26 Şubat 2014 Çarşamba

Yûnus Sûresi 7-10 Âyetleri S. Kutub Tefsiri


7-8 Bizimle karşılaşacaklarını beklemeyenler, dünya hayatından hoşnut olup bu hayatla yetinenler ve ayetlerimizin farkında olmayanlar var ya; işte bunların varacakları yer, işlediklerinin karşılığı olarak cehennemdir.

9- İman edip iyi ameller işleyenlere gelince, Rabbleri onları imanları sayesinde doğru yola iletir, nimet cennetlerinde onların altlarından nehirler akar.

10- Onların oradaki çağrıları, "Allah'ım! Sen noksan sıfatlardan uzaksın", birbirlerine yönelik iyilik dilekleri, "selâm" ve son çağrıları da, "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun" sözleridir.


Evrenin etkileyici düzeni üzerinde durarak, bu evreni yaratan ve idare eden bir sahibi olduğunu düşünmeyenler, ahiretin, bu düzenin kaçınılmaz zaruretlerinden biri olduğunu, orada hakkın yerini bulacağını ve adaletin gerçekleşeceğini, ayrıca insanların orada en yüce ufuklarına kavuşacaklarını anlayamazlar. Bu nedenle onlar, Allah'ın huzuruna çıkarılmayı da beklemezler. Bu temel yanlışlıklarının sonucu olarak eksikliklerine ve basitliklerine rağmen dünya hayatına takılıp kalırlar, ona razı olurlar. Dünya hayatına bütünü ile dalarlar, bu hayatın hiçbir eksikliğine karşı çıkmazlar. İşledikleri iyiliklerin ödülünü almadan ve kötülüklerinin cezasını tam olarak çekmeden, bir insan olarak varmaları planlanan olgunluğa ulaşmadan bırakıp gidecekleri bu dünya hayatının insan için son amaç olmaya elverişli olmayacağını anlayamazlar. Dünyanın sınırlarına takılmak ve onları benimsemek, insanları sürekli olarak uçuruma doğru sürükler. Çünkü bu durumda onlar, başlarını yukarı kaldıramazlar. Göklerini ufuklara dikemezler. Allah'ın kalbi uyaran, duyarlılığı arttıran, öğrenmeye ve olgunluğa hazırlayan evrensel ayetlerinden habersiz olarak sürekli biçimde başlarını ve gözlerini bu yeryüzüne ve onun üzerindeki değerlere dikerler! “İşte bunların varacakları yer, işlediklerinin karşılığı olarak cehennemdir."

Ne kötü bir sığınak, ne kötü bir varış yeri! Karşı tarafta, iman edenler ve iyi işler yapanlar yer almaktadır. İman edenler ve bu dünya hayatından daha önemli, daha değerli bir hayatın olduğunu kavrayanlar... Bu imanın gereği olarak iyi işler yapanlar... Allah'ın iyi işlerin yapılmasına ilişkin emrini olduğu gibi yerine getirenler... Güzel olan ahireti bekleyenler... Ki, bu güzel ahiretin yolu da, iyi işler yapmaktır... Evet işte "Rabbleri onları imanları sayesinde doğru yola iletir."

Kendilerini Allah'a bağlayan bu imanları nedeniyle, onları iyi işlere yöneltecektir. Doğru yolu görmelerini sağlayacaktır. Vicdanlarının duyarlılığından ve takvasından bir ilham ile onları iyi şeylere iletecektir. İşte bunlar cennete gireceklerdir: "Onların altlarından nehirler akar." Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da su bereketin, kana kana içmenin, gelişmenin ve hayatın sembolü olarak kabul edilecektir.

Bu cennette onların arzuları nelerdir? Uğraşları nedir? Gerçekleşmesini istedikleri dilekleri nelerdir? Onların arzuları, mal elde etmek ve meşhur olmak değildir. Uğraşları, rahatsız eden şeyleri başlarından savmak, bir menfaat elde etmek değildir. Onlar, tüm bunların kötülüklerinden kurtulmuşlardı ve bununla yetinmişlerdir. Onların bu tür bir ihtiyaçları yoktur. Allah'ın kendilerine bahşettiği şeyler onlara yetmiştir. Onlar bu tür uğraşların ve arzuların çok üstüne çıkmışlardır. En belirgin nitelikleri haline gelen başlıca uğraşları, dualarıdır. Bu da başta, Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih etmeleri, işin sonunda Allah'a şükretmeleridir. Bu ikisi arasında, ya birbirlerine ya da kendileri ile Rahman'ın melekleri arasında gerçekleşen selamı yer almaktadır: Onların oradaki çağrıları, "Allah'ım sen noksan sıfatlardan uzaksın", birbirlerine yönelik iyilik dilekleri, "selâm" ve son çağrıları da, "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun" sözleridir.

Bu dünya hayatının arzularından ve uğraşlarından kurtuluştur. Bu hayatın zaruretlerinin ve ihtiyaçlarının üzerine çıkmaktır. Allah'ı razı etmenin, O'nu noksan sıfatlardan tenzih etmenin, O'na övgüler düzmenin ve O'nun himayesinde huzura ermenin ufuklarında kanat çırpmaktır. İşte insanların olgunluğuna lâyık olan ufuklar bunlardır.


Bundan sonra Kur'an'ın devam eden akışı, müşriklerin Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- meydan okumaları, Peygamber'den kendilerini tehdit ettiği cezayı hemencecik getirmesini istemelerini ele alıyor. Kur'an, bu cezanın belirlenmiş bir süreye kadar ertelenmesinin Allah'ın bir hikmeti ve rahmeti olduğunu açıklıyor. Bir musibet başlarını sardığında onların nasıl hareket ettiklerini gözlerinin önüne seriyor. Orada fıtratlarının cahili tortulardan arındığını ve yüce yaratıcılarına yöneldiğini, başlarını saran bu beladan kurtulduklarında aşırı gidenlerin tekrar eski aldırmazlık haline dönüş yaptıklarını belirtiyor. Kendilerine varis oldukları milletlerin acı akıbetlerini de hatırlatıyor onlara. Kendilerinin de bu acı akıbete benzer bir cezaya çarptırılabileceklerini gösteriyor. Dünya hayatının ancak bir sınav olarak yaşandığını, bu hayattan sonra cezası veya ödülünün verileceğini açıklıyor:

23 Şubat 2014 Pazar

Yûnus Sûresi 5-6 Âyetleri S. Kutub Tefsiri


5- O, güneşi ışık kaynağı ve ayı aydınlık yaptı; yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz diye ay için farklı doğuş noktaları belirledi. Allah bunları mutlaka bir gerçeğe, bir sebebe dayalı olarak yarattı. O bilen kimselere ayetlerini ayrıntılı biçimde anlatır.

6- Gece ile gündüzün birbirini kovalamasında ve Allah’ın gökler ile yerde yarattığı varlıklarda, O'ndan korkan kimseler için birçok ibret dersleri vardır.



“O, güneşi ışık kaynağı ve ayı aydınlık yaptı; yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz diye, ay için farklı doğuş noktaları belirledi. Allah bunları mutlaka bir gerçeğe, bir sebebe dayalı olarak yarattı. O, bilen kimselere ayetlerini ayrıntılı biçimde anlatır.”

Bunlar, evrenin apaçık sahnelerinden iki tanesidir. Fakat biz uzun süre kendilerine alıştığımız için, onların farkına varmıyoruz. Sürekli tekrarlandıkları için, onların kalbimiz üzerindeki etkisini yitiriyoruz. Yoksa insan, ilk defa güneşin doğuşunu seyretse, ilk defa battığını görse, ayın ilk defa doğduğunu, ilk defa battığını görse nasıl ürpermez, dehşete kapılmaz?

Bunlar sürekli tekrarlanan alıştığımız iki sahnedir. Kur'an dikkatimizi onların üzerine çeviriyor. Böylece duygularımızda ilk görmenin ciddiyetini hissettirmek, kalplerimizde canlı ilk bakışın duygularını diriltmek, tekrarın kanıksattığı-uyuşturduğu düşünceyi harekete geçirmek, onların yaradılışlarında ve oluşum biçimlerinde gözüken sağlam iradeyi görmemizi sağlamak ister.

"O, güneşi ışık kaynağı yaptı." Orada alevler vardır.
"Ayı aydınlık yaptı."Orada aydınlık vardır.
"Ay için farklı doğuş noktaları belirledi."

Her gece bir noktada, özel bir şekilde konaklar. Bu, ayda çıplak gözle görülebilmektedir. Bu konuda, uzmanların dışında hiç kimsenin bilemeyeceği astronomi bilgisine sahip olmaya gerek yoktur.

Bugün halâ bütün insanlar zamanlarını, takvimlerini güneşe ve aya göre ayarlamaktadırlar. Bunların hepsi boşuna mıdır? Bunların hepsi dayanaksız mıdır? Bunların hepsi rastgele mi olmuştur?

Hayır, bu düzenin tamamı, bu ahengin tamamı, hiçbir hareketin gecikmesine yer vermeyen bu kadar ince hesaplar, evet hepsi boşu boşuna, asılsız ve geçici bir rastlantı olarak değerlendirilemez:

Allah bunları mutlaka bir gerçeğe, bir sebebe dayalı olarak yarattı.

Temelini oluşturan dayanağı gerçek, vasıtaları gerçek, gayesi gerçektir. Gerçek ise, köklüdür, kendisine özgü bir ağırlığı vardır, değişmez! Gerçeği gösteren bu özellikler ise, açıktır, süreklidir ve her zaman geçerlidir.

O, bilen kimselere ayetlerini ayrıntılı biçimde anlatır.

Burada sunulan sahneleri, o sahnelerin ve manzaraların arkasında gizli olan idareyi kavramak için ilim sahibi olmak gerekir.

Göklerin ve yerin yaradılışında; güneşin ışık, ayın aydınlık kılınmasında, farklı doğuş noktaları tayin etmek suretiyle gece ve gündüz olayının meydana getirilmesinde ibretler vardır. Gerçekten de kalbini, bu ilginç evrenin sahnelerindeki ve olaylarındaki imajlara açanlar için gece ve gündüz olayı cidden etkili bir olaydır:

Gece ile gündüzün birbirini kovalamasında ve Allah'ın gökler ile yerde yarattığı varlıklarda, O'ndan korkan kimseler için birçok ibret dersi vardır.

Gece ile gündüzün değişikliği, arka arkaya gelmeleridir. Bu aynı zamanda onların uzaması-kısalması anlamına gelebilir, her ikisi de gözler önünde gerçekleşen olaylardır. Fakat görme alışkanlığı, onların duygular üzerindeki etkisini azaltabilmektedir. Ancak manevi duygularımızın uyanık olduğu, vicdanımızın doğuşlarına ve batışlarına heyecanla yöneldiği anlarda, doğuşlarda ve batışlarda meydana gelen harika olayları, bu evrene yeni gelmiş bir insanın dikkati ile inceleyebiliriz. Bu sırada insan, yeni meydana gelen bütün olaylara açık bir göz ve aktif bir duyarlılıkla yönelir. İşte bu kısa zaman dilimleri, insanın gerçek anlamda tam anlamı ile yaşadığı anlardır. Bu anlar, alışkanlığın insanın alıcı verici cihazlarında meydana getirdiği kireçlenmenin söküldüğü anlardır.

Eğer insan bir an için durup, "Allah gökler ile yerde yarattığı varlıklarda" ayetindeki gerçekleri gözetlese, haddi hesabı olmayan çeşitleri, türleri, biçimleri, durumları, sistemleri ve şekiller ile bunca varlıkları gözden geçirirse, evet gerçekten insan bir an için bunları seyretse duygulanır, hayatı boyunca kendisine yetecek derecede gözü dolar, taşar. Bu olaylar, yaşadığı müddetçe onu muhakeme, düşünce ve etkisinde kalma ile meşgul eder. Göklerin, yerin ve her ikisinin yaradılışı ve ilginç biçimdeki oluşturulmaları, bu şekilde sunulmaktadır. Bunlar, insanın kalbine hızlı birtakım sinyaller verir ve bunları kaydetmesi için onu serbest bırakır. Bütün bunlarda; "O'ndan korkan kimseler için birçok ibret dersleri vardır."

Onların kalplerini, kendine özgü olan bu özel duyarlılık, yani takvaya dayalı duyarlılık harekete geçirir. Takvaya dayalı olan bu duyarlılık, onların kalplerini yumuşatır, coşturur. Çabuk etkilenmelerini sağlar. Kudretin tecellilerine, üstün yaradılışın manzaralarına, gözlere ve kulaklara sunulan yaradılış mucizelerine hemen cevap verebilmelerine zemin hazırlar.

İşte bu, Kur'an'ın, insanın fıtratına bu evrende, onun etrafına serpiştirilen Allah'ın evrensel ayetleri ile hitap etmede kullandığı metottur. Yüce Allah, bu ayetler ile insan denen varlığın fıtratı arasında özel bir iletişim ve duyulabilen mesajların olduğunu bildirmektedir!

Kur'an metodu, asrısaadetten sonraları kelamcılar ve filozoflar arasında yaygınlık kazanan diyalektik yöntemine başvurmamıştır. Çünkü yüce Allah, bu yöntemin kalplere ulaşamadığını, hiçbir harekete sürüklemeyeceğini, zihnin soğuk alanı dışına çıkamayacağını çok iyi biliyordu. Soğuk bir zihinde meydana gelen bir kımıldama, çok kısa bir zaman sonra havada uçuşup kaybolur!

Fakat Kur'an metodunun bu yönteme bağlı olarak sunduğu deliller, hem kalbi, hem de aklı ikna eden en güçlü delillerdir. Zaten Kur'an'ın kullandığı delillerin özelliği de budur. Her şeyden önce bu evrenin varlığının kendisi ve ikinci olarak bu evrenin düzenli, ahenkli ve disiplinli hareketi... İnsanlar tarafından keşfedilmeden önce bile tesir gücüne sahip oldukları apaçık olan yasalar tarafından disiplin altında tutulan değişmeler ve gelişmeler... Evet, bütün bu olayları, idare eden bir gücün varlığı düşünülmeden açıklayabilmek mümkün değildir.

Bunda şüphe edenler, gerçekten de sağlıklı bir delil sunamıyorlar. Onlar, “Evren işte bu şekilde, kendi kanunları ile var olmuştur. Onun varlığını bir nedene bağlamak gerekmez. Onun varlığı, kanunlarını da kapsamına alır!" demekten öteye gidemiyorlar. Eğer bu sözler gerçekten anlaşılan veya akla uygun olan sözler ise, pes doğrusu!

Bu söz, Avrupa'da Allah'tan kaçmak için kullanılıyordu. Çünkü onların kiliseden kaçışları, Allah'tan da kaçmalarını gerektirmiştir! Sonraları bu söz, şurada-burada gündeme gelmeye başladı. Çünkü bu, Allah'ın ilahlığını kabul etmenin zorunlu olan şartlarından kurtulmalarının vasıtasıydı. Zira eski cahiliyelerde müşriklerin büyük çoğunluğu Allah'ın varlığını kabul ediyordu. Fakat O'nun Rububiyetinde şüphe ediyorlardı. Kur'an'ın, ilk olarak muhatap aldığı Arap cahiliyesinde bunun bir örneğini görmüştük. Kur'an'ın kesin delili, onların kendi mantıkları ve Allah'ın varlığına ve sıfatlarına ilişkin inançları ile kuşatıyordu. Aynı mantık gereği olarak onlardan yalnız Allah'ı ilah olarak kabul etmelerini, hem ibadet niteliği taşıyan eylemlerde, hem de yasalarda; bağlılık ve itaatleri ile yalnız O'na boyun eğmelerini istiyordu. Yirminci asrın cahiliyesi ise, bizzat ilahlığı kökten reddederek bu mantığın yükünden kurtulmak istemektedir!

Tuhaf olan şudur ki, sözde Müslüman ülkelerde gizli-açık bütün çarelere başvurularak bu yüz kızartıcı kaçışın, bilim ve bilimsellik adına yaygınlaştırılmasıdır!

Deniliyor ki, Gayb’ın, (Metafiziğin-Fizik ötesinin) bilimsel sistemlerde yeri yoktur. İlahlık ile ilgili her şey gaybın kapsamına girer... Kaçaklar, bu arka kapıyı kullanarak Allah'tan kaçmaya çalışıyorlar. Bunlar, Allah’tan korkmuyorlar. Yalnız insanlardan korkuyorlar. Onun için, onların başlarına bu çorabı örmeye çalışıyorlar!

Bugün halâ evrenin varlığı, düzenli, ahenkli ve disiplinli hareketi kesin bir delil olarak dünyanın her yerindeki Allah’tan kaçanları kuşatmaktadır. İnsan fıtratı tümüyle kalp akıl, duyu ve vicdan olarak bu deliller ile karşılaşmakta ve onları benimsemektedir. Kur'an-ı Kerim bu fıtrata tümüyle, en kısa yoldan, en geniş ve en derin çapta hitap etmektedir...


Bütün bu delilleri gördükleri halde Allah'ın huzuruna çıkarılacaklarını beklemeyenler, bu muhkem düzenin zorunlu şartlarından birisinin ahiret hayatının varlığı olduğunu, dünya hayatının son olmadığını, zira bu dünyada insanlığın ideal olan olgunluğuna ulaşmadığını kavrayamayanlar, bunca ayetlerin yanından aldırmadan geçip gidenler, bunlar karşısında kalpleri ile sonlarını değerlendirmeyen ve akılları ile düşünmek için harekete geçemeyenler... Evet, bunlar insanlığın olgunluk yoluna giremezler. Takva sahiplerine söz verilen cennete asla ulaşamazlar. Cennet, ancak iman edenlerin ve güzel amellerde bulunanlarındır. Zira onlar sürekli bir hoşnutluk içinde Allah'ı yüceltmiş ve O'na şükretmişlerdir. Dünyanın kötülüklerinden ve basitliklerinden kurtulmuşlardır.

19 Şubat 2014 Çarşamba

Yûnus Sûresi 3-4 Âyetleri S. Kutub Tefsiri


3- Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı aşamada yarattı; sonra Arş'a kuruldu, (O) her işi tasarlıyor ve çekip çeviriyor. O, izin vermedikçe hiç kimse aracılık (şefaat) edemez. İşte budur Rabbiniz olan Allah; o halde O'na kulluk ediniz; bunlar üzerine düşünüp ders almaz mısınız?

4- Sonunda hepiniz O'na döneceksiniz. Bu Allah'ın kesinlikle gerçekleşecek bir vaadidir. O, iman edip iyi ameller işleyenleri adalet uyarınca ödüllendirmek için insanları önce hiç yoktan yaratır, sonra da onları yeniden diriltir. Kâfirlere gelince, gerçekleri inkâr ettiklerinden dolayı onları kaynak sıvıdan oluşmuş bir içki ile acıklı bir azap beklemektedir.


İşte bu inanç sisteminde, en büyük ve en köklü meseleyi rububiyet (Rabb olma) meselesi oluşturmaktadır... Çünkü ulûhiyet (ilah olma) meselesi müşrikler tarafından ciddi bir şekilde inkâr konusu olmamıştır. Onlar Allah'ın varlığına inanıyorlardı. Zira insanın fıtratı, aşırı bir şekilde saptığı çok az rastlanan haller dışında, bu evrenin bir ilahının varlığına inanmadan edemez. Fakat bu evrenin bir ilahı olduğuna inanan müşrikler, Allah ile beraber başka ilahları da O'na ortak koşuyorlar, ibadetleriyle onlara yöneliyorlardı. Bu ortak koşulan varlıklar kendilerini, Allah'a yaklaştıracak ve Allah katında kendilerine şefaatçi olacaklar diye onlara tapıyorlardı. Bunun yanında kendileri rububiyetin özelliklerini kullanıyorlar, Allah'ın izin vermediği şeyleri kendilerine kanun yapıyorlardı.

Kur'an-ı Kerim ulûhiyet ve rububiyet konusunda, kuru zihinsel tartışmalara girmez. Doğrudan doğruya herkesin anlayabileceği normal ve net fıtri ifadelerle insanın fıtratına seslenir. Daha sonraları, Yunan mantığı ve Grek felsefesinin etkisiyle yaygınlık kazanan metodu kullanmaz.

Gökleri, yeri ve içindeki varlıkları yaratan, güneşi ışık, ayı aydınlık yapan ve O'na konaklar belirleyen, gece ile gündüz arasındaki farklılığı takdir eden Allah'tır... Eğer bilinçli bir biçimde düşünülürse, bu apaçık tabiat olayları insanların duygularını harekete geçirir ve kalplerini uyandırır. Bu evreni yaratan ve idare eden yüce Allah’tır. Ve insanların kendisine kulluk yaparak boyun eğmeleri ve yarattığı varlıklardan hiçbirini O'na ortak koşmamaları gereken tek ilan (Rabb) Allah’tır. Bu mesele gerçekten hiçbir zihni çabaya ihtiyaç duymayacak, zihnin kuru ve soğuk bir biçimde geveleyip durduğu, bir kere dahi olsa insanın kalbini ferahlatmayan, vicdanını harekete geçirmeyen tartışmalara dayalı araştırmaların ardına düşmeye yer bırakmayacak kadar mantıklı, canlı ve realiteye dayalı net bir mesele değil midir?

Bu koca evren, gökler ve yeryüzü, güneş, ay, gece ve gündüz ile göklerde ve yerdeki yaratıklar, milletler, nesiller, bitkiler, kuşlar, hayvanlar ve yasalar ile bir bütün olarak bu tek gerçeğe, (Rububiyet’e) bağlı olarak işlemektedir.

İşte bütün karanlığı ve yüksekliği ile geniş alanları kuşatan, görülen ve görülmeyen, ufak tefek hareketlerin dışında her şeyi sükûnete kavuşturan bu gece... Gecenin karanlığını neşeli bir çocuğun gülümsemesini andıracak biçimde yaran bu şafak... Sabahın kendisi ile nefes aldığı, hayata ve canlılara yeni bir canlılık getiren bu hareket... İnsanların durduğunu sandığı, oysa hareket halinde olan ve yumuşak bir şekilde akıp giden bu gölge... Hiçbir hal üzere durmayan sürekli gidip-gelen, hoplayıp zıplayan bu kuş... Hiç durmadan sürekli gelişmeye ve yaşamaya çalışan şu bitki... Bir atılım ve geri çekilme içinde gidip gelen bu yaratıklar... Sürekli biçimde üreten bu rahimler ve onların ürettiklerini yutan kabirler... Her şeye rağmen hayat Allah'ın dilediği biçimde yoluna devam etmektedir.

Bu yığınlarca tablolar ve gölgeler, örnekler ve şekiller, hareketler ve durumlar, gidişler ve gelişler, eskime ve yenilenme, çürüme ve gelişme, doğumlar ve ölümler, bu müthiş evrenin içinde gece ve gündüz boyunca bir an dahi durmayan ve ayrılmayan sürekli hareket…

Bütün bu olaylar uyanık bir kalp ile evrenin olaylarında ve derinliklerinde serpiştirilen ayetleri seyretmeye açık bir yaklaşım ile izlendiğinde, insanın bünyesinde yer alan muhakemeye, düşünmeye ve etkilenmeye yarayan bütün güçleri harekete geçirirler... Kur'an-ı Kerim de, bu tablolar ve ayetler yığını karşısında kalbin uyanmasını, aklın düşünmesini sağlamayı doğrudan hedef alır.

"Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde (aşamada) yarattı."

Gerçekten ilahlık hakkına sahip olan ve tapılmayı hak eden Rabbiniz, Gökleri ve yeri yaratan ve onları eksiksiz bir plan, hikmet ve idare ile yöneten Allah'tır.

Bu evrenin oluşumu, hazırlanışı ve koordinasyonu Allah'ın iradesine bağlı olarak ve O'nun hikmeti gereğince altı günde gerçekleşmiştir.

Biz burada bu altı günün ne anlama geldiğini açıklama çabasına girmeyeceğiz Çünkü bu altı gün, burada sürelerini ve çeşitlerini belirlemeye yönelmemiz için söz konsu edilmemiştir. Bu yaradılışın amacının ve bu amaca ulaşma hazırlığının gereği olarak yaradılışta gözetilen planın ve idarenin hikmetini açıklamak için söz konusu yapılmıştır.

Bu altı gün; kendisinin dışında başka hiçbir kaynaktan bilgi alınmaması gereken yalnız yüce Allah'ın bildiği gayb konularından biridir. Biz bu konuda bize bildirilenlerle yetinip bu sınırları aşmamalıyız. Bu altı günün burada söz konusu edilmesinin amacı, bu evrene başından sonuna kadar egemen olan, planlama, idare ve düzenin hikmetine dikkat çekmektir.

"Sonra Arş'a kuruldu."

Arş üzerine istiva; sabit, köklü, üstün egemenlik makamından kinayedir. Bu, insanın anlayabileceği, kavramları kendileri ile sembolize edebileceği bir dildir. Kur'an’ı Kerim olayları tasvir ederken bu metodu kullanır. Biz bu konuyu, ‘Kur'an'da Edebi Tasvir’ kitabımızın, ‘Zihinde Arılandırma ve Somutlaştırma’ bölümünde detaylı olarak açıkladık.

Bu ayette geçen "sonra" kelimesi, zaman aşımını ifade etmez. Manevi olan uzaklığı ifade eder. Burada zamanın hiçbir etkisinden söz edilemez. Yüce Allah'ın, daha önce olmadığı halde sonradan meydana gelen hiçbir halinden ve durumundan söz edilemez. Yüce Allah, yer ve zamanla ilgili olaylardan, değişimlerden münezzehtir. Onun içindir ki, biz burada ‘sonra’ kavramının manevi uzaklık anlamında olduğunu kesin söyleyebiliriz. Biz böyle söylerken, insan aklının hüküm verebileceği ve kesin karar verebileceği güven bölgesinin sınırlarını aşmadığımızdan eminiz. Çünkü biz bu konuda yüce Allah'ın; durumdan duruma, şekilden şekile geçmekten, yerin ve zamanın şartlarına ayak uydurmaktan münezzeh olduğu ana ilkesine dayanıyoruz.

"Her şeyi tasarlıyor ve çekip çeviriyor."

Başlarını ve sonlarını belirler. Durumlarını ve şartlarını uygun biçimde koordine eder. Sebeplerini ve sonuçlarını sıraya dizer. Adımlarına, aşamalarına ve varacakları sonuca hükmedecek olan değişmez yasayı belirler.

"O, izin vermedikçe hiç kimse aracılık (şefaat) edemez."

Her şeyin dizgini O'nun elindedir. Her şeye hükmetme yetkisi O'nundur. Allah katında yakınlaşmayı sağlayacak şefaatçiler (yardımcılar) yoktur. Yaratıklarından hiçbiri, Allah, kendi idaresi ve planına uygun olarak ona şefaat izni vermeden, şefaat edemez. Kişinin şefaate hak kazanması, iman etmek ve iyi işler yapmak ile gerçekleşir. Şefaatçileri aracı kılmakla değil... Böyle bir anlayış, müşriklerin, heykellerine taptıkları meleklerin Allah katında reddedilmeyecek şefaatleri olacağı şeklindeki inançlarını saf dışı etmektedir!

İşte her şeyi yaratan, idare eden ve onlara hükmeden, izni olmadan hiç kimsenin katında şefaat edemeyeceği Allah...

"İşte budur Rabbiniz olan Allah. O halde O'na kulluk ediniz."

Sadece O, bağlanmaya lâyıktır, başkaları değil...

"Bunlar üzerinde düşünüp ders almaz mısınız?"

Mesele fazla açıklamaya gerek duymayacak kadar kesin ve açıktır. Sadece bu bilinen gerçeği hatırlatmak yeterlidir.

Göklerde ve yerde ilahlığın delillerini sunduktan sonra yüce Allah'ın şu sözü üzerinde duralım:

"İşte budur Rabbiniz olan Allah, o halde O'na kulluk ediniz."

Daha önce, ilahlık meselesinin müşrikler tarafından ciddi biçimde inkâr konusu yapılmadığını, yüce Allah'ın yaratan, rızık veren, dirilten, öldüren, idare eden, tasarrufta bulunan ve her şeye gücü yeten ilah olduğunun inkâr edilmediğini belirtmiştik. Fakat onlar, bir ilahın varlığını kabul etmelerinin sonucunda yapılması gerekenleri yapmıyorlardı. Allah'ın ilahlığını bu düzeyde kabul etmelerinin gereği olarak, kendi hayatlarında yalnız O'na rububiyet hakkı tanımaları gerekirdi. Allah'ın rububiyetini kabul etmek, yalnız O'na bağlanmakla somutlaştırılabilir. İbadet niteliği taşıyan bütün eylemlerini yalnız O'na takdim etmeleri ve bütün işlerinde O'ndan başkasını hâkim kabul etmemeleri gerekirdi.

İbadet, kulluk yapmaktır. Kulluk da, boyun eğmektir. Bu da bağlılık ve itaattir. Bununla beraber yüce Allah'ı, tüm bu özelliklerde eşsiz kabul etmektir. Çünkü bu itaat, uluhiyeti (ilahlığı) kabul etmenin kaçınılmaz şartlarından birisidir.

Bütün cahili sistemlerde ilahlık sahası dar alanlara sıkıştırılır, insanlar bir ilahın varlığını kabul etmekle iman ettiklerini, insanların Allah'ın kendi ilahları olduğunu kabul ettiklerinde, ilahlığın şartlarına yani rububiyete bağlılık göstermeden hedefe ulaşacaklarını sanmaya başlarlar... Rububiyet ise, kendisinden başka Rabb bulunmayan Allah'ı, Rabb olarak kabul etmek, kendi otoritesine dayanılmadan hiç kimseye otorite tanımayan Allah'ın hâkimiyetine girebilmek için, yalnız O'na boyun eğmektir.

Cahiliye sisteminde "ibadet"in anlamı da daraltılır. Öyle ki, ibadet, sadece dar anlamda ibadet niteliği taşıyan eylemlerin sunulması ile sınırlandırılır. Buna bağlı olarak insanlar, ibadet niteliği taşıyan eylemlerini yalnız Allah'a takdim ettikleri zaman ortaksız olarak Allah'a kulluk ettiklerini sanırlar. Hâlbuki ibadet terimi bu yozlaştırma girişimlerinden önce "abede" kökünden türetilmiş olması hasebi ile "boyun eğme ve eğilme" anlamlarına geliyordu. "İbadet niteliği taşıyan eylemler" ise, boyun eğmenin ve eğilmenin görünümlerinden sadece birisini oluştururlar. Boyun eğme gerçeğinin bütün boyutlarını ve tüm görünümlerini kapsayamazlar.

Cahiliye, belli bir zaman dilimi veya belli bir tarih aşaması değildir. Cahiliye, ilahlık anlamının ibadet anlamının bu şekilde daraltılması demektir. Bu kavramların anlamlarının daraltılması insanları, kendilerini Allah'ın dininde sandıkları halde şirke götürür! Nitekim bugün dünyanın bütün ülkelerinde karşılaşılan problem budur. Bu ülkelerin kapsamında, halkı Müslüman ismi taşıyan ve ibadet nitelikli eylemlerini Allah için yapan ülkeler de vardır. Hâlbuki buna rağmen onların Rabbleri Allah'tan başkalarıdır. Zira onların gerçek Rabbi, otoritesi ve yasası ile onlara hükmeden kimsedir. Kendisine boyun eğdikleri, emrine ve yasağına teslim oldukları, kendileri için çıkardığı yasalarına uydukları kimsedir. İnsanlar böyle yapmakla bu ilahlara ibadet etmiş olurlar. Nitekim Peygamberimiz bir hadisinde buyurmuştur ki: "Kendileri de onlara uydular. İşte bu, onlara ibadet etmeleridir." (Adiy b. Hatem tarafından rivayet edilen bu hadisi Tirmizi, Sünen almıştır.)

İbadetin bu anlamını pekiştirmek amacı ile, aynı surede şu ayet de yer almaktadır:

"De ki; Baksanıza Allah'ın size gönderdiği rızıklara? Bunların bir bölümünü haram ve bir bölümünü de helal saydınız. De ki; Bu konuda Allah mı size izin verdi, yoksa O'na iftira mı ediyorsunuz?"

Bugün bizim içinde bulunduğumuz durum, yüce Allah'ın kendilerine şu şekilde hitap ettiği eski cahiliye halkının durumundan hiç de farklı değildir:

"İşte budur Rabbiniz olan Allah; o halde O'na kulluk ediniz. Bunlar üzerinde düşünüp ders almaz mısınız?"

O'na ibadet ediniz. Kendisine hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Çünkü hepiniz O'na döneceksiniz. O'nun huzurunda hesap vereceksiniz. Mü'minleri de, kâfirleri de, durumlarına göre cezalandıracak olan O'dur.

Yalnız O'na döneceksiniz. O'na koştuğunuz ortaklara ve aracılara değil. Yüce Allah söz vermiştir. O'nun sözünde değişiklik ve gecikme olmaz. Çünkü ölümden sonra diriliş, yaratmanın tamamlayıcı uzantısıdır.

"O, iman edip iyi amel işleyenleri adalet uyarınca ödüllendirmek için insanları önce hiç yoktan yaratır, sonra da onları yeniden diriltir. Kâfirlere gelince, gerçekleri inkâr ettiklerinden dolayı onları kaynar sudan oluşmuş bir içki ile acıklı bir azap beklemektedir."

Ceza ve mükâfatta adalet, yaratma ve yeniden diriltmenin amaçlarından biridir. İman edip iyi amel işleyenleri adalet uyarınca ödüllendirmek için, "Acısız lezzetin, hemen arkasından üzüntü getirmeyen nimetin içinde olmak, yaradılışın ve yeniden dirilişin amaçlarından biridir. Bu, insanın olgunluk açısından ulaşabileceği zirve noktasıdır. İnsanlık bu yeryüzünde, zorluklarla ve üzüntülerle iç içe bulunan hiçbir lezzeti, üzüntüsüz veya kendisini izleyen acılardan uzak olmayan bu dünya hayatında böyle bir şeye ulaşamaz. Gerçi insan, ruhun tertemiz zevklerine, lezzetlerine ulaşabilir. Bu ise, çok az insanın eline geçer. Bu dünya hayatında hiçbir pürüz olmasa dahi, bu nimetin sona ereceği bilinci yalnız başına bir eksiklik olarak yeterdi ve onun mükemmel oluşuna engel olurdu. Buna göre insanlık, bu yeryüzünde kendisi için belirlenen en yüksek derecelere ulaşamaz. İnsanlığın ulaşabileceği en yüksek derece, eksiklikten, zaaftan ve bunların kötü sonuçlarından kurtulmaktır. Üzüntüsüz, korkusuz kaybetme endişesi ve sona eriş ıstırabı çekmeden bu hayatın nimetlerinden yararlanmaktır. İnsan bütün bunların hepsine cennette kavuşacaktır. Nitekim Kur'ana Kerim, cennetin mükemmel ve kuşatıcı nimetlerinden bu şekilde söz etmektedir. Hiç kuşkusuz, yaradılışın ve dirilişin amaçlarından biri, doğru yolda giden insanları hayatın tutarlı yasalarına ve evrenin kanunlarına uyanları, insanlığın en üstün derecelerine ulaştırmaktır.

Kâfirler ise, bu yasaya aykırı davrandılar. İnsanlığı kemale erdiren yolda yürümediler. Aksine ondan uzaklaştılar. Bu ise, değişmez yasaların gereği olarak, onların olgunluk derecesine ulaşmalarını engellemiştir. Zira onlar olgunluk yasasına yanaşmadılar. Nasıl ki, bir hasta bedensel sağlık yasalarına aykırı hareket etmekle, bu yanlış hareketinin cezasını çekiyorsa, onlar da bu sapıklıklarının cezasını çekeceklerdir. Hasta, cezasını hastalık ve zayıflama ile çeker. Onlar da cezalarını, uçuruma yuvarlanmak ve gerisin geriye gitmek şeklinde çekerler. Onlara, acısız lezzetlere karşılık, lezzetsiz acılar vardır.

Her şeyin kendisine döneceği, cezalandırma ve ödüllendirme yetkisini elinde bulunduran tek Allah'a ibadeti öngören, Allah'ın göklerin ve yerin yaradılışındaki ayetleri üzerinde biraz durduktan sonra, Kur'an'ın akışı, tekrar varlığı ve büyüklüğü ile göklerden ve yerden hemen sonra gelen diğer evrensel ayetlere dönüyor:

“O, güneşi ışık kaynağı ve ayı aydınlık yaptı; yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz diye, ay için farklı doğuş noktaları belirledi. Allah bunları mutlaka bir gerçeğe, bir sebebe dayalı olarak yarattı. O, bilen kimselere ayetlerini ayrıntılı biçimde anlatır.”

17 Şubat 2014 Pazartesi

Yûnus Sûresi 1-2 Âyetleri S. Kutub Tefsiri

1- Elif, Lam, Ra. İşte bunlar o hikmet dolu Kitab'ın ayetleridir.


Surenin birinci dersi üç harf ile başlıyor.

Nitekim Bakara, Al-i İmran ve A'raf sureleri de bu türden harflerle başlamışlardı ve biz oralarda bu harflerin yorumu ile ilgili görüşümüzü belirtmiştik. Bu ders, yüklemi "İşte bunlar o hikmet dolu Kitab'ın ayetleridir" cümlesi olan bu harfleri, cümlenin öznesi (cümlenin başı) yaparak başlıyor.

Sonra surenin akışı bir dizi konuyu ele alıyor. Ve burada, "Kitap" kavramının neden hikmet dolu sıfatı ile nitelendirildiği ortaya çıkıyor. Bu konular, insanları uyarması ve Müminleri müjdelemesi için Allah'ın elçisi Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- vahiy göndermesinden, müşriklerin yüce Allah'ın normal bir insana vahyetmesine karşı çıkmalarının reddedilmesinden, göklerin ve yerin yaratılmasından, her ikisindeki işlerin idaresinden tutun da güneşin ışık, ayın aydınlık kılınmasına, insanların senelerin sayılarını bilmelerine ve hesap yapmalarına yardımcı olması için ayın farklı doğuş yerlerinin belirlenmesine, gecenin ve gündüzün yer değiştirmesine ve bu yer değişmelerindeki hikmete ve idareye varıncaya kadar geniş bir alana yayılmıştır.

Evrenin bu ayetlerinin sunuluşundan sonra, bu ayetlere aldırmayan gafillere geçilmektedir. Bunlar her şeyi idare eden Allah'ın huzuruna çıkacaklarına inanmayan kimselerdir. Sonra bu gafilleri bekleyen acı akıbete, bunlara karşı mü'minleri bekleyen sürekli nimetlere geçilmektedir. Kendilerini bekleyen akıbetin neden belirlenen güne kadar ertelendiği, insanların bu dünyada iyiliği istediği gibi, kötülüklerin cezalarının neden hemen verilmediğinin hikmeti belirtilmektedir. Eğer insanların iyiliği elde etmede acele ettiği gibi, kötülüklerinin cezaları da hemen verilmiş olsaydı, ecelleri sona erer ve hiç zaman geçirilmeden günahları yüzünden cezalandırılırlardı.

İşte bu nedenle iyiliği ve kötülüğü karşılama, insan yapısının ve karakterinin nasıl olduğu, başlarına bir bela geldiğinde Allah'a nasıl da yalvardıkları, bu durumdan kurtulduklarında O'nu nasıl unutarak daha önceki hallerinde ısrar ettikleri, aynı yolda giden ve bu yolda belalarını bulan milletlerin acı akıbetlerinden ders almamaları dile getiriliyor!
Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerini Allah'ın dinine davet ettiği Arap toplumu, önceki milletlerin nasıl yok edildiklerini çok iyi biliyorlardı. Fakat buna rağmen peygamberin mesajını yalan sayanlar, ondan bu Kur'an'dan başka bir Kur'an getirmesini veya bir kısmını değiştirmesini istiyorlardı. Kur'an'ın Allah tarafından gönderildiğini düşünmüyor ve anlamaya çalışmıyorlardı. O'nun sabit hikmeti olduğunu, değiştirmeyi kabul etmeyeceğini akıllarına getirmiyorlardı. Allah'ı bırakıp, hiçbir delile dayanmadan, kendilerine ne fayda, ne de zarar veremeyecek olan yaratıklara tapıyorlardı. Allah'tan gelen vahyin bir gereği olarak yalnız Allah'a tapmayı terk ediyorlardı. Yüce Allah'ın Kur'an'daki apaçık ayetlerine bakmadan, evrenin her alanında gözlenen mucizevi ayetlerinden gafil bir şekilde, olağanüstü nitelikli bir harika istiyorlardı.

Sonra insanın rahmeti ve zararı karşılama karakterine dönüş yapıyor. Canlı, hareketli ve etkili sahnelerden birinde, bu karakterin canlı bir örneğini sunuyor. Burada insanlar bir deniz yolculuğunda tasvir ediliyor. Geminin hareket ettiği sırada herkes rahat içinde, fakat daha sonra fırtına kopuyor. Ve her taraftan dalgalar kendilerini kuşatınca durum değişiyor.

Başka bir sahne ise, bu dünya hayatının aldatıcı olduğunu, sönüverişi bir anda gerçekleşecek olan parlaklığı, ışık saçıcılığı somutlaştırılıyor. Bu hayatı yaşayan insanlar onun güzelliklerine kapılıyorlar, kendilerini bekleyen ve bir anda ortaya çıkacak korkunç akıbetten gafil davranıyorlar. Hâlbuki yüce Allah onları saadet yurduna, güven ve huzur diyarına, bir gaflet anında yakalanma korkusu olmayan yurda çağırmaktadır: "İşte biz düşünen kimselere ayetlerimizi böylesine ayrıntılı biçimde açıklarız." (Yunus Suresi, 24) Bunlar Allah'ın yaradılış ile idaredeki hikmetini kavrayan kimselerdir.

Müşriklerin, Allah'ın kendi peygamberine vahyettiğini inkâr ettikleri bu hikmet dolu Kitab'ın ayetleri, bu ve benzeri harflerden meydana gelmektedir. Bu harfler onların elleri altında olduğu halde, onlar bunlardan Kitab'ın ayetlerine benzer ayetler yapamıyorlar, bu acizlikleri onları düşünmeye de sevk etmiyor, kendileri ile peygamber arasındaki yol ayrımının vahiy olduğunu, eğer bu vahiy olmasaydı onun da kendileri gibi, herkesin eli altındaki bu harflerden bir tek ayet bile yapmaktan aciz kalacağım kavrayamıyorlar. Nitekim bu surede Kur'an meydan okuyarak onları bir ayet yapmaya davet ediyor.

"İşte bunlar o hikmet dolu kitabın ayetleridir."

Hikmet dolu olan bu kitap, insanın karakterine, yapısına uygun bir şekilde hitap eder. Bu surede insan tabiatının bazı değişmez ve gerçek yönlerine ışık tutulmaktadır. Bütün kuşaklar boyunca bu tespitlerin doğruluğu kanıtlanmıştır.

Hikmet dolu olan bu Kitap gafilleri uyandırıyor. Onları, Allah'ın evren sayfasında ve bu sayfanın derinliklerinde, yerde ve gökte, güneş ve ayda, gece ve gündüzde... önceki asırlarda yaşamış milletlerin acı akıbetlerinde, onlara gönderilen peygamberlerin kıssalarında ve bu evrendeki Allah'ın yüce kudretinin gizli ve açık belgeleri olan ayetler üzerinde düşünmeye çağırıyor.


2- Bizim aralarında(n) bir kişiye, `insanları uyar' ve `Müminlere, Rabbleri katında sarsılmaz bir derecenin sahibi oldukları müjdesini ver' diye vahyetmemiz insanların tuhafına mı gitti ki kâfirler `Bu adam açık bir büyücüdür' dediler.


Bu soru onların çirkin bir yaklaşımda bulunduklarını göstermektedir. Kur'an, peygamberlerin gönderildikleri ilk günden beri insanların vahiy gerçeğini algılamada ortaya koydukları bu tuhaf karşılamaları reddetmektedir.

Her peygamberin karşılaştığı değişmez soru şu olmuştur: "Allah, bir insanı mı peygamber gönderdi?" Aslında bu sorunun kaynağı, "insan"ın değerinin sağlıklı bir biçimde kavranmamasıdır. İnsanların, bizzat kendilerini temsil edecek "insan"ın değerini anlamamalarıdır. Onlar bir insana Allah'ın elçisi olmayı, yüce Allah'ın vahiy yolunu kullanarak elçisiyle irtibat kurmasını, insanlara yol gösterme görevini bu elçilerine vermesini çok görmektedirler. Onlar, Allah'ın bir meleği veya Allah katında insandan daha yüksek bir dereceye sahip bulunan başka bir varlığı peygamber olarak göndermesini beklemektedirler. Hâlbuki onlar bu arada Allah'ın insanı onurlandırmış bulunduğunu, bu onurlandırılmış hâli ile insanın Allah'ın mesajını yüklenecek ve iletecek bir ehliyet kazandığını, kendi aralarından bazı fertlerin seçilerek bu çok özel biçimde Allah ile irtibata geçebileceğini göz ardı etmektedirler.

Hem Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- devrinde ve hem önceki asırlarda yaşayan, peygamberlik misyonunu yalan sayan kâfirlerin temel şüphesi bu olmuştur. Şu anki modern asırda ise birtakım insanlar kendi kendilerine başka şüpheler üretiyorlar, fakat tutarsızlıkta öncekilerden hiç de farklı değillerdir! Onlar diyorlar ki: "Maddi bir yapıya sahip olan insan ile yarattığı hiçbir şeye benzemeyen, hiçbir eşi ve benzeri bulunmayan Allah arasında nasıl bir ilişki kurulabilir?"

Bu soruyu ancak, yüce Allah'ın gerçek mahiyetini, ilahi olan zatının tabiatını gerçek bir biçimde bilen ve yüce Allah'ın insanın bünyesine yerleştirdiği bütün özellikleri de en kuşatıcı şekilde kavrayan birisi sorabilir. Bu kadar kuşatıcı bir bilgi sahibi olmayı iddia etmek ise, aklına saygı gösteren ve bu aklın sınırlarını bilen bir insanın harcı değildir. Bugün açıkça biliniyor ki, insanın keşfedilebilecek özellikleri pek çoktur. Ve bunlar gün geçtikçe yeni yeni keşfedilmektedir. Bugün ilim, kesin sonuca ulaşmış değildir ki; "İnsanda bulunan keşfedilebilecek bütün yetenekler keşfedilmiştir" denilebilsin! Kaldı ki, ilim ve aklın ulaşabileceği saha ne kadar genişlerse genişlesin, onların ötesinde kalan bilinmezlik ufukları daha da uzaklara gideceklerdir.

Şu halde insanda Allah'tan başka hiç kimsenin bilemediği meçhul güçler, enerjiler vardır. Yüce Allah, bu peygamberlik misyonunu yüklenebilecek güce sahip olan insana bu görevi yüklerken, elbette peygamberliğini kime vereceğini en iyi bilendir. Allah tarafından bilinen bu güç, insanlar tarafından bilinmeyebilir. Hatta peygamberlik görevini yüklenecek insanın kendisi de bu gücünün farkında olmayabilir. Fakat insana kendi ruhundan bir soluk üflemiş olan yüce Allah, her hücrede, her bedende ve her yaratıkta neler gizli olduğunu bilir. Yine yüce Allah, insan için bu özel ilişkiyi, özel bir şekilde sağlayabilir. İsterse onun nasıl meydana geldiğini, o şerefin tadına varan ve kendisine bu makam verilen insandan başkası kavramasın.

Çağımızın bazı tefsircileri meseleyi anlaşılır hale getirmek için vahyi, bilim yolu ile ispata çalışmışlardır. Biz bu metodu temelden kabul etmiyoruz. Çünkü ilmin kendisine hoş bir alanı vardır. Bu alan, ilmin vasıtalarına sahip olduğu alandır. İlmin bir de ufukları vardır. Bu ufuklar, ilmin keşifleri ve kontrolleri için gereken vasıtalara sahip olduğu ufuklardır. Fakat ilim, ruh hakkında gerçek bir bilgiye sahip olduğunu iddia etmemiştir. Çünkü ruh, ilmin çerçevesi içine girmez. Zira o, ilmin vasıtalarına sahip olduğu laboratuvarlarda deneylerinden geçirilebilecek maddi bir varlık değildir. Bu nedenle, bilimsel metoda bağlı olan ilim, ruhun alanına girmekten sakınmıştır. Fizik ötesi bilimler" diye bilinen çalışmalara gelince, bunlar verimsiz çalışmalardır. Aslında özleri ve hedefleri açısından şüpheler ve kuşkular peşinde sürüklenmekten öteye geçemezler. Bu alanda Kur'an ve Sünnet gibi kesin bir kaynaktan gelen bilgilerin dışında kesin bir bilgiye ulaşma imkânı yoktur. Bu kesin kaynaklardan gelen bilgiler alanında, herhangi bir şeyi arttırma, eksiltme veya kıyasta bulunma söz konusu değildir. Zira arttırma, eksiltme ve kıyas yapma aklı eylemlerdir. Akıl ise, burada kendi sahasının dışındadır. Yanında kullandığı vasıtaları da yoktur. Çünkü akıl, bu meydanda çalışmanın vasıtaları ile donatılmamıştır.

"Bizim aralarında bir kişiye, "insanları uyar" ve "Müminlere, Rabbleri katında sarsılmaz bir derecenin sahibi oldukları müjdesini ver" diye vahyetmemiz insanların tuhafına mı gitti?"

İşte vahiy gerçeğinin özü budur. İnsanları karşı koymanın acı akıbetinden sakındırmak, Müminlere de bağlılığın sonunu müjdelemek. Bu da yerine getirilmesi zorunlu yükümlülüklerin ve kaçınılması zorunlu yasakların açıklanmasını kapsamına alır. İşte uyarma ve müjdeleme ve bunların gerekleri öz itibariyle budur.

9 Şubat 2014 Pazar

Yûnus Sûresi 75-109 Ayetleri M. Esed Meali


75. Bu [ilk peygamberlerden] sonra Musa ve Harun'u ayetlerimizle Firavun ve onun seçkinler çevresine gönderdik: ne var ki onlar, günaha gömülüp gitmiş bir topluluk oldukları için, büyüklük tasladılar,

76. Öyle ki, kendilerine katımızdan hak geldiği zaman, “Bakın, bu düpedüz bir büyü!” dediler.

77. Musa: Size hak geldiğinde, (onun) hakkında böyle mi konuşursunuz, hiç büyü olabilir mi, bu? Hem de, büyücülerin mutlu sona asla ulaşamayacakları ortadayken!” dedi

78. [Seçkinler:] “Bizi atalarımızı inanç ve uygulama olarak izler bulduğumuz yoldan çevirmeye ve böylece ikinizin bu ülkede söz sahibi kimseler olmanızı sağlamaya mı geldin? Her ne hal ise, size, ikinize inanmıyoruz!” dediler.

79. Ve Firavun “En usta sihirbazları bana getirin!” diye emretti.

80. Sihirbazlar gelince Musa onlara: “Haydi atın atmak [istediğinizi]!” dedi.

81-82. Böylece onlar [asâlarını] atıp [gözbağcılık yoluyla izleyenleri etkileyince] Musa onlara: “Bu yaptığınız sihirden başka bir şey değil; Allah bunu mutlaka boşa çıkaracaktır! Gerçek şu ki, Allah bozgunculuk yapanların işini asla ileri götürmez. Tersine, kelimeleriyle ancak hakkın ortaya çıkmasını sağlar; günaha gömülüp giden insanlar bundan hoşnut olmasalar da!”

83. Firavun ve onun seçkinler çevresi kendilerine zulmeder korkusuyla [başkaları geri dururken] kavminden ancak birkaç kişi Musa'ya olan inançlarını açıkladılar: çünkü Firavun ülkede gerçekten de nüfûz ve iktidar sahibiydi, ve üstelik ölçüsüz, acımasız biriydi.

84. Musa: “Eğer Allah'a inanıyorsanız” dedi, “eğer gerçekten O'na bağlanıp kendinizi O'na teslim etmişseniz, öyleyse artık güvenin O'na!”

85-86. Bunun üzerine onlar da: “Biz güvenimizi Allah'a bağlamışız! Ey Rabbimiz, bizi zalim bir topluluğun elinde rüsva etme!” dediler. “Hakkı inkâr eden bu toplumun elinden lütfunla kurtar bizi”.

87. Biz de Musa ile kardeşine: “Şehirde halkınız için bazı evleri sığınak edinin” diye vahyettik, “ve [onlara deyin ki] ‘Evlerinizi ibadet yerine dönüştürün; ve namazda devamlı ve kararlı olun!’ Ve [sen ey Musa!] inananları [Allah'ın yardımıyla] müjdele!”

88. Ve Musa: “Ey Rabbim!” dedi, “gerçek şu ki, Sen Firavun ve onun seçkinler çevresine dünya hayatında görkem ve zenginlik verdin; öyle ki, bunun sonucu olarak onlar da, ey Rabbim, [başkalarını] Senin yolundan çeviriyorlar! Ey Rabbimiz, öyleyse artık onların zenginliklerini silip yok et, (ve böylece) kalplerini katılaştır; çünkü çetin azabı görmedikçe inanmayacaklar!”

89. [Allah:] “Bu dileğiniz kabul olundu” dedi, “öyleyse, siz ikiniz dosdoğru yolda sabır ve sebatla devam edin ve [doğru nedir, eğri nedir] bilmeyenlerin yolunu izlemeyin!”

90. Derken İsrailoğulları'nı denizin öte yakasına geçirdik; bunun üzerine Firavun ve ordusu hışımla onların ardına düştü, [denizin dalgaları onları örtüp de Firavun] boğulmak üzereyken: “El hâk, inandım,” dedi, “İsrailoğulları'nın inandığı Tanrı'dan başka tanrı yok! Ve ben de artık kendini yürekten O'na teslim eden kimselerdenim!”

91. [Ona]: “Ancak şimdi mi?” denildi, “Oysa, bu güne kadar [Bize] hep başkaldırmış ve bozguncular arasında yer almıştın!

92. [İmdi,] bugün senin sadece bedenini kurtaracağız ki, senden sonra gelecek olanlar için [uyarıcı] bir işaret olsun; çünkü, gerçek şu ki, insanların çoğu ayetlerimize karşı umursamazlık gösteriyor!”

93. Derken, İsrailoğulları'na son derece güzel, emin bir yurt tayin ettik ve kendilerini temiz ve hoş rızıklarla rızıklandırdık. Ama, ne zaman ki [vahiy yoluyla] kendilerine (hakikat) bilgi(si) geldi, ancak o zaman aralarında çekişmeye, farklı görüşler benimsemeye başladılar: Allah, çekişmeye düştükleri her konuda Kıyamet Günü aralarında elbette hüküm verecektir.


94. Bütün bunlardan sonra, [ey insanoğlu], sana indirdiğimiz şey[in doğruluğun]dan hâlâ şüphede isen, önceki çağlarda vahyedilmiş metin-(leri) okuyan kimselere sor: [O zaman anlayacaksın ki] Rabbinden sana gelen haktır. O halde, artık şüphecilerden olma.

95. Allah'ın ayetlerini yalanlayan kimselerden olma ki, kendini kaybedenler arasında bulmayasın.

96-97. Gerçek şu ki, haklarında Rablerinin sözü [yargısı] gerçekleşmiş olanlar imana erişemeyeceklerdir. Kendilerine her türlü kanıtlayıcı belge gelse bile, tâ ki [öte dünyada kendilerini bekleyen] o çok can yakıcı azabı gözleriyle görünceye kadar...

98. Çünkü, ne yazık ki, Yunus toplumundan başka, [bütün bireyleriyle topyekun] imana erişen ve böylece imanının (vereceği huzur ve güvenliği) tadan herhangi bir cemaat çıkmadı henüz. (Yunus'un soydaşları) inandıkları zaman, dünya hayatında [sürüklenebilecekleri] alçalmanın, bayağılaşmanın yol açacağı acıyı ve sıkıntıyı onlardan uzaklaştırdık ve belli bir süre varlıklarını sürdürmeleri için kendilerine fırsat verdik.

99-100. [İşte bunun gibi] Rabbin eğer öyle olmasını dileseydi, yeryüzünde yaşayan herkes topyekûn imana erişirdi: Hal böyleyken, insanları inanıncaya kadar zorlayabileceğini mi sanıyorsun, hem de, hiç kimsenin, Allah'ın izni olmadıkça asla imana erişemeyeceği ve aklını kullanmayanlara alçaltıcı, bayağılaştırıcı [inançsız]lığı musallat edenin O olduğu (gerçeği) ortadayken?


101. De ki: “Göklerde ve yerde var olanlara bakın da düşünün!” Ne var ki, inanmayacak olan bir topluma ne ayetlerin, ne de uyarmaların bir yararı dokunabilir!

102. O halde, kendilerinden önce gelip geçen [inkârcıların yaşadığı felaket] günlerinden başka günler mi bekliyorlar? De ki: “Öyleyse, [olacak olanı] bekleyin bakalım; doğrusu ben de sizinle beraber bekleyeceğim!”

103. [Çünkü bu konudaki değişmeyen uygulama şudur: hakkı inkar edip ayetlerimizi yalanlamaya kalkışanların felaketlerini hazırlarız;] ve buna karşılık elçilerimizi ve imana erişenleri kurtarırız. İşte bize hak olan, böylece inananları kurtarmamızdır.


104. [Ey Peygamber,] de ki: “Ey insanlar, eğer benim imanımdan şüphede iseniz, [bilin ki,] kulluk etmem, sizin Allah'tan başka kulluk ettiğiniz varlıklara; ben yalnızca, sizi[n hepinizi] öldürecek olan Allah'a kulluk ederim: çünkü ben [yalnız O'na] inanan kimselerden biri olmakla emrolundum”.

105. [Ey İnsanoğlu,] işte böyle (sen de) yüzünü, yalancı, aldatıcı şeylerden bütünüyle arınmış olarak, sebat ve samimiyetle [gerçek] inanca çevir; Allah'tan başkasına tanrılık yakıştıranlardan olma.

106. Sana ne bir yarar, ne de bir zarar verebilecek durumda olmayan varlıkları Allah'la beraber anıp onlara yalvarıp yakarma: çünkü, eğer böyle yaparsan muhakkak ki zalimlerden olursun!

107. Ve [bil ki,] eğer senin başına Allah bir darlık, bir sıkıntı saracak olsa, O'ndan başka onu giderecek yoktur: Ve eğer hakkında iyilik, genişlik diliyorsa, O'nun lütuf ve cömertliğini engelleyebilecek kimse de yoktur; O lütuf ve cömertliğini kullarından dilediğine nasip eder. Çünkü çok acıyan-esirgeyen gerçek bağışlayıcı O'dur.

108. [Ey Peygamber,] de ki: “Ey insanlar, şimdi size Rabbinizden hakikat (bilgisi) gelmiş bulunuyor artık. Bundan böyle her kim ki doğru yolu izlemeyi seçerse, bunu kendi lehine seçmiş olacaktır; ve her kim ki sapıklığı seçerse, yine bunu kendi aleyhine seçmiş olacaktır. Sizin davranışınızdan sorumlu değilim ben”.


109. [Sana gelince, Ey Muhammed, sen de] yalnızca sana vahyedilene uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret: çünkü hükmedenlerin en iyisi O'dur.