30 Aralık 2013 Pazartesi

İsrâ Sûresi 94-100 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


94- İnsanlara doğru yol kılavuzu geldiğinde ona inanmamalarının tek gerekçesi, onların: "Allah bir insanı mı peygamber olarak gönderdi?" şeklindeki anlayışlarıdır.


Bu yanlış anlayışın kaynağı, insanların beşer oluşlarının değerini ve bu beşer oluşun Allah katındaki yerini kavramamaktır. Bu nedenle bir insanın Allah katından haber getiren bir elçi olmasını çok görmüşlerdir. Ayrıca bu yanlış anlayışa düşmelerinin bir nedeni de evrenin yapısını ve meleklerin yapısını iyice kavramayışlarıdır. Meleklerin şu yeryüzünde meleklik sıfatı ile dolaşmaları, insanlardan ayrı birer varlık oldukları ve melek oldukları herkes tarafından kesin biçimde kabul edebilecek biçimde ortada oldukları halde bu dünyada yaşamayacaklarını, böyle bir yaşama uyum sağlayabilecek durumda olmadıklarını anlayamamaktan kaynaklanıyor.


95- De ki; "Eğer yeryüzünde doğallıkla, rahatça gezinen melekler yaşasaydı, onlara gökten melek kökenli bir peygamber gönderirdik.”


Eğer yüce Allah, meleklerin yeryüzünde yaşamasını takdir etseydi, onları insan biçiminde yaratırdı. Zira bu şekil yaratılışın yasalarına ve yeryüzünün yapısına uygun düşmektedir.

Allah'ın her şeye gücü yeter. Fakat O yaratıklarını yaratmış, onlar için değişmez yasalar belirlemiş ve bu yasalara uygun takdir ve seçimlerde bulunmuştur. Bu yasaların değişmeden, farklılık göstermeden yoluna devam etmelerini takdir etmiştir. Böylece yaratılış ve oluşuma ilişkin hikmeti de gerçekleşmiştir. Fakat insanlar bu gerçeği kavrayamamışlardır!

Bu, Allah'ın yaratıklara ilişkin değişmez yasası olduğundan peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- müşriklerle tartışması sona erdirmesini emrediyor, kendisinin de düşmanlarının da işini Allah'a havale etmesini, O’nu şahit tutmasını, kendilerine yönelik hükmünü vermesi için işleri O'na bırakmasını istiyor. Çünkü O kulların hepsini gören ve hepsinden haberi olandır.


96- De ki; "Benimle sizin aranızda Allah'ın şahitliği yeterlidir. O kullarının yaptıkları her işten haberdardır ve her şeyi görür. "


Bu tehdit kokusu taşıyan bir sözdür. Akıbeti ise, korkunç kıyamet sahnelerinin birinde çizilmektedir:


97- Allah kimi doğru yola iletirse o doğru yolda olur. Kimi saptırırsa da onlar için kendisinden başka bir kurtarıcı bulamazsın. Kıyamet günü biz onları kör, dilsiz ve sağır olarak yüzüstü süründürürüz. Varacakları yer cehennemdir. Oranın ateşi sönmeye yüz tuttukça onu yeniden tutuştururuz.

98- Onların cezaları budur. Çünkü ayetlerimizi yalanlamışlar ve "Biz kemik ve toz haline dönüştükten sonra diriltilerek yaratılışın yeni bir aşamasına mı geçeceğiz?" demişlerdi.

99- Onlar gökleri ve yeri yoktan var eden Allah'ın kendi benzerlerini bir kez daha yaratmaya gücünün yeteceğini görmüyorlar mı? Üstelik Allah onlar için bir gün sona ereceği kuşkusuz olan sınırlı bir yaşama süresi belirledi. Buna rağmen bu zalimler kâfirlikte direndiler.


Yüce Allah doğru yolun da sapıklığın da yasalarını belirlemiştir. İnsanları bu yasalarla baş başa bırakmıştır. Bunlara göre yürümelerini ve sonunda akıbetlerine katlanmalarını dilemiştir. İnsanın hem doğru yola hem de sapıklığa eğilim duyabileceği gerçeği de bu yasalardan biridir. Doğru yol üzerinde veya sapıklık yolunda yürüme isteğinin sonucunda insanın nihai tercihi belirginlik kazanır. Yönelişi ve çabası ile Allah'ın hidayetini hak edeni Allah doğru yola iletir. İşte gerçekten doğru yolda olan da budur. Zira o Allah'ın belirlediği doğru yolu izlemiştir. Doğru yolun delillerinden, belgelerinden, işaretlerinden yüz çevirerek sapıklığı hak edenleri ise hiç kimse Allah'ın azabından koruyamaz:

"Allah'tan başka onun bir kurtarıcısını bulamazsın."

Allah onları kıyamet gününde aşağılayıcı, tiksindirici bir halde mahşer meydanına getirecektir, emekleyerek yürürler.

Bu kalabalıkta kendilerine yol gösterecek olan organlarından mahrum olurlar. Bu organlarını etkisiz halde bulurlar. Sonunda; "Varacakları yer cehennemdir." Soğumayan ve aralıksız olarak yanan cehennem…

"Sönmeye yüz tuttukça onu yeniden tutuştururuz."

Bu gerçekten ürperten bir sonuç ve korkunç bir cezadır. Fakat onlar Allah'ın ayetlerini inkâr etmekle bunu çoktan hak etmişlerdir. Dirilişi reddetmişler ve meydana gelebileceğini kabule yanaşmamışlardır.

"Biz kemik ve toz haline dönüştükten sonra diriltilerek yaradılışın yeni bir aşamasına mı geçeceğiz?" demişlerdi

Konunun akışı içinde verilen bu sahne sanki gözler önündeki bir olaydan söz etmektedir. Sanki içinde yaşadıkları dünya artık sayfalarını kapamış ve uzak bir geçmişe karışmıştır... Bu Kur'an sahneleri canlandırma ve onları birer canlı realite olarak sergileme metodunun gereği olarak böyle ifade edilmiştir. Böyle sunar ki, zaman geçmeden önce bu sahne kalpler ve duygular üzerindeki etkisini göstersin.

Sonra dönüyor, müşriklerle gördükleri, fakat değerlendiremedikleri realitelere dayalı bir mantıkla tartışıyor:

"Onlar gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'ın kendileri gibi küçücük yaratıkları bir kez daha yaratmaya gücünün yeteceğini görmüyorlar mı?"

Öyleyse dirilişte ne gibi bir gariplik vardır? Bu dehşet verici evrenin yaratıcısı olan Allah, insanlar gibi yaratıkları da yaratabilir ve insanları tekrar diriltebilir...

"Üstelik onlar için sınırlı bir yaşama süresi belirlemiştir."

Bu ecel gelene kadar kendilerine zaman tanımış ve süresi dolana kadar onlara mühlet vermiştir.

"Buna rağmen zalimler kâfirlikten başka bir şeyi kabul etmediler."


Öyleyse belgelerin konuşturulmasından, sahnelerin dile getirilmesinden ve apaçık ayetlerden sonra onların çarptırıldıkları bu ceza, gerçekten adil bir cezadır.

19 Aralık 2013 Perşembe

İsrâ Sûresi 88-93 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


88- De ki; "Eğer tüm insanlar ve cinler bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak amacı ile bir araya gelseler, ne kadar birbirlerine yardım etseler de onun bir benzerini ortaya koyamazlar.


Kur'an-ı Kerim insanların ve cinlerin boy ölçüşebileceği sözcüklerden ve cümlelerden ibaret değildir ki bir benzerini ortaya koyabilsinler. Bu Kur’an da yüce Allah'ın şaheseridir ki bütün yaratıklar birleşse bir benzerini yapmaktan aciz kalırlar. Kur'an'da ruh gibi, Allah katındadır. Yaratıklar O'nun bazı niteliklerini, özelliklerini ve etkilerini kavrayabilseler de eksiksiz, kuşatıcı ve kapsamlı sırrını anlayamazlar.

Bununla birlikte, Kur'an' eksiksiz bir hayat sistemidir. Bütün durumlarında ve bütün evrelerinde insanın iç dünyasına hükmeden, insan topluluklarına egemen olan fıtrat yasalarını göz önünde bulunduran bir sistemdir. Bu nedenle hem bireyin iç dünyasını, hem de en karmaşık toplumları fıtrata uygun, fıtratın köklerine, damarlarına, girintilerine, çıkıntılarına, bütün ile uyum sağlayan kanunlar ile tedavi eden bir sistemdir. Bu tedavi her yönden ve her aşamada fıtrata uygun bir tedavidir. Aynı zamanda eksiksiz bir tedavi yöntemidir. İhtimallerden hiçbiri göz ardı edilmez, bireyin ve toplumun hayatında yer alan birbiriyle çelişen güçlerden, görünümlerden bir tanesi dahi hesap dışında tutulmaz. Zira bu kanunları belirleyen yüce Allah'tır. Ve yüce Allah fıtratın bütün durumlarını, karmaşık olan bütün inceliklerini ve hassas noktalarını çok iyi bilmektedir.

Beşeri düzenler ise, insanın eksikliklerinden ve hayatının çıkmazlarından, açmazlarından etkilenirler. Dolayısıyla bu düzenler aynı zamanda tüm ihtimalleri göz önünde bulundurup değerlendirmekten aciz kalırlar. Bu düzenler, bireysel veya toplumsal bir olayı tedavi de edebilirler. Fakat bu tedavi yeni bir tedaviyi gerektiren başka bir olayın ortaya çıkmasına neden olur!

Kur'an'ın mucizesi ise, nazmının ve anlamlarının icazından daha köklü ve daha derin boyutludur. İnsanların ve cinlerin O'nun benzerini meydana getirmekten aciz kalışları, O'nun sistemi gibi her şeyi kuşatan bir sistem ortaya koymaktan aciz kalındığını ifade eder.


89- Biz bu Kur'an'da her türlü örneği verdik, öyleyken onların çoğu kâfirlikte direndi.

90/93- Bunlar dediler ki; "Bize yer altından pınarlar fışkırtmadıkça sana kesinlikle inanmayız. Ya da kendi hurmalıkların ve üzüm bağların olmalı, bunların arasından (da) ırmaklar akıtmalısın. Ya da iddia ettiğin gibi göğü parça parça başımıza indirmeli yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Ya da altından bir köşkün olmalı veya göğe çıkmalısın. Gökte bize okuyabileceğimiz somut bir kitap indirmedikçe de oraya çıktığına kesinlikle inanmayınız." Onlara de ki; "Subhanallah! Ben peygamberlikle gönderilmiş bir insandan başka bir şey miyim ki?”


İşte bu şekilde onlar Kur'an'ın mucizevi ufuklarına açılmaktan uzak durdular. Onlar kavrayamadılar. Maddi harikalar, mucizeler istemeye yöneldiler. Çocukça istekleriyle hareket ettiklerini gösteren tekliflerinde direttiler. Allah'ın zatı hakkında edepsizce ve çekinmeden şımardılar ve kafa tuttular. Kur'an'ın örneklerle çeşitli misallerle olayları ele alışı, her akla ve her duyguya her kuşağa ve her evreye uygun düşecek değişik yöntemlerle gerçeklerini sergilemesi onlara hiçbir fayda sağlamadı:

Böylece imanlarını, Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- iman edişlerini peygamberin kendilerine yerden pınarlar fışkırtmasına bağladılar! Ya da hurmalıklardan ve üzüm bağlarından oluşan bahçelerinin olmasına ve bunlar arasından ırmaklar akıtmasına! Ya da gökten kendilerine bir azap gönderilmesine, kıyamet gününde olacağını haber verdiği biçimde göklerin parça parça üzerlerine düşmesine! Ya da Allah'ı ve melekleri karşılarına getirip kendisine yardım ettiklerini, onların kendi kabilelerini savundukları gibi kendisini savunduklarını göstermesini... Yahut değerli madenlerden bir evinin olmasına! Veya göklere yükselmesine, fakat sadece gözlerinin önünde göğe yükselmesinin yeterli olmadığını, geri geldiğinde mürekkeple yazılı okuyabilecekleri bir kitap getirmesi gerektiğine bağladılar iman etmelerini!...

Burada onların çocuksu kavrayışları ve düşünceleri ortaya çıktığı gibi, bu basit, tutarsız teklifleriyle ne kadar inatçı oldukları da gün yüzüne çıkıyor. Çünkü onlar altından bir eve sahip olmak ile göğe çıkmayı, yerden pınarlar fışkırtma ile yüce Allah'ı ve melekleri gözler önüne getirmeyi aynı görüyorlar! Onların düşüncelerinde bu tekliflerin hepsini aynı düzeye getiren, bunların hepsinin olağanüstü oluşlarıdır. Bunlardan birini yerine getirdiği taktirde, ona iman etmeyi ve kendisini doğrulamayı düşünebileceklerini söylüyorlar!

Onlar böyle derken, Kur'an'ın kalıcı bir mucize olduğunu unutuyorlar. Hâlbuki kendileri, söz dizimi, anlamı ve metodu açısından onun bir benzerini ortaya koymaktan aciz bulunuyorlar. Fakat bu mucizeyi duygularıyla, hisleriyle somut olarak algılayamıyorlar, duygularıyla algılayabilecekleri bir mucize istiyorlar! Mucize göstermek peygamberin işi ve görevi değildir. Onu yüce Allah takdirine ve hikmetine uygun olarak yapar. Yüce Allah kendisine vermedikten sonra peygamberin mucize istemesi doğru olmaz.

Onlara de ki; “Subhanallah! Ben peygamberlikle gönderilmiş bir insandan başka bir şey miyim ki?”

Peygamber insanlığın sınırlarını aşmaz. Peygamberliğinin yükümlülüklerine uygun biçimde hareket ediyor. Allah'a yol göstermiyor. Allah'ın kendisine yüklediğinden fazlasını istemiyor.


Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- peygamber olarak görevlendirilmesinden önce de bundan sonra da bütün ulusları peygamberlere inanmaktan ve onlarla birlikte gönderilen doğru yol kılavuzuna uymaktan alıkoyan inatçılıkları onların, peygamberin bir insan oluşunu bir türlü hazmedememeleri ve peygamberin bir melek olmayışıdır.

17 Aralık 2013 Salı

İsrâ Sûresi 83-87 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


83- Biz insana nimet verdiğimiz zaman sırt çevirir, Bizden uzaklaşır. Başına bir kötülük gelince de umutsuzluğa kapılır.


İnsan nimeti vereni hatırlayıp O'na hamd ve şükretmediğinde bu nimet onu azdırır ve şımartır. Sıkıntıda, Allah'a bağlanır, sıkıntı halinde ümit sahibi olur. Allah'ın rahmeti ve lutfu ile gönül huzuruna kavuşur, olayları iyi biçimde yorumlar ve kendisine birtakım müjdeler çıkarır.

İşte burada da imanın değeri hem darlıkta hem de bollukta neden olduğu rahmet ortaya çıkmaktadır.

Bundan sonra konunun akışı içinde her bireyin ve her grubun, yoluna ve yönelişine uygun hareket ve iş yaptığı, bu yönelişleri ve amelleri değerlendirip hüküm verme yetkisinin ise, Allah'a ait olduğu yerleştiriliyor:


84- De ki; “Herkes kendi kişiliği ve inancı uyarınca hareket eder. Rabbiniz kimin daha doğru yolda olduğunu herkesten daha iyi bilir.”


Bu açıklamada yönelişin ve yapılan işin akıbetine ilişkin gizli bir tehdit vardır. Bu tehdit ile herkesin bir endişe taşıması doğru yolda yürümeye çalışması ve kendisini Allah'a götürecek yolu bulmaya çabalaması gerektiği kavratılmak isteniyor.

Bazıları Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- ruhun ne olduğunu soruyorlardı. Kur'an'ın bu tür konularda izlediği metot, en sağlıklı metottur. . Bu metoda göre, insanlar ihtiyaç duydukları konuları araştırmalıdırlar. İnsanın kavrayabileceği ve bilgisine ulaşabileceği konular üzerinde çalışmalıdırlar. Allah'ın kendilerine bağışlamış olduğu akli gücünü sonuç vermeyen, verimsiz alanlarda tüketmemelidirler. Vasıtalarına sahip olmadığı ve algılayamadığı konulara dalmamalıdır... İşte bu nedenle müşrikler peygambere ruhun ne olduğunu sorduklarında Allah ona, ruhun Allah katında bir olgu olduğunu ve Allah'ın dışında kimsenin onun hakkında bilgi sahibi olmadığını bildirmesini istedi.


85- Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki; "Ruh Rabbimin tekelinde olan bir olgudur. Size bilginin çok az bir bölümü verilmiştir. 


Tercih edilen görüşe göre bu soruyu kitap ehli sormuştu. Bu ayet ve ondan sonraki yedi ayet yine bu görüşe göre Medine'de inmişlerdi.

Bu ayet, insan aklını çalışmaktan alıkoyan zihni donukluğu yürürlüğe koymuyor. Sadece akla kendi sahası içinde çalışması gerektiğini, kavrayabileceği alanlara yönelmesini ifade ediyor. Zira boşu boşuna çöllerde dolaşmanın anlamı yoktur. Kavrama imkân ve araçlarına sahip olmadığı alanlara yönelip gücünü, enerjisini harcamasına gerek yoktur. Ruh da aklın sınırları dışında kalan Allah'tan başkasının kavramasına imkân olmayan, Allah'ın gayb konularından biridir. O'nun mukaddes sırlarından biridir. İnsan denen bu yaratığa ve gerçekliğini bilmediğimiz bazı yaratıklara bu mukaddes sırrını bahşetmiştir. İnsanın bilgisi Allah'ın engin bilgisine oranla çok sınırlıdır. Bu varlık dünyasının gizemleri ise, sınırlı olan insan aklı tarafından kavranacak cinsten değildir. Daha çok geniş alana yayılmaktadır. Bu evreni idare eden insan değildir. İnsanın gücü ve enerjisi (bu denli) geniş kapsamlı değildir. Ona yeryüzünde halifelik görevini üstlenecek, orada az olan ilminin sınırları içinde Allah'ın gerçekleştirilmesini istediği şeyleri gerçekleştirecek, çevresinin ve ihtiyaçlarının gerektirdiği ölçüde bir güç bağışlanmıştır.

İnsan, bu yeryüzünde pek çok şeyleri keşfetmiş ve önemli icatlarda bulunmuştur. Fakat o, gizli bir sır olan ruh karşısında hep başarısız kalmıştır. Onun ne olduğunu, nasıl geldiğini, nasıl gittiğini, nerede olduğunu ve nerede olacağını bir türlü kestirememiştir -her şeyi bilen ve her şeyden haberi olan Allah'ın Kur'an'da bildirdikleri hariç-.

Kur'an'da bildirilen bilgiler kesin bilgilerdir. Zira bunlar, her şeyi bilen ve her şeyden haberi olan Allah'tan gelme bilgilerdir. Eğer Allah dileseydi insanlığı bu bilgiden mahrum edebilirdi. Peygamberine vahiy ile bildirdiklerini yok edebilirdi... Fakat Allah bunu dilemedi, bu bilgileri rahmetinin ve lütfunun eseri olarak gönderdi.


86- İstesek sana vahiy yolu ile indirdiğimiz mesajları tümü ile ortadan kaldırırız. Sonra bu konuda bize karşı senin savunmanı üstlenebilecek birini bulamazsın.

87- Bunun böyle olmayışı, Rabbinin sana yönelik rahmetidir. O’nun sana yönelik lütfu büyüktür.


Yüce Allah bu lütuf ile, kendisine vahiy gönderme ve gönderdiği vahye kalıcılık kazandırma ile Peygamberimize bağışta bulunmuştur. İnsanlara yönelik bağışı ise daha büyüktür. İnsanlar bu Kur'an sayesinde nesiller, kuşaklar boyunca rahmet, nimet ve doğru yola kavuşma lütufları ile onurlandırılmışlardır.


Nasıl ki ruh, yalnız Allah'ın bildiği sırlardan biri ise, Kur'an da yüce Allah'ın meydana getirdiği bir kitaptır. İnsanlar onunla ölçüşemez. İnsanlar ve cinler -ki bunlar gizli ve açık yaratıkları temsil ederler- bir araya gelseler de, bu işi gerçekleştirmek için yardımlaşsalar da O'nun bir benzerini yapamazlar.

15 Aralık 2013 Pazar

İsrâ Sûresi 78-83 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


78- Ey Muhammed, güneşin batmaya yöneldiği andan, gece kararıncaya kadar namaz kıl, sabahleyin Kur'an okumayı da ihmal etme. Çünkü sabahleyin okunan Kur'an'ı izleyen (melek)ler vardır.

79- Gecenin bir bölümünde sırf sana mahsus bir nafile olmak üzere teheccüd ibadetini yap ki, belki Rabbin seni "övülmüş makam "a erdirir.

80- De ki; "Ey Rabbim, bir yere girerken oraya doğru olarak girmemi ve bir yerden çıkarken oradan doğruluk ilkesine bağlı olarak çıkmamı nasip eyle. Bana kendi katından destekleyici bir güç ver. "

81- De ki; "Hak geldi, batıl yok oldu. Zaten batıl yok olmaya mahkûmdur. "

82- Kur'an'da, mü'minler için şifa ve rahmet olan ayetler indiriyoruz. Fakat bu ayetler zalimlere sadece yeni yıkımlar, yeni kayıplar getirirler.


Ayette geçen "dülükûş-şems" kavramı, güneşin batmaya yüz tutmasıdır. Buradaki namaz emri sadece peygamberi ilgilendirmektedir. Farz namazlara gelince, bunların Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- mütevatir hadisleri ve tevatüre dayalı ameli sünneti tarafından belirlenen vakitleri vardır. Bazıları "dülükûş-şems" kavramını güneşin gökyüzünün tam ortasından batıya doğru kaymasıdır. "Gasak" ise gecenin başlangıcıdır derler. "Fecir Kur'an'ını" da sabah namazı diye yorumlarlar. Ve bu ifadelerden beş vakit namazın vakitlerini çıkarırlar. Bunlar: Öğle, İkindi, Akşam, Yatsı güneşin gökyüzünde tam ortaya dikildikten sonra batıya kayıp gecenin başlangıcına kadar süren zaman diliminde kılınan namazlardır ve sabah namazıdır. Bunlara göre sadece gece kılınan teheccüt namazı peygambere mahsustur. O bu namazı kılmakla yükümlüdür ve bu onun için bir nafiledir. Biz birinci görüşün daha doğru olduğuna taraftarız. Buna göre, bu ayetlerde söz konusu edilen her şey, Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- mahsustur. Farz namazların vakitleri ise, kavli ve fiili sünnet ile sabittir.

Güneşin batmaya yüz tuttuğu andan itibaren gecenin başlangıcına ve karanlığın çöküşüne kadar namaz kıl.. Sabah Kur'an'ını oku... "Sabahleyin Kur'an okumayı da ihmal etme."

Bu her iki zaman diliminin kendilerine özgü özellikleri vardır. Bu iki zaman dilimi gündüzün gelişi ve gecenin gelişi ile gecenin gidişi ve gündüzün gidişidir. Bu iki zaman diliminin insan ruhu üzerinde derin etkileri vardır. Çünkü gecenin gelişi ve karanlıkların çöküşü, aydınlığın doğuşu ve karanlığın açılması gibidir. Bu her ikisi de kalbi ürpertir. Her ikisi de bir an dahi durmayan ve bir kerecik dahi olsun şaşmayan evrenin yasaları üzerinde düşünüp, değerlendirme zamanıdır. Şafağın ilk aydınlığında, serinliğinde, ruhu okşayan meltemlerinde, her şeyi kuşatan sessizliğinde, sakinliğinde, aydınlıkla açılışında, hareket ile atışında, hayatı teneffüs edişinde, Kur'an okumanın -namaz gibi- derin etkileri vardır duygular üzerinde.

"Gecenin bir bölümünde de sırf sana mahsus bir nafile olmak üzere onunla (Kur’an ile) teheccüd ibadetini yap."

Teheccüd gecenin ilk saatlerinde bir süre yattıktan sonra kılınan namazdır. "Onunla" kelimesindeki "O" zamirinden amaç, Kur'an'dır. Zira Kur'an namazın ruhu (özü) ve temelidir/direğidir.

"Belki Rabbin seni övülmüş bir makama erdirir."

Bu namaz, bu Kur'an, bu Kur'an ile yapılan teheccüd ve Allah'a olan bu devamlı bağlılıkla... İşte insanı "övülmüş makama" götüren yol budur. Allah'ın elçisi ve O'nun tarafından tercih edilmiş, seçilmiş olan Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- Rabbinin ulaşmasına izin verdiği ‘övülmüş makama’ (Bazı rivayetlerde bu makamın kıyamet gününde şefaat etme makamı olduğu belirtiliyor) kavuşabilmesi için namaz, teheccüd ve Kur'an'a yapışmakla emredildiğine göre, onun dışında kalan insanlar kendilerine layık görülen derecelerdeki makamlarına kavuşmak için bu vasıtalara daha fazla muhtaç olurlar... İşte yol budur. Ve işte yol azığı da budur.

De ki; "Ey Rabbim, bir yere girerken oraya doğru olarak girmemi ve bir yerden çıkarken oradan doğruluk ilkesine bağlı olarak çıkmamı nasip eyle. Bana kendi katından destekleyici bir güç ver:"

Bu, yüce Allah'ın elçisine öğrettiği bir duadır. Peygamber bununla dua edecek ve ümmetine Allah'a nasıl yalvaracaklarım, nasıl yöneleceklerini öğretecektir. Bir yere girerken ve bir yerden çıkarken doğruluk ilkesinden şaşmamaya ilişkin bir duadır bu. Bütün bir yolculuğun hepsini kuşatmaktadır. Başlangıcını ve bitiş noktasını, başını ve sonunu, başı ve sonu arasında geçen her aşamasını kapsamaktadır. Müşrikler peygamberi oyuna getirip Allah'ın kendisine gönderdiği bazı ilkelerden vazgeçirmek ve bazı ilkeleri de Allah adına O'nun ağzından uydurmak istediklerinden, burada doğruluk-dürüstlük kavramının söz konusu edilmesinin çok önemli bir yeri vardır. Ayrıca doğruluğun kendisine özgü bir etkisi vardır. Sarsılmaz tutum, gönül huzuru, içe ve dışa yönelik temizlik ve samimiyet gibi etkileri bulunmaktadır.

"Bana Kendi Katından destekleyici bir güç ver."

“Yeryüzü otoritelerine, güçlerine ve müşriklerin kuvvetlerine karşı üstün gelmemi sağlayacak bir kuvvet ve heybet ver.” -Kendi Katından- ifadesi Allah'a yakınlığı, bağlılığı, doğrudan O’nun yardımından destek almayı ve O'nun himayesine sığınmayı ifade eder.

Dava sahibinin Allah'tan başka bir yerden güç alması mümkün değildir. Allah'ın gücü dışında başka bir şeyle korkutması da düşünülemez. Her şeyden önce Allah'a yönelmemiş bir iktidara veya yetki ve nüfuz sahibinin gölgesine sığınması, ondan yardım alması ve onun tarafından korunması beklenemez. Bazen dava, nüfuz ve iktidar sahiplerinin kalplerini fethederek kendisine bağlar, onlar da davaya asker ve hizmetçi olup kurtulurlar. Yalnız hiçbir dava, nüfuz ve iktidar sahiplerine askerlik yaparak kurtulamaz, başarıya ulaşamaz. Dava, Allah'ın davasıdır. Ve işte bu dava, iktidar ve otorite sahiplerinin çok üstündedir.

"De ki; Hak geldi, batıl yok oldu. Zaten batıl yok olmaya mahkûmdur."

Allah'tan aldığın bu güç ile bütün kuvveti, doğruluğu ve sağlamlığı ile Hakkın gelişini, batılın yok oluşunu, devrilişini ve dağılıp gidişini açıkça ilan et. Yaşamak ve süreklilik doğruluğun yapısı gereğidir. Geri çekilmek ve yok olup gitmek ise batılın özelliğidir.

"Zaten batıl yok olmaya mahkûmdur."

Bu pekiştirici ifade ile sunulan ve Allah katında kesin bir gerçektir. İlk bakışta batılın bir sağlamlığı ve gücü olduğu tahmin edilse de, aslında batıl şişer, kabarır, sonra da patlayıp sönüverir. Çünkü batıl asılsızdır, bir gerçeğe dayanmaz. Bu nedenle göz boyamaya çalışır, kendisini ulu, büyük, kocaman ve sağlam olarak gösterir. Çok cansız ve zayıftır. Hemencecik kırılır, bozulur, yok olur. Kupkuru ot alevi gibidir. Birden göklere yükselir. Sonra hemen sönüverir. Kül olur gider. Hâlbuki alevin kor haline geleni ısıtır, fayda verir ve kalıcıdır. Batıl, suyun üzerindeki köpük gibidir. Yok olur gider. Su ise kalıcıdır.

Çünkü kendi içinde kalıcılığın unsurlarını taşımaz. Sınırlı olan hayatını dış etkenlerden ve doğal olmayan desteklerden alır. Bu etkenler sarsıldığında, bu destekler de çekildiğinde yıkılır, yok olur gider. Hakka, gerçeğe gelince, varlığının unsurları kendi içinden kaynaklanır. Bazen Hak, insanın gayri meşru arzu ve isteklerine, şartlara ve iktidara karşı koyar... Yalnız O'nun sağlamlığı ve güveni sonuçta onu zafere götürür. Onu kalıcı kılar. Çünkü Hak, Allah katındandır. Allah "Hakk"ı kendisinin isimlerinden biri kılmıştır. Allah diri ve kalıcıdır. Yok olacak olan değildir.

Bâtılın ardında şeytan vardır. Onun ardında iktidar vardır, yalnızca Allah'ın verdiği söz daha doğrudur. Allah'ın iktidarı mutlak güçlü olandır. İmanın tadını alan her mü'min aynı zamanda verilen sözün ve yapılan antlaşmanın da lezzetine varmıştır. Allah'tan daha fazla antlaşmasına bağlı kim olabilir? Kim Allah'tan daha doğru sözlü olabilir?

"Biz Kur'an'da müminler için şifa ve rahmet olan ayetler indiriyoruz."

Kur'an-ı Kerim'de kalplerine iman bilinci yerleşmiş, bu bilinçle aydınlanmış, Kur'an'ın huzurunu, güvenini ve sevincini algılamak için gönüllerini açmış bulunanlara şifa vardır, Kur'an'da rahmet vardır.

Kur'an, şeytani telkinlere, şaşkınlığa ve korkuya karşı bir şifadır. Kur'an, kalbi Allah'a bağlar. Sakinleştirir. Huzura kavuşturur. Koruma ve güvenlik bilincini yerleştirir. Gönülleri hoşnut eder. Allah'ın rızasını kazandırdığı gibi, hayattan da razı eder. Korku bir hastalıktır. Şaşkınlık psikolojik bir rahatsızlıktır. Şeytani telkinler de birer hastalıktır. İşte bunların hepsini etkisiz hale getiren Kur'an elbette ki inanan için bir rahmettir.

Kur'an, nefsî arzuların, pisliklerin, cimriliğin, kıskançlığın ve şeytani aşılamaların hepsine karşı bir şifadır. Bu hastalıklar kalp hastalıklarıdır. Kalbi zaafa, yorgunluğa ve hastalığa uğratırlar. Onu yıkılışa, çözülüşe ve çöküşe iterler. Bunlara engel olan Kur'an, elbette ki mü'minler için bir rahmet aracıdır.

Kur'an, düşünceye ve bilince yönelik yanlışı, yıkıcı akımları ve yönelişleri de engelleyen bir şifa unsurudur. Aklı haddini aşmaktan alıkoyar. Verimli olan alanlarda ona özgürlük hakkını verir. Faydasız alanlarda enerjisini tüketmesine engel olur. Sağlıklı-sağlam bir program içinde çalışmasını temin eder. Çalışmalarını verimli ve garantili hale getirir. Aklın çalışmalarını aşırılıklardan ve açmazlardan kurtarır. Kur'an'ın ölçülerine bağlı olan insan, vücudunun her organının enerjisini bastırmadan ve azdırmadan kullanır. Enerjilerini ve gücünü sağlıklı ve faydalı alanlarda değerlendirir. Enerjilerini verimli ürün veren alanlarda değerlendirir. İşte bu nedenle de Kur'an, mü'minler için bir rahmettir.

Kur'an, toplulukların yapılarını zedeleyen, güvenini, huzurunu ve sağlığını gölgeleyen sosyal hastalıklara karşı da bir şifa aracıdır. Bu ölçülere bağlı kalan toplum, Kur'an sayesinde sosyal düzeni, sağlık, güven ve huzur içinde gerçekleşen kuşatıcı adaleti ile oluşan atmosferde rahat içinde yaşar. Kur'an bu açıdan da mü'minler için bir rahmettir.

"Fakat bu ayetler zalimlere sadece yeni yıkımlar, yeni kayıplar getirirler."

Onlar, bu ayetlerin şifa unsurlarından ve rahmet'inden yararlanmazlar. Ve onlar mü'minlerin Kur'an ile yükselişlerini bir türlü hazmedemezler. Onlara karşı kin ve öfke ile dolarlar. İnatları ve büyüklük taslayışları ile bozgunculuk ve zulümde daha da ileri giderler. Onlar bu Kur'an'ın taraftarlarına oranla dünyada dahi hep yeniktirler, hep kayıptadırlar. Ayrıca ahirette Kur'an'ı inkâr etmeleri ve taşkınlıkta ısrar etmeleri yüzünden azaba uğrayacaklardır. Yani onlar gerçekten büyük bir kayıp içindedirler.


İnsan rahmetsiz ve şifasız bırakıldığında, kendi arzularına, ihtiraslarına ve tepkilerine bırakıldığında, eğer nimet içindeyse, haktan yüz çevirir ve şımarır. Şükretmez ve Rabbini hatırlamaz. Sıkıntı içinde olduğu zaman ise, Allah'ın rahmetinden ümidini keser. Hayat onun gözünde içinden çıkılmaz, karanlık bir hal alır.

13 Aralık 2013 Cuma

İsrâ Sûresi 73-77 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


73- Ey Muhammed, müşrikler az kalsın seni, indirdiğimiz vahiyden ayırıp adımıza başka sözler uydurmanı sağlıyorlardı, eğer bunu başarabilselerdi, seni dost edineceklerdi.

74- Eğer sana direnme gücü vermeseydik, azıcık onlara yanaşmak üzereydin.

75- Eğer onlara yanaşsaydın sana dünya hayatının ve ölüm ötesinin azabını katlayarak tattırırdık da Bize karşı kendine yardım edebilecek hiç kimse bulamazdın.

76- Gerçi müşrikler seni tedirgin ederek, bıktırarak Mekke'den çıkarmak amacındadırlar, ama o takdirde senden sonra orada ancak kısa bir süre kalabilirler.

77- Senden önce gönderdiğimiz peygamberlere ilişkin değişmez yasamız bu yolda işleye gelmiştir. Bizim yasamızın değiştiğini göremezsin.


Burada müşriklerin Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- karşı hazırladıkları oyunlar dile getiriliyor. Bu oyunların ilki onların peygamberimizi Allah'ın kendisine vahyettiği gerçeklerden saptırıp, O'nun adına iftirada bulunmasını sağlamaktı. Hâlbuki Peygamber doğru sözlü ve güvenilir bir kimseydi.

Onlar çeşitli metotlar deneyerek bu amaçlarına varmak istediler. Bu tekliflerden bir kaçı şöyleydi: "Sen bizim ve atalarımızın bağlı bulundukları ilahları eleştirme, biz de senin ilahına kulluk yapalım.", "Allah nasıl Kâbe'yi kutsal saymışsa, sen de bizim yurdumuzu kutsal sayarsan sana uyarız", "Onlardan bazılarının fakirlerin katıldığı oturumdan ayrılarak kendilerine bir oturum ayırmasını” istemeleri…

Ayeti kerimeler, detaylara girmeden bu girişimlere değiniyor. Yüce Allah'ın peygamberini bu gerçek üzerinde sağlamlaştırması ve onu saptırmalardan koruması ile ona çok büyük bir lütufta bulunduğunu hatırlatıyor. Eğer Allah'ın desteği ve koruması olmasaydı onlara biraz (da olsa) meylederdi. Onlar da kendisini dost edinirlerdi. Sonuçta müşriklerin tekliflerini kabul ettiği için cezaya çarptırılırdı. Bu ceza hem hayatta hem de ölümden sonra katlanılacak olan bir cezadır. Bu durumda onların hiçbiri kendisine yardım edemez ve onu Allah'ın cezasından koruyamazdı.

Yüce Allah'ın, peygamberini etkisinden kurtardığı bu girişimler, her zaman iktidar sahiplerinin, dava adamlarını yoldan çıkarmak için başvuracağı girişimlerdir. Az da olsa onları davanın doğru yolundan ve sağlam metodundan saptırma girişimleri sürekli olarak söz konusudur. Dava sahiplerini yoldan saptırma uğruna ufak bir taviz için büyük servetleri feda ederler. Bazı dava sahipleri bu tekliflere kanabilirler. Zira bunun çok basit bir ödün olduğunu görürler. Yani iktidar sahipleri dava adamlarının davalarını bütünü ile bırakmasını istemezler. Tüm istedikleri, ufak tefek birtakım değişikliklerdir. Böylece her iki tarafın da yolun ortasında buluşma imkânını bulurlar. Şeytan dava sahiplerine bu kanaldan sokularak davanın istikbali için birtakım ödünler vermesini, karşılığında da iktidar sahiplerine kazanmaları gerektiğini düşündürebilir!

Hâlbuki yolun başında ufak bir ödün, küçük bir sapma, yolun sonuna varıncaya kadar köklü, büyük bir sapmaya yol açar. Küçük de olsa davanın bir parçasından vazgeçmeyi, basit de olsa davanın bir tarafını gözden çıkarmayı kabul edebilen bir dava adamı daha önce vermiş olduğu bu ödünü durdurma imkânını kaçırmış olur. Zira bir adım geri çekildikçe teslim olma eğilimi daha da artar. Burada sorun davaya bir bütün olarak inanma sorunudur. Ne kadar küçük de olsa, davanın bir parçasından vazgeçebilen, ne kadar önemsiz de olsa davanın bir tarafını gözden çıkarabilen bir kişinin davasına gerçek anlamda iman ettiği söylenemez. Davanın her tarafı, her yönü inanmış insanın gözünde aynıdır. Bu tarafı da diğer tarafı gibi gerçektir. Davanın içinde "olmasa da olur" diye bir şey yoktur. Dava her yönü ile birbirini tamamlayan bir bütündür. Bir parçasını yitirdiğinde tüm özelliklerini yitirmiş olur. Herhangi bir bölümünü yitiren dava, bir elementini yitiren bir bileşim gibi hiçbir özelliğini koruyamaz!

İktidar sahipleri, dava sahiplerine, dava erlerine yavaş yavaş sokulurlar. Dava erleri herhangi bir noktada ufak bir taviz verdiklerinde saygınlıklarını ve sağlamlıklarını yitirirler. Artık iktidar sahipleri pazarlığın sürmesi ve fiyatın arttırılmasıyla davanın tamamını teslim alabileceklerini öğrenmiş olurlar!

Basit ve değersiz gibi de gözükse davanın herhangi bir tarafını, iktidar sahiplerini kendi safına çekmek amacı ile gözden çıkarmak davanın zafere ulaşmasında iktidar sahiplerine dayanma ihtiyacı duymak ruhsal (psikolojik) bir bozgundur/yıkılıştır. Mü'minler ise davalarında yalnız Allah'a dayanmak durumundadırlar. Bir kere yıkılış/mağlûbiyet gönüllerin derinliklerine kadar indi mi, artık bu yıkılış asla zafere dönüştürülemez!

İşte bu nedenle yüce Allah, peygamberi, Kendisinin göndermiş olduğu vahiy üzerinde sağlamlaştırmak, onu müşriklerin tuzaklarından korumak, az da olsa onlara dayanmaktan uzaklaştırmak ile çok büyük bir lütufta bulunmuştur. Onlara dayanmanın akıbetinden yani dünya ve ahiretin azabından, yardımcı ve destekçiden yoksun kalmaktan rahmetiyle onu korumuştur.

Müşrikler, Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- bu oyuna getirmekten aciz kalınca, Peygamberi yurdu olan Mekke'den sürgün etmeye giriştiler. Fakat yüce Allah daha önce Kureyş'i yok ederek cezalandırmayacağını bildirdiği için, peygamberine oradan göç etmesini vahiy ile bildirdi. Eğer onlar Peygamberimizi -salât ve selâm üzerine olsun- baskı ve zorla sürgün etselerdi dünyada cezalandırmayı hak etmiş olurlardı: "O takdirde senden sonra orada ancak kısa bir süre kalabilirlerdi."

Bu, Allah'ın yürürlükte olan değişmez yasasıdır: "Senden önce gönderdiğimiz peygamberlere ilişkin değişmez yasamız bu yolda işleye gelmiştir. Bizim yasamızın değiştiğini göremezsin."


Yüce Allah bu yasayı, sürekli geçerli olan değişmez bir ilke yapmıştır. Zira peygamberleri yurtlarından sürgün etmek kesin biçimde cezalandırmayı gerektiren bir suçtur. Bu evrene değişmez yasalar hükmetmektedir. Kişisel bir duruma göre değişiklik göstermez. Bu evrene hükmeden yasalar gelip-geçici tesadüfler değildir. Evren, sabit, sürekli işleyen yasalar tarafından idare edilmektedir. Yüce Allah Kureyş'i yüce bir hikmet gereği olarak peygamberlerinin mesajlarını yalanlayan önceki milletler gibi, maddi bir felâket ile yok etmeyi dilemediğinden, Peygamberimizi maddi harikalar ve mucizelerle göndermemiş, onların da O'nu zorla sürgün etmelerini takdir etmemiştir. Aksine O'na hicret etmesini vahiy ile bildirmiştir. Böylece Allah'ın yasası da değişmeden yoluna devam etmiştir.

12 Aralık 2013 Perşembe

İsrâ Sûresi 70-72 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


70- Biz Ademoğulları'nı gerçekten çeşitli ayrıcalıklarla donattık. Onlara karada ve denizde taşıtlar sağladık, kendilerine temiz besin maddeleri bağışladık, onları yarattığımız diğer canlıların çoğundan üstün kıldık.


Karada ve denizde taşıtların sağlanması yasaların hizmete verilmesi ve onların insan hayatının yapısına ve bünyesine yerleştirilen yeteneklere uygun düşecek biçimde ayarlanmasıdır. Eğer bu yasalar insanın yapısına uygun şekilde ayarlanmasaydı, insan hayatı söz konusu olamazdı. Çünkü insanın hayatı karada ve denizdeki doğal etkenlere oranla çok zayıf ve cılız kalmaktadır. Fakat insan orada yaşayacak güç ile donatılmıştır. Burada onu rahat kullanmasını sağlayacak yetenekler kendisine verilmiştir. Bütün bunlar, Allah'ın nimetleridir.

İnsanlar Allah'ın kendisine vermiş olduğu güzel rızıkları zamanla alışkanlık oluşturduğu için unutur. Bu güzelim nimetlerin değerini bilmez. Ancak bunlardan mahrum kaldığında onların değerini anlar. Bu sırada istifade ettiği nimetlerin değerini takdir eder. Fakat yine de tekrar eski haline döner ve unutur gider. İşte güneş, işte hava, işte su, işte sağlık, işte hareket edebilme gücü, işte duyu organları, işte akıl, işte yediğimiz-içtiğimiz ve gördüğümüz şu nimetler... İşte emrimize verilmiş olan şu uçsuz bucaksız kâinat ve içindeki sınırsız güzellikler...

“Bu uçsuz, bucaksız yeryüzündeki hâkimiyeti insana vererek insanı buraya halife kılarak, kendisini üstün kıldık. Ayrıca Allah'ın mülkünde şu yaratıklar arasında onu en üst düzeye çıkaran fıtratına yerleştirilmiş yeteneklerle donatmak suretiyle de insana lütufta bulunduk.”

Yüce Allah'ın ikramlarından biri de insanın kendi kendisini idare edebilmesidir. Niyetinin ve yaptıklarının sonuçlarına katlanmasıdır. İşte insanı insan yapan yegâne özellik budur. Yöneliş özgürlüğü ve kişisel sorumluluk; işte insan bu dünyada bu özelliğinden dolayı halifelik görevine getirilmiştir. Dolayısıyla yönelişinin ve çalışmasının karşılığını hesap gününde görmesi adaletin gereğidir.


71- Biz “o gün” bütün insan gruplarını, önderleri ile birlikte huzurumuza çağırırız. Kimlere amel defterleri sağ taraftan verilirse, onlar defterlerini sevine sevine okurlar. Onlara kıl kadar haksızlık edilmez.

72- Bu dünyada gerçekler karşısında kör olan kimse ahirette de kördür, doğru yoldan sapmışlık oranı da daha büyük olur.


Bu sahne bütün yaratıkların toplandığı günü canlandırmaktadır. Burada her topluluk kendi adıyla işlemiş oldukları "yolun" adıyla çağrılmaktadır. Veya kendisine uymuş oldukları peygamberin adıyla yahut da dünya hayatında lider olarak gördükleri önderlerinin adıyla çağrılmaktadır. Çağrılıyor ki, dünyada yaptıklarının yazılı belgesi kitap olarak teslim edilsin ve ahiret yurdundaki cezaları kendilerine bildirilsin... Orada kimin amel defteri sağ taraftan verilirse, o bu kitabıyla sevinir, onu okur ve okutur. Mükâfatı da eksiksiz biçimde verilir. İsterse bir hurma çekirdeğinin ortasındaki çizgi kadar olsun! Dünyada doğru yolun kanıtlarını görmeyenler, ahirette de iyilik yolunu görmeyeceklerdir. Daha da sapık olacaklardır. Cezaları ise bellidir. Fakat ayetlerin akışı bu korkunç kalabalığın canlandırıldığı sahnede insanların halini tasvir ediyor. Kör bir adam yolunu şaşırmış, yürümeye çabalıyor. Kendisine yol gösterecek kılavuz bulamıyor. Yolunu bulabilmesi için başka bir imkânı da yok. Bu kör adam bu şekilde tasvir edildikten sonra öylece bırakılıyor. Onun hakkında kesin bir hüküm verilmiyor. Zira böyle korkunç ve zorlu bir ortamda körlük ve sapıklık sahnesi zaten başlı başına dehşet verici ve kalpleri ürperten bir cezadır!

İsra suresinin bu son bölümü surenin ana eksenini oluşturan konu üzerinde duruyor. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- kişiliği, toplumunun kendisine karşı takındığı tavır, peygamberin getirdiği Kur'an ve bu Kur'an'ın özellikleri.

Bu bölümde, müşrikler peygamberimizi, Allah'ın indirdiği bazı şeylerden vazgeçirmek için giriştikleri çalışmalarına işaret ederek başlıyor. Onların, peygamberi Mekke'den çıkarmak istemeleri ve Allah onu müşriklerin tuzaklarından ve saldırılarından koruması ele alınıyor. Çünkü yüce Allah daha önce onlara zaman vermeyi ve önceki milletler gibi onları yok edici azap ile cezalandırmamayı takdir etmiştir. Eğer onlar peygamberi yurdundan kovmuş olsalardı, yüce Allah'ın peygamberlerini sürgün eden toplumlara karşı değişmeyen yasasına uygun olarak yok edilirlerdi.

İşte bu nedenle Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- yoluna devam etmekle emrolunuyor. Rabbine namaz kılması, O'nun gönderdiği Kur'an'ı okuması, Allah'a niyazda bulunup kendisine girdiği yere doğrulukla girmeyi, çıktığı yerden doğrulukla çıkmayı ve kendi katından destekleyici bir güç vermesi için dua etmesi isteniyor. Hakkın gelişini ve batılın yok oluşunu ilan etmesi emrediliyor. İşte bu Allah'a bağlılık, O'nu müşriklerin oyunlarına karşı kendisini koruyan zaferi ve egemenliği garanti eden silahıdır.

Sonra Kur'an'ın görevi açıklanıyor. O kendisine iman edenlere bir şifa ve rahmettir. Yalanlayanlar için ise bir azap ve cezadır. Kâfirler dünyada bu Kur'an'dan rahatsız olup işkence çektikleri gibi, ahirette de bu nedenle azaba uğrayacaklardır.

Rahmet ve azaptan söz edilmişken konunun akışı içinde bir de insanların rahmet ve azap durumlarındaki sıfatlarına değiniliyor. Nimet içindeki insan şımarır ve yüz çevirir. Cezaya çarptırıldığında ise, ümitsizlik, çaresizlik içinde bocalayıp durur. Buna ilave olarak gizli bir tehdit de yer alıyor. Her insana kendi karakterine uygun iş yapması için özgürlük veriliyor ki, ahirette cezasını çeksin.

Müşriklerin ruh hakkında peygambere soru sormaları nedeniyle insanın bilgisinin az ve yetersiz olduğu belirtiliyor. Ruh yalnız Allah'ın bilebileceği gayb konularından biridir. Onu kavramak insan gücünün sınırları içinde değildir. Kesin bilgi yüce Allah'ın peygamberine gönderdiği vahiydir. Bu vahiy de O’nun kendi lütfundandır. Eğer o dileseydi böyle bir lütufta bulunmayabilir ve kimse de O'na hesap soramazdı. Fakat O rahmetinin ve lütfunun gereği olarak peygamberine bu vahyi indirmiştir.

Daha sonra başlı başına mucize olan Kur'an'ın bir benzerini tüm insanlar ve cinler bir araya gelseler ve bu konuda yardımlaşsalar dahi yapamazlar deniyor. Yüce Allah'ın Kur'an'ı her akla ve her kalbe hitap edebilmesi için çeşitli doğru yol belgeleriyle donattığı belirtiliyor... İşte bu özellikleri taşıyan Kur'an dahi Kureyş kâfirlerine yetmiyor, peygambere başvuruyorlar, basit maddi mucizeler istiyorlar. İstiyorlar ki, Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- yerden kaynaklar çıkarsın veya kendisinin som altından bir evi olsun. Ayrıca daha da inatlaşarak insanın özelliklerinden olmayan birtakım şeyler istiyorlar. Peygamberin onların gözleri önünde göğe çıkmasını, oradan okuyabilecekleri somut bir kitap getirmesini veya gökten bir azap gönderip kendilerini yok etmesini istiyorlar. İnkârlarında ve inatlarında daha da ileri giderek Allah'ı ve melekleri getirip karşılarına koymasını teklif ediyorlar!

Surenin akışı içinde kıyamet sahnelerinden biri daha sunuluyor. Burada müşriklerin bu inatlarının ve ahireti yalanlamalarının cezası olarak kendilerini bekleyen akıbeti tasvir ediliyor. Çürüdükten ve kemik haline geldikten sonra dirilişi inkâr etmelerinin cezası sergileniyor.

Onların inatçılığına dayanan teklifleri hafife alınıyor. Ve deniyor ki: Eğer onlar Allah'ın rahmetinin bekçileri dahi olsalar beşeri olan cimrilikleri yakalarını bırakmaz. Bitmez-tükenmez hazinelerin eriyeceği korkusuyla cimrilik yaparlar! Bununla beraber onlar isteklerinde ve tekliflerinde hiçbir sınır tanımazlar.

Onların birtakım mucizeler istemeleri konu edilirken, Hz. Musa'nın gösterdiği bazı mucizelere değiniyor. Firavun ve kavmi bu mucizeleri yalanlamış. Bilindiği gibi yüce Allah yalanlayanları yok etmeye ilişkin yasası uyarınca da yok edilmişlerdi.

Bu Kur'an'a gelince; Kur’an, sürekli ve gerçek bir mucizedir. Kur'an milletin ihtiyaçlarına uygun olarak bölümler halinde indirilmişti. Toplumu hazırlıyor ve eğitiyordu. Daha önceki milletlerin hem iman hem de ilim sahibi olanları Kur'an'ın gerçek olduğunu anlıyor ona boyun eğiyor ve bağlanıyorlardı. Ona iman edip teslim oluyorlardı.


Sure, Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- yalnız Allah'a kulluk yapmaya, O'nu noksan sıfatlardan uzak görmeye ve kendisine övgüde bulunmaya teşvik eden bir direktif ile sona eriyor. Nitekim sure, Allah'ı noksan sıfatlardan arındırmak ve O'nu tenzih etmekle başlamıştı.

10 Aralık 2013 Salı

İsrâ Sûresi 66-69 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


66- Rabbinizin size sunduğu nimetleri arayasınız diye gemileri denizde yüzdüren O'dur. Hiç şüphesiz O, size karşı pek merhametlidir.

67- Eğer denizde başınıza bir bela gelirse, Allah dışında imdada çağırdığınız (sahte) ilahlar ortalıkta görünmez olur. Allah sizi kurtarıp karaya çıkarınca (da) O'na sırt çevirirsiniz. İnsan gerçekten son derece nankördür.


Konunun akışı içinde sergilenen bu sahne -denizdeki gemi sahnesi- sıkıntı ve zor anlarının bir örneğidir. Böyle bir ortamda “Allah'ın (yardım) elini” hissetmek daha kolay ve daha etkilidir. Denizin ortasında bir odun ya da maden parçasının dalgalar ve akıntılar tarafından kuşatılmasının manzarası insanların Allah'ın kudret eli üzerindeki bu noktaya can havliyle sarılışı manzarası!

Yüreğin ta derinliklerinde hissedilen gemideki her sarsılışın, her titreyişin, korku dolu kalpler tarafından algılanan bir manzaradır bu. Geminin küçük veya büyük olması, durumu değiştirmez. Bu gemi Transatlantik dahi olsa bazı durumlarda denizin dev dalgaları karşısında rüzgârın önündeki tüy gibi çaresiz kalırlar! Bu ifade ürpertici bir şekilde kalplere dokunmaktadır. Bu ifadeyle denizdeki gemilerin Allah'ın eliyle hareket ettiği, O'nun nimetlerinden yararlanmaları için çalıştıkları insanlara hissettirmektedir.

"Hiç şüphesiz, O size karşı pek merhametlidir."

Rahmet burada ve buna benzer durumlarda kalplerin en çok hissedip, ihtiyaç duyduğu bir olgudur.

Sonra bu huzur ve rahat ortam, korku ve sıkıntıyla dolu bir hale dönüşmektedir. Bu sırada dalgalar arasında yuvarlanan geminin yolcuları Allah'ın dışındaki her gücü, her dayanağı ve her kurtarıcıyı unutuyorlar. Bu tehlike anında sadece O'na yöneliyorlar. O'ndan başka kimseye yalvarmıyorlar:

"Allah dışında imdada çağırdığınız (sahte) ilahlar ortalıkta görünmez."

Fakat insan, bildiğimiz insandır. Sıkıntılardan kurtulup, ayakları yere basınca, yerin sertliğini hissedince hemen sıkıntı zamanını unutur. Allah'ı da unutur. İstek ve arzular başına üşüşmeye, ihtiraslar kendisini çember içine almaya, tehlikenin temizlediği fıtratını tekrar örtmeye çalışırlar:

"Allah sizi kurtarıp, karaya çıkarınca, O'na sırt çevirirsiniz. İnsan gerçekten son derece nankördür."

Kalbini Allah'a bağlayıp aydınlatanlar ve parlatanlar hariç.

Burada konunun akışı içinde ele alınan daha önceki deniz tehlikesinin tasviri ve bu tehlikenin karada da kendilerini bulabileceğini veya tekrar denizde böyle bir tehlikeyle karşılaşabileceği hatırlatılıp, muhatapların vicdanları ve duyguları harekete geçirilmek isteniyor. Gerçek güvenin ve emniyetin ne denizde ne de karada, ne coşkun dalgalar ve fırtına şeklinde esen rüzgârda, ne de sağlam sığınaklarda ve konforlu evlerde olduğunu, gerçek güven ve rahatın Allah'ın koruması ve himayesi altında gerçekleşebileceğini hissettirmek içindir.


68-  Peki, O’nun sizi yerin dibine geçirmeyeceğinden yahut üzerinize taşı toprağı kaldıran can alıcı bir rüzgâr göndermeyeceğinden çok mu eminsiniz? (Hayır, o zaman) kendinize asla bir koruyucu bulamazsınız.

69- Yahut sizi tekrar denize döndürüp, üzerinize ortalığı kasıp kavuran bir fırtına göndermeyeceğinizden ve böylece, nankörlüğünüze karşılık sizi boğmayacağından çok mu eminsiniz? (Hayır,) o zaman Bizim karşımızda size arka çıkacak kimse bulamazsınız.


İnsanlık her an ve her yerde Allah'ın kontrolü altındadır. Onlar denizde Allah'ın kontrolünde oldukları gibi, karada da O'nun kontrolündedirler. Dolayısıyla insan nasıl bir güven ile kuşatıldığını hissedebilir.

Onlar Allah'ın depremler ve volkanik patlamalarla yahut da Allah'ın kudretine boyun eğen başka sebeplerle yerin dibine geçirilmekten nasıl emin olabilirler? Onlar üzerlerine volkanlardan fışkıran bir dağ patlamasına yakalanıp kaynar sular, çamurlar ve taşlarla yakılmaktan nasıl emin olabilirler? Böyle bir durumda onlar Allah'tan başka kendilerini koruyacak ve bu felâketi başlarından savacak hiç kimse bulamazlar, yok olup giderler.

Yahut onlar tekrar denize döndüklerinde Allah'ın üzerlerine büyük bir fırtına göndermesinden, tayfalarını yok edip, gemilerini parçalamasından, küfürleri, yüz çevirmeleri ve nankörlükleri nedeniyle orada boğdurmasından nasıl emin olabilirler? Bu durumda onların peşine kim takılabilir ve onları boğulmaktan kurtarabilir?

İyi bilelim ki, bu insanları Rablerine karşı nankör yapan ve O'ndan yüz çevirten, sonra da O'nun yakalayıp cezalandırmasından emin kılan gafletin ve nankörlüğün ta kendisidir. Hâlbuki onlar sadece dara düştüklerinde O’na yönelirler. Kurtulduktan sonra ise, O'nu unuturlar. Sanki Allah'ın onları yakalayabilecek tek fırsatı budur, bundan başka Allah onları kıskıvrak yakalayamaz!..

Yüce Allah insan denen şu yaratığı, yarattığı pek çok varlıktan üstün kılmıştır. Bünyesi ve bedeni itibariyle onu onurlu bir şekilde yaratmıştır. Onun fıtratında çamur ile ilahi soluğu birleştirmiştir. Böylece insanın bünyesinde yer ile gök bir araya gelmiştir!

Yine yüce Allah, insanın fıtratına yerleştirdiği yeteneklerde de onu şereflendirmiştir. İnsan bu yetenekleri ile yeryüzünde değişiklik yapabilir, yer değiştirebilir, inşa faaliyetlerine girebilir, üretimle uğraşabilir, birtakım şeyleri birleştirirken, bazılarını çözümleyebilir. Böylece hayat için takdir edilen olgunluk derecesine ulaşabilir.

Allah insana yerdeki doğal kuvvetleri insanın emrine vererek ve bunu gezegenlerdeki ve yıldızlardaki doğal güçlerin desteğiyle genişletmek suretiyle de ona ikramda bulunmuştur.

Bütün bir kâinatın koca ihtişamıyla onu karşılamasıyla da onu şereflendirmiştir. Bütün meleklerin karşısında secdeye kapandığı bu toplantı esnasında yüce yaratıcı olan Allah bu insana ikramda bulunduğunu (da) ilan etmektedir.


Allah'ın bu ikramını, yücelerin yücesinden yeryüzüne gönderilmiş, sonsuza dek kalacak olan kitabi Kur'an'da, insanın bu onurlandırılışının tümüyle yer alması da onun için ayrıca bir şereftir.

7 Aralık 2013 Cumartesi

İsrâ Sûresi 60-65 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


60- Ey Muhammed, hani sana "Rabbin insanları (Mekkeli müşrikleri) kuşatma altına aldı" dedik. (O gece) sana gösterdiğimiz görüntüleri ve Kur'an'da adı geçen lanetlenmiş ağacı da sırf insanlara bir sınav konusu olsun diye ortaya koyduk. Onları korkutuyoruz ama bu korkutmalarımız azgınlıklarını arttırmaktan başka bir işe yaramıyor.


İsra olayından sonra peygambere iman edenlerin bir kısmı dinden dönmüştü. Bir kesim ise dininde direnmiş ve inancını arttırmıştı. İşte bu nedenle yüce Allah'ın kuluna bu gecede gösterdiği “görüntüler” insanlar için bir deneme olmuştu. İmanları için bir sınav niteliğindeydi. Yüce Allah'ın insanları kuşatma altına alışına gelince, bu Allah'ın peygamberine zafer vadetmesi ve kendisini onların saldırılarından koruması anlamına geliyordu.

Peygamber, Allah'ın kendisine verdiği bu sözü onlara bildirmiş ve kendisine gösterilen apaçık gerçekleri onlara anlatmıştı. Peygamberin gördüğü gerçeklerden biri de Allah'ı yalanlayanları korkutmak amacıyla söz konusu yaptığı zakkum ağacı idi. Onlar bu haberi yalanlamışlar ve hatta Ebu Cehil: "Bize hurma ve kaymak getirin. Sonra bunları bir ondan, bir bundan yiyerek zıkkımlanın! Bize göre zakkum bundan başka bir şey değildir!" diye alay etmişti.

Eğer somut mucizeler ve peygamberlerin eliyle gerçekleşen harika olaylar önceki peygamberliklerde olduğu gibi Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- peygamberliğinin de işareti olsaydı acaba bu toplumun durumu ne olurdu? Bu toplum İsra mucizesini ve zakkum ağacıyla tehdit edilişini hiçe saymış ve bu girişimler onların azgınlığını daha da arttırmaktan başka bir şeye yaramamıştı.

Yüce Allah onları katından göndereceği bir azap ile yok etmeyi istemediğinden onlara harika bir mucize göndermemişti. Zira Allah'ın iradesi mucizeleri yalanlayanları yok etmeyi gerektirmiştir. Kureyş'e gelince, onlara zaman tanımı Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. Lut ve Hz. Şuayb'ın toplumları gibi onları hemen cezalandırmayı dilememiştir. Bu sırada peygambere karşı çıkanların bir kısmı daha sonra iman etmiş ve İslâm ordusunda seçkin askerler olmuşlardı. Ayrıca gerçek Müminlerin arasına girenleri de vardır.

İslâm’ın mucizesi olan Kur'an, Hz. Muhammed'in bulunduğu -salât ve selâm üzerine olsun- kuşağının açık kitabı olduğu gibi, ondan sonraki nesillerin de apaçık kitabıydı. Peygamber zamanına ve arkadaşlarına ulaşmamış pek çok kimseler O'na iman ettiler. Ya Kur'an okuyarak veya Kur'an okuyan birine arkadaş olarak. Kur'an tüm nesiller için apaçık bir kitap olmaya devam edecektir. Henüz gayb âleminin derinliklerinde bulunan insanlar gelip Kur’an’la yollarını bulacaklardır ve onlardan öyleleri çıkabilir ki, bunların imanları daha sağlam, amelleri daha düzgün olabilir. Kendisinden önceki pek çok Müslümandan daha fazla İslâm’a itaat edebilir...

Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- gördüğü gerçekler ve orada gezip gördüğü âlemler ve şeytanlara uyanların gıda maddesini oluşturan lanetli ağacın gölgesinde mel'un şeytanın sahnesi yer alıyor. Burada İblis sapıkları aldatacağına ilişkin tehditler savurmakta, kendi kendine söz vermektedir:


61- Hani meleklere "Âdem’e secde ediniz" dedik. Hepsi secde etti, yalnız İblis emrimize karşı geldi ve "Ben çamurdan yarattığın bir canlıya hiç secde eder miyim!" dedi.

62- İblis (şöyle ekleyerek) dedi ki; “Benden üstün tuttuğun şu canlıyı görüyor musun? Eğer bana kıyamet gününe kadar mühlet verirsen, onun soyunu -pek az bir bölümü dışında- avucumun içine alıp mahvederim.”

63-65 Allah dedi ki: "Defol git. Onun soyundan kim sana uyarsa, onlarla senin ‘ortak ve yeterli’ cezanız cehennemdir. Gücünün yettiklerini sesinle ayartıp siperlerinden çıkar; atlılarını ve piyadelerini nara attırarak, üzerlerine çullandır, mallarına ve evlâtlarına ortak ol, onlara çeşitli vaatler yap –(ki) şeytanın insanlara yaptığı vaatler aldatmacadan başka bir şey değildir-. Benim gerçek kullarıma gelince, senin onlar üzerinde hiçbir nüfuzun yoktur. Allah, onlar için yeterli koruyucudur.”


Burada sapıkların aldatılmasına sebep olan asıl nedenler ortaya konmaktadır. Bu sahnenin burada sunuluşuyla insanlar, sapıklığın nedenlerini gördükten sonra ondan sakınmaları gerektiğini belirtiliyor. Bu sahneyle onlar kendilerinin ve atalarının baş düşmanı olan şeytanın sapıklıkla kendilerini tehdit ettiğini ve bu tavrının öteden beri süregelen ısrarından kaynaklandığını görüyorlar.

İblis'in Hz. Adem'i kıskanması, Adem'in çamurdan olan bedenini söz konusu edip, Allah'ın bu çamura soluk üflemesini göz ardı etmesine neden olmaktadır!

İblis, insanın kötülüğe ve sapıklığa karşı eğilimi olduğu gibi iyiliğe ve doğru yola da eğilimi olduğunu görmezlikten geliyor. Allah'a bağlılığı devam ettiği sürece hep yükseldiğini, yüceldiğini, kötülük ve sapıklıktan kendisini koruduğunu hesaba katmıyor. Bu yaratığın en belirgin özelliğinin bu olduğunu anlamıyor. Hâlbuki insan bu iradesi ile tekdüze bir yeteneği bulunan, bu nedenle bir yoldan başkasına giremeyen, girdiği yolda iradesiz olarak ilerleyen yaratıklardan çok ileri geçmektedir. Bu olağanüstü yaratığın sırrı "irade"dir.

Allah'ın iradesi bu kötülük ve sapıklık elçisine dizgini vermeyi diliyor ki, insanoğluna ne yapacaksa yapsın diye:

“Git, ne hünerin varsa göster. Git, onları azdırmana izin verildi. Onlar akıl ve irade ile donatılmışlardır. Sana hem uyabilirler, hem de uymayabilirler. Onun soyundan kim sana uyarsa içindeki sapıklık yeteneği doğru yolu bulma yeteneğine üstün gelir. Rahmanın çağrısını bırakıp, şeytanın çağrısına uyar, Allah'ın evrendeki mucizelerinden, gönderilen peygamberlerinden ve ayetlerinden habersiz kalırsa ‘Onlarla senin ortak cezanız’ cehennemdir. Senin ve sana uyanların cezası budur. Bu ‘yeterli’ bir cezadır.”

"Gücünün yettiklerini sesinle ayartıp siperlerinden çıkar, atlılarını ve piyadelerini onların üzerine sal."

Bunlar saptırma ve kuşatmanın, kalplere, akıllara ve duygulara egemen olma yöntemlerinin canlandırılmasıdır. Bu, büyük bir savaş meydanıdır. Burada bağırtılar, atlılar, piyadeler, savaşların ve meydan okuyuşların metoduna uygun olarak kullanılmaktadır. Burada ses, düşmanın sabrını taşırmak ve onları sağlam kalelerinden dışarı çıkarmak için kullanılıyor. Veya kurulmuş olan tuzağa, planlanmış olan taktiğe ulaşmaları için onlara bir süre tanınıyor. Tahrike kapılıp ortaya çıktıklarında atlılar onları yakalıyor ve piyadeler etrafını kuşatıyor!

"Mallarına ve çocuklarına ortak ol."

Bu ortaklık cahiliyenin putperest kuruntularında şekillenmektedir. Çünkü onlar sahte ilahlarına yani şeytana mallarından bir pay ayırıyorlardı, yine çocuklarından veya kölelerinden bu (sahte) ilahlara yani şeytan adına, adaklarda bulunuyorlardı. Lat'ın kulu, Menat'ın kulu gibi. Bazan da "Abdulharis" (şeytanın kulu) isminde olduğu gibi çocuklarını şeytana adarlardı!

Şeytanın bu ortaklığı; haram yoldan elde edilen mal, haksız yerde kullanılan veya günah uğruna harcanan para veya gayri meşru yoldan edinilen her çocuk da İblis'in ortaklığının simgesidir. Bunlarda şeytanın ortaklığı vardır.

Bu ifade de, şeytan ile izleyicileri arasında hayatın temel iki dayanağı olan mallar ile çocukları kapsayan bir ortaklık sözleşmesini tasvir etmektedir. İblis vasıtaların hepsini kullanma iznini almıştır. Aldatıcı, kandırıcı sözler vermesi de bunlar arasındadır.

"Onlara çeşitli vaatlerde bulun. Şeytanın insanlara verdiği vaatler aldatmacadan başka bir şey değildir."

Cezadan ve kısastan kurtulma vaadi, haram yollarla zengin olma vaadi, haram yollar ve çirkin yöntemlerle üstün gelme ve başarıya ulaşma vaadi gibi... Herhalde şeytanın verdiği sözler içinde en aldatıcı olanı günah ve hatadan sonra bağışlanacağına ilişkin sözdür. Doğrudan ve açık yolla kandırılması mümkün olmayan pek çok kalbi, şeytan bu yolla çok rahat avlayabilmektedir. Bu sağlam dirençli insanlara yumuşak biçimde yaklaşır, onlara günahları güzel gösterir, ilahi rahmetin genişliğini ve ilahi af ve bağışlamanın kapsayıcılığını telkin edip günaha sürükler.

“Git, sana eğilim duyanları aldatabilmen için sana izin verilmişti. Fakat bir de kendilerine hiçbir şey yapamayacağın kimseler vardır. Zira onların sığındıkları kaleleri vardır. Bu kaleleri kendilerini, senden, atlılarından ve piyadelerinden korur!”

Kalp Allah'a bağlandığında, ibadet ile O'na yöneldiğinde, kopmayan sağlam bir kulpa yapıştığında, ruhunda yüce soluk harekete geçerek aydınlanıp, parladığında... Artık Allah'a bağlı bu kalbin ve iman nuru ile aydınlanmış bu ruhun üzerinde şeytanın bir tesiri olamaz.

"Rabbin onlar için yeterli vekildir."

Korur, yardım eder ve şeytanın hilelerini boşa çıkarır.

Şeytan yola koyulup verdiği sözleri yerine getirmeye kullarını emri altına almaya çalışır. Fakat buna rağmen Rahman’ın kullarına dokunamaz. Zira şeytanın onlar üzerinde hiçbir tesiri yoktur.


İşte şeytanın insanlar için planladığı kötülükler ve eziyetler bunlardır. Buna rağmen bazı insanlar bu şeytana uyarlar. Ona kulak verirler. Allah'ın çağrısına ve doğru yoluna kulak asmazlar. Hâlbuki Allah onlara merhamet eder, yardım eder, doğru yolu gösterir, yaşayışlarını kolaylaştırır, kendilerini sıkıntı ve üzüntüden kurtarır. Zorlu ve sıkıntılı durumlarda onların çağrısına karşılık verir... Buna rağmen bakarsın ki, onlar yüz çeviriyorlar ve inkâra kalkışıyorlar.