31 Mart 2014 Pazartesi

Yûnus Sûresi 31-32 Âyetleri S. Kutub Tefsiri


31- Onlara de ki; "Gökten ve yerden size rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere işlerini görme yeteneğini kim verdi? Ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkaran kimdir? Evrenin işlerini kim çekip çeviriyor? Sana, "Allah" diyeceklerdir. O zaman onlara, "Allah’tan korkmuyor musunuz?" de.

32- İşte gerçek Rabbiniz (olan) Allah'tır (O). Gerçekten sonra sapıklıktan başka ne var ki? O halde nasıl gerçekten saptırılıyorsunuz?


Daha önce Arap müşriklerinin Allah'ın varlığını, O'nun yaratıcı, rızık verici, idare edici olduğunu inkâr etmediklerini belirtmiştik. Onların ortaklar edinmeleri, Allah'a daha yakın olmak içindi. Veya Allah'ın kudretinin yanında, onların da bir kudreti olduğuna inanıyorlardı. İşte burada Kur'an, onları bizzat kendi inançları açısından ele alıyor. Onların bilinçlerini, düşüncelerini ve fıtri olan mantıklarını harekete geçirme yolu ile bu karma inancı ve sapıklığı düzeltmeye çalışıyor.

Yeri dirilten, ekinleri bitiren kimdi? Yeryüzünün bitkileri, yağmurları, kuşları, balıkları ve hayvanları ile yeryüzünün besinlerinden kendilerini ve hayvanlarını yerden elde ettikleri ürünlerden rızıklandıran kimdir? İçinde yaşadıkları şartlar nedeniyle o gün insanlar, gök ve yerin rızkından bunları anlıyorlardı. Yer ve göğün rızkı elbette ki bundan çok daha geniş kapsamlıdır. Bugün halâ insanlar evrenin yasalarını keşfettikçe göklerin ve yerin rızıklarını daha iyi anlamaktadırlar. Allah'ın bu rızkım, nimetini, inançlarının sağlıklı veya sakat oluşlarına göre bazen iyilik yolunda, bazen kötülük yolunda kullanmaktadırlar. Bunların hepsi de, insanların hizmetine verilen Allah'ın rızkıdır. Yeryüzünde rızıklar var... Yeraltında rızıklar var... Suyun üzerinde rızıklar var... Suyun derinliklerinde rızıklar var... Güneş ışınlarında, ay ışığında rızıklar var... Hatta kokuşmuş çürümüş toprakta bile birtakım ilaçlar ve panzehirler olduğu keşfedilmiştir!

Görevlerini yerine getirmeleri için göze ve kulağa güç veren veya gücünü geri alan, bu organları sağlığa kavuşturan veya hasta eden, çalışmaya iten veya çalışmaz hale getiren, hoşlandığını veya hoşlanmadığını onlara işittiren ve görmelerini sağlayan kimdir? İşte onların o zamanlar, işitme ve görmeye sahip olmaktan anladıkları buydu. Bu kadarcık bir anlama da, bu sorunun nereye vardırmak istendiğini, hangi tarafa yöneltmek istendiğini kavramaları için yeterliydi... İnsanlar bugün halâ işitme ve görmenin yapısını keşfetmeye devam ediyorlar. Yüce Allah'ın bu iki organa yerleştirdiği ince gerçekleri ortaya koyarak bu sorunun kapsamını ve alanını genişletiyorlar... Gözün yapısı, damarları, görülen varlıkları algılama şekli veya kulağın yapısı, bölümleri ve ses dalgalarını ve titreşimlerini algılama yöntemi başlı başına baş döndüren bir dünyadır. Bunlar, modern çağda insanlar tarafından icat edilen bilumum mucizeleri ile ortaya konan en hassas cihazlarla karşılaştırıldığında akılları durdurmaktadır! İnsanlar, insan yapısı bu cihazlardan ürperse de, dehşete kapılsa da, onlarla övünse de, bunlar Allah'ın yarattıkları ile karşılaştırılabilecek cihazlar değildir. Allah'ın yarattığı varlıklarla kıyaslanmayacak olan, insanlar tarafından icat edilen bu cihazlar karşısında insan ürperiyor, irkiliyor, onlarla övünüyor. Oysa insanlar, Allah'ın evrendeki ve iç dünyalarındaki ilahi, eşsiz cihazların yanından sanki hiç görmüyorlarmış, anlamıyorlarmış gibi aldırmadan geçip gidiyorlar!

Onlar duran şeyleri ölü; gelişen veya hareket eden şeyleri canlı sayıyorlardı. Dolayısıyla onlar, tohumdan bitkinin, bitkiden tohumun, civcivin yumurtadan, yumurtanın yavrudan meydana gelmesinden ve buna benzer manzaralardan sorunun anlamını kavrıyorlardı. Bu onlara göre gerçekten tuhaf bir şeydi. Gerçekten de bunlar, bugün tohumun, yumurtanın ve benzeri varlıkların aslında ölü değil canlı oldukları öğrenildikten sonra bile ilginçliğini korumaktadır. Çünkü bunlarda gizli bir hayat ve yetenek vardır. Zira hayatın bütün yetenekleri, kalıtım yolu ile geçen genleri, çehreleri, nakışları ve özellikleri ile böyle bir varlıkta gizlenmesi, Allah'ın kudreti tarafından yaratılan oldukça ilginç ve hayret verici bir olaydır.

Hiç şüphesiz tohumdan bitkinin, hurma çekirdeğinden hurma ağacının çıkışını veya yumurtadan civcivin, hücreden insanın oluşumunu bir an için seyretmek, koca bir hayatı, ürperti ve bilinçli bir düşünce içinde geçirmeye yeterlidir!

Acaba başak, tohumun neresinde gözlenebilir? Bitkinin gövdesini neresinde saklayabilir? Kökler, filiz ve yapraklar neresine girebilir?

Hurmanın meyvesi ve kabuğu, göklere yükselen gövdesi, salkımları, dalları ve yaprakları hurma çekirdeğinin neresine gizlenebilir? Tadı, mayhoşluğu, engin, kokusu, yaş hurması, kuru hurması, koruk olanı, yumuşak olanı nereye gizlenebilir?..

Civciv yumurtanın neresindedir? Eti ve kemiği, yumuşak ve sert olan tüyü, rengi, telekleri ve alametleri, kanat çırpması ve ses çıkarması, bağırması yumurtanın neresinde gizlidir?

Bu insan denen ilginç varlık, hücrenin neresindeydi? Kaynakları ve bölgeleri açısından mazinin değişik alanlarına uzanan kalıtım yolu ile kendisine geçmiş bulunan yüz hatları ve ayırıcı özellikleri nerede gizliydi? Ses telleri, gözünün bakışları, boynunun sağa sola çevrilişi, sinirlerin, damarların yetenekleri, erkeklik dişilik, aile ve anne-babanın kalıtım yolu ile geçen karakterleri neredeydi? Sıfatları, yüz hatları ve belirgin işaretleri, alametleri neredeydi, nerede?

Değişik boyutları ile her tarafa uzanan bu dünyanın tohumda, çekirdekte, yumurtada ve sperm hücresinde gizli olduğunu söylememiz yeterli olacak mıdır? Bunu söylemek, Allah'ın kudreti ve Allah'ın idaresi dışında hiçbir şekilde açıklanması ve yorumlanması mümkün olmayan hayretleri, şaşkınlıkları sona erdirebilecek midir?

Bugün halâ insanlar, ölümün, hayatın, ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarmanın sırlarını keşfetmeye, elementlerin ölüme veya hayata dönüşme aşamalarında olduğunu tespit etmeye çalışmaktadır... Bu da her gün, her zaman yukardaki sorunun anlamını, derinliğini ve kapsamlılığını genişletmektedir. Pişirme ve ateşte kızartma ile ölen yemeğin canlı bedende, canlı bir kana dönüşmesi, bu canlı olan kanın içerdeki yanma neticesinde, ölü artıklara dönüşmesi, gerçekten hayret verici bir olaydır. Bu konuda bilim ilerledikçe, insanın hayreti deha da artmaktadır. Bu olaylar gecenin her saatinde ve gündüzün her anında durmadan devam etmektedir. Gerçekten hayat, insanın bütün varlığına soru işaretleri yönelten, insanları etkisi altına alan kapalı muammadır. Bu soruların hepsine ancak hayatı veren bir ilahın varlığı kabul edildiğinde sağlıklı cevap verilebilir!

"Evrenin işlerini kim çekip çeviriyor?"

Buraya kadar sözü edilen ve edilmeyen evrenin işlerini, hayatın işlerini düzenleyen ve idare eden kim? Evrenin içinde yer alan gezegenlerin yörüngelerindeki hareketlerini bu kadar ince hesaplarla düzenleyen, evrensel yasayı belirleyen ve idare eden kim? Kendisi için belirlenen yolda, bu kadar ince ve derin boyutlara varan düzenle yoluna devam eden bu hayatın hareketini idare eden kim? İnsanın hayatına hükmeden ve bir kere olsun şaşmayan ve eğilip-bükülmeyen, toplumsal yasaları belirleyen ve idare eden kim?  "Sana, ‘Allah’ diyeceklerdir."

Müşrikler, Allah'ın varlığını veya O'nun büyük işlerde eli olduğunu inkâr etmiyorlardı! Yalnız fıtratları doğru yoldan saptığı için, Allah'ın varlığını kabul etmelerine rağmen Allah'a ortak koşuyorlardı. İbadet niteliği taşıyan eylemlerini (Şeâir) O'ndan başkasına sunuyorlardı. Bunun yanında Allah'ın izninden kaynaklanmayan yasalara uyuyorlardı!

“O zaman onlara; ‘Allah’tan korkmuyor musunuz?’ de."

Size gökten ve yerden rızık gönderen, kulaklara ve gözlere hükmeden, diriyi ölüden, ölüyü diriden çıkaran, bu işlerde ve başkalarında bütün işleri düzenleyen, idare eden Allah’tan korkmaz mısınız? Bunların hepsine sahip olan kesinlikle Allah’tır. İşte gerçek ilah sadece O'dur. O'ndan başkası değil...

"İşte gerçek Rabbiniz Allah budur." Gerçek, sadece bir tanedir; birkaç tane olamaz. Gerçeğin dışına çıkan bâtıla, yanlışa düşmüş ve ölçüyü kaybetmiştir:

"Gerçekten sonra sapıklıktan başka ne var ki? O halde nasıl gerçekten saptırılıyorsunuz?"

Apaçık ve net bir halde gözler önünde duran gerçekten, nasıl yüz çeviriyor ve ondan uzaklaşıyorsunuz?


Müşriklerin giriş mahiyetindeki ana ilkelerini kabul edip, bunun kaçınılmaz sonuçlarını inkâr ettikleri ve zorunlu olan şartlarını yerine getirmedikleri apaçık gerçekten bu tür yüz çevirmeleri yüzünden yüce Allah, değişmez yasalarında ve kanunlarında şu ilkeyi belirlemiştir: "Fıtratın sağlıklı, duyarlı olan mantığından ve önceleri yaşamış milletlere hükmeden yasalardan yüz çeviren, kulak vermeyen insanlar iman etmezler."

27 Mart 2014 Perşembe

Yûnus Sûresi 28-30 Âyetleri S. Kutub Tefsiri

28-29 O gün insanların hepsini bir araya toplarız da sonra Bize ortak koşanlara, "Siz ve koştuğunuz ortaklar olduğunuz yerde kalınız" deriz. Sonra onları birbirinden ayırırız. O zaman Bize ortak koşulan putlar, ortak koşanlara şöyle derler: "Siz bize tapmıyordunuz. Aramızda şahit olarak Allah yeterlidir. Gerçekten sizin bize taptığınızdan haberimiz yoktu.”

30- İşte orada herkes geçmişteki her davranışının yararını ve zararını somut olarak görür, insanların tümü gerçek sahipleri olan Allah'a döndürülürler ve yakıştırdıkları düzmece ilahlar yanlarından kayboluverir.


İşte kıyamet sahnelerinden birinde şefaatçilerin ve ortakların durumu böyle dile getirilmektedir. Bu canlı bir sahnedir. Ortak koşulanların, şefaatçilerin, kendi kullarını Allah'ın azabından koruyamayacaklarını, onları korumaya ve kurtarmaya güç yetiremeyeceklerini soyut bir haber olarak vermekten çok daha etkilidir.

Bunların hepsi toptan Mahşer yerine gidecektir... Kâfirler de ortak koşulanlar da... Onlar, bunların Allah'ın ortakları olduklarına inanıyorlardı. Fakat Kur'an onlara, “kendi ortakları” adını veriyor. Böylece bir taraftan bu düşünceyi küçümsüyor, bir taraftan da bu ortakları kendilerinin icat ettikleri ve onların hiçbir zaman Allah'a ortak olmadıklarına işaret ediyor.

Bunların hepsine, kâfirlere ve koştukları ortaklarına birden şu ferman çıkıyor: "Siz ve koştuğunuz ortaklar olduğunuz yerde kalınız."

Olduğunuz yerde durun! Onların kendi yerlerinde çakılıp kalmış olmaları gerekir! Çünkü bugün emir, uygulama içindir. Sonra onlara ve ortak koştuklarını birbirinden ayırırlar ve aralarına bir engel koyarlar.

O zaman kâfirler konuşamazlar. Yalnız ortaklar konuşurlar. Kendilerinin, bu cinayetten ve bu kâfirlerin Allah ile beraber veya Allah'ı bir yana bırakarak kendilerine tapmış olma cinayetinden habersiz olduklarını açıkça ortaya koymak için, kâfirlerin kendilerine taptıklarını bilmediklerini ve anlamadıklarını, hissetmediklerini ilan etmek için konuşurlar. Demek ki, onlar cinayete ortak değildir. Onlar bu söylediklerine yalnız Allah'ı tanık olarak gösterirler.

"O zaman Bize ortak koşulan putlar, ortak koşanlara şöyle derler; "Siz bize tapmıyordunuz. Aramızda şahit olarak Allah yeterlidir. Gerçekten sizin bize taptığınızdan haberimiz yoktu.”

İşte kendilerine ibadet edilen ortakların hali budur!.. Onlar zayıf yaratıklardır. Kendilerine tâbi olanların günahından sıyrılmak istiyorlar. Yalnız Allah'ı şahit olarak gösteriyorlar. İştirak etmedikleri bir günahtan kurtulmayı talep ediyorlar!

İşte bu sırada, bu apaçık meydanda herkese dünyada işledikleri amellerin hepsi bildirilir. Bilgi ve deneyim sahibi bir insan gibi, bu amellerinin kendisini nereye götüreceğini herkes anlar.

"İşte orada herkes, geçmişteki her davranışının yararını ve zararını somut olarak görür."

İşte orada herkesin kendisine dönüş yaptığı tek ve gerçek olan Allah'a karşı durumu ortaya çıkar: "İnsanların tümü gerçek sahipleri olan Allah'a döndürülürler."

Burada müşrikler kendi iddialarından, inançlarından ve ilahlarından gerçek hiçbir şey bulamazlar. Bunların hepsi kendilerinden kaçmıştır. Artık bunların hepsi yok olmuştur: "Ve yakıştırdıkları düzmece ilahlar yanlarından kayboluverir."

İşte bu şekilde Mahşer Meydanı ile ilgili bir sahne, bütün gerçekliği, bütün realiteleri, olayları, bütün etkileri ve bütün imajları ile gözler önüne serilmiş olmaktadır. Kur'an bu sahneyi birkaç kelime ile ortaya koyuyor. Bunlar insanın gönlünde, kuru bir haber verme ve uzun boylu diyalektik deliller ile elde edilmeyen etkiler bırakıyor.


Saçma ve temelsiz iddiaların geçersiz olduğunu, Mahşer yerine ve oradaki olaylara egemen olan Allah'ın gerçek dost olduğunu ortaya koyan Mahşer gezisinden sonra, içinde yaşadıkları pratik hayatın realitesine, yakından tanıdıkları iç dünyalarına, hayatta gördükleri sahnelere, hatta onların kendilerinin bile bunların hepsinin Allah tarafından yaratıldığını ve O'nun tarafından idare edildiğini kabul etmelerine geçmektedir. 

23 Mart 2014 Pazar

Yûnus Sûresi 24-27 Âyetleri S. Kutub Tefsiri


24- Dünya hayatı şuna benzer: Biz gökten su yağdırdık, su sayesinde yörenin çeşitli bitkileri birbirine karıştı, insanların yiyeceği bitkiler ile hayvanların yiyeceği bitkiler iç içe girdi. Sonunda bu yöre süsünü takındı, alabildiğine güzelleşti, yöre halkı da bu ürünleri artık ellerine geçirilmiş sayıyorlardı. Derken bir gece ya da gündüz sırasında, yok etmeye ilişkin emrimiz o yöreye geldi de orayı biçilmiş, çıplak bir arazi parçasına dönüştürdük. Sanki bir gün önceki yeşillikle-meyveli yer orası değilmiş gibi oldu. İşte biz düşünen kimselere ayetlerimizi böylesine ayrıntılı biçimde açıklarız. "


İşte dünya hayatının örneği budur. İnsan ona gönül bağladığında, ona takılıp kaldığında, oradan daha değerli, daha onurlu, daha kalıcı bir hayatın perdesini aralamaya yönelmediğinde, bu hayatın yalnız nimetlerine sahip olabilir, başka hiçbir şeyine sahip olamaz.

İşte bak! Su, bu gökten iniyor. Bitki onu emiyor. Onunla kaynaşıyor. Bereketleniyor ve gelişip güzelleşiyor. İşte yeryüzü! Bütün güzelliklerini takınmış, bir gelin gibi, gelin olmaya süsleniyor ve açılıp saçılıyor. Sahipleri onunla övünüyorlar. Sanıyorlar ki, yeryüzü kendi çabaları ile böyle güzelleşiyor, iradeleri ile süsleniyor. Orada yetki sahiplerinin kendileri olduklarını, bir başkasının yeryüzünü istemedikleri biçimde değiştiremeyeceğini, hiç kimsenin bu konuda kendilerine karşı gelemeyeceğini sanıyorlar!

Onlar, bu bereketlenmiş bolluk ve şatafatlı, rahatın sevinci, güven verici huzurun sarhoşluğu içindeyken: "Derken bir gece ya da gündüz sırasında yok etmeye ilişkin emrimiz o yöreye geldi de orayı biçilmiş, çıplak bir arazi parçasına dönüştürdük."

Bir anda, bir çırpıda ve toptan olarak... Süsler, bereket ve bolluk sahnesinin uzun uzadıya sunuluşundan sonra, böyle bir ifade kasıtlı olarak seçilmiştir. İşte bazı insanların içine dalıp durdukları, onun bir nimetini elde etmek için ahiretlerinin tümünü feda ettikleri dünya budur.

Dünya budur işte. Orada güven ve huzur yok. Yerinde kalma (sebat) ve yerleşme (istikrar) yok. İnsanlar sınırlı şeylerin dışında onun hiçbir nimetine sahip olamazlar. İşte budur dünya...


25- Allah insanları esenlik-barış yurduna çağırır ve dilediği kimseleri doğru yola iletir.


Bütün güzelliklerini takınmış ve süslenmiş olduğu, sahiplerinin ona hakim olduklarını sandıkları bir sırada, bir anda yerle bir olabilecek ve düne kadar hiçbir şey değilmiş gibi kökten biçilebilecek bir yurt ile darus-selam arasındaki mesafe o kadar uzaktır ki!... Ki yüce Allah insanları ona çağırıyor, dileyenleri ona ulaştıracak yola iletiyor. Yeter ki, insanlar gözlerini açsınlar ve bakışlarını o darûs-selama diksinler!..

Surenin önümüzdeki bölümü bir bütün olarak vicdana yönelik peş peşe gelen ikazlardır. Hepsi de tek bir hedefe varmaktadır. İnsanın fıtratını, delillerle Allah'ın birliğine, peygamberin doğruluğuna, ahiret gününün kesinliğine ve orada adaletin gerçekleşeceğine yöneltmek istemektedir.

Bunlar vicdana yönelik dokunuşlardır. İnsanın gönlünü kendi çerçevesinden alarak evrenin çeşitli bölgelerine götürür, kapsamlı ve uzun bir seyahate çıkarır. Yerden göğe kadar varan evrenin ufuklarından, insanın iç âleminin ufuklarına, geçmiş asırlardan yaşadığımız yakın günlere, dünyadan ahirete varıncaya kadar uzanan bir seyahattir bu... Ve bir ahenk içinde...

Bundan önceki dersimizde de, bu türden dokunuşla ve bu türden seyahatler yer almıştı... Fakat bu derste daha açık ve net olarak ortaya konuyor bunlar... Mahşer meydanından evrenin sahnelerine, insanın iç dünyasına Kur'an ile meydan okumaya, önceki milletlerden peygamberlik misyonunu yalan sayanların akıbetlerinin hatırlatılmasına varıncaya kadar, geniş bir alana yayılıyor. Bu nedenle Haşir'den seri bir işaret, yeni bir sahnede canlandırılıyor. Oradan, azabın birden yakalayıvermesi; insanların duygularını ürperten etkili bir tabloda korkunç bir şekilde sunulmaya, Allah'ın hiçbir şeyi dışarıda bırakmayan kapsamlı ilminin tasvirine, evrendeki bazı ayetlerine, kıyamet gününde Allah adına yalan uydurmuşları bekleyen azabı hatırlatmaya geçiliyor.

Bunlar köklü ve gerçek dokunuşlardı. Algılama gücü sağlam, kabul etme yeteneği sağlıklı olan bir fıtrat onlara karşı koyamaz. Realiteye dayalı gerçeklerden, evrenin doğasından, insanın fıtratından ve kâinatın, varlıkların tabiatlarından akıp gelen bu ilahi feyiz karşısında hiçbir set, hiçbir engel erimeden duramaz...


Kâfirler, Kur'an'ın kendi saflarında açtığı gediğe karşı haklı idiler. Bu nedenle onu dinlemeyi engellemeye çalışıyorlardı. Kur'an eşsiz etkisiyle onları titretebilir ve kalplerini sarsabilirdi. Hâlbuki onlar, şirk dinine bağlılıkta kararlı bulunuyorlardı!


26- Dünyada iyi işler yapanlara daha iyi bir karşılık ve fazlası vardır. Onların yüzlerini ne kara leke ve ne de horlanmışlık kaplar. Onlar cennetliklerdir, orada ebedi olarak kalacaklardır.

27- Dünyada kötülük işleyenlere gelince, her kötülüklerine karşılığı kadar ceza verilir. Yüzlerini horlanmışlık kaplar. Onları Allah’tan kurtaracak hiç kimseleri yoktur. Yüzleri sanki gecenin kesitleri ile kaplıdır. Onlar cehennemliklerdir, orada ebedi olarak kalacaklardır.


Önceki dersin son ayeti şuydu:

"Allah, insanları esenlik-barış yurduna çağırır ve dilediği kimseleri doğru yola iletir."

Burada ise, doğru yolda olanlar ve doğru yolda olmayanların ödüllendirilmeleri ve cezalandırılmalarının kuralları açıklanıyor. Allah'ın rahmeti ve kereminin adaleti, her iki tarafın cezalandırılması için de geçerli olduğu ortaya konuyor.

İyi davrananlar: İnanç sistemlerini, işlerini, amellerini, doğru yola ilişkin bilgilerini, selâmet yurduna ileten evrensel yasayı anlamayı da en güzel şekilde becerdiler... Bunlara her zaman iyilikle beraber oldukları için iyilik vardır. Üstelik yüce Allah kendi katından onların iyiliklerini arttıracaktır.

"Dünyada iyi işler yapanlara daha iyi bir karşılık ve fazlası vardır." Onlar Mahşer gününün zorluklarından ve insanlar arasında hüküm verilmeden önceki Mahşer'in korkunç bekleyiş azabından kurtulmuşlardır:

"Onların yüzlerini, ne kara leke ve ne de horlanmışlık kaplar."

Ayeti kerimenin metninde yer alan "Kater" kelimesi, toz, siyahlık, üzüntü ve sıkıntıdan kaynaklanan renk bulanıklığı anlamındadır. "Zillet" ise, hayal kırıklığı, horlanma ve acizlik demektir. İyi davrananların yüzlerini toz vesaire kaplamayacak ve çehrelerine zillet giysisi geçirilmeyecektir... Bu ifadeden anlaşılıyor ki, Mahşer yerinde kalabalık, dehşet, üzüntü, korku ve zillet hâkim olacak ve bu hal onların yüzlerinden okunacaktır.  İşte bunların tamamından kurtulmak bir ganimettir. Allah'ın bir lütfudur. Buna ilave olarak, Allah'ın fazladan verdiği nimetlerini de hatırlatmalıyız.

"Onlar", geniş ufuklara açılan bu yüksek derecelerin sahipleri, cennetliklerdir; oranın sahipleri ve sakinleridir. "Orada ebedi olarak kalacaklardır."

"Dünyada kötülük işleyenlere gelince..." Onların, hayat alışverişinde elde ettikleri kazanç kötülük olmuştur! Buna rağmen onlar için de Allah'ın adaleti işler. Cezaları katlanmaz. Kötülükleri arttırılmaz.

Sadece, "Her kötülüklerine karşılığı kadar ceza verilir. Yüzlerini horlanmışlık kaplar."

Onları kuşatır, üzüntüye boğar. "Onları Allah’tan kurtaracak hiç kimseleri yoktur."

Doğru yoldan sapan ve değişmez yasaya aykırı hareket edenlere ilişkin Allah'ın evrensel yasasının gereği olarak, onları bu kaçınılmaz akıbetten koruyacak ve kurtaracak kimseleri olmaz.

Kur'an'ın akışı, bundan sonra psikolojik karanlıkları, kıskıvrak yakalanmış, ürkek ve üzüntülü adamın yüzünü kaplayan renk uçukluğunu somut bir tabloda çiziyor: "Yüzleri sanki karanlık gecenin kesitleri ile kaplıdır."

Sanki kapkaranlık geceden bir parça alınmış ve yama halinde bu yüzlere geçirilmiştir. Aynı şekilde karanlık gecenin karanlıkları ve bu karanlıktan kaynaklanan bir korku bütün etrafı kuşatır. İşte bu ortamda gecenin zifiri karanlığından bir örtüye bürünen bu yüzler, gözükmeye başlar.

"Onlar… Bu karanlıklara ve toz bulutuna gömülen insanlar, "cehennemliklerdir." Oranın sahipleri ve sakinleridir. "Orada ebedi olarak kalacaklardır."

11 Mart 2014 Salı

Yûnus Sûresi 20-23 Âyetleri S. Kutub Tefsiri

20- Bir de "Ona Rabbinden daha başka bir ayet indirilse ya!" diyorlar. De ki: "Gaybı bilmek ancak Allah'a mahsustur, bekleyiniz bakalım, ben de sizinle beraber bekleyeceğim şüphesiz."

21- İnsanların başlarına gelen sıkıntılardan sonra kendilerine bir rahmet, bir rahatlık tattırdığımızda bakarsın ki, ayetlerimize karşı hemen tuzak kurarlar. Onlara de ki; "Allah sizden daha çabuk tuzak kurar, güvenlik elçilerimiz kurduğunuz tuzakları yazıyorlar."

22- Sizi karada yürüten ve denizde yüzdüren Allah'tır. Bir gemide olduğunuzu, hoş bir meltemin yolcuları götürdüğünü ve herkesin bunun hazzını yaşadığını düşününüz. Tam o sırada geminin bir kasırga ile karşılaştığını, yolcuların her taraftan dalgalarla sarıldıklarını ve çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları zaman, sırf Allah'ın dinine inanan samimi bir bağlılıkla O'na şöyle yalvarırlar; "Eğer bizi bu tehlikeden kurtarırsan kesinlikle şükredenlerden olacağız."

23- Fakat Allah kendilerini bu zor durumdan kurtarır kurtarmaz hemen yeryüzünde haksız yere taşkınlıklara dalarlar. Ey insanlar, yapacağınız taşkınlıklar aslında kendi aleyhinizedir, bu yolla geçici dünyanın yararını elde edersiniz, ancak sonra Bize dönersiniz, Biz de yaptıklarınızı size bir bir haber veririz."


İnsan gerçekten tuhaf bir yaratıktır. Ancak dara düşünce Allah'ı hatırlar. Ancak felâket anlarında fıtratına döner, fıtratının etrafını kuşatan pisliklerden ve sapıklıklardan silkinir. Güvene kavuştuğunu zannettiği anda yapacağı şey; ya unutmak ya da isyan etmektir... İşte insanın karakteri budur. Ancak, doğru yola girenin fıtratı; her an temiz, canlı, müspet ve sürekli olarak iman cilası ile pırıl pırıldır.

Firavun'un kavmi de Hz. Musa'ya karşı böyle yapmıştı. Ne zaman başlarına bir felâket gelmişse, O'ndan yardım dilemişler ve içinde bulundukları sapıklıktan vazgeçeceklerine söz vermişler. Allah'ın rahmeti ile bu felâketi atlattıklarında Allah'ın ayetlerine karşı (mucizelerine) oyun oynamışlar ve onları olduğundan başka şekilde yorumlamışlardır. "Ancak şu şu nedenlerden dolayı bu beladan kurtulduk" demişlerdir. Kureyşliler de aynı şekilde davrandılar. Kıtlık geldiğinde yok olmaktan korktular. Hz. Muhammed'e geldiler. Allah'a dua etmesi için yalvardılar. O da dua etti. Duası kabul oldu. Yağışlar imdada yetişti... Fakat Kureyş yine de, Allah'ın ayetine karşı oyun oynadı. Eski halini sürdürmeye devam etti! İman insanı korumadığı sürece, bu her zaman görülebilecek bir olaydır.

Onlara de ki; "Allah sizden daha çabuk tuzak kurar, koruyucu elçilerimiz kurduğunuz tuzakları yazıyorlar."

Yüce Allah onların bu tutumlarına karşı önlem alabilir ve onların oyunlarını boşa çıkarabilir. Onların oyunları Allah tarafından bilinmekte ve deşifre edilmektedir. Deşifre edilen bir oyunun bozulacağı ise garantilidir.

Sizin oyunlarınızın hiçbiri O’ndan gizli değildir. Ve o hiçbir şeyi de unutmaz. Fakat bu elçiler kimlerdir? Nasıl yazarlar? İşte bu, ele aldığımız ayetlerin açıklamaları dışında, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz gayb konularından biridir. Bu ayetlerde bize bildirilen apaçık gerçeğe hiçbir şey ilave yapmadan ve onu başka şekilde yorumlamadan (tevil) kabul etmeliyiz.

Sonra o canlı sahne geliyor. Bu sahne içinde yaşıyor, gözlerimizle seyrediyor, izliyor ve kalbimiz onunla çarpıyormuşçasına sunulmuştur. Sahne, harekete ve durgunluğa egemen olan ve kontrol eden kudreti vurgulayarak başlıyor:

"Sizi karada yürüten ve denizde yüzdüren Allah’tır."

Zaten bu surenin tamamı evrenin bütün güçlerine egemen olan bu kudreti vurgulamaya çalışmaktadır. Şimdi de kendimizi daha yakın bir sahnenin önünde buluyoruz:

“Sizi karada yürüten ve denizde yüzdüren Allah'tır. Bir gemide olduğunuzu, hoş bir meltemin yolcuları götürdüğünü ve herkesin bunun hazzını yaşadığını düşününüz.”

İşte tam bu güven ve rahat ortamında, bu sevincin her tarafı kuşattığı bir sırada fırtına kopuyor. Refah, güven ve sevinç içinde yolculuk yapanları kıskıvrak yakalayıveriyor:

"Tam o sırada gemi bir kasırga ile karşılaştı. Yolcuları, her taraftan dalgalarla sarıldı."

Aman Allah'ım ne dehşet şey!

Geminin içi birden matemle doluyor. İçindekileri çalkalıyor, sarsıyor. Dalga, gemiyi sanki tokatlıyor; kaldırıyor, indiriyor. Yerde sürüklenen bir tüy gibi, onu sürükleyip götürüyor... İşte gemideki yolcular! Paniğe kapılmışlar, kurtulma ümitlerini yitirmişler!

"Ve çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları zaman..."

Kurtuluş yolu yok!

İşte ancak o zaman ve insanı her taraftan kuşatan korku ortamında fıtratları, kendisine bulaşan pisliklerden arınıyor, kalpleri silkinerek etrafını karartan düşüncelerden kurtuluyor. Temiz ve asil olan fıtratları, Tevhit ile yalnız Allah'a samimi bağlılık ile çarpmaya başlıyor:

Sırf Allah'ın dinine inanan samimi bir bağlılıkla O'na şöyle yalvarırlar: "Eğer bizi bu tehlikeden kurtarırsan, kesinlikle şükredenlerden olacağız." Fırtına diniyor. Dalga diniyor, deniz duruluyor. Yürekleri ağızlarına gelen insanlar sakinleşiyor. Hoplayan kalpler sükûnete kavuşuyor. Gemi güven içinde sahile yanaşıyor. İnsanlar artık hayata kavuştuklarına, ayaklarının karaya bastığına inanıyorlar. Peki, sonra ne oluyor?

"Fakat Allah kendilerini bu zor durumdan kurtarır kurtarmaz, hemen yeryüzünde haksız yere taşkınlıklara dalarlar."

İşte bu şekilde aniden ve birden bire!

Bu gerçekten mükemmel bir sahnedir. Hiçbir hareketini, hiçbir duygusunu kaçırmış değildir... Bu bir olayın manzarasıdır... Fakat bütün nesiller boyunca insanların çoğunluğunu oluşturan bir insan tipinin, bir karakterin ve bir ruh halinin manzarasıdır... Bu nedenle arkasından gelen değerlendirmede, bütün insanlara uyarıda bulunuluyor:

"Ey insanlar yapacağınız taşkınlıklar aslında kendi aleyhinizedir."

Bu zulüm, isterse kişinin kendisini tehlikeye atarak, isterse günah, pişmanlık ve hüsrana uğrayan kafilenin içine atılmakla gerçekleşen bir zulüm olsun veya isterse insanlara yönelik bir zulüm olsun fark etmez. Bütün insanlar bir tek kişi gibidir. Zalimler ve onların zulümlerine isteyerek katlananlar, kendi kişiliklerinde cezalarını çekeceklerdir.

Zalimliğin, taşkınlığın en çirkini ve iğrenci, yüce Allah'ın ulûhiyetine karşı yapılan taşkınlıkta; Rububiyet, otorite ve hâkimiyeti gasp etmekte ve insanlar içinde bunu uygulamaya sokmakta somutlaşır.

İnsanlar bu taşkınlığı yaptıklarında, ahiret yurdunda onun cezasını çekmeden önce dünya hayatında cezasını çekerler. Onlar bu zalimliklerinin cezasını, hayatta her şeyin bozguna uğraması ve herkesin O'ndan kötü yönde etkilenmesi şeklinde tadarlar. Öyle ki, ondan zarar görmeyen hiçbir insanlık değeri, hiçbir onur, hiçbir özgürlük ve hiçbir fazilet (değer) kalmaz.

İnsanlar ya samimiyet ile Allah'a boyun eğer, O'na bağlanırlar ya da azgınlıkları onları kendilerine kul yaparlar. Yeryüzünde yalnız Allah'ın rububiyetini yerleştirme uğrunda verilen mücadele; insanlık, özgürlük, insanın onuru ve erdemi uğrunda verilen mücadelenin kendisidir. İnsanın esaret zincirinden, ataklığın pisliğinden, onurunun kırılmasından, toplumun bozgunculuğundan ve hayatın basitliğinden kurtulmasını sağlayacak bütün kutsal değerler uğruna verilen bir mücadeledir!

"Ey insanlar, yapacağınız taşkınlıklar aslında kendi aleyhinizedir, bu yolla geçici dünyanın yararını elde edersiniz. Daha başka bir şey yapamazsınız. Ama sonra Bize dönersiniz, Biz de yaptıklarınızı size bir bir haber veririz."

Demek ki, Allah'a bağlı olmamak, öncelikle dünya hayatının bedbahtlığını ve azabını, aynı zamanda ahiretin faturasını ve cezasını arttırmaktan başka işe yaramıyor.


"Dünya hayatındaki nimetlerin" değeri nedir? Gerçek mahiyeti nedir? Kur'an'ın akışı bu gerçeği, hareket ve hayat dolu tasvir ağırlıklı bir sahnede göz önüne seriyor. Bununla beraber söz konusu manzara her gün gerçekleşen ve insanların dikkat etmeden yanından gelip geçtiği manzaralardan biridir.

9 Mart 2014 Pazar

Yûnus Sûresi 15-20 Âyetleri S. Kutub Tefsiri


15- Onlara açık anlamlı ayetlerimiz okunduğunda, bizimle karşılaşacaklarını beklemeyenler sana, "Bundan başka bir Kur'an getir ya da onu değiştir" dediler. Onlara de ki; "Onu kendiliğimden değiştirmem söz konusu değildi: Ben sadece bana vahyolunan mesaja uyarım. Eğer Rabbime karşı gelirsem büyük günün azabından korkarım."

16- De ki; "Eğer Allah'ın dileği bu yolda olmasaydı, bu Kur'an'ı size okumazdım, hatta Allah sizi ondan hiç haberdar etmezdi, bundan önce aranızda bir ömür yaşadım, hiç düşünmüyor musunuz?"

17- Allah'a yalan yakıştırmalar yapandan ya da O'nun ayetlerini yalanlayanlardan daha zalim kim olabilir? Hiç kuşkusuz ağır suçlular iflah olmazlar. "

18- Onlar Allah'ı bırakarak kendilerine ne zarar ve ne de yarar dokunduramayan putlara tapıyorlar ve "Bunlar Allah katında bizim aracılarımızdır" diyorlar. Onlara de ki; "Göklerde ve yerde Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber veriyorsunuz? Allah onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir.”

19- Tüm insanlar tek bir ümmetten ibaretti, sonra görüş ayrılığına düştüler. Eğer Rabbinin daha önce kesinleşmiş bir kararı olmasaydı, anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında hemen hüküm verilirdi.

20- Onlar Muhammed'e: “Rabbinden somut bir mucize indirilse ya” derler. Onlara de ki; "Gayb âleminin bilgisi Allah'ın tekelindedir, bekleyiniz, ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim. "


Önceki milletlere varis olduktan sonra müşrikler böyle yaptılar. Peygamber'e karşı tavırları da buydu işte!

Onlara açık anlamlı ayetlerimiz okunduğunda bizimle karşılaşacaklarını beklemeyenler sana, "Bundan başka bir Kur'an getir, ya da onu değiştir" dediler.

Bu, gerçekten tuhaf bir istektir. Ciddiyetten kaynaklanamaz. Ancak ciddiyetsizlikten, alaycılıktan, eğlenmekten kaynaklanabilir. Bu, Kur'an'ın görevini ve indirilişindeki ciddiyeti kavramamaktan kaynaklanabilir. Bu, ancak Allah'ın huzuruna çıkarılacağına inanmayan bir kişinin ileri sürebileceği bir istektir!

Bu Kur'an, kuşatıcı bir hayat sistemidir. İnsanın hem bireysel, hem de toplumsal hayatında gerekli olan bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek biçimde düzenlenmişti. Bu dünya hayatında gücü yettiği kadar onu ileriye götürecek yola iletir. İşin sonunda ise, onu ahiret hayatına yöneltir. Kur'an'ı olduğu gibi bütün gerçekliği ile onaylayan birinin, ondan başka bir şey istemek veya bazı bölümlerinin değiştirilmesini talep etmek diye bir problemi olmaz.

Büyük bir ihtimalle, Allah'ın huzuruna çıkarılacaklarını beklemeyenler (ummayanlar) meseleyi bir maharet (ustalık) işi olarak değerlendiriyorlardı. Meseleyi, cahiliye döneminde Arap panayırlarında ortaya atılan söz atışmalarından biri durumunda görüyorlardı. Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- ise, ne meydan okumayı kabul edip başka bir Kur'an yazmak, ne de bir bölümünün yerine başka bir bölüm yazmak durumundaydı.

Onlara de ki; "Onu kendiliğimden değiştirmem söz konusu değildir. Ben sadece bana vahyolunan mesaja uyarım. Eğer Rabbime karşı gelirsem büyük günün azabından korkarım."

Kur'an ne herhangi bir oyuncunun oyuncağı, ne de bir şairin maharetiydi. O, bütün evreni idare eden, insanı yaratan ve insan için neyin yararlı olduğunu en iyi bilen Allah'tan gelen kuşatıcı bir sistemdir. Peygamber kendiliğinden Kur'an'ı değiştiremez. O, ancak kendisine gelen vahyi uygulayan ve başkalarına ileten bir kişidir. Her değiştirme, büyük bir gün olan kıyamette acı bir azaba neden olur:

De ki; "Eğer Allah'ın dileği bu yolda olmasaydı, bu Kur'an'ı size okumazdım, hatta Allah sizi ondan hiç haberdar etmezdi, bundan önce aranızda bir ömür yaşadım, hiç düşünmüyor musunuz?

O, Allah'tan gelen bir vahiydir. O'nun size anlatılması da Allah'ın emridir. Eğer Allah, Kur'an'ı size okumamı dilememiş olsaydı, onu size okumazdım. Eğer Allah Kur'an'ı size bildirmemi istemeseydi, bildirmezdim. Bu Kur'an'ın inişinde de insanlara anlatılmasında da, yetki sahibi olan Allah'tır. Bunu onlara söyle. Onlara, Peygamberlikten önce tam bir ömür boyunca, yani kırk sene aralarında yaşadığını, bu Kur'an'dan hiçbir şekilde söz etmediğini söyle. Böyle bir iş yapmaya gücünün yetmediğini ve o zamanlar vahyin sana gelmeye başlamadığını bildir. Buna benzer bir işi veya onun bir bölümünü yapabilecek gücün olsa idi, tam bir ömür boyunca beklemenin ne anlamı olabilirdi… İyi bil ki, bu, insanlara anlatmaktan öte, üzerinde hiçbir tasarrufa sahip olmadığın vahiydir.

Onlara de ki; ben Allah adına yalan uydurup, O'na iftira edemem. Gerçeğin dışında hiçbir şekilde bana vahyedildi diyemem. Allah adına yalan uydurmaktan veya Allah'ın ayetlerini yalan saymaktan daha büyük zulüm olamaz:

"Allah'a yalan yakıştırmalar yapandan ya da O'nun ayetlerini yalanlayanlardan daha zalim kim olabilir?"

Ben sizi bu iki suçun ikincisinden sakındırıyorum. Allah'ın ayetlerini yalan saymayın. Ben de birincisini işlemem. Allah adına yalan uydurmam:

Kur'an'ın akışı, müşriklerin yeryüzünde önceki milletlerin yerini aldıktan sonra, ne söylediklerini ve ne yaptıklarını sunmaya devam etmektedir. Tabii ki, yeni bir Kur'an isterken düştükleri saçmalıktan başka olarak...

Nefs bir sapmaya başladı mı, artık alçalışın hiçbir sınırında durmaz. Müşriklerin taptıkları bu ilahların hepsi onlara ne bir fayda, ne de bir zarar verebilirler. Fakat onlar bu ilahların Allah katında kendilerine şefaat edeceklerini sanıyorlar:

Yüce Allah sizin zannettiğiniz gibi, bazı kimselerin kendi katında şefaat edeceklerini bilmiyor! Yoksa siz Allah'ın bilmediği şeyi mi biliyorsunuz? Göklerde ve yerde varlığını bilmediği bir şeyi O’na haber mi veriyorsunuz?

Bu, onların ısrarla direndikleri söz konusu alçalışlarına lâyık, alaylı bir üsluptur. Hemen ardından yüce Allah, onların ileri sürdükleri şanına yakışmayan iddialardan tenzih ediliyor.

Kur'an akışının seyri, müşriklerin ne söylediklerine ve ne yaptıklarına geçmeden önce, bu şirki değerlendiriyor ve onun geçici olduğunu belirtiyor. Fıtrat temelde baştan tevhid üzere idi. Sonra ayrılık baş gösterdi ve zamanla derinleşti.

Allah'ın iradesi, doldurmaları gereken bir zamana kadar onlara zaman tanımayı uygun görmüştür. Daha önce buna söz vermiştir. Dilediği bir hikmet gereği sözünü yerine getirmiştir.

Bu değerlendirmeden sonra önceki milletlere varis olan müşriklerin neler söylediklerini sunmaya devam ediyor:

Onlar, "Muhammed'e Rabbi'nden somut bir mucize indirilse ya" derler. Onlara de ki; "Gayb âleminin bilgisi Allah'ın tekelindedir, bekleyiniz, ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim."

Bütün vecizliği ve yüceliğine rağmen, bu Kur'an'ın içerdiği ayetlerin tamamı onlara yetmiyor. Evrenin her sayfasına serpiştirilen Allah'ın bunca ayeti de yetmiyor onlara. Kalkıyorlar, önceki ümmetlere gönderilen peygamberlerin harikaları gibi bir harika istiyorlar. Muhammedi Risalet’in ve mucizenin yasasını anlamıyorlar. Bu mucize herhangi bir neslin görmesiyle fonksiyonunu yitiren geçici bir mucize değildir. Bu mucize, bütün nesiller boyunca insanların kalplerine ve akıllarına hitap eden sürekli bir mucizedir.

Yüce Allah, peygamberini yönlendirerek onları, gaybın ne olduğunu bilen ve onlara bir harika gösterip göstermemeyi takdir eden Allah'a havale etmesini istemektedir.

Bu cevabın içinde süre tanıma ve tehdit etme vardır. Ayrıca ilahlık karşısında kulluğun sınırlarını açıklama vardır. Nebilerin ve Resullerin en büyüğü olan Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- gayb konusunda bir yetkiye sahip değildir. Gaybın tamamı Allah'ındır. İnsanların işlerine de hâkim değildir. Onların işi Allah'a havale edilmiştir... Böylece ilahlık makamı karşısında kulluk makamı da yerini buluyor. İki gerçek arasında hiçbir şüphe ve kuşkuya yer bırakmayan ayırıcı ve kesin bir çizgi çiziliyor.

Kur'an'ın akışı, önceki milletlere varis olan müşriklerin neler söylediklerini ve neler yaptıklarını ortaya koyduktan sonra, insanların felâketten sonra rahmeti tattıklarında gösterdikleri tavırlara ilişkin bazı karakterlerinden söz ediyor. Nitekim daha önce de insanın felâkete uğradığında ve ondan kurtulduktan sonra gösterdiği tavırlara ilişkin, bazı karakterlerinden söz etmişti. Ayrıca bunu desteklemek amacı ile hayatın gerçeklerinden birini de örnek olarak gösteriyor. Hayatın bu gerçeğini, Kur'an'ın tasvire dayalı sahnelerinden biri olarak ve etkili bir sahne şeklinde sunuyor.

1 Mart 2014 Cumartesi

Yûnus Sûresi 11-14 Âyetleri S. Kutub Tefsiri


11- Allah, insanlara iyiliği istedikleri çabuklukta kötülüğü verseydi, süreleri hemen bitirilirdi. Oysa Biz, Bizimle karşılaşacaklarını beklemeyenleri azgınlıkları içinde debelenmeye bırakırız.

12- İnsanın başına bir sıkıntı gelince yatarken, otururken ve ayaktayken bize yalvarır. Fakat sıkıntısını giderdiğimizde başına gelen sıkıntıdan dolay bize hiç yalvarmamış gibi olur. İşte ölçüyü aşanlara, işledikleri kötülükler böylesine güzel gösterildi.

13- Sizden önceki nice kuşakları, peygamberleri, kendilerine açık gerçekler getirmişlerken, zalimce davranarak iman etmeye yanaşmadıkları için yok ettik. İşte Biz ağır suçlu toplumları böyle cezalandırırız.

14- Sonra nasıl davranacağınızı görelim diye sizi onların yerine geçirerek yeryüzünde egemen kıldık.


Müşrik Araplar Allah'ın cezasını çabucak getirmesi için Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- meydan okuyorlardı... Yine bu surede yüce Allah onların şu sözlerini aktarmaktadır: “Eğer doğru söylüyorsanız vadettiğiniz bu ceza ne zaman gerçekleşecek” derler. Ra'd suresinin 6. ayetinde ise, "Senden iyilikten önce kötülük istiyorlar. Oysa onlardan önceki benzerlerinin başına nice cezalar gelmişti" deniyor.

Yine Kur'an-ı Kerim onların şu sözlerini de nakletmektedir. "Hani onlar ‘Ey Rabbimiz, Eğer bu Kur'an senin tarafından gönderilmiş gerçek bir kitap ise, başımıza taş yağdır ya da bizi acıklı bir azaba çarptır’ dediler. (Enfal Suresi, 32)

Bunların hepsi müşriklerin Allah'ın doğru yolunu, ne denli bir inatla karşıladıklarını gözler önüne seriyor... Buna rağmen Allah'ın hikmeti gereği cezaları ertelenmişti. Daha önceleri peygamberlerin mesajlarını yalanlayan milletlerin başlarına geldiği gibi, onların başına da köklerini kazıyarak ve onları yok edecek bir ceza gönderilmemişti. Çünkü yüce Allah, onların çoğunun eninde sonunda İslam dinine gireceğini, bu dinin onlarla güçleneceğini, onlarla yeryüzüne yayılacağını biliyordu. Nitekim Mekke'nin fethinden sonra bu gerçekleşti. Tabii ki, onlar işin böyle sonuçlanacağını bilmiyorlardı, bilmeden O'na meydan okuyorlardı! Allah'ın onlar için dilediği gerçek iyilikten haberleri yoktu. Allah'ın onlar için dilediği bu iyilik, kötülüğü istedikleri çabukluktaki alelacele istedikleri iyilik değildi!

Yüce Allah birinci ayette onlara demek istiyor ki; Eğer Allah acele gelmesini istedikleri iyilik gibi, meydan okuyarak gelmesini istedikleri kötülüğü onlara çabucak verseydi... Eğer yüce Allah çarçabuk istedikleri her şeyi vermiş olsaydı, onların yok oluşlarına hükmeder ve hemen kendilerini öldürürdü! Fakat yüce Allah onları, kendilerini bekleyen işler için yaşatıyordu.

Sonra onları, kendilerine tanınan bu süreye güvenerek bundan sonraki gelecekten habersizmiş gibi hareket etmekten sakındırıyordu. Allah'ın huzuruna çıkarılacaklarını sanmayanlar, kendileri için belirlenen bu ecel gelinceye kadar, bilinçsizlikleri içinde debelenip duracaklardı.

Kötülüğün çabucak gelmesini istemekten söz edilmişken, insanın dara düştüğünde nasıl hareket ettiğini gösteren bir tabloya yer verilmiştir. Bu tablo, herhangi bir zararın kendisine dokunmasından korktuğu halde, kötülüğün hemencecik gelmesini istemenin, insan tabiatında yer alan bir çelişki olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Çünkü belanın geldiği an korkmakta, tehlike geçince sanki korkmamış gibi eski haline dönmektedir: "İnsanın başına bir sıkıntı gelince yatarken, otururken ayaktayken bize yalvarır. Fakat sıkıntısını giderdiğimizde başına gelen sıkıntıdan dolayı bize hiç yalvarmamış gibi olur. İşte ölçüyü aşanlara, işledikleri kötülükler böylesine güzel gösterildi."

Bu sürekli biçimde gözlemlenebilen bir insan tipinin çok şahane bir örneğidir. İnsan, sağlığı yerindeyken, durumu müsait iken hayatın akışına kendisini kaptırır; hata eder, günah işler, azar ve ölçüleri çiğner. Allah'ın koruduğu ve rahmetiyle kuşattığı kimselerin dışında, hiç kimse güçlü ve kuvvetli iken, ilerde güçsüz ve zayıf düşeceğini hatırına getirmez. Bolluk zamanı insana çok şey unutturur. Kendini zengin görmek insanı azdırır... Sonra kendisini kıskıvrak yakalayan bela ile bir de bakarsınız ki, boynu bükük, korkak bir zavallı olmuştur. Birden bol bol dua etmeye, uzun uzun niyazlarda bulunmaya başlar. Bu zor şartlar karşısında bunalır, refahın çarçabuk gelmesini diler... Duası kabul edildiğinde, felâketten kurtulduğunda artık bir daha geriye bakmaz, düşünmez, nereye varacağını hesaplamaz. Tekrar, daha önceleri olduğu gibi dünya hayatına dalar. Hiçbir şeye aldırmaz…

Kur'an'ın akışı, ifade aşamalarını ve etkili vurgularını, gözler önüne sermeye çalıştığı psikolojik durumla ve sunmaya çalıştığı insan tipi ile paralel ve ahenkli biçimde ayarlamaktadır. Buna bağlı olarak felaket manzarasını yavaş yavaş, üzerine basa basa ve uzun uzun tasvir etmektedir.

İnsanın bedeninin, malının ve kuvvetinin üzerine yürüyen bir akıntının engele çarpınca, nasıl durduğunu veya geri döndüğünü tasvir etmek için; o insanın her halini, her tutumunu ve her görünümünü net bir biçimde canlandırıyor. Engel ortadan kalkınca, "geçip gider" gibi tek bir sözcük kullanılıyor. Bu tek sözcük boşalmayı, çözülmeyi, akıp gitmeyi ifade eder... "Geçti gitti" durmaksızın.

Şükretmek için durmaz, düşünmek için bakmaz. İbret almak için değerlendirmez; geçip-gider. Fren tanımadan, engel tanımadan ve hiçbir şeye aldırmadan hayatın akışına kaptırır kendisini!

İşte bunun gibi bir karakter ile, sadece felâket sırasında bu felâketten kurtuluncaya kadar hatırladıktan hemen sonra yoluna devam etme ve "geçip-gitme" karakteri... Evet, işte bu tip bir karakterle ölçüyü aşanlar azgınlıklarını sürdürürler ve bu tutumları ile sınırları aştıklarını anlamazlar.

Peki, önceki asırlarda ölçüyü aşmanın sonu ne oldu?

"Sizden önceki nice kuşakları, peygamberleri kendilerine açık gerçekler getirmişlerken zalimce davranarak iman etmeye yanaşmadıkları için yok ettik. İşte biz ağır suçlu toplumları böyle cezalandırırız."

Ölçüyü çiğneme, haddini aşma ve şirk anlamına gelen zulüm onları felâkete sürüklemiştir. İşte onların sonu buydu. Müşrik Araplar, Arap Yarımadası'nda Ad'ın, Semud'un ve Lut kavminin yaşadıkları bölgelerde, onların kalıntılarını gözleri ile görüyorlardı.

Size peygamber apaçık delillerle geldiği gibi, önceki nesillere de peygamberleri gelmişlerdi. Ancak peygamberlerine inanmayıp cezayı hak ettiler, çünkü onlar iman yoluna girmediler. İsyan yolunu seçtiler. Ve bu yola dalıp gittiler. Artık tekrar imana hazır duruma gelmediler. Dolayısı ile suçluların cezasına çarptırıldılar: "İşte biz ağır suçlu toplumları böyle cezalandırırız."

Kur'an-ı Kerim, peygamberleri apaçık delillerle kendilerine geldikleri halde, iman etmeyen ve bu nedenle cezaya çarptırılan suçluların sonunu müşriklere sunarken, bu yok edilen milletlerin yerine kendilerinin geldiklerini, önceki milletlere varis kılınmakla, ayrılığa düştükleri konularda sınanarak deneneceklerini hatırlatıyor:

"Sonra nasıl davranacağınızı görelim diye sizi onların yerine geçirerek yeryüzünde egemen kıldık."

Bu, insanın kalbi için kuvvetli bir dokunuştur. Çünkü bu anlayışla insan, eski sahiplerinden kalma bir mülke varis kılındığını, daha önceleri buraya yerleştirilenlerin oradan sürüldüklerini, kendisinin de buradaki fonksiyonu ile bu mülke geçici olarak sahip olduğunu, burada sayılı birkaç gün geçireceğini, yaptıkları ile burada sınandığını, bu mülk ile denendiğini, burada az bir süre kaldıktan sonra yaptıklarından hesaba çekileceğini kavramış olmaktadır!

İslâmın, insanın kalbine yerleştirdiği bu düşünce, onun gerçeği görmesini ve ondan saptırmak isteyenlere aldanmamasını sağlamasının yanında, insanın kalbinde bir uyanıklık, duyarlılık meydana getirir ve takvayı harekete geçirir. İşte bu hem ferdin, hem de içinde yaşadığı toplumun emniyet sibobudur.

İnsanın yeryüzünde geçirdiği günler ile sahip olduğu her şey ile ve kendisine verilen bütün imkânları ile sınandığının, imtihan edildiğinin bilincine varması; duyarsızlığa, aldanmaya ve oyuna gelmeye karşı bir kalkan bahşeder. Dünya hayatının nimetlerine dalıp boğulmaktan, kendisinden sorumlu olduğu ve bu vesile ile sınandığı bu nimetlerin peşinde ihtirasla koşmaktan korur onu.

Yüce Allah'ın aşağıdaki cümlede tasvir ettiği gibi, insanı kuşatan "Allah'ın gözetmesinin" bilincinde olması, kişiyi daha çok korunmaya, daha çok sakınmaya iter. İyilik yapma arzusunu ve bu imtihandan başarı ile çıkma arzusunu daha da arttırır: "Nasıl davranacağınızı görelim diye."

İşte bu, İslâm’ın bu gibi güçlü dokunuşlarla insanın kalbinde harekete geçirdiği düşünce ile, ilahi kontrol ve ahirette hesap verme düşüncesini çığırından çıkaran düşünceler arasındaki yol ayırımıdır! Biri, İslâmi düşünceyi esas olarak yaşayan, diğeri ise, diğer kısır düşünceleri esas olarak yaşayan iki insan ortak bir noktada buluşamaz... Ne hayatta, ne ahlâkta, ne de harekete bakış açılarında buluşmaları mümkündür. Aynı şekilde her biri birbiriyle bağdaşmayan ve buluşmayan iki ana ilkeden birine dayandırılan iki hayat düzenini de kaynaştırmak mümkün değildir!

İslâm’da hayat bütün kuralları ve temel ilkeleri ile eksiksiz bir hayattır. Burada, İslâm düşüncesindeki bu temel gereklerden birini, bu gerçeğin bireyin ve toplumun hareketinde meydana getirdiği etkileri örnek olarak vermemiz yeterli olacaktı. Bu nedenle İslâmi hayatı, bu gerçeğin dışında başka temellere dayandırılan hayatlarla ve bu hayatın ortaya çıkardığı sonuçlarla karıştırmak mümkün değildir!

İslâmi hayatın ve İslâm düzeninin, başka yaşam tarzları ve başka düzenlerle aşılanmasının mümkün olduğunu düşünenler, İslâm’da hayatın kendisi üzerinde kurulduğu ilkeler ile, insanlar tarafından kurulan beşeri düzenlerin hepsinde hayatın üzerinde kurulduğu ilkeler arasındaki köklü, derin farkların tabiatını, yapısını kavramayan kimselerdi!

Bundan sonra Kur'an'ın akışı, onlara hitap etme yöntemini bırakıyor. Önceki milletlere varis olduktan sonra, müşriklerin yaptıkları işlerden örnekler vermeye geçiyor.


Müşrikler, suçlu olan millete varis oldular. Fakat bundan sonra ne yaptılar?