27 Kasım 2013 Çarşamba

İsrâ Sûresi 49-52 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


49- Dediler ki; "Biz kemik ve toz haline dönüştükten sonra diriltilerek yaradılışın yeni bir aşamasına mı geçeceğiz?

50-51 Onlara de ki; İster taş olunuz ister demir olunuz. İster (canlılık olayı ile ilişkili olabileceğini) hafızalarınızın almadığı başka bir yaratık olunuz (sizi yeniden dirilteceğiz). Diyecekler ki "Bizi kim yeniden diriltecek? De ki "Sizi ilk kere yoktan var eden...” O zaman şaşkın şaşkın başlarını sallayarak "Peki ne zaman?" diyecekler. Onlara de ki: "Belki de yakında. "


Diriliş meselesi Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ile müşrikler arasında uzun boylu tartışmalara neden olmuştur. Kur'an-ı Kerim bu tartışmanın çoğunu dile getirmiştir. Aslında hayatın ve ölümün yapısını, dirilişi ve mahşerin yapısını göz önünde bulundurup değerlendirenler, onun gayet açık, sade, anlaşılır bir mesele olduğunu göreceklerdir. Kur'an’ı Kerim bu meseleyi defalarca aydınlık bir şekilde ortaya koymuştur. Fakat karşıdaki müşrikler meseleyi bu kadar açık ve bu kadar sade bir biçimde düşünmüyorlardı. Bu nedenle bedenlerin çürüyüp yok olmasından sonra tekrar dirilmeyi düşünmek zor geliyordu.

Onlar, daha önceleri var olmadıklarını, sonra var olup hayat kazandıklarını, tekrar diriltmenin ilk yaratılıştan zor olmadığını, Allah'ın gücü karşısında hiçbir şeyin diğerinden zor olmayacağını, her şeyde yaratma aracının aynı olduğunu, bunun da Allah’ın "Ol" demesi ve onun da meydana gelmesi şeklinde olduğunu düşünmüyorlar. Dolayısıyla bir şeyin Allah katındaki durumu O'nun insanlara göre zor da olsa kolay da olsa fark etmediğini bilmiyorlar. Allah'ın iradesi kendisine yöneldikten sonra her şeyin aynı olduğunu anlamıyorlar.

Kemik ve un ufak olmuş bedende bile yine de bir insanlık kokusu, hayatı andıran birtakım olgular vardır. Demir ve taş ise, bunlara göre canlılıktan daha uzaktır, onlara deniyor ki: İster taş olun ister demir, ister taş ve demirden başka canlanmasını ve hayatın içine gireceğini bir türlü düşünemediğin hayattan daha uzak bir varlık olun... Allah sizi kesin diriltecektir.

Aslında onlar taş, demir veya başka bir varlık olma imkânına sahip değiller. Fakat bu söz meydan okumak içindir. Ayrıca burada onlar aşağılanmakta ve azarlanmaktadır. Çünkü taş ve demir cansız varlıklardır, hissetmez ve etkilenmezler. Bu da onların düşüncelerindeki donukluğu ve taşlaşmayı tasvir etmektedir!

Kemik olduktan, un ufak olduktan veya daha fazla sönmüş ve ölmüş başka bir yaratık olduktan sonra kim bizi tekrar diriltecek? "De ki sizi ilk kez yoktan var eden diriltecek."

Bu cevap problemi açık ve kolay anlaşılabilecek, sade bir düşünce biçiminde ortaya koymaktadır. Buna göre onları ilk olarak yoktan var eden, onları tekrar diriltme gücüne de sahiptir. Fakat onlar bundan yararlanmıyor ve ikna olmuyorlar.

Aşağı veya yukarı sallayarak alaylı ve reddeder bir tavır ile: "Peki o ne zaman?" diyecekler. Bu olayın uzak bir ihtimal olduğunu belirtmek, inkâr etmek için böyle diyecekler.

Peygamber onun ne zaman meydana geleceğini kesin olarak bilmiyor. Fakat onların sandıklarından herhalde yakındır. Onların bu yalanlama ve alaya almaya dayalı gafletleri dikkate alınırsa, onların bugün korkmaları daha çok yerinde olurdu!

Sonra o günün kısa bir sahnesine yer veriliyor:


52- O gün Allah sizi çağırınca kendisine hamd ederek çağrısına uyarsınız ve dünyada çok kısa bir süre kaldığınızı sanırsınız.


Bu, dirilişi inkâr eden ve onu yalanlayanların halini tasvir eden bir sahnedir. Ayağa kalkmışlar çağıranın çağrısına kulak veriyorlar. Dilleri Allah'a övgüler yağdırma çabasındadır. Onların bu sözden ve cevaptan başka hiçbir sözleri yoktur.

Bugünü bütünü ile inkâr eden, hatta Allah'ı da inkâr eden bu insanların verdikleri bu cevap gerçekten ilginçtir. Orada "Allah'a hamdolsun, Allah'a hamdolsun" demekten başka cevapları yoktur.

O gün gölgenin dürüldüğü gibi, dünya hayatı da dürülür… 


Dünyanın bu şekilde canlandırılışı muhatapların gönlünde onun değerini azaltmaktadır. Bir de bakmışsın ki, dünya küçük, küçücüktür. Artık onun gönüllerde bir gölgesi, duygularda bir tablosu kalmamıştır. O bir an geçip giden bir dönem, dönüşen bir gölge ve kısa süren bir yararlanmadır.

26 Kasım 2013 Salı

İsrâ Sûresi 45-48 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


45- Ey Muhammed, sen Kur'an okurken, seninle ahirete inanmayanlar arasına görünmez bir perde gereriz.

46- Kur'an'ı kavramasınlar diye kalplerini bir kılıfla kaplarız ve kulaklarının işitme yeteneğini zayıflatırız. Allah'ın ortaksız birliğini dile getiren Kur'an ayetlerini okuduğun zaman arkalarını dönüp kaçarlar.

47- Onların seni dinlerken ne maksatla dinlediklerini, sonra aralarında neler fısıldaştıklarını ve o zalimlerin Müslümanlara "Siz kesinlikle büyülenmiş bir adamın peşinden gidiyorsunuz" dediklerini iyi biliyoruz.

48- Senin hakkında nasıl benzetmeler, ne tür yakıştırmalar yaptıklarına baksana! Sapıttılar, bir türlü doğru yolu bulamıyorlar.


İbn-i İshak "Siret" adlı eserinde Muhammed İbn-i Müslim İbn-i Şıhab'tan o da Zühri'den rivayet ederek diyor ki: Ebu Süfyan İbn-i Harb, Ebu Cehil İbn-i Şiham, müttefiki Zühre oğullarının Ahnes İbn-i Şüreyk bin İmr İbn-i Vehbes Sakafi bir gece Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- dinlemek için buluştular. Peygamber bu arada evinde namaz kılıyordu. Herkes okunan Kur'an'ı dinlemek için kendisine bir yer seçip oturdu. Her birinin diğerinden haberi yoktu. Şafak sökünceye kadar Kur'an'ı dinlediler. Ondan sonra dağılıp gittiler. Yolda buluştular ve birbirlerini kınayarak "beyinsizin biri bizi bu halde görürse bu halimiz onlar üzerinde çok tesirli olacaktır" deyip gittiler. İkinci gece olunca her üçü de önceki gece oturdukları yerlerine gelip oturdular. Bütün bir geceyi Kur'an dinlemekle geçirdiler. Şafak atınca dağıldılar. Yine aynı yerde buluştular. Tekrar birbirlerine önceki gece söylediklerini söylediler ve dağılıp gittiler. Üçüncü gece aynı şekilde gelip yerlerine oturdular. Yine bir araya geldiler. Birbirlerine "Bir daha gelmeyeceğimize söz vermedikçe buradan ayrılmayacağız" dediler ve bu ilke üzerinde anlaşarak dağıldılar. Sabahleyin Ahnes İbn-i Şureyk bastonunu alıp Ebu Süfyan İbn-i Harb'ın evine gitti. Ve "Ey Ebu Hanzale söyle bakalım, Muhammed'den dinlediklerin hakkında fikrin nedir?” diye sordu. Ebu Süfyan "Ya Ebu Salebe, Allah'a yemin ederim ki, ben bir kısmını bildiğim ve manasını anladığım şeyler dinledim. Yine bazı şeyler dinledim ki: Onun anlamını bilmiyor ve onunla ne kastedildiğini de anlamıyordum" dedi. Ahnes ise; "Bende öyle, senin kendisine yemin ettiğin ilah aşkına.” Daha sonra Ahnes, Ebu Süfyan'dan ayrılarak Ebu Cehil'e gitti. Onu evinde buldu. İçerde o'na "Ey Ebul Hakem Muhammed'den duydukların hakkında görüşün nedir?" diye sordu. Ebu Cehil "Ne dinlemişim?” dedikten sonra şöyle devam etti. "Biz Abdilmenafoğulları'yla şeref konusunda mücadele içindeyiz. Onlar yedirdiler, biz de yedirdik. Onlar fedakârlık yaptılar biz de fedakârlık yaptık. Onlar verdiler. Biz de verdik. Bu yarışta dizler üzerine çökünceye kadar devam ettik. Biz bu konuda yarışa çıkmış iki at gibiydik. Şimdi onlar "bizden bir peygamber çıktı, kendisine gökten vahiy geliyor" diyorlar. Peki, biz ne zaman buna ulaşacağız. Allah'a yemin ederim ki, asla O'na inanmam, siz de asla ona inanmayın ve onu doğrulamayın.” Bunun üzerine Ahnes kalktı ve onu kendi haline bırakıp gitti.

İşte müşriklerin fıtratları Kur'an'dan bu derece etkilendiği halde, onlar buna engel oluyorlardı. Kalpleri o tarafa doğru kendilerini çekerken onlar, kalplerine engel oluyorlardı. Bu nedenle yüce Allah da onlarla peygamber arasına gizli bir perde gerdi. Bu perde gözlere görünmese de kalpler onun varlığını hissederler. Bir de bakmışsın ki, onlar artık Kur'an'dan yararlanamıyorlar. Okudukları Kur'an'dan kendilerine pay çıkarıp, doğru yola gelmiyorlar. İşte bu şekilde gizlice Kur'an'ın kendi kalpleri üzerindeki etkisini konuşuyorlardı. Sonra da buna kulak vermemek için komplolar düzenliyorlardı. Sonra tekrar onun etkisinde kalıyor, dönüş yapıyorlardı. Sonra tekrar, gizlice konuşuyorlardı. Nihayet bir daha dönmemek üzere antlaşma yapmak zorunda kalıyorlardı. Amaç kendilerini kalpleri ve akılları etkisi altına alan, gerçekliğiyle büyülenen kimseleri bu Kur'an'dan korumak ve onun etkisinden kurtarmaktı! Çünkü bu Kur'an'ın ana eksenini oluşturan tevhid inancı, onların makamlarını ayrıcalıklarını ve ululuklarını tehdit ediyordu. Bu nedenle ondan uzak kaçıyorlardı.

Kendilerinin sosyal konumlarını tehdit eden tevhid kelimesinden kaçıyorlardı. Zira onların bu konumları putperestliğin kuruntularına ve cahiliyenin geleneklerine dayanıyordu. Yoksa Kureyş'in ileri gelenleri inanç sistemlerindeki tutarsızlıkları ve İslâm dinindeki bütünlüğü herkesten daha iyi biliyorlardı. Kur'an'ın yüceliğini, farklılığını ve üstün değerini fark edemeyecek kadar geri değillerdi. Aynı şeyleri yapan bu insanlar Kur'an'ı dinlemek ve onun huzuruna ermek konusunda kendi içlerinden gelen duygularına engel olamıyorlardı. Kalplerini ve duygularını şiddetle engellemeye çalışırken bile bu gerçekten uzak kalmamışlardı!

Fıtrat onları dinlemeye ve etkisinde kalmaya sevk ediyordu. Büyüklük ise, teslim olmayı ve boyun eğmeyi engelliyordu. Bu nedenle Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- birtakım ithamlarda bulunuyorlardı. Böylece büyüklük taslayışlarını ve inatlarını bir mazerete dayandırmış oluyorlardı.

"O zalimler Müslümanlara -Siz kesinlikle büyülenmiş bir adamın peşinden gidiyorsunuz- diyorlardı."

Bu söz de tek başına onların Kur'an'dan etkilendiklerini ortaya koymaktadır. Zira onda beşeri olmayan birtakım özellikler hissediyorlardı. Onun kendi duygularına gizliden etki ettiğini fark ediyorlar ve buna rağmen böyle diyeni büyücülük yapmakla suçluyorlardı. Onun sözlerindeki bu hayret verici özelliği konuşmasındaki farklılığı ve edebi ifadesindeki üstünlüğü büyüye bağlıyorlardı. Buna göre, Muhammed kendiliğinden konuşmuyordu. Büyüden destek alarak beşer gücü olmayan bir güçten yararlanıyordu. Eğer biraz insaf etselerdi, onun Allah katından geldiğini söylerlerdi. Çünkü bu vahyi ne bir insan ne de Allah'ın yarattığı başka bir varlık söyleyebilirdi.


Sen büyülenmediğin halde ve sadece Allah'ın elçisi olduğunu bilmelerine rağmen seni bir büyücüye benzetiyorlar. Böylece sapıtıyorlar ve doğruya gelmiyorlar. Şaşkınlık içine düşüyorlar. İzleyecekleri bir yol bulamıyorlar. Ne hidayete ulaştıracak bir yol ne de içinde bulundukları kuşkulu durumlarından kurtaracak bir yol!

25 Kasım 2013 Pazartesi

İsrâ Sûresi 42-44 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


42- Ey Muhammed de ki; “Eğer müşriklerin dedikleri gibi evrende Allah'ın yanı sıra başka ilahlar olsaydı, bu ilahlar Arş'ın ve kesin egemenliğin sahibi olan Allah ile boy ölçüşmenin yolunu ararlardı.”


Ayeti kerimede geçen "lev" edatı Arap dili gramerinin uzmanları tarafından belirtildiği gibi bir şeyin asla olmayacağını belirtmek için kullanılan bir olumsuzluk edatıdır. Çünkü mesele bütünüyle imkânsızdır. Onların iddia ettiklerinin aksine, Allah ile birlikte başka ilahlar yoktur. Onların çağırdığı ilahlar sadece Allah'ın yaratıklarından birer yaratıktır. İsterse bu bir yıldız ve gezegen olsun, ister bir insan veya bir hayvan olsun, isterse bitki veya cansız varlık olsun fark etmez. Bütün bu yaratıklar evrene hükmeden fıtrat gereği, yüce yaratıcı olan Allah'a yönelmiş bulunmaktadır. Kendisine hükmeden ve ona göre tasarruflarda bulunan ilahi iradeye boyun eğmektedir. Allah'ın kesin yasalarına boyun eğmek ve iradesinin gereğini yerine getirmek suretiyle Allah'a giden yolunu bulmaktadır.

Burada Arş'tan söz edilmesi, yüce Allah'ın, müşriklerin Allah ile beraber ilah olduklarına inanıp, çağırdıkları bu yaratıklardan tamamen yüce ve yüksek olduğunu ifade etmektedir. Zira bu yaratıkların hepsi O'nun Arş'ı altındadır, O'nunla birlikte değil...

Bundan sonra O yüceliğiyle beraber Allah'ın noksan sıfatlardan tenzih edilmesi yer alıyor:


43- Haşa, O, onların saçma yakıştırmalarından uzaktır, yücedir, büyüktür.


Daha sonra surenin akışı içinde evrende bulunan bütün varlıkları ve canlıları içeren eşsiz bir sahne çizilmektedir. Her şey Allah'ın Arş'ı altındadır. Hepsi Allah'a yönelmektedir. Hepsi O'nu noksan sıfatlardan tenzih etmekte ve O'na varmak için bir vasıta bulmaktadır.


44- Yedi kat gök, yer ve buralardaki varlıkların tümü O'nu tenzih ederler, noksanlıklardan uzak olduğunu dile getirirler. Evrendeki her varlık, O'nu överek tesbih eder, fakat siz bu varlıkların tesbihlerini anlayamazsınız. Hiç kuşkusuz O, kullarına karşı yumuşaktır, affedicidir.


Bu ifade bu koca evrende bütün atomların bir kalp gibi attığını göstermektedir. Allah'ı noksan sıfatlardan uzaklaştıran ifadelerle coşkun bir ruh halinde O'na doğru harekete geçmektedir. Bir de bakmışsın ki, bütün bir evren hareket ve hayat içindedir. Yine bir de bakmışsın ki, varlığın tamamı sevinç ve mutluluk içinde tek ses olarak O'nun adını yüceltmekte, yüce ulu ve bir olan yaratıcıya doğru bir saygı içinde yükselmektedir.

Kalp bu olayı zihninde, içinde canlandırdığında, onun eşsiz bir kâinat tablosu olduğunu görecektir. Bütün taşlar ve bütün çakıllar, bütün tohumlar ve bütün yapraklar, bütün çiçekler ve bütün meyveler… Bütün bitkiler ve bütün ağaçlar. Bütün böcekler ve bütün sürüngenler. Bütün insanlar ve bütün hayvanlar. Yeryüzünde bulunan bütün canlılar. Suda yüzen bütün canlılar, havada uçan bütün canlılar. Bunun yanında göğün sakinleri... Evet, bütün bu varlıklar, Allah'ı noksan sıfatlardan uzak görmekte ve yüceliği için de O'na yönelmektedirler.

Ruh arınıp, temizlendiğinde hareket halinde bulunan veya yerinde duran varlıklara kulak verdiğinde, onların bir ruh ile canlandıklarını ve Allah'ı tesbihe yöneldiklerini görecektir. Bu da ruhları yüceler âlemi ile iletişime geçmeye hazırlar. Bu varlığın sırlarından gafil insanların kavrayamadıkları gerçekleri kavrarlar. Balçığın katılığının, kalpleriyle vicdanı arasına girdiği gafiller bu evrendeki hareketli ve hareketsiz her şeyde rahat gözlenen bu coşkulu hayatı göremezler.

"O kullarına karşı yumuşaktır, affedicidir."

Burada yumuşaklığın ve bağışlanmanın söz konusu edilmesi Allah'a övgü ile tesbihte bulunan bir kâinat kervanı içinde insanın birtakım yanlışlıklar ve kusurlar yapabileceğini ortaya koymaktadır. Evren böyle bir ruh ile donanmışken, insanlar inkâr içindedir, onların içinden bazıları Allah'a ortak koşmakta, O'na kızlar izafe etmektedir. Bazıları O'na övgüde bulunmak ve O'nu noksan sıfatlardan arındırmaktan habersizdir. Hâlbuki insan bu evren içinde her şeyden daha çok Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih etme, O'na övgüde bulunma, O'nu tanıma ve birleme konumundadır. Eğer Allah'ın yumuşaklığı ve bağışlayıcılığı olmasaydı, bütün insanlar üstün ve iktidar sahibi birinin kıskıvrak yakalanışı gibi yakalanırlardı. Fakat O, insanlara zaman tanımakta, hatırlatmakta, öğüt vermekte ve onları sakındırmaktadır.


Kureyş'in ileri gelenleri Kur'an'ı dinliyorlardı. Fakat yumuşamamaları için kalpleriyle mücadele ediyorlardı, etkilenmemesi için fıtratlarını serbest bırakmıyor, dizginliyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah onlarla peygamber arasına bir perde koydu. Gizli bir perde, onların kalpleri üzerine bir örtü gerdi. Artık Kur'an'ı anlayamazlardı. Kulaklarını da sağır gibi yaptı. Bundan sonra onlar Kur'an'daki direktifleri anlamıyorlardı…

24 Kasım 2013 Pazar

İsrâ Sûresi 38-41 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


38- Saydığımız bütün bu davranış ve tutumların kötü olanları, Rabbin tarafından çirkin ve iğrenç sayılmışlardır.


Bu açıklama emrin ve yasağın kaynağına ilişkin bir özetleme ve hatırlatmadır. Bu kaynağa göre Allah bu tür işlerin kötü alanlarından hoşlanmamaktadır. Onların güzel ve emredilmiş olanlarını ise söz konusu etmemektedir. Zira daha önce belirttiğimiz gibi, burada öncelikle kötü sıfatların ve fiillerin yasaklanması üzerinde durulmaktadır.

Bu emirler ve yasaklar, aynen başta olduğu gibi, bunların Allah'a, tevhid inancına bağlanması ve şirkten sakındırılmasıyla sona ermektedir. Ayrıca yüce Allah'ın peygambere vahiy ile gönderdiği Kur'an'ın bildirdiği hikmetlerden bazılarının bunlar olduğu açıklanıyor.


39- Bunlar, Rabbinin sana vahiy yolu ile bildirdiği bazı hikmetlerdir. Sakın Allah'ın yan ısıra başka bir ilaha tapma. Yoksa yerilmiş ve Allah'ın rahmetinden kovulmuş olarak cehenneme atılırsınız.


Bu başlangıcı andıran bir sonuçtur. İslâm’ın hayatı, binasını üzerinde kurduğu ana ilkeye, Allah'ın bir kabul edilip, O'ndan başkasına ibadet edilmemesi ilkesine doğrudan bağlıdır.

İkinci ders, Allah'ın birliği ve ona ortak koşma yasağıyla başlamış ve yine aynı şeylerle sona ermiştir. İlk ve son arasında hepsi de köklü tevhid ilkesine dayalı ve onun üzerinde yoğunlaşan yükümlülükler, emirler, yasaklar ve davranış kuralları yer almıştır... Önümüzdeki bu ders ise, Allah'a çocuk ve ortak yakıştırma düşüncesini reddetmek ile başlamakta, bu düşüncenin tutarsızlıklarını ve çelişkilerini açıklamakta ve bütün bir evrenin tek olan yaratıcıya yönelmiş olduğunu vurgulayarak sona ermektedir:

"Evrendeki her varlık O'nu överek tesbih eder."

Ayrıca ahirette herkesin tekbir yere ve tekbir tarafa, yani Allah'a döneceği, yerdeki ve göklerdeki tüm varlıkları kuşatan tek ilmin sadece Allah'ın ilmi olduğu ve bütün yaratıkların işlerinde gönlünce tasarruf ve yetki sahibinin sadece Allah olduğu vurgulanıyor:

"Dilerse size merhamet eder, dilerse azaba çarptırır."

Konunun akışı içinde şirke dayalı inanç sisteminin bütün tutarsızlıkları ortaya konmakta, bu inanç yıkılıp gitmektedir. Gizlisiyle, açığıyla, dünyası ve ahiretiyle bu varlık âleminde yüce Allah yalnız başına ibadete, yönelişe kudrete, tasarrufa ve hüküm yetkisine tek başına sahiptir. Bütün bir varlık âlemin canlıların ve cansızların katılımlarıyla gerçekleşen kapsamlı, kuşatıcı bir nitelik ile yaratıcısına yönelmekte ve onu noksan sıfatlardan tenzih etmektedir.


40- Rabbiniz oğulları size ayırdı da kendisi meleklerden kızlar mı edindi? Siz gerçekten çok ağır; son derece küstahça bir söz söylüyorsunuz.


Bu olumsuzluğu ve aşağılamayı pekiştiren bir sorudur. Onların "Melekler Allah'ın kızıdır" şeklindeki iddialarını reddetmektedir. Yüce Allah, çocuktan ve arkadaştan münezzeh olduğu gibi, ortak ve benzer birisinden münezzehtir. Bu soru şu açıdan da aşağılayıcıdır: Onlar kızları erkeklerden daha aşağı gördükleri, fakirlik ve utanma belasından dolayı kız çocuklarını öldürdükleri, melekleri dişi olarak kabul ettikleri halde, bu kızları Allah'a nispet ediyorlardı!.. Böyle bir izafe gerçekten komik olmaktadır. Mademki, kızları ve erkekleri Allah vermektedir öyleyse nasıl oluyor da, daha değerli olan erkekleri kendilerine ayırıyor, Allah için daha değersiz kabul edilen kızları bırakıyor!?

Bütün bu açıklamalar, onların bu iddialarında ne kadar haksızlık ettiklerini sergilemek ve yaklaşımlarındaki tutarsızlığı ve saçmalığı açıklamak içindir. Yoksa zaten mesele bütünü ile kökten tutarsızdır.

Bu iftiralar, çirkinliği ve iğrençliği açısından büyüktür, cüretkârlık ve küstahlık açısından büyüktür, içindeki iftiranın dehşeti açısından büyüktür, düşünülmesi ve doğrulanması açısından da büyüktür.


41- Kâfirler öğüt alıp, akıllarını başlarına toplasınlar diye bu Kur'an'da çeşitli uyarı yöntemleri kullandık. Fakat bu farklı uyarılar onların gerçekten daha da uzaklaşmalarından başka bir şeye yaramamıştır.


Kur'an-ı Kerim tevhid inancını getirmiştir. Bu inanç sistemini yerleştirmek ve açıklamak için değişik yollar, çeşitli üsluplar ve pek çok vasıtalar kullanmıştır ki "Öğüt alıp akıllarını başlarına toplasınlar."

Tevhidi hatırlatmada bulunma, fıtrata ve fıtratın mantığına, ayrıca evrendeki doğal ayetlere ve olağanüstülüklere değinmenin dışında başka bir eylem yapmaya ihtiyaç duymaz. Fakat onlar bu Kur'an'ı her dinlediklerinde, nefretleri daha da artmaktadır. Kur'an'ın getirdiği inanç sisteminden uzaklaşmaktadırlar. Hatta bizzat Kur'an'ın kendisinden de kaçmaktadırlar. Şirk, kuruntu gibi kendi inandıkları saçma konular hakkında Kur'an ayetlerinin gelmesinden korkmaktadırlar. Kızlar hikâyesi ve bunların Allah'a izafe edilişi hakkındaki iddiaları, olduğu gibi ortaya konarak onların bu iddialarının çelişkileri ve çıkmazları ifade edilmektedir. Ayrıca sahte ilahlar hikâyesinde de onların iddialarını ortaya koymaktadır. Böylece bu sahte ilahların var olduğu kabul edilse bile, bunların da Allah'a yaklaşmaya çalışacakları ve bir yolunu bulup O'nun yoluna girecekleri kesin biçimde belirtilmiş oluyor:



42- Ey Muhammed de ki; Eğer müşriklerin dedikleri gibi evrende Allah'ın yanı sıra başka ilahlar olsaydı, bu ilahlar Arş'ın ve kesin egemenliğin sahibi olan Allah ile boy ölçüşmenin yolunu ararlardı."

22 Kasım 2013 Cuma

İsrâ Sûresi 36-37 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


36- Bilmediğin şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz, kalp var ya, bunların hepsi konusunda sorguya çekileceksiniz.


İşte bu kısa cümleler akıl ve kalp için harika bir yol göstermektedir. Bu yol insanlığın yeni yeni ulaşabildiği bilimsel metodu da kapsamaktadır. Kalbin dürüstlüğünü ve Allah'ın kontrolünü buna ilave etmektedir. İşte bu da İslâm’ı kuru akılcılık metodlarından ayıran en belirgin özelliktir!

Bir haber, bir olay ve bir hareket hakkında kesin hüküm vermeden önce ciddi bir araştırma yapılması Kur'an-ı Kerim'in çağrısı gereğidir ve İslâm’ın hassas metodunun gereğidir. Kalp ve akıl bu yol üzere hareket ettiğinde artık inanç dünyasında kuruntulara ve saçmalıklara meydan verilmez. Hüküm, yargı ve sosyal ilişkiler dünyasında tahmine ve şüphelere yer verilmez. Araştırma, deneyim ve bilim dünyasında yüzeysel hükümlere ve kuruntuya dayalı teorilere meydan verilmez.

Modern çağda insanların bilime kazandırmış olduğu saygınlık ve güven, Kur'an'ın kendisine bağlanılmasını istediği akli ve kalbi saygınlık ve güveninin bir parçasından başka bir şey değildir. Kur'an bu akıl ve kalbe verdiği güven ile insanı kulağından, gözlerinden ve kalbinden; kulağı, gözü ve kalbi veren Allah'a karşı sorumlu tutar.

Bu organların, duyguların aklın ve kalbin güvenidir. İnsan bu emanetten sorumludur. Organlar duygular, akıl ve kalbin tamamı ondan sorulur. Bu öyle bir emanettir ki, insan ne zaman bir söz söylese, bir olayı anlatsa bir kişi veya olay veyahut iş hakkında hüküm verse vicdanı onun dikkati ve büyüklüğü karşısında tir tir titrer.

"Bilmediğin şeyin ardına düşme."

Kesin bir şekilde bilmediğin ve sağlıklı olduğunu kesin tesbit etmediğin şeylerin ardına düşme. Bu söylenen bir söz, aktarılan bir haber, yorumlanan bir olay, sebepleri belirlenen bir realite şer'i bir hüküm veya inançla ilgili bir mesele olabilir.

Bir hadiste buyuruluyor ki: "Zan ile hüküm vermekten sakınınız. Zira zan'da bulunmak sözlerin en yalanıdır."

Ebu Davud'un Sünen'inde yeralan bir hadiste şöyle buyrulur; "İnsanın en kötü bineği, zannı ölçü almasıdır."

Başka bir hadiste ise; "Yalanların en kötüsü kişinin gözleriyle görmediğini, onlara gördürmesidir."

İşte bu şekilde ayetler ve hadisler bu eksiksiz mütekâmil metodu yerleştirmek üzere yoğunlaşmaktadırlar. Bu eşsiz metot aklı tek başına hükümlerini belirlemede, araştırmalarını sağlamlaştırmada ölçü olarak almaz. Aklın yanında kalbin düşüncelerini, direktiflerini, duygularını ve hükümlerini de değerlendirir. Olayın bütün birimleri ve bütün sonuçları kesin biçimde ortaya çıkarılıp sağlıklı sonuca varılmasını engelleyen her türlü kuşku ve tereddüt ortadan kaldırılmadan önce dil, tekbir söz söylemez. Tekbir olay aktarmaz. Tekbir rivayet nakletmez. Akıl hiçbir konuda, hüküm vermez ve insan hiçbir işte kesin çözüme kavuşmaz.

"Bu Kur'an, en doğru yola iletir."

Gerçekten de öyledir ve doğrudur.


37- Yeryüzünde şımarıklık taslayarak yürüme. Çünkü sen ne yeri delebilirsin ve ne de boyca dağlara erebilirsin.


İnsan, kalbini bütün kullarına egemen olan Yaratıcı bilincinden boşalttığı zaman elindeki servetle, iktidarla, kuvvetle veya güzelliğiyle övünme. Böbürlenme hissine kapılır. Eğer elindeki tüm nimetlerin Allah tarafından kendisine verildiğini, Allah'ın gücü karşısında çok zayıf olduğunu hatırlayıp anlayacak olsa büyüklük taslaması söner, böbürlenmesi iner. Yeryüzünde şaşkın ve şımarmış bir şekilde değil, olgun bir şekilde gezinmeye başlar.

Kur'an-ı Kerim bu kendini beğenmiş, üstünlük taslayan, gururlu insanı zayıflığı, acizliği ve basitliğiyle yüz yüze getirir.

İnsan bedeni itibariyle çok zayıf, çok cılızdır. Allah'ın yaratmış olduğu büyük kitlelere ulaşamaz. O ancak Allah'ın kuvvetiyle güçlüdür. Allah'ın ona verdiği üstünlük sıfatıyla üstündür. Allah'ın kendisine üflediği soluk ile onurludur. İnsan ancak bu ruh vasıtasıyla Allah'la iletişim kurabilir. O'nun gözetimi altında olduğunu hissedebilir ve ancak bu şekilde O'nu unutmayabilir.

Kur'an'ın kendisine çağırmış olduğu kibir ve böbürlenmenin ortadan kaldırılmasıyla oluşacak, alçak gönüllülük ve olgunluk insanın Allah'a karşı ve insanlara karşı edebini takınması ile gerçekleşecektir. Bu hem psikolojik ve hem de sosyal bir edeptir. Ancak kalbi dar, uğraşıları basit olan kof insanlar, bu edebi bırakıp böbürlenmeye ve kendini beğenmeye saplanabilirler. Böyle kimselerin şımardığından ve nimetini inkâr ettiğinden dolayı Allah'ın sevmediği gibi, kabardığı ve üstünlük tasladığı için de insanlar sevmezler.

Bir hadiste buyruluyor ki: "Kim Allah için alçak gönüllülük yaparsa, Allah onu yükseltir. O kendi içinde basit bir insandır. Fakat insanların katında büyük bir insandır. Kim de büyüklük taslarsa, Allah onu alçaltır; O kendi içinde büyüktür fakat insanların katında basit birisidir. Hatta o bu haliyle insanlara göre köpekten ve domuzdan daha adi bir yaratıktır.” (Bu hadisi, İbn-i Kesir tefsirinde rivayet etmiştir.)


Çoğunluğu kötü işler ve sıfatların yer alması ile ilgili olan bu emirler ve yasaklar, Allah'ın bu kötü sıfatlardan hoşlanmadığının ilan edilmesiyle sona ermektedir:


38- Saydığımız bütün bu davranış ve tutumların kötü olanları, Rabbin tarafından çirkin ve iğrenç sayılmışlardır.

20 Kasım 2013 Çarşamba

İsrâ Sûresi 34-35 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


34- Erginlik çağına erişinceye kadar yetimin malına sadece niyetlerin en güzeli ile yaklaşınız. Verdiğiniz sözleşmeyi tutunuz. Çünkü verdiğiniz sözlerden sorguya çekileceksiniz.


İslâm, Müslüman’ın kanını, namusunu ve malını koruma altına almıştır. Çünkü Allah'ın elçisi Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- buyuruyor ki: Müslüman’ın kanı, namusu ve malı Müslüman’a haramdır. (Bu hadisi Malik, Buhari, Müslim Ebu Davud ve Tirmizi kitaplarına almışlardır.) Bu arada yetim malı üzerinde daha bir önemle duruluyor ve ona yaklaşılması kesin biçimde yasaklanıyor. Daha güzel hale getirmek amacıyla yaklaşma hariç tabii. Çünkü yetim, malını idare etmekten acizdir. Onu koruma gücünden de yoksundur. İslâm toplumu yetimi ve malını, gücünü elde edinceye, aklı erinceye, malını idare edip onu koruyacak güce gelinceye kadar korumakla yükümlüdür. Bu emirler ve yasaklara dikkat edersek görürüz ki, en bireysel konularla ilgili emirler ve yasaklar tekil ifadelerle verilmiştir. Toplumu ilgilendiren konularla ilgili emirler ve yasaklar ise çoğul şeklinde verilmiştir. Anne-babaya iyilik yapma, akrabaya yoksula ve yolda kalmışa malı yardımda bulunma, saçıp-savurmama, orta yolu izleyerek cimriliğe ve savurganlığa düşmeden infakta bulunma, sağlam biçimde öğrenme, böbürlenme ve büyüklük taslama yasağı ile ilgili emirler veya yasaklar tekil biçimde ifade edilmişlerdir. Zira bu konuların bireysel bir nitelikleri bulunmaktadır. Çocukları öldürme, zina, haksız yere adam öldürme yasakları ile yetimin malını koruma, sözünde durma, ölçüyü ve tartıyı doğru tutmaya ilişkin emirler ve yasaklar ise, çoğul biçimde verilmişlerdir. Zira bu konuların hepsi toplumsal bir nitelik taşımaktadır.

İşte bu nedenle daha güzelini kazandırma niyeti dışında yetim malına, yaklaşma yasağı çoğul olarak ifade edilmiştir; tâ ki toplumun tamamı yetimden ve malından sorumlu olsun. Bu toplum olması nedeniyle ona yüklenmiş bir görevdir.

Yetimin malını koruma, topluma yüklenmiş bir görev olması nedeniyle kandan sonra sözleşmeye kesin bağlılık direktifi veriliyor.

"Verdiğiniz sözü tutunuz. Çünkü verdiğiniz sözlerden sorguya çekileceksiniz."

İslâm, antlaşmaya bağlı kalmaya önem vermiş ve bu konuda kesin emirler vermiştir. Zira antlaşmaya bağlılık bireyin vicdanında ve toplumun hayatında dürüstlüğün, güvenin ve temizliğin kaynağıdır. Antlaşmaya bağlılık Kur'an-ı Kerimde ve hadiste çeşitli şekillerde ele alınmış ve işlenmiştir. Bu konuda Allah'la yapılan antlaşmayla kullar arasındaki antlaşma arasında fark yoktur. Bireyin antlaşması, toplumun antlaşması ve devletin antlaşması birdir. Yöneten ve yönetilenin antlaşması da aynıdır. İslâm, tarihi realitesinde antlaşmalara bağlılık hususunda öyle yüksek bir hedefe ulaşmıştır ki, insanlık ancak İslâm’ın gölgesinde bu yüksek dereceye ulaşabilmişlerdir.


35- Bir şey ölçerken tam ölçünüz, tartılarınızda doğru terazi kullanınız. Bu tutum hem dünyada daha hayırlıdır, hem de ahirete ilişkin sonucu bakımından daha güzeldir.


Antlaşmaya bağlılık ile ölçüde ve tartıda dürüst hareket etme arasında hem söz hem de anlam yönünden bir ilgi olduğu açıktır. Ayrıca anlatımdaki geçişte bir uyum olduğu da görülmektedir.

Tam olarak ölçmek ve tartıda dürüst olmak sosyal ilişkilerin güvencesi ve kalbin temizliğidir. Bu ikisiyle toplumun sosyal ilişkileri düzene girer. Yine bunlarla insanların birbirine güveni artar. Hayat bunlar sayesinde bereketli bir yaşama dönüşür. Bu tutum hem dünyada daha hayırlıdır, hem de ahirete ilişkin sonucu bakımından daha güzeldir. 

Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- buyuruyor ki: “Eğer bir adam bir harama yönelir, sonra da sırf Allah korkusuyla ondan vazgeçerse, yüce Allah onun bu hareketinin karşılığını ahirete bırakmadan bu dünyada ondan daha güzeliyle verir.”

Ölçü ve tartıdaki cimrilik pisliktir, aşağılıktır, sahtekârlık ve sosyal ilişkilerde hainliktir. Bu ise toplumun birbirine güvenini sarsar. Alış-verişte durgunluk yaratır. Toplum piyasasındaki bereketin azalmasına neden olur. Toplumun bu problemi teker teker bireylere de yansır. Onlar ölçüde ve tartıda hile yaparak birtakım kazançlar elde ettiklerini zannederken, aslında zarara uğrarlar. Çünkü bu hile yoluyla elde edilen kazanç, yüzeysel ve geçicidir. Fakat ticaret hayatındaki durgunluk kısa bir süre sonra teker teker bireyler üzerinde etkisini gösterir.

Bu ticaret dünyasında ileriyi görebilenlerin kavrayıp gerçeğini yerine getirdikleri bir gerçektir. Onların bu şekilde davranmalarının nedeni, ahlâki etkenler veya dini duygular değildir. Bu gerçeği pratiğe dayalı pazar deneyimlerinden çıkardıkları sonuçlarla kavramışlardır.

Ölçüye ve tartıya bir ticaret ahlâkı olarak bağlılık ile bir inancın gereği olarak bağlılık arasında çok fark vardır. Bir inanç gereği olarak ölçü ve tartıda dürüst davranan hem ticareti esas alanın hedeflerine ulaşmakta, bunlardan ayrı olarak kalbin temizliğini elde etmekte faaliyet sahası içinde yeryüzünün hedeflerinden daha yüce ufuklara açılmakta, hayata bakış açısı ve ondan zevk alışı daha geniş alanlara açılmaktadır.


Böylece İslâm, aydınlık ufuklarına engin amaçların doğru yolunda ilerlemekle beraber, yaşanan hayatın hedeflerine de sürekli gözetip gerçekleştirmektedir.

19 Kasım 2013 Salı

İsrâ Sûresi ve 33. Ayetin S. Kutub Tefsiri


33- Allah'ın dokunulmaz saydığı cana, gerekçesiz olarak kıymayınız. Gerekçesiz olarak öldürülen kimsenin aile temsilcisine, velisine yetki tanıdık. Ama o da `cana karşılık can' sınırlarını aşmasın. Çünkü yasalar kendisine arka çıkmıştır.


İslâm, hayat dinidir. Barış dinidir. İslâm’a göre haksız yere bir insanı öldürmek Allah'a ortak koşmadan hemen sonra gelen büyük bir cinayettir. Hayatı veren Allah'tır. Allah'ın izni olmadan ve O'nun belirlediği sınırlar gözetilmeden bir başkası onu sona erdiremez. Her insanın canı kutsaldır. O'na dokunulamaz. Koruma altındadır. Ancak hak etmesi istisna. Bir insanın öldürülmesini helâl kılan bu hak ise, belirli ölçülere bağlanmıştır. Kapalı hiçbir tarafı yoktur. Bu konu insanların görüşlerine bırakılmamıştır. Onların isteklerinden etkilenmez. Buharî ve Müslim'de yer alan bir hadiste, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurmuştur Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in elçisi olduğuna tanıklık eden bir Müslüman’ın kanı ancak üç durumda helal olabilir. 1- Cana karşılık can olarak 2- Evli olduğu halde zina ederek 3- Dinini bırakıp cemaatten ayrılarak.

Birinci madde adalete dayalı kısas ilkesini ifade etmektedir. Yani insan bir kişiyi öldürürse, öldürülür. Zira her insanın hayat hakkı garanti altına alınmıştır. "Kısasta sizin için hayat vardır." (Bakara Suresi 179) Evet kısasta hayat vardır. Çünkü bir başkasını haksız yere öldürmeyi planlayan kimse ister-istemez kendisini bekleyen kısası da düşünecektir. Ve bu çirkin eyleme girişmeden önce bu ceza onu yıldıracaktır. Ayrıca kısasta şu açıdan da hayat vardır: Kısas, kan sahiplerinin elini kana bulamalarını engeller. Öç alma duygularının körüklenmesini önler. Onların sadece katili öldürmeleriyle durdurulamayacak ve öç almada ileri gidebilecek öfkelerini frenler. Böylece karşılıklı olarak öç almalar ve oluk oluk kanın akmasına yol açacak girişimler bu yolla durdurulmuş olur. Kısas ayrıca her kişinin kendi kişiliğinden emin olmasını ve kısas ilkesinin adaletine gönülden inanmasını sağlaması açısından da bir hayattır. Böyle bir güven ortamında her insan güven içinde çalışır ve çalışmasının ürününü elde eder. Böylece İslâm ümmeti bütünüyle hayat dolu bir nitelik kazanır.

İkinci madde, hayâsızlığın yayılmasıyla ortaya çıkacak öldürücü bozgunculuğu engellemeyi açıklamaktadır. Daha önce de değindiğimiz gibi zina bir tür öldürme eylemidir.

Üçüncü madde, toplumda anarşiyi yayan, onun Allah tarafından kendisine seçilmiş bulunan güvenini ve düzenini tehdit eden ve bunları katil bir kesime teslim eden bozgunculuk ruhunu engelleme amacını gütmektedir. Dinini terk edip Müslüman toplumdan ayrılan kişinin öldürülme nedeni şudur: Bu adam hiç zorlanmadan İslâm’ı bizzat kendisi seçmiştir. Ve Müslüman cemaatin bünyesine girmiş, onun tüm gizli sırlarından haberdar olmuştur. Bundan sonra onun çıkıp gitmesi İslâm’ın aleyhine bir tehdit unsurudur. Eğer bu adam İslâm’ın dışında kalsaydı, hiç kimse onu İslâm’a girmesi için zorlamayacaktır. Hatta eğer bu adam ehli kitaptan biriyse, İslâm yine onu himaye edecek ve onun varmak istediği yere ulaşması için gereken imkânları hazırlayacaktır. İnançta ayrı olan insanlara bunun da ötesinde bir tolerans tanınmaz.

İşte bu üç sebep bir kişinin öldürülmesini helâl kılabilir. Eğer bir kimse bu sebeplerin dışında haksız yere öldürülecek olursa, yüce Allah onun en yakın akrabası olan velisine katil üzerinde bir yetki vermiştir. Dilerse öldürülmesini ister. Dilerse onu bağışlayıp diyete razı olur. Dilerse diyeti de istemeden bağışlayabilir. Katil hakkında hüküm vermek artık onun hakkıdır. Çünkü katilin kanı onundur artık.

İslâm, bu büyük yetkiye karşılık, ölü sahibini kendisine verilen bu yetkisini kullanarak öldürmede aşırı gitmeyi yasaklar. Öldürmede aşırı gitmek, katilin yanında günahı olmayan başka kimseleri de öldürmektir. Nitekim cahiliye devrindeki intikamlarda katilin günahı onun tüm ailesine yükleniyor ve karşılığında babalar, kardeşler, oğullar ve diğer akrabalar haksız yere öldürülüyorlardı. Öldürmede diğer bir husus da katilin insanlık dışı bir şekilde öldürülmesiyle de ortaya çıkabilir. Aslında kan sahibi kanını insanlık dışı (ölünün uzuvlarını kesmek) eylemlere girişmeden alma yetkisine sahiptir. İnsanlık dışı öldürme şekillerini ise yüce Allah sevmediği gibi, peygamber de onu yasaklamıştır.

Ama o da cana karşılık can ilkesinin sınırlarını aşmasın. Çünkü artık yasalar kendisine arka çıkmıştır. Allah onun hakkındaki hükmünü vermiştir. Yasa onu desteklemektedir. Hâkim de ona yardımcı olmaktadır. Dolayısıyla da kısasında adil olsun. Zira tüm otoriteler onu desteklemekte ve onun hakkını eksiksiz bir şekilde almaktadırlar.

Kan sahibine, katili kısas yoluyla öldürme yetkisinin verilişi, hukukun ve hâkimin otoritesinin yardım amacıyla onun hizmetine verilişi, insanın fıtri duygularını tatmin etmek ve kan sahibinin içinde kanayan öç alma duygularını sakinleştirmek içindir. Bu öyle bir öfkedir ki, onu öfke kızgınlığında ve duygusal hareketlerle sağa-sola saldırtabilir, rastgele cinayetlerin işlenmesine neden olabilir. Halbuki yüce Allah'ın kendisini katilin kanına sahip kıldığını ve kısası uygulamasına yardımcı olması için hâkimin kendi hizmetine verildiğini kesin biçimde algılandığında, intikam duyguları gevşer, içi rahatlar, adalet ilkesine dayalı, huzura kavuşturan kısasın sınırları önünde durur ve onları aşmaz.


İnsanın bir insan olması nedeniyle yaradılışında kısasa ilişkin köklü bir isteği vardır. Dolayısıyla ondan fıtratında olmayan bir şey istenmesi doğru olmaz. Bu nedenle İslâm insanın bu fıtratını kabul eder ve güven verici sınırlar dâhilinde onun isteklerini yerine getirir. Bu köklü isteği görmezlikten gelerek hoşgörülü olmasını bir farz olarak zorunlu kılmaz. İslâm, kan sahibini hoşgörülü olmaya çağırır. Onu etkilemeye çalışır. Hoşgörülü olmayı kendisine sevdirir ve buna karşılık ona mükâfat da verir. Fakat bunların hepsini ona hakkını verdikten sonra telkin eder. Kan sahibinin hem kısas yaptırma, hem de bağışlama yetkisi vardır. Kan sahibinin bu her ikisine de gücünün olduğunu hissetmesi onu hoşgörüye ve bağışlamaya yanaştırabilir. Fakat bağışlamak zorunda olduğunu hissettiğinde bu duygu belki de öfkesini harekete geçirir ve onu aşırılıklara ve ihtiraslara itebilir!

13 Kasım 2013 Çarşamba

İsrâ Sûresi ve 25-32 Ayetlerinin S. Kutub Tefsiri


25- Rabbiniz kalplerinizdeki duygularınızı herkesten iyi bilir. Eğer iyi kalpli kimselerseniz, O kendisine başvuranların günahlarını affeder.


Diğer bütün yükümlülükler, görevler ve sosyal ilişki kurallarına geçmeden önce bu gerçeği dile getiriyor ki, bundan sonraki her söz ve her eylem ona dayansın. Yanlış yapan veya eksik yapanlara tevbe ve rahmet kapısını açsın. Sonra bu yapılan hatalardan ve kusurlardan tevbe edilip dönüş yapılsın.

Kalp doğru olduğu sürece, bağışlanma kapısı her zaman açıktır. Ayette "Evvabun" diye ifade edilen kimseler ise, her hata ettiklerinde Rabblerine dönüş yapıp bağışlanma dileyenlerdir.

Anne-babanın haklarını ortaya koyan surenin akışı, şimdi de bütün akrabaya yöneliyor. Bunlara bir de yoksulları ve yolda kalmışları ilave ediyor. Böylece yakınlık bağlarını genişletiyor. En geniş anlamı ile insani bağların hepsini kuşatıyor:


26- Akrabalarına, yoksula ve yarı yolda kalan yolcuya hakkını ver. Fakat savurganca davranma.

27- Çünkü savurganlar; harcamalarında ölçü gözetmeyenler, şeytanın kardeşleridir ve şeytan da Rabbine karşı son derece nankördür.

28- Eğer (elin dar olduğu için) Rabbinden umduğun bir rahmeti bekleyerek onlardan yüz çevirecek, (onlara birşey vermeyecek) olursan, bari onlara yumuşak söz söyle.


Kur'an'ı Kerim'in akrabanın, yoksulların, yolda kalmışların, imkânları olanlar üzerinde bir hakkı olduğunu ve insanın boynuna borç bir yardım türü olarak kabul ettiğini anlıyoruz. Bu bir insanın başka birine lütfen yaptığı bir yardım değildir. Bu, Allah'ın farz kıldığı, belirlediği kulluk ve tevhid ilkesiyle birlikte ele aldığı bir haktır. Mükellefin vermekle kendi görevini yaparak kendisini kurtardığı, o sadece Allah'ın kendisine farz kıldığı bir görevi yerine getirmesine rağmen kendisi ile yardımı alan arasında bir sevgi ortamı oluşturan bir haktır.

Kur'an saçıp savurmayı yasaklıyor. Saçıp savurma (İbn-i Mes'ud ve İbn-i Abbas'ın da açıkladığı gibi) "doğru olmayan yerlere harcamada bulunmaktır." Mücahid der ki: Bir insan malının hepsini Allah yolunda harcasa, "saçıp savurmuş" olmaz. Bir avuç dahi doğru olmayan yerlere harcasa "saçıp savurmuş"lardan olur.

Demek ki, saçıp-savurmanın az veya çok harcama ile ilgisi yoktur. Harcamanın yapıldığı yerle ilgisi vardır. İşte bu nedenle saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşi olmuşlardır. Zira onlar boş yerlere harcama yaparken, kötü şeylere de harcama yaparken, aslında günahta harcama yaparlar. İşte onlar şeytanın dostları ve arkadaşlarıdırlar:  "Şeytan (ise) Rabbine karşı çok nankördür." Nimetin hakkını vermez. Saçıp-savuran kardeşleri de nimetin hakkını ödemezler. Nimetin hakkı, haddi aşmadan ve saçıp savurmadan onu Allah'a itaat etmek amacıyla hakların korunması uğrunda harcamaktır.

Eğer bir insan akrabanın, yoksulların ve yolda kalmışların hakkını ödeyecek bir imkân bulamıyor ve onlarla yüz yüze gelmekten utanıyorsa, Allah'a yönelsin; hem kendisine hem de onlara rızık göndermesini O'ndan dilesin. Kendilerini rahata, bolluğa çıkarmasını Allah’tan dilemelidir. Onlara yumuşak söz söylemelidir. Onların gelişi ile canını sıkmamalıdır. Onları kendi hallerine bırakıp susmamalı ve onların gelişiyle sıkıldığı imajını vermemelidir. Hoş ve tatlı bir söz bunun yerine geçer, umut verici ve güzel olur.


29- Elini sıkıp boynuna bağlama (cimri olma), onu büsbütün de açma; sonra kınanmış ve eli boş kalırsın.


Denge İslâm yolunun en büyük ilkelerinden biridir. Aşırı gitmek de, ihmal etmek gibi dengeyi bozar. Bu ayette cimrilik elleri boynuna bağlı bir insan olarak tasvir ediliyor. Savurganlık ise, hiçbir şey tutmayan sonuna kadar açılmış bir el olarak gösteriliyor.
Cimriliğin sonu da savurganlığın sonu da bir oturuş şeklinde veriliyor. "Kınanmış ve yorgun düşmüşbir insanın oturuşu. Ayette geçen "Hasir" kelimesi sözlükte "yürüyemez hale düşmüş, zayıflığından ve acizliğinden durup dinlenen hayvan" demektir. Cimrinin hali de böyle. Cimriliği, onu öyle bir yorgun düşürür ki, takatten düşürür, durup dinlenmek zorunda bırakır. Savurganın durumu da farklı değildir. Onun bu savurganlığı kendisini yorgun düşmüş hayvanın durumu gibi bir duruma getirir. Her iki halde de kınanmış, pişman olmuştur. Cimrilikte de, savurganlıkta da... Demek ki, işlerin en hayırlısı orta olanıdır.

Bu orta yol önerilip emredildikten sonra rızık verenin Allah olduğu, rızkı genişletip bollaştıranın O olduğu gibi, daraltıp kısanın da O olduğu belirtiliyor. Harcamada orta yolu emredenin de rızkı verenin de kendisi olduğu açıklanıyor.


30- Rabbin dilediğine geniş rızık verir ve dilediğinin rızkını kısıtlar. Hiç şüphesiz O, kullarını iyi görür, onların durumundan yakından haberdardır.


Dilediği kimsenin rızkını görerek ve bilerek artırır. Yine görerek ve bilerek dilediği kimsenin rızkını da kısar. Orta yolu ve itidali emreder. Cimriliği ve savurganlığı yasaklar. Bütün durumlarda en sağlıklı şeyin ne olduğunu gören ve bilen O'dur. Zaten o her durumda en doğru yola iletmesi için Kur'an'ı indirmiştir.

Cahiliye döneminde bazı kimseler fakirlik ve yoksulluk korkusundan kız çocuklarını öldürüyorlardı. Önceki ayette yüce Allah'ın rızkı dilediğine bol şekilde verdiği, dilediğinin rızkını da kıstığı vurgulandıktan sonra surenin seyri içindeki en uygun yerde fakirlik korkusuyla çocukları öldürme yasağı geliyor. Madem ki, rızık Allah'ın elindedir, öyleyse çocukların çokluğu veya bu çocukların kız ya da erkek oluşu ile fakirliğin hiçbir ilgisi yoktur. Bu konuda yetkinin tamamı Allah'ın elindedir. İnsanların düşüncesinde fakirlik ile nüfus artışı arasındaki ilgi reddedildikten sonra ve bu açıdan inançları düzeltildikten sonra canlıların fıtratına ve hayatın yasasına aykırı olan bu barbarca geleneğin etkenleri de ortadan kaldırılmış olmaktadır.


31- Yoksulluk kaygısıyla evlâtlarınızı öldürmeyiniz. Onların da sizin de rızkınızı veren biziz. Onları öldürmek ağır bir suçtur.


İnanç sisteminde baş gösteren bozukluk, toplumun pratik hayatında da etkisini gösterir. Bu sapma ve bozulma sadece inanç bozukluğu ve ibadet niteliği taşıyan ayinlerle sınırlı kalmaz. Duyguların sağlıklı biçimde işlemesi ve yanlış algılamadan kurtulması sosyal hayatın da düzelip sağlıklı biçimde işlemesi ve yanlış algılamadan inanç sisteminin doğruluğundan kaynaklanır. Kızların diri olarak toprağa gömülmesi örneği insanın sosyal hayatı ve pratiğinde inancın etkilerini en açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu örnek gösteriyor ki, hayatın inançtan etkilenmemesi mümkün değildir. İnancın da hayattan kopuk biçimde yaşaması düşünülemez.

Şimdi de biz burada Kur'an-ı Kerim'in hayret verici ifade inceliklerini dile getiren bir örnek üzerinde kısaca durmak istiyoruz.

Burada çocukların rızkı babalarının rızkından önce gelmektedir.

"Onların da sizin de rızkını veren biziz."

En'am suresinde ise babaların rızkı çocukların rızkından önce gelmekteydi.

"Sizin de onların da rızkını veren biziz. (En'am Suresi 151)

Bu ifadelerin bu şekilde verilmesinin sebebi her iki ayetin anlamlarındaki bir diğer farklılıktan kaynaklanmaktadır. Önce ayetlere bakalım:

"Yoksulluk kaygısıyla evlâtlarınızı öldürmeyiniz, onların da sizin de rızkını veren biziz."

Diğer ayet ise şudur:

"Yoksulluktan evlâtlarınızı öldürmeyiniz. Sizin de onların da rızkını veren biziz."

Bu surede çocuklar fakirliğe sebep oldukları için öldürülmüşlerdir. Bu nedenle onların rızkı ayette öne alınmıştır. En'am suresinde ise, onların öldürülüşü babalarının bilfiil fakir olmaları nedeniyle olduğundan, babalarının rızkı öne alınmıştır. Dolayısıyla rızıkların ileriye-geriye alınışı her iki yerde de ifadelerin anlamlarına göre uygun yere yerleştirilmiştir.


32- Sakın zinaya yaklaşmayınız. Çünkü o iğrenç bir kötülük ve kötü sonuçlu bir yoldur.


Çocukların öldürülüşü ile zina arasında bir ilişki, bir bağ vardır. Zaten zina yasağı çocukların öldürülmesi yasağıyla haksız yere adam öldürme yasağı arasına yerleştirilmiştir. Bu yerleştirmenin nedeni de aynı ilgi ve aynı bağdan kaynaklanmaktadır.

Hiç şüphesiz zina da birçok açıdan bir öldürme çeşididir. Her şeyden önce zina hayat özünün kendi asıl yerinden başka tarafa akıtılmasıyla bir öldürmedir. Zinadan hemen sonra onun yükümlülüklerinden kurtulmaya çalışma isteği harekete geçer. Bu da ana rahmindeki ceninin şekillenmeden önce veya şekil aldıktan sonra, doğmadan önce veya doğduktan sonra öldürülmesi şeklinde bir cinayete neden olmaktadır. Eğer ana rahmindeki bu çocuk hayata terk edilirse, genellikle kötü bir hayata veya aşağılanmış bir hayata terk edilmektedir. Bu ise, toplumda herhangi bir şekilde bir hayatın kayboluşudur. Zina bir başka açıdan da öldürme sayılır. Zina, içinde yaygınlık kazandığı toplumu öldürür. Soylar kaybolur, kanlar karışır. Namus ve çocuk konusundaki güven yitirilir. Toplumsal çöküntü başlar. Bütün bağlar kopar. Diğer toplumlar arasında ölümü andıran bir sonuçla karşı karşıya gelir.

Zina bir diğer anlamda da toplum için ölümdür. Zina insanların gayri meşru yoldan kolay bir şekilde şehevi duygularını tatmin etmelerine yol açar ve evlilik hayatını zorunlu olmayan saçma bir hayata dönüştürür. Aileyi gerekli olmayan bir yük olarak algılama sonucunu doğurur. Hâlbuki aile yeni yetişen nesil için en güzel yuvadır. Yeni neslin sağlıklı bir yapıya ve sağlıklı bir eğitime kavuşması ailesiz düşünülemez.

Eski tarihlerden günümüze gelinceye kadar hangi toplumda hayâsızlık yaygınlık kazanmışsa, mutlaka onu çözülmeye götürmüştür. Amerika ve Avrupa'nın Fransa gibi eski milletlerinde bu çözülmenin etkilerinin apaçık görüldüğü kuşkusuzdur. Amerika Birleşik Devletleri gibi genç uluslara gelince, zina bu toplumlarda daha etkilerini yeterince göstermemiştir. Zira bu millet daha yenidir. Ve imkânları da geniştir. Bu milletlerin hali, şehevi duygularını rastgele bir savurganlıkla kullanan ve gençliğinde de bu savurganlığının izleri bünyesinde ortaya çıkmayan fakat ihtiyarlığa ayak bastığında hızlı bir şekilde çöken ve kendi yaşıtları ve bu gücünü normal kullanan kuşağının katlanıp yüklenebildiği gibi yaşlılığın etkilerine güç yetiremeyen gencin hali gibidir.

Kur'an-ı Kerim zinaya yaklaşmaktan dahi sakındırmaktadır. Bu ise, ondan kaçınmayı abartmak içindir. Çünkü zinayı güçlü bir şehvet duygusu körüklemektedir. Bu nedenle ona yaklaşmaktan kaçınmak daha garantili bir önlemdir. Zina onun sebepleri vasıtasıyla kendisine yaklaşıldığında artık bir güvence kalmamış demektir.


Bu nedenle İslâm, zinaya iten sebeplerin yolunu keser. Böylece zinaya düşülmesini engeller. Zorunlu şartlar dışında kadınlı-erkekli karma bir hayatı hoş görmez. Kadın ve erkeğin baş başa kalmasını engeller. Kadının süsler takarak açılıp-saçılmasını yasaklar. Gücü yetenlerin evlenmesini teşvik eder. Gücü yetmeyenlerin ise oruç tutmalarını öğütler. Evliliğe engel olan mehirlerin pahalılığı gibi, zor şartları hoş karşılamaz. Gençlerin fakirliğe ve yoksulluğa yol açacağı endişesini ortadan kaldırır. Namuslarını korumak amacıyla evlenmek isteyenlere yardımcı olmaya teşvik eder. Bütün bunlara rağmen zina suçu meydana gelmişse, en ağır cezayı uygular. Namuslu, hiçbir şeyden haberi olmayan kadınlara zina iftirasında bulunmaya da en ağır cezayı uygular. İslâm, toplumu gerileme ve çözülmeden korumak için daha buna benzer pek çok koruyucu ve tedavi edici önlemler almıştır.

11 Kasım 2013 Pazartesi

İsrâ Sûresi ve 22-24 Ayetlerinin S. Kutub Tefsiri


22- Allah'a yanı sıra başka bir ilaha tapma. Yoksa horlanmış ve koruyucusuz bırakılmış olarak otura kalırsın.


Bu şirkin yasaklanması ve akıbetinden sakındırılmasıdır. Aslında emir geneldir. Yalnız burada birey tek başına muhatap alınıyor ki, herkes bu emrin kendisine yöneltilen bir emir olduğunun, kendi şahsına yöneltildiğinin bilincine varsın. İnanç kişisel bir sorundur. Herkes bizzat kendisi ondan sorumludur. Tevhid inancından sapar herkesi bekleyen akıbeti ise, daha önce işlediği kötü fiillerden dolayı "oturması" ve "kınanması"dır. Kınanmış durumda otura kalmasıdır. Yardımcısız bırakılmasıdır. Allah'ın yardım etmediği kimsenin çok yardımcısı olsa da yalnız kalmış demektir. "Otura kalırsın" sözcüğü, kınanan ve yalnız bırakılan adamın halini tasvir ediyor. Yalnızlık kendisini kuşattığı için oturmuştur. Bu ifade aynı zamanda acizliğini zayıflığını da ortaya koymaktadır. Çünkü bu şekildeki bir hal, insanın en zayıf halidir. Acizlik ve yerine çakılıp kalmanın en güzel tasviridir. Bu aynı zamanda onların bu yalnızlık ve itilmişlik hallerinin sürekliliğine işaret etmektedir. Zira oturuş; hareket ve durum değişikliğini çağrıştırmaz. Öyleyse bu söz, özellikle burası için seçilmiş bir sözdür.


23- Allah yalnız kendisine kulluk sunmanı ve ana-babana karşı nazik davranmanı kesin hükme bağladı. Eğer ana-babadan biri ya da her ikisi yanında yaşlılık çağına ererlerse, sakın onlara "öf be, bıktım senden" deme, onları azarlama; onlara tatlı ve saygılı sözler söyle."


Bu, şirkin yasaklanmasından sonra gelen ve yalnız Allah'a kul olmayı gerektiren bir emirdir. Yargı, hüküm biçiminde verilmiş bir emirdir. Bu, kesin bir hüküm kadar kesinlik ifade eden bir emirdir. "Hükme bağladı" sözcüğü bu emre bir pekiştirme anlamı katmaktadır, olumsuzluk ve istisna ifade eden "ancak" diye ifadesini bulan sınırlamayı da buna ilave etmeliyiz. "Yalnız kendisine kulluk yapın, başkasına değil." Böylece görülüyor ki, ifadenin tüm atmosferi pekiştirme ve sağlamlaştırma ile kuşatılmıştır.

Böylece ilke belirlendikten ve temel atıldıktan sonra bireysel ve toplumsal yükümlülükler geliyor. Artık bu yükümlülüklerin Allah'ın birliği, inancından kaynaklanan sağlam bir temelleri vardır. Bu da yükümlülüklerin ve çalışmaların etkenlerini ve hedeflerini birleştirir.

İnanç bağından sonra gelen ilk bağ aile bağıdır. İşte bu nedenle surenin akışı içinde anne-babaya iyilik, Allah'a kulluğa bağlanmaktadır. Bu da söz konusu iyiliğin Allah katındaki değerini ortaya koymaktadır.

Eğer ana-babadan biri ya da her ikisi yanında yaşlılık çağına ererlerse, sakın onlara "öf be, bıktım senden" deme. Onları azarlama. Onlara tatlı ve saygılı sözler söyle.


24- Onlara karşı besleyeceğin acıma duygusunun etkisi ile önlerinde alçak gönüllülük kanatlarını indir ve de ki; "Ey Rabbim onlar küçükten beni nasıl büyüttüler ise, Sen de öyle merhamet et. "


İşte Kur'an-ı Kerim gönülleri rahatlatan ifadelerle ve yüklü tablolarla çocukların kalplerinde iyilik ve merhamet duygularını coşturmaya çalıştırmaktadır. Çünkü hayat, kendi yolunda harekete iter. Herkesi hayattan daha fazla pay almaya sürükler. Onların en güçlü arzularını hep ileriye, çocuklarına, yeni yetişen kuşağa doğru yöneltir. Onlar çok az arzularını, geriye anne-babaya, geçmiş hayata, geçip-giden kuşağa yöneltirler. İşte bu nedenle çocukların geriye doğru duygulanmaları için, onların vicdanlarının güçlü bir şekilde coşturulması, annelere ve babalara yöneltilmesi gerekir.

Anne ve baba doğuştan gelen duygularla, çocuklarını korumaya yöneltilmiş bulunmaktadırlar. Onlar her şeylerini, hatta hayatlarını çocukları yolunda feda etmeye yatkın biçimde yaratılmışlardır. Tohumdan çıkan fidanın tohum tanesindeki bütün gıda maddelerini emerek onu kapak haline getirdiği, bir civcivin yumurtanın içindeki bütün gıdaları yiyerek onu bir kabuktan ibaret bıraktığı gibi çocuklar da anne-babalarının güzel nimetlerini, çabalarını, sağlıklarını ve bütün enerjilerini emerek onları -eğer ömürleri vefa ederse- düşkün ihtiyarlar haline getirirler. Buna rağmen yine de anne ve baba hallerinden mutludurlar.

Çocuklar ise, bunların hepsini çok çabuk unuturlar, ileriye dönük rollerini yerine getirmeye koşarlar. Eşlerine ve çocuklarına yönelirler. Böylece hayatın akışı devam eder.

İşte bu nedenle anne-babaların çocuklarına iyi davranmaları için özel bir övgüye ihtiyaçları yoktur. Bu konuda vicdanları sağlam bir şekilde coşturulması gerekenler çocuklardır. Onlara hatırlatılmalıdır ki, kuru bir ceset haline dönene kadar bütün enerjilerini ve imkânlarını, onlar için harcayan kuşağa karşı görevlerini hatırlasınlar!

Burada anne-babaya iyilik emri, pekiştirilmiş bir emir anlamı taşıyan, Allah tarafından belirlenmiş bir hüküm şeklinde veriliyor. Bundan daha önce ise, Allah'a kulluk yapılması pekiştirilmiş bir biçimde verilmişti.

Surenin akışı, havayı en ince gölgelerle gölgelendirmeyi, vicdanı; çocukluk hatıraları, sevgi, merhamet ve acıma duyguları ile coşturmaya başlıyor. Büyüklüğün kendisine özgü bir saygınlığı vardır. Büyüklüğün zayıflığı ise çok anlamlı bir olgudur. "Yanında" sözcüğü yaşlılık ve zayıflık dönemindeki sığınmayı ve himayesine girmeyi dile getirmektedir.

"Sakın onlara "öf be, bıktım senden" deme, onları azarlama."

İşte, bu, korumanın ve onlara karşı edebini takınmanın ilk şartıdır. Böylece evlâdın sıkıcı ve üzücü hareketlerden sakınması, aşağılama ve edepsizlik olarak değerlendirilebilecek tutumlardan uzaklaşması sağlanmış olmaktadır.

"Onlara tatlı ve saygılı sözler söyle."

Bu ise yapıcılığı açısından daha etkili bir tavırdır. Onlara karşı konuşması, saygı ve hürmeti çağrıştırmaktadır.

“Onlara karşı besleyeceğin acıma duygusunun etkisi ve önlerinde alçak gönüllülük kanatlarını indir."

Burada ifade daha berraklaşıyor. Ve daha yumuşuyor. Kalbin ortasına ve vicdanın her tarafına ulaşıyor. Bu, gözlerini dahi kaldırıp bakmayan ve hiçbir dediğini iki yapmayan bağlılığı andıran merhametin incelen ve yumuşayan şeklidir. Burada sanki, boyun eğmenin kanadı vardır. Onu geriyor. Barışı, huzuru ve teslimiyeti simgeliyor bu kanat geriş…

"Ey Rabbim, onlar küçükken beni nasıl büyüttüler ise, sen de öyle merhamet et" de.

Bu evlâdın, annesi ve babası tarafından korunduğu güçsüz çocukluk günlerini hatırlamasıdır. Şimdi anne-baba aynı kendisinin çocukluk günleri gibi zayıf, korunmaya ve şefkate muhtaç durumdadır. Burada çocuk durup onlara merhamet etmesi için Allah'a yöneliyor. Çünkü Allah'ın rahmeti geniştir, koruması daha kapsamlıdır, Allah'ın himayesi daha boldur. Onlar kanlarını ve yüreklerini bu yolda harcadıkları için yüce Allah onlara, evlâdın gücünün yetmediği şeylerle ödüllendirebilir.

Hafız Ebu Bekir Bezzar kendi -rivayet zinciri ile- Bureyde'den o da babasından rivayet ediyor ki, "Bir adam Hac'da annesini sırtına almış Kâbe'yi tavaf ettiriyordu. " Bu arada Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Onun hakkını ödeyebildin mi?" diye sordu. Peygamberimize "Hayır hamileyken aldığı bir nefesin hakkını daha ödeyemedin" buyurdu.


Surenin akışı içindeki bütün tepkiler ve hareketler inanç sistemine bağlandığından, bu noktadan hemen sonra her şeyin, niyetlerdekini, sözlerin ve işlerin perde arkasını bilen Allah'a döneceği belirtiliyor.