30 Ekim 2012 Salı

Şu’arâ Suresi 105-159 Ayetleri M. Esed Meali


105. Nûh toplumu (da) peygamberlerini yalanladı.

106. Kardeşleri Nûh onlara: “Allah'a karşı sorumluluk bilinci duymaz mısınız?” dedi,

107. “Bakın, ben [O'nun tarafından] size [gönderilmiş] güvenilir bir elçiyim:

108. öyleyse artık Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyın ve benim izimden yürüyün!”

109. “Hem bunun için sizden (dünyevî) bir karşılık da gözlemiyorum; hak ettiğim karşılığı (vermek) âlemlerin Rabbinden başkasına düşmez.

110. Öyleyse artık Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyın ve benim izimden yürüyün!”


111. “[Toplumun] en aşağı tabakasından insanların senin ardına düştüğünü göre göre tutup sana mı inanacağız?” dediler.

112. [Nûh:] “Ben onların [bana gelmeden önce] neler yaptıklarını bilmem” dedi.

113. “Eğer iyi düşünecek olursanız, onları yargılamak ancak Rabbime düşer!

114. Bunun içindir ki, inandığını söyleyenleri yanımdan kovacak değilim;

115. ben sadece (gerçekleri) apaçık dile getiren bir uyarıcıyım”.


116. (İnanmayanlar:) “Ey Nûh!” dediler, “Eğer (bu iddialarına) son vermezsen, mutlaka taşlanacaksın!”

117. [Bunun üzerine Nûh:] “Ey Rabbim!” dedi, “İşte kavmim beni yalanladı;

118. bunun için, benimle onlar arasındaki gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koy; beni ve benimle beraber olan müminleri kurtar!”

119. Ve bunun üzerine Biz de, o'nu ve o'nunla beraber olanları dopdolu bir gemi içinde kurtardık.

120. Sonra da, geride kalanları sulara gömüverdik.

121. Şüphesiz bu [kıssada insanlar için] bir ders vardır, onların çoğu [buna] inanmasa da.

122. Ve şüphesiz senin Rabbin çok acıyıp esirgeyen O yüceler yücesidir!


123. [Ve] ‘Âd toplumu (da) gönderilen elçilerden [birini] yalanladı.

124. Hani, kardeşleri Hûd onlara: “Artık, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımayacak mısınız?” demişti.

125. “Bakın, ben size [Allah'ın gönderdiği] güvenilir bir elçiyim;

126. öyleyse, artık Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyın ve bana itaat edin!

127. Hem, ben sizden bunun için (dünyevî) bir karşılık da beklemiyorum; benim hak ettiğim karşılığı vermek âlemlerin Rabbinden başkasına düşmez.

128. Her tepede cehalet eseri, [putperestçe] anıtlar, tapınaklar mı yükselteceksiniz

129. Ve sonsuza kadar yaşayacağınız kuruntusuyla, sapasağlam malikaneler mi edineceksiniz?

130. Ve [başkalarının hukukuna] el uzattığınız zaman, hiçbir sınır tanımadan, hep böyle zorbalık mı yapacaksınız?

131. “Öyleyse, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyın ve bana itaat edin,

132. düşünebileceğiniz bütün [iyilikleri] size sağlayan [Allah'tan] yana duyarlı olun;

133. size sürüler ve çocuklar veren,

134. size bahçeler ve pınarlar veren [Allah'tan yana]...

135. Doğrusu, ben sizin için o büyük ve zorlu günün azabından korkuyorum!”

136. [Ama bütün bu uyarılara karşı onlar:] “Bize öğüt veriyor olsan da, olmasan da, bizim için fark etmez!” dediler.

137. “Bu [benimsediğimiz tutum] atalarımızın tutumundan başka bir şey değil ki..!

138. Hem, [bu yüzden] azaba uğrayacak da değiliz!”

139. İşte o'nu böyle yalanladılar; ve bunun üzerine Biz de onları yok ettik. Bu [kıssada da insanlar için] mutlaka, bir ders vardır, onlardan çoğu [buna] inanmasa da…

140. Ve şüphesiz senin Rabbin çok acıyıp esirgeyen O yüceler yücesidir!


141. [Ve] Semûd toplumu (da) gönderilen elçilerden [birini] yalanladı.

142. Hani, onlara (da) kardeşleri Salih, “Artık Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımayacak mısınız?” demişti.

143. “Bakın ben [O'nun tarafından] size gönderilen güvenilir bir elçiyim;

144. öyleyse, artık Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyın ve bana itaat edin!

145. Üstelik, ben sizden herhangi bir karşılık da istiyor değilim; benim hak ettiğim karşılığı vermek âlemlerin Rabbinden başkasına düşmez.

146. Bu bulunduğunuz hal üzere hep böyle güvenlik içinde bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz?

147. Bu bahçeler içre ve bu pınar başlarında;

148. bu ekinler, bu zarif görünüşlü ince sürgünlü hurmalıklar arasında...

149. Ve dağlarda hep böyle ustalıkla evler yontabileceğinizi [mi sanıyorsunuz]?

150. Öyleyse, artık Allah'tan yana bilinç ve duyarlık gösterin ve bana itaat edin;

151. ölçüyü aşanların sözüne uymayın;

152. o ölçüyü aşanlar ki, yeryüzünde düzen ve uyum sağlayacaklarına bozgunculuk yaparlar!”

153. [Salih'in kavmi:] “Sen mutlaka büyülenmiş birisin!” dediler.

154. “Bizim gibi ölümlü bir insandan başka bir şey değilsin! Eğer doğru sözlü biriysen, bize bir alamet getir (de görelim)!”

155. [Salih:] “(İşte) şu dişi deve; su içme hakkı (belirli bir gün) onun, belirli günlerde de sizindir;

156. öyleyse, sakın ona bir kötülük yapmayın, yoksa büyük-çetin bir günün azabı gelip sizi bulur!” dedi.

157. Bütün bu uyarılara rağmen onlar yine de o deveyi hoyratça boğazladılar; ama bunu yaptıklarına (çok geçmeden) pişman oldular;

158. çünkü [Salih'in önceden haber verdiği] azap onları kıskıvrak yakaladı. Şüphesiz bu [kıssada da insanlar için] bir ders vardır; onlardan çoğu [buna] inanmasalar da…

159. Ve şüphesiz senin Rabbin çok acıyıp esirgeyen O yüceler yücesidir!

29 Ekim 2012 Pazartesi

Şu’arâ Suresi 69-104 Ayetleri M. Esed Meali


69. Onlara İbrahim'in başından geçenleri de anlat.

70. Hani, o babasına ve kavmine “Nelere kulluk ediyorsunuz?” diye sormuştu.

71. Onlar da: “Putlara kulluk ediyoruz” diye karşılık verdiler, “ve her zaman, kendini onlara adamış kimseler olarak kalacağız!”

72. [İbrahim:] “Peki, yalvarıp yakardığınız zaman sizi işittiklerine,

73. yahut size fayda ya da zarar verebildiklerine [gerçekten inanıyor musunuz]?” dedi.

74. “Ama” diye çıkıştılar, “biz atalarımızı da bunu yapıyor gördük!”

75. [İbrahim:] “Peki” dedi, “(bu) taptığınız şeylere (başınızı kaldırıp da) hiç bakmadınız mı:

76. “Sizler ve sizden önceki atalarınız?

77. “İmdi, [bana gelince, ben biliyorum ki,] şüphesiz [bu düzmece tanrılar] benim düşmanlarımdır, [ve benim için] âlemlerin Rabbinden başka [tanrı yoktur];

78. beni yaratan da, bana doğru yolu gösteren de O'dur;

79. ve beni yediren de, içiren de O'dur;

80. ve hasta olduğum zaman beni iyileştiren,

81. ve beni öldürecek olan ve sonra yeniden diriltecek olan (hep) O'dur.

82. Ve Hesap Günü'nde hatalarımı bağışlamasını umduğum kimse de O'dur.

83. “Ey Rabbim! Bana [doğruyla eğrinin ne olduğuna] hükmedebilme bilgi ve yeteneğini bağışla ve beni dürüst ve erdemli insanların arasına kat

84. ve gerçeği benden sonrakilere ulaştırabilme gücü ver bana;

85. ve beni o nimetlerle dolu bahçenin varislerinden biri yap!

86. “Ve babamı bağışla; çünkü, o gerçekten yolunu şaşıranlar arasında.

87. “Ve o herkesin kaldırılacağı Gün beni utandırma;

88. o Gün ki, ne malın mülkün, ne de çoluk çocuğun bir yararı olmayacaktır;

89. yalnızca Allah'ın huzuruna kötülükten korunmuş bir kalple çıkanlar [kurtulacaktır]!”

90. Çünkü, [o Gün] cennet, Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyanlara yaklaştırılacaktır,

91. cehennemse büyük azgınlıklar içinde yitip gitmiş olanların karşısına çıkarılacaktır;

92. Ve onlara: “Nerede sizin bütün o tapınıp durduklarınız?” diye sorulacaktır,

93. “[Hani], o Allah'tan başka [tanrı yerine koyduklarınız]? Onlar, bakalım, size yahut kendilerine yardım edebilecekler mi?”

94. Pek tabii onlar da, azgınlık içinde yitip gidenler de, hepsi üst üste cehenneme tıkılacaklar;

95. ve İblis'in bütün avenesi..!

96. O Gün orada onlar, birbirlerini suçlayarak derler ki:

97. “Allah şahittir ki, biz apaçık bir sapıklık içindeydik,

98. çünkü, siz[in gibi yaratılmış varlıklar]ı âlemlerin Rabbiyle bir tutuyorduk;

99. yine de [sizi tanrılaştırarak] yoldan çıkmamıza günah (önderlerimiz) sebep oldu!

100. Ama şimdi ne bir arka çıkanımız var,

101. ne de candan bir dostumuz.

102. N'olurdu, [o hayata] bir kere daha dönebilseydik de inananlardan olsaydık!”

103. Şüphesiz bütün bunlarda [insanlar için] bir ders vardır, onların çoğu [buna] inanmasa da.

104. Ve şüphesiz senin Rabbin çok acıyıp esirgeyen O yüceler yücesidir. 

28 Ekim 2012 Pazar

Şu’arâ Suresi 43-68 Ayetleri M. Esed Meali


43. [Ve] Musa onlara: “Ne atacaksanız atın!” dedi.

44. Bunun üzerine onlar da halatlarını ve asâlarını yere bıraktılar ve “Firavun'un sayesinde, üstün gelen mutlaka biz olacağız” dediler.

45. (Onların) ardından Musa da asâsını atınca, bir de ne görsünler, onların bütün o düzenbazlıklarını yutmasın mı!

46. Bu durum karşısında büyücüler hemen yere kapanarak

47. “Biz âlemlerin Rabbine inandık!” dediler,

48. “Musa'nın ve Harun'un Rabbine!”

49. [Firavun:] “Ben size izin vermeden ona inanıyorsunuz, öyle mi?” diye çıkıştı, “Size büyüyü öğreten ustanız bu olmalı mutlaka! Fakat yakında [benim intikamımı] göreceksiniz: içinizden çoğunun ellerini ayaklarını kestireceğim, hepinizi astıracağım!”

50. Onlar da: “Hayır, [sen bize] bir zarar veremezsin” diye karşılık verdiler, “(çünkü) er geç Rabbimize döneceğiz!

51. İnananların ilkleri olmamızdan ötürü Rabbimizin hatalarımızı bağışlayacağını umarız!”


52. VE DERKEN, Musa'ya: “Kullarımı geceleyin yola çıkar; çünkü mutlaka takip edileceksiniz!” diye vahyettik.

53. Bu arada Firavun şehirlere münâdîler çıkarıp

54. [tebaasına:] “Bu [İsrailoğulları] soysuz, sefil bir topluluk;

55. fakat kalpleri bize karşı kin ve nefretle dolu;

56. çünkü (görüyorlar ki) biz birlik bütünlük içindeyiz ve her türlü tehdit ve tehlikeye karşı hazırlıklıyız;

57. bunun içindir ki onları bağlar[ın]dan bahçeler[in]den, pınar başlarından çıkarıp attık,

58. zenginlikler[in]den, nüfûz ve statülerinden [yoksun bıraktık]!” diyerek [onları İsrailoğulları'na karşı harekete geçirdi].

59. Olaylar böyle gelişti; fakat [Firavun'un çekip aldığı bütün] bu şeylere [zaman içinde] İsrailoğulları'nın yeniden kavuşmasını sağladık.

60. Ve sonunda [Mısırlılar] gün doğarken onlara yetiştiler;

61. İki topluluk birbirinin görüş alanına girdiklerinde Musa'nın yandaşları: “İşte yakalandık!” dediler.

62. (Musa:) “Hayır, asla! Rabbim benimle beraber” dedi, “bana mutlaka bir çıkış yolu gösterecektir!” dedi.

63. Bunun üzerine, Musa'ya: “Asânla denize vur!” diye vahyettik. [Musa söyleneni yapınca] deniz ortadan yarıldı; öyle ki, açılan yolun her iki yanında sular koca dağlar gibi yükseldi.

64. Ve kovalayanları (da) oraya yaklaştırdık.

65. Öyle ki, (sonunda) Musa ve beraberindekileri kurtardık,

66. ama ötekileri sulara gömüverdik.

67. Bu [kıssada], şüphesiz, [bütün insanlar için] bir ders vardır; velev ki onlardan çoğu inanmasa da.

68. Ve gerçek şu ki, senin Rabbin, çok acıyan esirgeyen O yüceler yücesidir! 

23 Ekim 2012 Salı

Şu’arâ Suresi 1-42 Ayetleri M. Esed Meali


1. Tâ-Sîn-Mîm.

2. Bunlar, kendi içinde apaçık ve tutarlı olan ve gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koyan ilahî kelâmın mesajlarıdır.

3. [İnsanların bir kısmı, ulaştırdığın mesaja] inanmıyorlar diye [üzüntüden] neredeyse kendini tüketeceksin!

4. Eğer dileseydik, onlara gökten öyle bir alamet indirirdik ki, onun karşısında boyunları bükülür, hemen baş eğerlerdi.

5. [Ama Biz böyle olsun istemedik:] ve bu yüzden, onlar da, ne zaman Rahmân'dan hatırlatıcı, uyarıcı yeni bir mesaj gelse, mutlaka ondan yüz çevirirler.

6. Nitekim, işte [bu mesajı da] yalanladılar. Ama alay edip durdukları şeyin tahakkuku yakında bütün açıklığıyla onların karşısına çıkarılacak!

7. Peki bunlar, yeryüzüne hiç bakıp da düşünmediler mi: orada her çeşitten nice güzel [hayat] türleri çıkarmışız?

8. Şüphesiz, bunda [insanlar için çıkarılacak] bir ders vardır; ama onlardan çoğu [buna] inanmazlar.

9. Oysa, senin Rabbin çok acıyıp esirgeyen O yüceler yücesidir!


10. Ve [Hatırla,] hani, Rabbin Musa'ya: “Şu zalimler toplumuna git!” diye seslenmişti,

11. “Şu Bana karşı sorumluluk bilincinden uzaklaşan Firavun toplumuna!”

12. [Musa:] “Ey Rabbim!” diye cevap verdi, “Doğrusu, beni yalanlamalarından korkuyorum,

13. ve göğsümün daralacağından ve dilimin dolaşacağından (korkuyorum); bu yüzden, [bu emri] Harun'a tevdî et.

14. Üstelik, onların benim aleyhime ciddî bir suçlamaları da var ortada; bu yüzden beni öldürmelerinden korkuyorum”.

15. [Allah:] “Hayır, asla!” dedi, “Yine de, siz ikiniz mesajlarımızla gidin; [yapacağınız çağrıyı] izlemek üzere Biz de sizinle beraberiz!

16. Haydi, şimdi ikiniz de Firavun'a gidin ve ona deyin ki: ‘Biz âlemlerin Rabbinden bir mesaj getiriyoruz:

17. İsrailoğulları'nı bırak, bizimle gelsinler!’”


18. [Fakat Musa mesajını Firavun'a tebliğ edince, Firavun:] “Biz seni çocukken yanımızda yetiştirmemiş miydik?” dedi, “Ve sen ömrünün pek çok yılını bizim aramızda geçirmemiş miydin?

19. Ama sonunda yapacağını yaptın, ve nankör biri oldu[ğunu gösterdi]n!”

20. [Musa:] “Evet, o fiili daha ne yaptığımı bilmez biriyken işledim” dedi,

21. “ve sizin yanınızdan kaçtım, çünkü sizden korkuyordum. Ama daha sonra bana Rabbim [doğruyla eğri arasında] hüküm verebilme yeteneği bahşetti; ve beni elçiler[in]den biri yaptı.


22. Ve o başıma kaktığın iyiliğe gelince, bu İsrailoğulları'nı köleleştirmenin bir sonucu [değil mi]ydi?”


23. Firavun: “Bu âlemlerin Rabbi de kim oluyor?” dedi.

24. [Musa:] “Eğer gerçekten (doğruyu) öğrenmek ve (onu) yürekten benimsemek istiyorsanız (söyleyeyim;) göklerin, yerin ve bu ikisi arasında var olan her şeyin Rabbi[dir O]!” diye cevap verdi.

25. [Firavun,] çevresindekilere: “[O-nun ne dediğini] duydunuz mu?” dedi.

26. [Ve Musa:] “O sizin de Rabbinizdir, göçüp gitmiş atalarınızın da!” diye devam etti.

27. [Firavun:] “Bu size gönderil[diğini iddia eden] rasûlünüz düpedüz bir deli, bir kaçık!” dedi.

28. [Fakat Musa sözlerine devamla:] “Doğunun, batının ve bu ikisi arasında kalan her yerin Rabbidir O; tabii [bunu] eğer aklınızı kullanırsanız [kavrayabilirsiniz]!” dedi.


29. [Firavun:] “Bak”, dedi, eğer benden başka bir tanrı benimsersen, seni mutlaka hapse attırırım!”

30. [Musa:] “Size gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koyan bir şey getirmiş olsam da, öyle mi?” dedi.

31. [Firavun:] “Eğer doğru sözlü biriysen, haydi, çıkar ortaya o dediğini!” diye cevap verdi.

32. Bunun üzerine [Musa] asâsını yere bıraktı -bir de ne görsünler, (her haliyle) düpedüz bir yılan!

33. Sonra elini ortaya çıkardı; bakanlar ne görsünler, bembeyazdı.


34. [Firavun] çevresindeki seçkinlere: “Doğrusu bu gerçekten çok bilgili bir büyücü” dedi,

35. “büyüsünün gücüyle sizi ülkenizden çıkarmak istiyor. Bu durumda ne tavsiye edersiniz?”

36. “Onu ve kardeşini bir süre alıkoy” dediler, “bu arada, şehirlere haberciler gönder,

37. hüner sahibi bütün büyücüleri toplayıp sana getirsinler”.

38. Ve böylece büyücüler belli bir günün belirli bir saatinde bir araya geldiler.

39. Ve halka da “Hepiniz toplandınız mı?” denildi,

40. “Çünkü, umarız ki, üstün gelen büyücüler olursa onların (hükmüne) uyarız”.


41. Büyücüler geldiklerinde, Firavun'a: “Eğer biz üstün gelirsek, doğrusu büyük bir mükâfatı hak etmiş oluruz, değil mi?” dediler.

42. [Firavun;] “Elbette”, diye cevap verdi, “o takdirde, gerçekten de benim gözdelerim arasında yer alacaksınız”.

21 Ekim 2012 Pazar

Vâkı’a Suresi 81-96 Ayetleri Seyyid Kutub Tefsiri


81- Şimdi siz bu sözü bu mesajı hafife mi alıyorsunuz?

82- Yalanlamayı kendinize rızık ve ileriye dönük birikim mi yapıyorsunuz?

83- Canın boğaza dayandığı an var ya,

84- O sırada sizler gözlerinizi o can çekişen adama dikersiniz.

85- Biz ona sizden daha yakınız, ama siz göremezsiniz.

86- Eğer yeniden diriltilip hesaba çekilmeyecekseniz,

87- Eğer söylediğiniz doğru ise, o çıkmak üzere olan canı geriye döndürsenize!


Ey müşrikler, size ahirette yeniden dirileceğinizi haber veren bu sözlerin doğruluğundan kuşku mu duyuyorsunuz? Kur'an'ı ve bu kitapta size verilen ahirete ilişkin bilgileri, onun içerdiği inanç sistemine ilişkin açıklamaları yalanlıyor musunuz? Başka bir deyimle;

"Yalanlamayı kendinize rızık ve ileriye dönük birikim mi yapıyorsunuz?"

Yani yalanlama huyunu hayatınızın kazancı ve ahirete yönelik tek sermayeniz haline mi getiriyorsunuz? Bu ne kötü bir kazanç, ne fena bir rızıktır!

Peki, can boğaza dayandığında ve ilerisi bilinmezliklerle dolu olan yolun kavşağına geldiğinizde ne yapacaksınız?

Sonra Kur'an'ın duygulandırıcı ve somut tasvirlerle dolu bir tablosu ile yüz yüze geliyoruz. Tabloda birkaç fırça darbesi ile tablonun bütün ana çizgileri canlandırılıyor. Bu ana çizgiler hem tablonun içeriğini hem ötesini ve hem de yol açtığı tüm çağrışımları gözlerimizin önüne seriyor:

“Canın boğaza dayandığı an var ya,

O sırada sizler gözlerinizi o can çekişen adama dikersiniz.

Biz ona sizden daha yakınız, ama siz göremezsiniz”

Bizler "Canın boğaza dayandığı an var ya" ayetini okurken can çekişen adamın göğsündeki hışırtıları işitir, yüz hatlarının gerilmelerini görür, çektiği ızdırabı ve sıkıntıyı hisseder gibi oluyoruz. Tıpkı bunun gibi "O sırada sizler gözlerinizi o can çekişen adama dikersiniz" ayetini okurken de adamın yakınlarının çaresiz bakışlarını ve yüzlerinde beliren umutsuzluğun gölgesini görür gibi oluyoruz.

O anda ruh, dünyadaki konukluk süresini doldurmuş, yeryüzünü ve yeryüzü ile ilgili her şeyi arkada bırakmış, bilmediği bir âleme yönelmiştir. Bu âlemde biriktirmiş olduğu amelden, elde ettiği iyilikten ve kötülükten başka hiçbir tutanağı, hiçbir güvencesi yoktur.

O anda bu ruhun sahibi çok şeyi görür, fakat gördüklerini anlatamaz. Çevresindeki canlı-cansız tüm varlıklardan kopmuştur artık. Çevresini saran eski dostları adamın sadece cesedini görüyorlar. Gerçi bakıyorlar, ama ne neler olup bittiğini görebiliyorlar ve ne de bir şey yapabiliyorlar. Bu noktada insanın gücü tükeniyor, insanın bilgisi duruyor, insanın at koşturduğu alan noktalanıyor. Bu noktada insanlar, hiç tartışmadan son derece güçsüz olduklarını, son derece yetersiz olduklarını anlıyorlar. Bu noktada insan görüşünün, insan bilgisinin, insan hareketinin önüne perde iniyor. Bu noktada yüce Allah'ın gücü ve bilgisi ortaksız biçimde egemen oluyor. Her şey kuşkusuz, tartışmasız ve demagojisiz bir kesinlikle yüce Allah'ın tekeline geçiyor:

"Biz ona sizden daha yakınız, ama siz göremezsiniz."

İşte bu anda tabloyu yüce Allah'ın varlığı şereflendirir, ortalığı O'nun ürpertici saygınlığı kaplar. Gerçi O her an her yerde vardır. Fakat ayetin ifadesi insanların çoğu kere akıllarından çıkardıkları bu gerçek bilinci tazeler. Böylece ölüm meclisinin havasına yüce Allah'ın varlığının ürpertisi egemen olur. O ana kadar bu meclise egemen olan yetersizlik, güçsüzlük, ayrılık, korku, veda ve yas havası arka plâna düşer.

Bu sarsıcı, titretici, yasa ve acı yüklü duyguların gölgesi altında her sözü kesen ve her tartışmayı noktalayan bir meydan okuma ile karşılaşıyoruz

"Eğer yeniden diriltilip hesaba çekilmeyecekseniz; eğer bu söylediğiniz doğru ise o çıkmak üzere olan canı geri döndürsenize!"

Eğer gerçekten sizin dediğiniz gibi hesaplaşma, ödül ve ceza yoksa o zaman sizler serbestsiniz; ne bir borcunuz var ne de verilecek bir hesabınız. O zaman ne duruyorsunuz? Şu adamın boğazına dayanan canı tutup geri çevirsenize! Baksanıza, adam hesaplaşma, ödül ve ceza yurduna gidiyor, onu geriye döndürsenize! Adam gözleriniz önünde, hareketsiz ve çaresiz bakışlarınız karşısında büyük hesaplaşma alanına doğru gidiyor!

Bu meydan okuma bütün demagojilerin maskesini düşürüyor, bütün delilleri çürütüyor, bütün tartışmaları kesiyor, bütün laf ebeliklerini geçersiz kılıyor. Bu büyük gerçek, olanca ağırlığı ile insanın vicdanına üzerine çöküyor. Delilsiz, dayanaksız ukalâlık yapma çıkmazına sapmadan bu gerçeğe karşı direnmek artık mümkün değildir.

Arkasından bu ruhun akıbetine ilişkin açıklamalar yapılıyor. Aslında bu ruh boğaza dayandığında, ölümcül hayatı geride bırakıp kalıcı hayata doğru adım atmaya hazırlandığında ve inkârcıların yalanladıkları hesaplaşma meydanına uzanan yolculuğun eşiğine geldiğinde kendisine bu akıbet uzaktan gösterilmişti.


88- Eğer ölmek üzere olan kişi Allah'a yakın olanlardan ise;

89- Esenlik, hoş kokulu çiçekler ve bol nimetli cennet onu bekliyor.

90- Eğer adam defteri sağdan verileceklerden ise,

91- Defterlerini sağdan alacak olan arkadaşlarının selâmı var sana.


92- Eğer adam sapık bir inkârcı ise,

93- O kaynar su sunularak ağırlanır.

94- Ve cehenneme atılır.

95- Bu kesin gerçektir.


96- Öyleyse yüce Rabbinin adını noksanlıklardan tenzih et.


Surenin başlarında yüce Allah'ın yakınlığını kazanan öncülere verilecek nimetlerin tablolarını görmüştük. Buradaki "esenlik" onları bekleyen nimetlerin belirtisi olarak görülüyor. Evet, "Esenlik, hoş kokulu çiçekler ve bol nimetli cennet onu bekliyor" cümlenin sözcüklerinden bile sanki şefkat ve okşama damlıyor. Ortalığı huzur, tatlılık, seçkin nimet ve cana yakın konukseverlik havası kaplıyor:

“Eğer adam defteri sağdan verilenlerden ise”

Bu ayetin hemen arkasından sözün yönü değiştirilerek doğrudan doğruya böyle olan kimseye sesleniliyor. Kendisine defterlerini sağdan alacak olan dostlarının selamı iletiliyor. O anda canının boğazına gelip dayandığı saniyede bu selâm ne gönül okşayıcı, ne hoş bir armağandır! Üzerine bütün endişeleri dağılıverir. Defterleri sağdan verilecek olan yoldaşlarının ilerdeki dostluğu gönlünü şenlendirir.

"Eğer adam sapık bir inkârcı ise, O kaynar su sunularak ağırlanır. Ve cehenneme atılır”

O alevli cehennem ne kötü bir ağırlama ve konaklama yeridir! Orada çekilecek olan azap ne ağır bir azaptır! Düşünelim ki, ruha bu akıbet gösteriliyor ve o kesinlikle bu akıbetle karşılaşacağını baştan biliyor.

Tablodaki gerilimin bu doruk noktasında surenin son mesajı geliyor. Mesajın frekansı yüksek, etkisi derin ve ses tonu yoktur.

“Bu kesin gerçektir”

“Öyleyse yüce Rabbinin adını noksanlıklardan tenzih et”

Böylece kesin gerçeğin "hak" terazisindeki baskınlığı ve ağırlığı surenin ilk ayetinde sözü edilen kıyamet olayının dehşeti ile buluşuyor, bütünleşiyor. Sure bu değişmez, kesin gerçeğin direktifi ile noktalanıyor. Direktifin içeriği saygı ile ve eksikliklerden uzak tutma bilinci ile yüce Allah'a yönelmektir.

19 Ekim 2012 Cuma

Vâkı’a Suresi 68-80 Ayetleri Seyyid Kutub Tefsiri


68- İçtiğiniz suyu görüyor musunuz?

69- Onu siz mi buluttan yere indiriyorsunuz, yoksa onu indiren biz miyiz?

70- Eğer isteseydik onu acı yapardık. Şükretsenize!


Yüce Allah'ın plânı uyarınca hayatın kaynağı ve vazgeçilmez, yeri doldurulmaz temel unsuru olan şu suya bir bakalım. Acaba insanın bu madde üzerindeki rolü nedir? Tek rolü, onu içmektir. Bunun ötesinde onu elementlerinden oluşturan ve bulutlardan yere indiren güce gelince bu güç, tek başına yüce Allah'ın gücüdür. Ayrıca O, bu suyun "tatlı" olmasını planlamıştır.

“Eğer isteseydik onu acı yapardık”

O zaman ne içilebilirdi ve ne de hayat kaynağı olabilirdi. Öyleyse ey insanlar, suya ilişkin iradesini şimdiki doğrultuda yürütmüş olan yüce Allah'ın bağışına şükretsenize!

Bu Kur'an ilk seslendiği insanlar olan Araplar için bulutlardan yere inen su, yani yağmurun yağması, hayat iksiri, şenlik sebebi ve gönül tellerini titreten, heyecan uyandırıcı bir konuşma konusu idi. Arap edebiyatının kasideleri ve öbür türlerdeki şiirleri bu özlemi ebedileştiren örneklerle doludur. İnsanlık uygarlık alanında geliştikçe suyun değeri azalmamış, tersine artmıştır. Bilimsel araştırmalarla uğraşanlar, suyun ilk kaynağını belirlemeye çalışan bilginler, öbür sıradan insanlara oranla suyun ilk oluşumu olayına daha çok değer verirler. Kısacası suyun yaratılışı ve yağmur olarak yere inişi hem çöldeki ilkel insan için, hem de bilimsel araştırmalarla uğraşan bilgin için aynı derecede ilgi odağıdır.


71- Tutuşturduğunuz ateşi görüyor musunuz?

72- Onun ağacını siz mi yaratıyorsunuz, yoksa onu yaratan biz miyiz?

73- Biz onu hem düşündürücü, ibret verici bir bir uyarıcı, hem de ihtiyacı onlar için bir yararlanma kaynağı olarak yarattık.

74- Öyleyse yüce Rabbinin adını noksanlıklardan tenzih et.


İnsanoğlunun ateşi keşfetmesi, tarihinin büyük bir olayıdır. Belki de uygarlığın başlangıcını oluşturan en büyük buluştur. Fakat zamanımızda alışılmış, kanıksanmış, önem verilmez olmuştur. Evet, insan ateşi yakıyor. Fakat bu ateşin yakıtını kim yarattı? Ateşi tutuşturmak için hammadde olarak kullanılan ağacı, odunu kim var etmiştir? Yukarıda bitki yetiştirme olayından söz etmiştik. Ağaç da bu bitki yetiştirme faaliyetinin bir alanıdır. Üstelik okuduğumuz ayetlerin ilkinde yer alan "ağacını" ifadesi ile dikkatlerimiz diğer önemli bir noktaya çekiliyor. Eski Araplar iki ağacın dallarını birbirine sürterek ateş yakarlardı. Bu yöntem o gün olduğu gibi günümüzün ilkel toplumları tarafından da kullanılıyor. Bu yüzden ateşin tutuşması olayı o günkü Arapların gündelik deneyimlerine daha yakın, daha dikkat çekici bir olaydı. Ateş mucizesi ve araştırmacı bilginlere göre sır olan niteliği hâlâ araştırma, gözlem ve ilgi konusudur. Söz ateşten açılmışken ayet, ahiretteki cehennemin ateşine dolaylı biçimde değinen bir hatırlatma yapıyor:

“Biz onu hem düşündürücü, ibret verici bir uyarıcı, hem de ihtiyacı olanlar için bir yararlanma kaynağı olarak yarattık”

"Uyarıcı", yani cehennem ateşini hatırlatan bir uyarıcıdır o. Ayrıca onu ihtiyacı olanlar için, özellikle yolcular için bir yararlanma kaynağı olarak yarattık. Bu işaret, bu ayetin ilk okuyucularının vicdanlarında derin etki meydana getirecek nitelikte idi. Çünkü onların gündelik hayatlarında, yaşama süreçlerinde canlı, somut anlamı olan bir realiteyi simgeliyordu.

Ayetler, iman etmeyi haykıran, kalplere ve zihinlere kolayca işleyen bu gerçekleri ve sırları gözler önüne serdikten sonra dikkatlerimiz bu gerçeklerin dayanak noktasını oluşturan gerçeğe çevriliyor. Bu gerçek Allah'ın varlığı, yüceliği ve Rabb'lığı gerçeğidir. Bu gerçek insan fıtratına güçlü bir etki ile yöneliyor. Ayrıca Peygamberimize bu gerçeği canlandırması, hakkını vermesi ve vakit geçirmeden onunla kalpleri kamçılaması yolunda kesin direktif veriliyor.


75- Yıldızların yörüngeleri üzerine yemin ederim ki;

76- -Keşke bilseniz bu ne büyük bir yemindir

77- Bu kitap, yüce Kur'an'dır.

78- Aslı (Allah katındaki) bir kitapta saklıdır.

79- Ona sadece tertemiz kimseler el sürebilir.

80- O, Allah tarafından indirilmiştir.


Bu ayetin o günkü muhatapları olan Araplar yıldızların yörüngeleri hakkında çok az şeyler biliyorlardı. Onlar gök cisimlerine ilişkin bilgileri sadece çıplak gözle elde edebiliyorlardı. Bu yüzden yüce Allah "Keşke bilseniz bu ne büyük bir yemindir" diyerek duyarlıklarını bilemek istemiştir. Biz ise yemine konu olan yıldız yörüngeleri hakkında o günün Araplarına oranla çok daha fazla bilgi payına sahip olduğumuz için edilen yeminin büyüklüğünü daha iyi kavrayabiliyoruz. Gerçi yıldızların yörüngelerinin görkemi hakkında biz de az şey biliyoruz.

Görüş menzilleri sınırlı ve küçük teleskoplarımız aracılığı ile elde edebildiğimiz bu kıt bilgilerimiz bize diyor ki: Uçsuz-bucaksız uzay boşluğunda "galaksi" adı verilen sayısız yıldız kümeleri vardır. Bu galaksilerin sadece biri, bizim güneş sistemimizi de içine alan yıldız kümesi, yüz milyon kadar yıldızdan oluşmuştur.

"Astronomi bilginlerinin dediklerine göre uzay boşluğunda milyarı aşkın sayıda yıldız ve gök cismi vardır. Bu yıldızların ve gezegenlerin bir bölümü çıplak gözle görülebilir, diğer bir bölümü sadece uzun menzilli dürbünlerle ve teleskoplarla görülebilir, başka bir bölümünden ise birtakım sinyaller alınabilir, fakat teleskop ekranlarında görülmeleri mümkün değildir. Bütün bu yıldızlar ve gezegenler biçimini bilmediğimiz yörüngelerinde hareket ederler. Herhangi bir yıldızın mıknatıs alanı, başka bir yıldızın mıknatıs alanı ile hiçbir noktada çakışmaz. Tıpkı bunun gibi hiçbir yıldızın bir başka yıldızla çarpışması söz konusu değildir. Böyle bir olay, ancak biri Akdenizde ve öbürü Atlas okyanusunda aynı yönde ve aynı hızla yol alan iki geminin çarpışması kadar muhtemeldir. Böyle bir şey de eğer imkânsız değilse, o bile son derece uzak bir ihtimaldir."

Yıldızların yörüngeleri arasındaki uzaklık bir hikmete ve planlanmış bir ölçüye göre belirlenmiştir. Bu uzaklık yıldızlar ve gök cisimleri arasındaki karşılıklı etkilenmelerle uyumludur. Bu uyum sayesinde bütün bu gök cisimlerinin uçsuz-bucaksız evrendeki karşılıklı dengeleri oluşmaktadır.

İşte yıldızların yörüngelerinin görkeminin bir bölümü, bir yönü budur. Hiç kuşkusuz bu bilgi, Kur'an'a ilk kez muhatap olan Arapların yıldızlara ilişkin bildiklerine oranla çok büyüktür. Fakat aynı zamanda yıldızların yörüngelerin görkemine ilişkin gerçeğin tümü ile karşılaştırılamayacak derecede yetersizdir.

Evet, "Yıldızların yörüngeleri üzerine yemin ederim ki”

Oysa mesele, yemine muhtaç olmayacak derecede açık ve belirgindir:

"Keşke bilseniz bu ne büyük bir yemindir."

Burada yeminin önemi bir ara cümle ile vurgulanıyor ve hem arkasından sözün akışı değiştiriliyor. Aslında yemine muhtaç olmayan bu değişmez ve belirgin gerçeğin, zihinlere yerleştirilmesi açısından bu anlatım tarzı son derece etkilidir:

"Bu kitap, yüce Kur'an'dır.

Aslı (Allah katındaki) bir kitapta saklıdır.

Ona sadece tertemiz kimseler el sürebilir.

O Allah tarafından indirilmiştir."

Evet, "Bu kitap yüce Kur'an'dır." Yoksa müşriklerin iddia ettikleri gibi ne bir kâhin sözü ne bir deli saçması ne Allah'a yakıştırılmış bir uydurma ne eski kuşaklardan kalma bir masal ve ne de şeytanlar tarafından getirilmiş bir mesajdır. Bütün bunlar ve bunlara benzer daha birçok müşrik iddiaları tümü ile asılsızdır. Bu kitap, yüce bir Kur'an'dır. Kaynağı bakımından yücedir, başlı başına yücedir, gösterdiği yolun yönü bakımından yücedir. Devam ediyoruz: "Aslı (Allah katındaki) bir kitapta saklıdır." Bu kitap koruma altındadır. Bu ayetin anlamı bir sonraki ayette açıklanıyor:

"Ona sadece tertemiz olanlar el sürebilir."

Bazı müşrikler Kur'an'ın şeytanlar tarafından yere indirilmiş bir mesaj olduğunu ileri sürdüler. Bu ayet bu iddiayı reddediyor. Çünkü yüce Allah'ın bilgisi ve koruması altında saklanan bu kitaba şeytanlar dokunamaz. Onu Peygambere getirenler, tertemiz meleklerdir. "Ona sadece tertemiz olanlar el sürebilir" ayetinin en tutarlı, en mantıklı açıklaması budur. Sebebine gelince ayetin başındaki "lâ" edatı cümledeki eylemin gerçekleşmeyeceğini belirten bir olumsuzluk edatıdır, yasaklama anlamı taşıyan bir edat değildir. Yoksa yeryüzünde bu Kur'an'ı temizler de, pisler de, mü'minler de, kâfirler de elleyebilirler. Bu durumda olumsuz anlamı gerçeklik kazanamaz, askıda kalır. Yalnız eğer olumsuzluk müşriklerin Kur'an'ı şeytanların indirdikleri yolundaki iddialarına bağlanır da arkasından bu iddianın reddedildiği kabul edilirse cümlenin anlamındaki olumsuzluk gerçekleşmiş olur. Çünkü o takdirde Kur'an'ın gökte saklanan orjinaline "temizler"den başkası el sürmemiş, dokunmamış olur. Bir sonraki ayet de bu yaklaşım tarzını destekler. "O Allah tarafından indirilmiştir."Yani şeytanların getirdikleri bir mesaj değildir.

Yalnız elimizde bu ayetin başka bir anlama geldiğini belirten iki hadis vardır. Bu hadislere göre ayetin anlamı "Kur'an'a sadece temiz olanlar el sürebilir" biçimindedir. Fakat tefsir bilgini İbn-i Kesir bu hadisler hakkında şöyle diyor: "Bu hadisler zehri ve başkaları tarafından aktarılmıştır. Böyle bir aktarma zincirine güvenerek getirdikleri sözleri delil olarak kullanmamız doğru değildir. Bu hadisi Darukudni Amr b. Hazm'e, Abdullah b. Ömer'e ve Osman b. Ebul As'a dayandırarak aktarmıştır. Ama her üçünün aktarma zincirlerinde de tartışılabilir halkalar vardır. Doğrusunu Allah bilir."

Arkasından surenin son mesajı geliyor. Mesajın konusu ölüm anıdır. Mesaj insanı iliklerine kadar titreten bir çarpıcılıkta sunuluyor. O anda bütün tartışmalar sona eriyor. Bütün canlıların biten bir yolun sonu ile başlayan bir yolun başlangıcında durdukları kritik bir andır bu. O noktada canlılar geriye dönemezler, arkaya yönelemezler.

18 Ekim 2012 Perşembe

Vâkı’a Suresi 57-67 Ayetleri Seyyid Kutub Tefsiri


57- Sizleri yaratan biziz, bunu onaylasanıza.

58- Fışkırttığınız meniyi görüyor musunuz?

59- Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa onu yaratan biz miyiz?

60- Ölümü aranızda plânlayan biziz. Hiç kimse bizim önümüze geçemez.

61- Amacımız benzerlerinizi yerinize geçirmek ve hepinizi bilmediğiniz bir âlemde yeniden diriltmektir.

62- İlk yaratılmayı bildiniz. Bunu düşünüp ders alsanıza!


Bu olgu, yani ilk ortaya çıkış ile hayat sahnesinden çekiliş olgusu, başka bir deyimle yaratılış ve ölüm olgusu herkesin gördüğü, bildiği ve yaşam süreci boyunca sık sık tekrarlandığına tanık olduğu bir olgudur. O halde insan nasıl olur da yüce Allah tarafından yaratıldığını onaylamaz? Bu gerçeğin fıtrat üzerindeki baskısı o kadar büyük, o kadar ağırdır ki, insan varlığı ona karşı direnemez, karşısında mücadele edemez. Evet, "Sizi yaratan biziz, bunu onaylasanıza!":

"Fışkırttığınız meniyi görüyor musunuz?

Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa onu yaratan biz miyiz?"

İnsanın yaratma eylemindeki rolü, erkeğin kadın rahmine meni akıtmasından ibarettir. Erkeğin ve kadının işi bu noktada biter. Bu noktadan sonra sınırsız güç işe el koyar. Bu basit sıvıyı işlemeye başlar. Ona can verir. Onu geliştirir. Onun iskeletini çatar. İçine ruh üfler. İlk insanın sahneye çıktığından beri bu mucize, sadece yüce Allah'ın meydana getirebildiği bu olağanüstü olay her an tekrarlanır durur. Böyleyken insan bu olayın özünü, mahiyetini kavrayamaz; nasıl meydana geldiğini bilmez. Nerede kaldı ki, onun oluşumuna katkıda bulunsun!

Mesele böyle ana çizgileri ile ortaya konunca onu herkes anlayabilir. Zaten yaratılış mucizesini değerlendirip onun etkisini algılayabilmek için bu kadarını bilmek yeter. Fakat bu tek hücrenin ana rahmine düşmesinden başlayarak canlı bir varlık haline gelmesine kadar uzayan hikâyesi akla-hayale sığmaz derecede acayip bir serüvendir. Öyle ki, eğer fiilen meydana gelmiş olmasa, eğer herkes onun meydana gelmesine tanık olmasa bu hikâyeye hiçbir insan aklı inanmaz.

Bu tek hücre ana rahminde bölünerek çoğalmaya başlar. Kısa süre sonra hücrelerin sayısı milyonları bulur. Bu üreyen hücreler gruplara ayrılırlar. Her grubu oluşturan hücreler, diğer grubu meydana getiren hücrelerden farklı özellikte olur. Çünkü her hücre grubu, insan organizmasının başka bir tarafını, ayrı bir sistemini oluşturmakla görevlidir. Mesela şunlar kemik hücreleri, şunlar kas hücreleri; şunlar deri hücreleri, şunlar da sinir hücreleridir. Ayrıca şu gruptaki hücreler gözleri oluşturmakla, şu gruptakiler dili oluşturmakla, şu gruptakiler kulakları oluşturmakla, şu gruptakiler de çeşitli salgı bezlerini oluşturmakla görevlidirler. İkinci gruptaki hücreler, birinci gruptaki hücrelere oranla daha özel niteliklidir. Her hücre grubu görev yerini bilir. Buna göre mesela göz hücreleri görev yerlerini şaşırıp karın boşluğunda ya da ayaklar bölgesinde kümelenmeye kalkışmazlar. Eğer bu hücreler mümkün olsa da fabrikasyon yöntemi ile üretilebilse ve sonra bu fabrikasyon hücreleri karın boşluğuna bırakılsa orada göz meydana getirirler. Oysa doğal göz hücreleri kendi öz dürtüleri sayesinde böyle bir yanlışlığa düşmezler, yani karın bölgesinde birikip orada göz oluşturmaya girişmezler. Tıpkı bunun gibi kulak hücreleri de ayak bölgesinde kümelenerek orada kulak meydana getirmezler. Bütün bu hücre grupları yüce yaratıcının gözetimi altında görevlerini yaparak insan organizmasını en güzel biçimde meydana getirirler. “İnsanın bu alanda hiçbir rolü, hiçbir katkısı olmaz."

Bu hayatın başlangıcı. Sonuna gelince o da daha az mucizevî, daha az hayret uyandırıcı değildir. Gerçi o da hayatın başlangıcı gibi insanların alışılmış gözlemleri arasında yer alır:

"Ölümü aranızda plânlayan biziz. Hiç kimse bizim önümüze geçemez.”

Her canlının sonu olan bu ölüm acaba nedir? Nasıl meydana gelir? O karşı konulmaz gücünü nereden alıyor?

O yüce Allah'ın plânının bir sonucudur. Bu yüzden ondan hiç kimse paçayı kurtaramaz. Onu hiç kimse geride bırakıp atlatamaz. O yaratılış zincirindeki yerini mutlaka alacak olan bir halkadır:

"Amacımız benzerlerinizi yerinize geçirmektir."

Böylece yeryüzü kalkınacak, hayat düzeyi gelişecek, halifelik görevi sizden sonra da yürütülecektir. Ölümü nasıl yüce Allah plânladı ise hayatı da O plânlamıştır. O ölümü, ölenlerin benzerleri olan başka insan kuşaklarını hayat sahnesine çıkarmak için plânlamıştır. Bu süreç dünya hayatının vadesi doluncaya kadar devam edecektir. Bu belirlenmiş vade dolunca yeniden diriliş aşamasına sıra gelecektir:

"Ve hepinizi bilmediğiniz bir âlemde yeniden diriltmektir."

Bu olay insan bilgisine kapalı olan o meçhul âlemde meydana gelecektir. İnsanlar bu âlem hakkında, yüce Allah'ın verdiği bilgiler dışında hiçbir şey bilmiyorlar. O zaman yaratılış zincirinin son halkası yerine geçmiş ve insanlık kervanı konaklama yerine varmış olur.

Bu ahiretteki yeniden diriliştir. "İlk yaratılmayı bildiniz. Bunu düşünüp ders alsanıza!"

Bu olay size son derece yakındır ve hiçbir akıl almaz tarafı yoktur. Kur'an, gerek ilk yaratışın gerek ahiretteki yeniden dirilişin hikâyesini işte böylesine yalın, böylesine kolay anlaşılır bir dille bildiği bir mantığın önüne dikiyor. İnsan fıtratı bu mantığa karşı koyamıyor. Çünkü bu mantık, onun yalın gerçekleri ile insan hayatının yakın gerçeklerine dayanıyor. Ortada ne karmaşıklık, ne soyut kavramlar ne zihinleri yoran ve vicdanlara sinmeyen felsefe spekülasyonları var.

İşte evreni yaratan, insanı yoktan var eden ve Kur'an'ı indiren yüce Allah'ın öğretim yöntemi budur.

Kur'an, bir kere daha yalın ve kolay anlaşılır anlatımı ile insanların karşısına çıkıyor. Onların dikkatlerini alışageldikleri, sık sık gözledikleri bir başka olaya çekerek kalplerini etkilemeye çalışıyor. Amaç farkında olmadıkları halde gözleri önünde olup biten bu olayda kendilerine yüce Allah'ın elini göstermek, önlerinde meydana gelen mucizeyi fark etmelerini sağlamaktır. 


63- Ektiğiniz tohumu görüyor musunuz?

64- Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa onu bitiren biz miyiz?

65- Eğer isteseydik o ekinlerinizi ot kırıntılarına dönüştürürdük de şaşakalırdınız.

66- Derdiniz ki; "Biz borca battık."

67- "Daha doğrusu her şeyimizi kaybettik."


İnsanların elleri altında filizlenip gelişen ve ürünü veren şu bitkiye bir göz atalım. İnsanların bu olaydaki fonksiyonu nedir? Toprağı sürüyorlar ve yüce Allah'ın yarattığı tohumu ekiyorlar, o kadar. Bu noktada fonksiyonları sona eriyor. Sonra yüce Allah'ın güçlü eli tek başına devreye girerek olağanüstü, hayret uyandırıcı ve mucizevî çalışmasına koyuluyor.

Tohum tanesi, kendi türünü yeniden meydana getirmek üzere yola koyuluyor. Bu yolda akıllı, deneyimli, aşacağı aşamalarının ayrıntılarından haberdar bir canlının bilinci ile ilerliyor. İnsan zaman zaman işinde hata yapıyor, ama bu tohum taneciği hiç yanlış adım atmıyor, hiç yolundan sapmıyor, belirlenmiş hedefinden şaşmıyor. Çünkü bu hayret verici yolculuğunun yolu boyunca attığı her adımı yüce Allah'ın güçlü elinin denetimi altında atıyor. Bu öylesine hayret uyandırıcı bir yolculuktur ki, eğer eskiden de, şimdi de hep tekrarlanmasa ve her onu şu ya da bu biçim ile, şu ya da bu türü ile görmemiş olsa hiçbir akıl onu onaylamaz, hiçbir hayal onu tasarlayamazdı. Eğer böyle olmasaydı, bir tek buğday tanesinin şu sapı, şu yaprakları, şu başağı ve şu kadar çok taneyi içinde gizlediğine ya da bir hurma çekirdeğinin hiçbir eksiği olmayan kocaman bir hurma ağacını yapısında taşıdığına hangi akıl inanır, hangi hayal gücü ihtimal verirdi?

Eğer bu olay sabah-akşam hep meydana gelmese, eğer bu hikâye herkesin gözü, kulağı önünde tekrarlanıp durmasa hangi akıl bunu kabul eder, hangi akıl bunu tasarlayabilirdi? Hangi insan bu hayret verici olayda toprağı sürmekten ve yüce Allah'ın yaratmış olduğu tohumu ekmekten başka bir rolü, bir katkısı olduğunu iddia edebilir?

Bütün bunlardan sonra insanlar kalkıyorlar, "biz ekin yetiştirdik" diyorlar. Oysa bu süreçteki payları toprağı sürmekten ve tohumu ekmekten öteye geçmemiştir. Bunun ötesinde her tohum tanesinin simgelediği hayret verici hikâye, tohumun çatlayıp filizlenmesinde, gelişip serpilmesinde somutlaşan olağanüstü olay, bütün bu akla sığmaz gelişmeler "ekinleri bitiren" yüce Allah'ın sanatının eseridir. Eğer Allah dileseydi, bu tohum yolculuğunu başlatmazdı. Eğer Allah izin vermeseydi başlayan bu yolculuk hedeflenen sonuca ermezdi. Eğer Allah isteseydi, o bitkiyi, ürününü vermeden önce kuru bir çöpe dönüştürürdü. Tohum, başlangıcından sonuna kadar uzayan yolculuğunun tümünü O'nun dileği ile aşabiliyor.

Eğer ekilen tohum beklenen ürününü vermeden mahvolsa insanlar mırın kırın ederler, yana-yakıla konuşurlar ve meselâ "Biz borca battık; daha doğrusu her şeyimizi kaybettik" derlerdi. Fakat yüce Allah lütfunun sonucu olarak onlara ürün bağışlıyor, ekilen tohumun fonksiyonunu tamamlamasını, belirlenen yolculuğunu sona erdirmesini sağlıyor.

Hemen belirtelim ki, tohumun bu yolculuğu, ana rahmine atılan menideki sperma hücresinin yolculuğunun aynısıdır. Bu yolculuk, sınırsız ilahi gücün yoktan var ederek gözetimi altında sürdürdüğü hayatın dışa yansımış biçimlerinden biridir.

Bu ilk yaratılış olayı gözler önündeyken yeniden diriliş olayında ne gibi bir gariplik bulunabilir?