3- Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri
altı aşamada yarattı; sonra Arş'a kuruldu, (O) her işi tasarlıyor ve çekip
çeviriyor. O, izin vermedikçe hiç kimse aracılık (şefaat) edemez. İşte budur
Rabbiniz olan Allah; o halde O'na kulluk ediniz; bunlar üzerine düşünüp ders
almaz mısınız?
4-
Sonunda hepiniz O'na döneceksiniz. Bu Allah'ın kesinlikle gerçekleşecek bir
vaadidir. O, iman edip iyi ameller işleyenleri adalet uyarınca ödüllendirmek
için insanları önce hiç yoktan yaratır, sonra da onları yeniden diriltir.
Kâfirlere gelince, gerçekleri inkâr ettiklerinden dolayı onları kaynak sıvıdan
oluşmuş bir içki ile acıklı bir azap beklemektedir.
İşte bu inanç sisteminde,
en büyük ve en köklü meseleyi rububiyet (Rabb olma) meselesi oluşturmaktadır...
Çünkü ulûhiyet (ilah olma) meselesi
müşrikler tarafından ciddi bir şekilde inkâr konusu olmamıştır. Onlar
Allah'ın varlığına inanıyorlardı. Zira insanın fıtratı, aşırı bir şekilde
saptığı çok az rastlanan haller dışında, bu evrenin bir ilahının varlığına
inanmadan edemez. Fakat bu evrenin bir ilahı olduğuna inanan müşrikler, Allah
ile beraber başka ilahları da O'na ortak koşuyorlar, ibadetleriyle onlara
yöneliyorlardı. Bu ortak koşulan
varlıklar kendilerini, Allah'a yaklaştıracak ve Allah katında kendilerine
şefaatçi olacaklar diye onlara tapıyorlardı. Bunun yanında kendileri
rububiyetin özelliklerini kullanıyorlar, Allah'ın izin vermediği şeyleri
kendilerine kanun yapıyorlardı.
Kur'an-ı Kerim ulûhiyet ve
rububiyet konusunda, kuru zihinsel tartışmalara girmez. Doğrudan doğruya
herkesin anlayabileceği normal ve net fıtri ifadelerle insanın fıtratına
seslenir. Daha sonraları, Yunan mantığı ve Grek felsefesinin etkisiyle
yaygınlık kazanan metodu kullanmaz.
Gökleri, yeri ve içindeki
varlıkları yaratan, güneşi ışık, ayı aydınlık yapan ve O'na konaklar
belirleyen, gece ile gündüz arasındaki farklılığı takdir eden Allah'tır... Eğer
bilinçli bir biçimde düşünülürse, bu apaçık tabiat olayları insanların duygularını
harekete geçirir ve kalplerini uyandırır. Bu evreni yaratan ve idare eden yüce Allah’tır.
Ve insanların kendisine kulluk yaparak boyun eğmeleri ve yarattığı varlıklardan
hiçbirini O'na ortak koşmamaları gereken tek ilan (Rabb) Allah’tır. Bu mesele
gerçekten hiçbir zihni çabaya ihtiyaç duymayacak, zihnin kuru ve soğuk bir
biçimde geveleyip durduğu, bir kere dahi olsa insanın kalbini ferahlatmayan,
vicdanını harekete geçirmeyen tartışmalara dayalı araştırmaların ardına düşmeye
yer bırakmayacak kadar mantıklı, canlı ve realiteye dayalı net bir mesele değil
midir?
Bu koca evren, gökler ve
yeryüzü, güneş, ay, gece ve gündüz ile göklerde ve yerdeki yaratıklar,
milletler, nesiller, bitkiler, kuşlar, hayvanlar ve yasalar ile bir bütün
olarak bu tek gerçeğe, (Rububiyet’e) bağlı olarak işlemektedir.
İşte bütün karanlığı ve
yüksekliği ile geniş alanları kuşatan, görülen ve görülmeyen, ufak tefek
hareketlerin dışında her şeyi sükûnete kavuşturan bu gece... Gecenin karanlığını neşeli bir çocuğun
gülümsemesini andıracak biçimde yaran bu şafak... Sabahın kendisi ile nefes
aldığı, hayata ve canlılara yeni bir canlılık getiren bu hareket... İnsanların durduğunu sandığı, oysa hareket
halinde olan ve yumuşak bir şekilde akıp giden bu gölge... Hiçbir hal üzere
durmayan sürekli gidip-gelen, hoplayıp zıplayan bu kuş... Hiç durmadan sürekli
gelişmeye ve yaşamaya çalışan şu bitki... Bir
atılım ve geri çekilme içinde gidip gelen bu yaratıklar... Sürekli biçimde
üreten bu rahimler ve onların ürettiklerini yutan kabirler... Her şeye rağmen hayat Allah'ın dilediği
biçimde yoluna devam etmektedir.
Bu yığınlarca tablolar ve
gölgeler, örnekler ve şekiller, hareketler ve durumlar, gidişler ve gelişler,
eskime ve yenilenme, çürüme ve gelişme, doğumlar ve ölümler, bu müthiş evrenin
içinde gece ve gündüz boyunca bir an dahi durmayan ve ayrılmayan sürekli
hareket…
Bütün bu olaylar uyanık
bir kalp ile evrenin olaylarında ve derinliklerinde serpiştirilen ayetleri
seyretmeye açık bir yaklaşım ile izlendiğinde, insanın bünyesinde yer alan muhakemeye,
düşünmeye ve etkilenmeye yarayan bütün güçleri harekete geçirirler... Kur'an-ı
Kerim de, bu tablolar ve ayetler yığını karşısında kalbin uyanmasını, aklın
düşünmesini sağlamayı doğrudan hedef alır.
"Rabbiniz
Allah, gökleri ve yeri altı günde (aşamada) yarattı."
Gerçekten ilahlık hakkına
sahip olan ve tapılmayı hak eden Rabbiniz, Gökleri ve yeri yaratan ve onları
eksiksiz bir plan, hikmet ve idare ile yöneten Allah'tır.
Bu evrenin oluşumu,
hazırlanışı ve koordinasyonu Allah'ın iradesine bağlı olarak ve O'nun hikmeti
gereğince altı günde gerçekleşmiştir.
Biz burada bu altı günün
ne anlama geldiğini açıklama çabasına girmeyeceğiz Çünkü bu altı gün, burada
sürelerini ve çeşitlerini belirlemeye yönelmemiz için söz konsu edilmemiştir. Bu yaradılışın amacının ve bu amaca ulaşma
hazırlığının gereği olarak yaradılışta gözetilen planın ve idarenin
hikmetini açıklamak için söz konusu yapılmıştır.
Bu altı gün; kendisinin
dışında başka hiçbir kaynaktan bilgi alınmaması gereken yalnız yüce Allah'ın
bildiği gayb konularından biridir. Biz bu konuda bize bildirilenlerle yetinip
bu sınırları aşmamalıyız. Bu altı günün burada söz konusu edilmesinin amacı, bu evrene başından sonuna kadar egemen
olan, planlama, idare ve düzenin hikmetine dikkat çekmektir.
"Sonra
Arş'a kuruldu."
Arş
üzerine istiva; sabit, köklü, üstün egemenlik makamından kinayedir.
Bu, insanın anlayabileceği, kavramları kendileri ile sembolize edebileceği
bir dildir. Kur'an’ı Kerim olayları tasvir ederken bu metodu kullanır. Biz bu konuyu,
‘Kur'an'da Edebi Tasvir’ kitabımızın, ‘Zihinde Arılandırma ve Somutlaştırma’
bölümünde detaylı olarak açıkladık.
Bu ayette
geçen "sonra" kelimesi,
zaman aşımını ifade etmez. Manevi olan
uzaklığı ifade eder. Burada zamanın hiçbir etkisinden söz edilemez. Yüce Allah'ın, daha önce olmadığı halde
sonradan meydana gelen hiçbir halinden ve durumundan söz edilemez. Yüce
Allah, yer ve zamanla ilgili olaylardan, değişimlerden münezzehtir. Onun
içindir ki, biz burada ‘sonra’ kavramının manevi uzaklık anlamında olduğunu
kesin söyleyebiliriz. Biz böyle söylerken, insan aklının hüküm verebileceği ve
kesin karar verebileceği güven bölgesinin sınırlarını aşmadığımızdan eminiz.
Çünkü biz bu konuda yüce Allah'ın; durumdan
duruma, şekilden şekile geçmekten, yerin ve zamanın şartlarına ayak uydurmaktan
münezzeh olduğu ana ilkesine dayanıyoruz.
"Her
şeyi tasarlıyor ve çekip çeviriyor."
Başlarını ve sonlarını
belirler. Durumlarını ve şartlarını uygun biçimde koordine eder. Sebeplerini ve
sonuçlarını sıraya dizer. Adımlarına,
aşamalarına ve varacakları sonuca hükmedecek olan değişmez yasayı belirler.
"O,
izin vermedikçe hiç kimse aracılık (şefaat) edemez."
Her
şeyin dizgini O'nun elindedir. Her şeye hükmetme
yetkisi O'nundur. Allah katında yakınlaşmayı sağlayacak şefaatçiler
(yardımcılar) yoktur. Yaratıklarından hiçbiri, Allah, kendi idaresi ve planına
uygun olarak ona şefaat izni vermeden, şefaat edemez. Kişinin şefaate hak kazanması, iman etmek ve iyi işler yapmak ile
gerçekleşir. Şefaatçileri aracı kılmakla değil... Böyle bir anlayış,
müşriklerin, heykellerine taptıkları meleklerin Allah katında reddedilmeyecek şefaatleri
olacağı şeklindeki inançlarını saf dışı etmektedir!
İşte her şeyi yaratan,
idare eden ve onlara hükmeden, izni olmadan hiç kimsenin katında şefaat
edemeyeceği Allah...
"İşte
budur Rabbiniz olan Allah. O halde O'na kulluk ediniz."
Sadece O, bağlanmaya
lâyıktır, başkaları değil...
"Bunlar
üzerinde düşünüp ders almaz mısınız?"
Mesele fazla açıklamaya
gerek duymayacak kadar kesin ve açıktır. Sadece bu bilinen gerçeği hatırlatmak
yeterlidir.
Göklerde ve yerde
ilahlığın delillerini sunduktan sonra yüce Allah'ın şu sözü üzerinde duralım:
"İşte
budur Rabbiniz olan Allah, o halde O'na kulluk ediniz."
Daha önce, ilahlık meselesinin
müşrikler tarafından ciddi biçimde inkâr konusu yapılmadığını, yüce Allah'ın
yaratan, rızık veren, dirilten, öldüren, idare eden, tasarrufta bulunan ve her
şeye gücü yeten ilah olduğunun inkâr edilmediğini belirtmiştik. Fakat onlar, bir ilahın varlığını kabul
etmelerinin sonucunda yapılması gerekenleri yapmıyorlardı. Allah'ın
ilahlığını bu düzeyde kabul etmelerinin gereği olarak, kendi hayatlarında
yalnız O'na rububiyet hakkı tanımaları gerekirdi. Allah'ın rububiyetini kabul etmek, yalnız O'na bağlanmakla
somutlaştırılabilir. İbadet niteliği taşıyan bütün eylemlerini yalnız O'na
takdim etmeleri ve bütün işlerinde O'ndan başkasını hâkim kabul etmemeleri
gerekirdi.
İbadet,
kulluk yapmaktır. Kulluk da, boyun eğmektir. Bu da bağlılık ve
itaattir. Bununla beraber yüce Allah'ı, tüm bu özelliklerde eşsiz kabul
etmektir. Çünkü bu itaat, uluhiyeti (ilahlığı) kabul etmenin kaçınılmaz
şartlarından birisidir.
Bütün cahili sistemlerde
ilahlık sahası dar alanlara sıkıştırılır, insanlar bir ilahın varlığını kabul
etmekle iman ettiklerini, insanların Allah'ın kendi ilahları olduğunu kabul
ettiklerinde, ilahlığın şartlarına yani rububiyete bağlılık göstermeden hedefe
ulaşacaklarını sanmaya başlarlar... Rububiyet ise, kendisinden başka Rabb
bulunmayan Allah'ı, Rabb olarak kabul etmek, kendi otoritesine dayanılmadan hiç
kimseye otorite tanımayan Allah'ın hâkimiyetine girebilmek için, yalnız O'na
boyun eğmektir.
Cahiliye sisteminde
"ibadet"in anlamı da daraltılır. Öyle ki, ibadet, sadece dar anlamda
ibadet niteliği taşıyan eylemlerin sunulması ile sınırlandırılır. Buna bağlı
olarak insanlar, ibadet niteliği taşıyan eylemlerini yalnız Allah'a takdim
ettikleri zaman ortaksız olarak Allah'a kulluk ettiklerini sanırlar. Hâlbuki
ibadet terimi bu yozlaştırma girişimlerinden önce "abede" kökünden türetilmiş olması hasebi ile "boyun eğme ve eğilme" anlamlarına
geliyordu. "İbadet niteliği taşıyan eylemler" ise, boyun eğmenin ve
eğilmenin görünümlerinden sadece birisini oluştururlar. Boyun eğme gerçeğinin
bütün boyutlarını ve tüm görünümlerini kapsayamazlar.
Cahiliye, belli bir zaman
dilimi veya belli bir tarih aşaması değildir. Cahiliye, ilahlık anlamının
ibadet anlamının bu şekilde daraltılması demektir. Bu kavramların anlamlarının
daraltılması insanları, kendilerini Allah'ın dininde sandıkları halde şirke
götürür! Nitekim bugün dünyanın bütün ülkelerinde karşılaşılan problem budur.
Bu ülkelerin kapsamında, halkı Müslüman ismi taşıyan ve ibadet nitelikli
eylemlerini Allah için yapan ülkeler de vardır. Hâlbuki buna rağmen onların
Rabbleri Allah'tan başkalarıdır. Zira
onların gerçek Rabbi, otoritesi ve yasası ile onlara hükmeden kimsedir. Kendisine boyun eğdikleri, emrine ve
yasağına teslim oldukları, kendileri için çıkardığı yasalarına uydukları kimsedir.
İnsanlar böyle yapmakla bu ilahlara ibadet etmiş olurlar. Nitekim Peygamberimiz
bir hadisinde buyurmuştur ki: "Kendileri de onlara uydular. İşte bu,
onlara ibadet etmeleridir." (Adiy b. Hatem tarafından rivayet edilen bu
hadisi Tirmizi, Sünen almıştır.)
İbadetin bu anlamını
pekiştirmek amacı ile, aynı surede şu ayet de yer almaktadır:
"De
ki; Baksanıza Allah'ın size gönderdiği rızıklara? Bunların bir bölümünü haram
ve bir bölümünü de helal saydınız. De ki; Bu konuda Allah mı size izin verdi,
yoksa O'na iftira mı ediyorsunuz?"
Bugün bizim içinde
bulunduğumuz durum, yüce Allah'ın kendilerine şu şekilde hitap ettiği eski
cahiliye halkının durumundan hiç de farklı değildir:
"İşte budur Rabbiniz
olan Allah; o halde O'na kulluk ediniz. Bunlar
üzerinde düşünüp ders almaz mısınız?"
O'na ibadet ediniz.
Kendisine hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Çünkü hepiniz O'na döneceksiniz. O'nun
huzurunda hesap vereceksiniz. Mü'minleri de, kâfirleri de, durumlarına göre
cezalandıracak olan O'dur.
Yalnız O'na döneceksiniz.
O'na koştuğunuz ortaklara ve aracılara değil. Yüce Allah söz vermiştir. O'nun
sözünde değişiklik ve gecikme olmaz. Çünkü ölümden sonra diriliş, yaratmanın
tamamlayıcı uzantısıdır.
"O, iman edip iyi
amel işleyenleri adalet uyarınca
ödüllendirmek için insanları önce hiç yoktan yaratır, sonra da onları yeniden
diriltir. Kâfirlere gelince, gerçekleri inkâr ettiklerinden dolayı onları
kaynar sudan oluşmuş bir içki ile acıklı bir azap beklemektedir."
Ceza
ve mükâfatta adalet, yaratma ve yeniden diriltmenin amaçlarından biridir. İman
edip iyi amel işleyenleri adalet uyarınca ödüllendirmek için, "Acısız
lezzetin, hemen arkasından üzüntü getirmeyen nimetin içinde olmak, yaradılışın
ve yeniden dirilişin amaçlarından biridir. Bu, insanın olgunluk açısından
ulaşabileceği zirve noktasıdır. İnsanlık bu yeryüzünde, zorluklarla ve
üzüntülerle iç içe bulunan hiçbir lezzeti, üzüntüsüz veya kendisini izleyen
acılardan uzak olmayan bu dünya hayatında böyle bir şeye ulaşamaz. Gerçi insan,
ruhun tertemiz zevklerine, lezzetlerine ulaşabilir. Bu ise, çok az insanın
eline geçer. Bu dünya hayatında hiçbir
pürüz olmasa dahi, bu nimetin sona ereceği bilinci yalnız başına bir eksiklik
olarak yeterdi ve onun mükemmel oluşuna engel olurdu. Buna göre insanlık,
bu yeryüzünde kendisi için belirlenen en yüksek derecelere ulaşamaz. İnsanlığın
ulaşabileceği en yüksek derece, eksiklikten, zaaftan ve bunların kötü
sonuçlarından kurtulmaktır. Üzüntüsüz, korkusuz kaybetme endişesi ve sona eriş ıstırabı
çekmeden bu hayatın nimetlerinden yararlanmaktır. İnsan bütün bunların hepsine cennette kavuşacaktır. Nitekim Kur'ana
Kerim, cennetin mükemmel ve kuşatıcı nimetlerinden bu şekilde söz etmektedir.
Hiç kuşkusuz, yaradılışın ve dirilişin amaçlarından biri, doğru yolda giden
insanları hayatın tutarlı yasalarına ve evrenin kanunlarına uyanları,
insanlığın en üstün derecelerine ulaştırmaktır.
Kâfirler
ise, bu yasaya aykırı davrandılar. İnsanlığı kemale erdiren
yolda yürümediler. Aksine ondan uzaklaştılar. Bu ise, değişmez yasaların gereği
olarak, onların olgunluk derecesine ulaşmalarını engellemiştir. Zira onlar
olgunluk yasasına yanaşmadılar. Nasıl
ki, bir hasta bedensel sağlık yasalarına aykırı hareket etmekle, bu yanlış
hareketinin cezasını çekiyorsa, onlar da bu sapıklıklarının cezasını
çekeceklerdir. Hasta, cezasını hastalık ve zayıflama ile çeker. Onlar da
cezalarını, uçuruma yuvarlanmak ve gerisin geriye gitmek şeklinde çekerler. Onlara,
acısız lezzetlere karşılık, lezzetsiz acılar vardır.
Her şeyin kendisine
döneceği, cezalandırma ve ödüllendirme yetkisini elinde bulunduran tek Allah'a
ibadeti öngören, Allah'ın göklerin ve yerin yaradılışındaki ayetleri üzerinde
biraz durduktan sonra, Kur'an'ın akışı, tekrar varlığı ve büyüklüğü ile
göklerden ve yerden hemen sonra gelen diğer evrensel ayetlere dönüyor:
“O, güneşi ışık kaynağı ve ayı aydınlık
yaptı; yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz diye, ay için farklı
doğuş noktaları belirledi. Allah bunları mutlaka bir gerçeğe, bir sebebe dayalı
olarak yarattı. O, bilen kimselere ayetlerini ayrıntılı biçimde anlatır.”