gerçekten
doğru söylüyor: "Bu
Kur'an Allah’tan geldi, başkası tarafından uydurulmuş değildir. Yoksa,
‘onu Muhammed uydurdu’ mu diyorlar? Onlara de ki; Eğer doğru söylüyorsanız,
Kur'an'a benzer bir sure ortaya getiriniz, bu konuda Allah dışında kimleri
yardıma çağırabilecekseniz çağırınız.”
Surenin akışı bu apaçık
meydan okuyuştan sonra, tartışmayı bırakıyor. Böylece onların zandan başka bir şeye
dayanmadıklarını belirtiyor. Onlar bilmedikleri şeyler hakkında
hüküm veriyorlar. Aslında hüküm vermeden önce, bilginin olması gerekir. Bu
konuda sırf arzu ve isteklere veya kuru zanna dayanılmaması lâzımdır. Burada
hakkında hüküm verdikleri şey, Kur'an'ın vahiy olup olmadığı, vaatlerinin ve
tehditlerinin doğru olup olmadığıdır. Onlar bu gerçekleri yalan saymışlardır.
Fakat bunları yalan sayarken sağlıklı bir ilgiye dayanmamışlardır. Onlar tüm
boyutları ile kavramadıkları bu gerçekleri yalanlamışlardır:
"Tersine onlar,
bilgisini kavrayamadıkları ve henüz açıklamasına da muhatap olmadıkları bir
mesajı yalanladılar."
Onların bu konudaki
durumu, kendilerinden önce Rabblerini yalanlayan zalimlerin ve müşriklerin
durumu gibidir. Düşünüp ibret alacak olanlar, akıbetlerinin ne olacağını
öğrenmek için, daha öncekilerin sonlarının ne olduğunu düşünsünler.
"Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Gör bakalım,
o zalimlerin sonu nice oldu?"
Çoğunluğu zandan başka bir
şeye uymamalarına rağmen, kesin bir bilgi sahibi olmadıkları ve gerçekleri
yalanladıkları halde onlardan bazıları bu Kitab'a iman ediyorlardı. Onların
hepsi yalanlayıcılardan değildi: "Onlardan kimi bu Kur'an'a inanır, kimi
de inanmaz. Rabbin kimlerin bozguncu olduğunu herkesten iyi bilir.''
Bozguncular iman
etmeyenlerdir. İnsanların gerçek ilahlarına iman etmemeleri ve yalnız O'na
kulluk yapmamaları kadar hiçbir şey, yeryüzünde bozgunculuğun bu derece
yaygınlaşmasına neden olmaz. Yeryüzündeki bozgunculuk ancak ve ancak Allah’tan
başkasına boyun eğmekten kaynaklanır. Bunun peşinden de, insanın
hayatını her yönden kuşatan bir kötülük etrafı kuşatır. Kendi iç dünyasında ve
başka alanlarda arzu ve isteklere bağlılıktan doğan kötülük... Kendi sahte
ilahlıklarının konumunu sağlamlaştırmak için her şeyin düzenini bozan yeryüzünün
sahte ilahlarının ortaya çıkışından kaynaklanan kötülük... Bunlar insanların
ahlâklarını, ruhlarını, düşüncelerini ve kavrayışlarını ve daha sonra da kendilerine
yararlı olan şeylerini ve mallarını harcayan kötülük önderleridir. Sırf kendi
sahte ve desteksiz varlıklarını korumak için böyle yaparlar. Klasik ve modern
cahiliye tarihi iman etmeyen bozguncuların ortaya çıkardığı bu tür
bozgunculuklarla dolup taşmaktadır.
Surenin akışı onların bu
Kitab'a karşı tutumlarını belirledikten sonra, hitabı Peygamberimize -salât ve
selâm üzerine olsun- yöneltmektedir. Ondan yalanlayıcıların yalanlamalarından
etkilenmemesini, onlarla uğraşmaktan vazgeçmesini, onların işledikleri
amellerden tamamen uzak olduğunu açıklamasını, yanında bulunduğu gerçek ile
beraber sarsılmaz bir inanç, kesin ve net bir tavırla onlardan ayrılmasını
istemektedir. "Eğer onlar seni yalanlarsa de ki; Benim işlediklerim bana,
sizin işledikleriniz de sizedir. Benim işlediklerim ile sizin bir ilginiz
olmadığı gibi, sizin işlediklerinizle de benim bir ilgim yoktur."
Bu onların vicdanlarına
yönelik bir dokunuştur. Söz konusu korkunç sonlarını kendilerine açıkladıktan
sonra, onları amelleriyle baş başa bırakıyor. Kendi akıbetleri ile onları yüz yüze
getiriyor. Aynen babası ile beraber yürümemekte direten çocuğu, babasının
yalnız başına yolun ortasında bırakması, babasından bir destek almaksızın,
çocuğun yalnız olarak gitmek istediği yere gidebilmesi gibi. Çoğunlukla bu tür
tehdit metodu başarılı olur!
Surenin akış seyri devam
edip, müşriklerden bazılarının Peygamberimizi -salât ve selâm üzerine olsun-
kulakları ile dinlediklerini, ama kalplerinin kapalı olduğunu, gözleri ile ona
baktıklarını fakat basiretlerinin kapalı olduğunu, bu nedenle ne dinlemekten,
ne de bakmaktan bir şey elde etmediklerini, buna bağlı olarak hidayetin yolunu
alamadıklarını anlatıyor:
-Onların arasında Kur'an
okurken sana kulak verenler de vardır. Fakat üstelik düşünme yeteneğinden de
yoksun sağırlara sen söz işittirebilir misin?
-Onların arasında sana
bakanlar vardır. Fakat görme yeteneğinden bütünü ile yoksun körleri, sen doğru
yola iletebilir misin?
Bir sözü dinleyip de dinlediğini
anlamayan, baktıklarında da neye baktıklarını iyice ayırt edemeyen bu tür
insanlar... Evet bu tür insanlar, her zaman ve her yerde, pek çoktur. Bu
durumdaki insanlara Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bir şey yapamaz.
Zira onların duyguları ve organları, akılları ve kalpleri ile sağlıklı bir
diyalog içinde değildir. Sanki bu organlar, gerçek görevlerini yapmayacak
biçimde dumura uğramışlardır. Görevlerini bu nedenle yapamamaktadır. Peygamber
-salât ve selâm üzerine olsun- sağır olana işittiremez! Kör olana gösteremez!
Bunu yalnız yüce Allah yapabilir. Yüce Allah da, değişmez bir yasa koymuştur.
Ve insanları da, bu yasa ile baş başa bırakmıştır. Onlara göz, kulak ve akıl
vermiştir ki, onunla doğru yolu bulsunlar. Eğer onlar, bu imkânlarını
kullanmazlarsa, değişmeyen ve farklılık gözetmeyen Allah'ın yasası onları
yakalayacak, adaletin gereği olarak cezalarını çekeceklerdir. Böylece Allah,
onlara zulüm etmiş olmayacaktır: "Allah insanlara hiç zulmetmez, fakat insanlar kendi
kendilerine zulmederler."
Bu son ayetler Peygamber'i
-salât ve selâm üzerine olsun- teselli etmektedir. Çünkü gerçeği sunduğu halde
onlar kendisini yalanladıkları, sürekli bir açıklamaya rağmen, yine de bu kadar
inatla direttikleri için, peygamber artık sıkılmıştır. Yani burada yüce
Allah'ın, müşriklerin doğru yolu reddedişlerinin peygamberin çabasındaki bir
eksiklikten kaynaklanmadığını, duyurduğu gerçekte hiçbir kusur olmadığını,
fakat muhataplarının kör ve sağır gibi davrandıklarını bildirmesi, peygamberi
rahatlatmıştır. Çünkü bundan ötesi, yani kulakları ve gözleri açmak, ancak
Allah'ın işidir. Onları harekete geçirmek, davetin ve davetçinin
görevleri kapsamına girmez. Bu, Allah'ın özel yetkisi dâhilindedir.
Yine bu son ayetlerde,
peygamberin şahsında somutlaşsa da, kulluğun yapısı ve sahası kesin çizgilerle
belirlenmektedir. Peygamber de, Allah'ın kullarından biridir. Kulluğun sahası
dışında hiçbir yetkisi yoktur. Bütün yetki Allah'ın elindedir.