31 Ağustos 2012 Cuma

Meryem Suresi 88-97 Ayetleri S. Kutub Tefsiri (Meryem Suresi Sonu)


88- Bazı kâfirler "Rahmeti bol olan Allah, evlat edindi" dediler.

89- Sizler, böyle demekle son derece çirkin bir iddia ileri sürdünüz.

90- Bu iddia karşısında nerede ise gökler paramparça olacak, yer yarılacak ve dağlar gürültü ile göçerek yerle bir olacak.

91- Onlar rahmeti bol olan Allah'a çocuk yakıştırdılar diye.

92- Oysa rahmeti bol olan Allah'a çocuk edinmek yakışmaz.

Bu ayetlerde kullanılan sözcüklerin titreşimleri ve ifadelerin vurgusu adeta öfke, ayaklanma ve tahammülsüzlük saçarak oluşturulmak istenen yaygın protesto havasının frekansını yükseltiyorlar. Cansız evren tüm varlığı ile, bütün parçaları ile baş kaldırıyor, çırpınıyor ve sarsılıyor. Çünkü bu tüyler ürpertici iddiayı işitmiş, yüce Allah'ın dokunulmaz kutsallığının çiğnendiğinden haberdar olmuştur. Onuru saldırıya uğrayan, ya da sevdiği, saydığı bir kimsenin şeref çiğnenen bir insanın bu yüzden öfkeye kapıldığını düşününüz. Bu insanın elinin-kolunun nasıl titrediğini, bütün vücudunun nasıl sarsıldığını düşününüz. İste bu tüyler ürpertici söz karşısında cansız evrende aynı sert reaksiyonu gösterir.

Bu tüyler ürpertici iddianın yol açtığı evrensel başkaldırıya gökler, yer ve dağlar da katılırlar. Ayetlerde kullanılan sözcüklerin titreşimleri, bu zelzelenin bu gümbürtünün sarsıntılarına somutluk kazandırır.

Bu kâfirler "Allah, evlat edindi" der demez, bu tüyler ürpertici iddia ağızlarından çıkar çıkmaz, karşılığı olan protesto ve kınama hemen yüzlerine çarpılıyor:

"Siz böyle demekle son derece çirkin bir iddia ileri sürdünüz."

İşte o anda çevrelerindeki bütün durgun nesneler zelzeleye tutuluyor, bütün hareketsiz varlıklar sarsılmaya başlıyor. Yaratıcısına bağlı evrenin tümü öfke saçmaya koyuluyor. Bu sözün yapısına ve özüne ters düştüğünü hissediyor. Özünün zembereğinin koptuğunu ve varlığının ekseninin devrildiğini fark ediyor. Dayanağı olan ve dengesini sağlayan alt tabanın sarsıldığını görüyor:

"Bu iddia karşısında nerede ise gökler paramparça olacak, yer yarılacak ve dağlar gümbürtü ile göçerek yerle bir olacak. Onlar rahmeti bol olan Allah'a çocuk yakıştırdılar diye. Oysa rahmeti bol olan Allah'a çocuk edinmek yakışmaz."

Bu evrensel öfkenin homurtuları arasında şu tüyler ürpertici açıklamanın gürlemesi işitilir:

93- Göktekilerin ve yerdekilerin tümü rahmeti bol olan Allah'ın huzuruna kul olarak geleceklerdir.

94- Allah, onları bir bir sayarak hesaba geçirmiştir.

95-Kıyamet günü hepsi O'nun huzuruna teker teker geleceklerdir.

Bütün göktekiler ve bütün yerdekiler sadece birer "kul"durlar; itaatkâr bir tavırla, boyunlarını eğerek Rabblerinin huzuruna gelirler. Hiç kimsenin O'nun oğlu ya da ortağı olması söz konusu değildir. Herkes O'nun sadece yaratığı ve kuludur. İnsan şu açıklamanın anlamını derinliğine düşününce varlığı tepeden tırnağa zelzeleye tutulur:

"Allah onları bir bir sayarak hesaba geçirmiştir."

Buna göre bir tekinin bile kaçıp kaybolması ya da unutulması düşünülemez:

"Kıyamet günü hepsi O'nun huzuruna teker teker geleceklerdir."

Yüce Allah'ın gözü herkesin üzerindedir. Herkes yalnız başına O'nun karşısına çıkar. Yanında ne bir yoldaşı ve ne de varlığından güç alacağı bir destekçisi vardır. İnsan o sahnede toplum ruhundan, "toplumsallık" duygularından bile soyutlanır. O anda insan hesaplaşma gününün yüce hâkimi karşısında yapayalnız ve kimsesizdir.

Bu ürkütücü yalnızlığın, tek başına kalmışlığın korkunçluğu ortasında bir de bakıyoruz ki, mü'minler yüce bir sevginin Allah'tan gelen sevginin okşayıcı melteminin serinliğini yüzlerinde ve gönüllerinde hissetmektedirler:

96- İman edip iyi ameller işleyenlere gelince Allah, onlara sevgi armağan edecektir.

Burada ifadesini bulan "sevgi"nin havası kalpleri okşayan, ılık bir meltem estiriyor, gönülleri ısıtan bir hoşnutluk yazıyor. Bu yücelikler âleminden kaynaklanarak yeryüzüne ve insanlara saçılan, tüm evreni doldurup taşıran bir sevgidir.

Nitekim sahabelerden Hz. Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:

-Yüce Allah, bir kulunu sevince Cebrail'i yanına çağırarak kendisine "Ben falancayı seviyorum, onu sen de sev" der. Bunun üzerine Cebrail de o adamı sever. Arkasından göktekilere (meleklere) seslenerek "Allah falancayı seviyor, onu siz de sevin" der. Bunun üzerine göktekiler de o kulu severler. Arkasından o kulun yeryüzünde de benimsenmesi, sempati görmesi sağlanır.

Buna karşılık yüce Allah bir kuldan nefret edince Cebrail'i yanına çağırarak kendisine "Ben falancadan nefret ediyorum, ondan sen de nefret et" der. Bunun üzerine Cebrail o adamdan nefret eder. Arkasından göktekilere (meleklere)seslenerek "Allah falancadan nefret ediyor, ondan siz de nefret edin" der. Bunun üzerine göktekiler de o kuldan nefret ederler. Arkasından yeryüzünde de o kuldan nefret edilmesi, antipati duyulması sağlanır." (Bu hadisi İmam-ı Ahmed; Affan, Ebu Avane, Suheyl, Suheyl'in babası ve Ebu Hureyre yolu ile naklederken İmam-ı Ahmed ve Buhari'nin ortak rivayet zinciri şöyledir: İbn-i Cureyc, Musa el-Eşari, İbn-i Utbe, Nafi, Ebu Hureyre.)

Kötülükten sakınan mü'minlere yönelik müjde ile yüce Allah'a baş kaldıran kâfirlere yönelik uyarı, bu Kur'an'ın iki ana amacını oluşturur. Yüce Allah, Araplar'ın bu Kur'an'ı kolay anlamalarını sağlamak ve onu rahat okuyabilsinler diye Peygamberimizin dili ile indirmiştir:

97- Ey Muhammed, kötülükten sakınanları müjdeleyesin ve inatçılar güruhunu uyarasın diye biz bu Kur'an'ı ana dilinde indirerek onu kolay anlamanı sağladık.

Bu sure somut bir sahne ile noktalanıyor. Bu sahne kalpleri uzun bir süre dalgalandıracak, vicdanları derinden derine titretecek ve uzun bir süre hayallerden izi silinmeyecek müthiş bir sahnedir:

98- Biz bu inatçılardan önce nice kuşakları yok ettik. Şimdi onların hiçbirini ortalıkta görüyor musun, ya da onlardan kaynaklanan en zayıf bir ses kulağına geliyor mu?

Sayın okuyucu, bu sahne seni önceki yıkıcı bir sarsıntı ile yüz yüze getiriyor, arkasından engin bir suskunluğun denizine gömüyor. Sanki seni elinden tutup engin bir vadinin başına dikerek yüzyıllardan beri dönem dönem yok edilmiş eski insan kuşaklarının belli belirsiz kalıntıları ile yüz yüze getiriyor. Bakışlarının sınırlarına eremediği erginlikteki bu vadide hayalin, vaktiyle kımıldayan, hareket eden kalıntılar arasında yüzüyor, bir zamanlar nabzı atan, seğirten canlılar arasında zıplıyor, yine bir zamanlar yaşayan ve umutlar besleyen duygular ve özlemlerle at koşturuyor. Sonra ortalığa birden derin bir sessizlik çöküyor, her şeyin üzerine ölüm abanıyor. Kadavralardan, leşlerden, çürümüş kemiklerden ve kalıntılardan başka hiçbir şey görünmüyor. Ne bir inilti ne bir algı ne bir kımıltı ve ne de bir çıt var:

"Şimdi onların hiçbirini ortalıkta görüyor musun? Ya da onlardan kaynaklanan en zayıf bir ses kulağına geliyor mu?"

Bak da görmeye çalış. Kulak ver de dinle. Derin bir sessizlikten ve tüyler ürpertici bir suskunluktan başka bir şey yok. Koca evrende ölüm nedir bilmeyen tek diriden, yani yüce Allah'tan başka hiç kimse yoktur artık.

30 Ağustos 2012 Perşembe

Meryem Suresi 75-87 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


75- Onlara de ki; “Rahmeti bol olan Allah sapık yolda olanlara ne kadar geniş maddi imkân verirse versin, sonunda tehdit edildikleri somut azab ile ya da kıyamet günü ile yüz yüze geldiklerinde nasıl olsa kimin sosyal konumunun daha düşük ve kimin askeri gücünün daha zayıf olduğunu öğreneceklerdir."

76- Allah doğru yolda olanların sapmazlıklarını pekiştirir. Kalıcı iyi ameller, Rabb'in katında daha iyi ödül kazandırıcı ve daha mutlu akıbete erdiricidirler.

Müşrikler, zengindirler diye, lüks içinde yüzüyorlar diye kendilerinin, Peygamberimizin bağlılarından daha doğru yolda sanıyorlar, öyle mi? Öyle olsun bakalım! Peygamber, işi olayların akışına bıraksın da yüce Allah, sapık tarafın sapıklığını ve doğru tarafın doğruya bağlılığını daha da arttırsın. Nasıl olsa yüce Allah'ın tehdidi bir gün gerçekleşecektir. Bu tehdit ya sapıkların, mü'minler eli ile cezalandırılmaları ya da kıyamet gününün "büyük azab"ı şeklinde somutlaşacaktır. O zaman onlar hangi tarafın sosyal konumunun düşük, hangi tarafın askeri gücünün zayıf olduğunu öğreneceklerdir. İşte o gün mü'minlerin sevinç ve övünme günü olacaktır:

"Kalıcı, iyi ameller Rabbinin katında daha iyi ödül kazandırıcı ve daha mutlu akıbete erdiricidir."

Evet, "kalıcı, iyi ameller" yeryüzü tutsaklarını övündüren ve baştan çıkaran bütün kof değerlerden daha üstündür.

Daha sonraki ayetlerde kâfirlerin şımarıklıklarına yeni bir örnek veriliyor, onların kınanan ve tuhaflığı vurgulanan bir başka sözleri aktarılıyor:

77- Ey Muhammed, şu ayetlerimizi inkâr eden ve "Bana kesinlikle mal ve evlat verilecek" diyen adamı gördün mü?

78- Gaybın bilgisi mi önüne açıldı, yoksa rahmeti bol olan Allah'tan kesin söz mü aldı?

79- Hayır, öyle bir şey yok. Onun söylediklerini yazacağız ve uğrayacağı azabı alabildiğine arttıracağız.

80- Sözünü ettiği malı ve evladı bize kalacak da kendisi yalnız başına huzurumuza gelecektir.

Bu ayetlerin iniş sebebine ilişkin elimizde bir belge var. Bu belgeye göre sahabelerden Habbab b. Art şöyle diyor: Ben bir demirci idim. Müşriklerden As b. Vail'de bir alacağım vardı. Kendisinden bu alacağımı istemeye gidince bana "Hayır, Muhammed'i inkâr etmedikçe, vallahi, sana borcumu vermem" dedi. Bende ona "Hayır, vallahi, Muhammed'i inkâr etmem. Sen ölüp de tekrar diriltilince nasıl olsa yine karşılaşacağız" dedim. O da bana "Ben ölüp de tekrar diriltilince gelirsin, benim orada da malım ve evlatlarım olacak, o zaman borcumu öderim" diye cevap verdi. Bunun üzerine yüce Allah, "Ey Muhammed, şu ayetlerimizi inkâr eden ve 'Bana kesinlikle mal ve evlat verilecek' diyen adamı gördün mü?" diye başlayan ayetleri indirdi. (Buhari. Müslim)

As b. Vail'in bu sözü kâfirlerin, yeniden diriliş olgusunu alay konusu ettiklerini, hafife aldıklarını kanıtlayan bir örnektir. Kur'an-ı Kerim "Gaybın bilgisi mi önüne açıldı?" diyerek bu müşrikin tutumundaki tuhaflığı vurguluyor, saçma iddiasını kınıyor. Yoksa o, öte tarafta neler olup biteceğini biliyor mu da böyle konuşuyor? Yoksa rahmeti bol olan Allah'tan kesin söz mü aldı da bu, sözün gerçekleşeceğine mi güveniyor? Arkasından yüce Allah'ın cevabı geliyor "Hayır!" Bu kelime olumsuzlama ve yalanlama ifade eder. Hayır, ne gaybın bilgisi önüne açılmıştır ve ne de rahmeti bol olan Allah'tan kesin söz almıştır. O sadece kâfirliğini açığa vuruyor ve alay ediyor.

O halde böylesine koyu bir kâfire verilecek en susturucu karşılık tehdit ve yıldırmadır:

"Hayır, yok öyle bir şey. Onun söylediklerini yazacağız ve uğrayacağı azabı alabildiğine arttıracağız."

Onun bu sözlerini defterine yazarak son hesaplaşma günü karşısına çıkaracağız. Bu sözlerinin unutulmasını önleyerek demagoji yapmaya yeltenmesini önleyeceğiz. Bu ifadeler, As b. Vail'e yöneltilen tehdidi somutlaştırma amacı güdüyor. Yoksa son hesaplaşma sırasında demagojiye yeltenmesi söz konusu bile değildir. Çünkü küçük-büyük hiçbir gerçek yüce Allah'ın bilgisinden kaçmaz. O gün ona alabildiğine uzun süreli, ağır, kesintisiz ve aralıksız bir azaba çarptıracağız. Ayette somut ifadeli tehdidin sürdürüldüğünü görüyoruz:

"Sözünü ettiği malı ve evladı bize kalacak."

Yani ölünce geride bırakacağı serveti ve evlatları bize kalacaktır. Tıpkı her ölen kimsenin malının mirasçılarına geçişi gibi:

"Kendisi yalnız başına huzurumuza gelecektir."

Yanında ne malı, ne evlatları olacak; ne destekçisi ve dayanağı bulunacak; her türlü güvenceden soyutlanmış, güçsüz, tek başına bırakılmış, dayanaklarından ayrı düşürülmüş olarak karşımıza getirilecektir.

İşte şu Allah'ın ayetlerini inkâr eden adamı görüyor musun? Adam, elinde hiçbir şeyin kalmayacağı, şu dünyada sahip olduğu her şeyden yoksun bırakacağı güne randevu veriyor! Bu tipik bir kâfir örneğidir. Kâfirliğin, kuru iddiacılığın ve gerçekleri alaya almanın somut bir prototipidir.

Daha sonraki ayetler, kâfirliğin ve putperestliğin belirtilerini sergilemeye devam ediyorlar:

81- Müşrikler, Allah'ı bir yana bırakarak kendilerine destek olsunlar diye çeşitli ilahlar edindiler.

82- Hayır. O düzmece ilahlar, müşriklerin kendilerine yönelik tapınmalarını reddedecekler ve onlara karşı çıkacaklardır.

83- Şeytanları, kâfirlerin üzerine kışkırtıcı olarak saldığımızı görmedin mi?

84- Onların bir an önce yok edilmelerini isteme. Biz onların yaptıklarını ve alıp verdikleri nefesleri tek tek sayıyoruz.

85- O gün kötülükten sakınanları seçkin konuklara yaraşır bir saygınlıkla, rahmeti bol olan Allah'ın huzurunda bir araya getiririz.

86- Buna karşılık ağır günahkârları, susamış hayvan sürüleri gibi cehenneme süreriz.

87- Allah'ın bu yolda yetki verdiği kimseler dışında hiç kimse bir başkasına aracılık, şefaat edemez.

Yüce Allah'ın ayetlerini inkâr ederek O'nun dışında ilahlar edinen bu sapıklar, taptıkları bu düzmece ilahlardan üstünlük, onur ve zafer bekliyorlar. Bu kâfirler arasında bu amaçla meleklere ve cinlere tapanlar, onların desteği ile güç kazanacaklarını umanlar vardır. Fakat bu beklentileri boşunadır. Çünkü gerek melekler ve gerekse cinnler onların tapınmalarını reddedecekler, kulluk yaklaşımlarını geri çevirecekler ve yüce Allah'ın huzurunda bu iddialarla hiçbir ilgileri olmadığını belirteceklerdir. Okuduğumuz ayetlerden birinin deyimi ile bu ilahlaştırma sapıklığına dönük ilgisizliklerini "onlara karşı çıkarak" açığa vuracaklar, yüce Allah'ın huzurunda aleyhlerinde tanıklık edeceklerdir.

Şeytanlar onları kötülük işlesinler diye dürterler, özendirirler. Çünkü elebaşları olan İblisin insanları serbestçe ayartabilmeye yönelik dileğinin kabul edildiği günden beri şeytanlar, onların üzerine salınmıştır, onları yoldan çıkarma çalışmaları yapmalarına izin verilmiştir. Fakat ey Muhammed;

“Onların bir an önce yok edilmelerini isteme."

Onlar yüzünden canını sıkma. Çünkü onlara yakın bir zamana kadar mühlet tanınmıştır. Onların her türlü davranışları tarafımızdan hesaba geçirilmekte, sayıya vurulmaktadır. Ayette bu hesaba geçirilme işleminin titizliği somut bir ifade ile tasvir ediliyor:

"Biz onların neler yaptıklarını teker teker sayıyoruz."

Bu ürkütücü bir tasvirdir. Günahları, davranışları ve alıp verdiği nefesler, yüce Allah tarafından sayılanların vay gele başlarına! Bütün yaptıklarını didik didik inceleyerek çetin bir hesaplaşmaya çekeceği kimselerin vay haline!

Dünyadaki davranışları amirleri tarafından sıkıca izlenenler, hataları duyarlıkla gözlenenler, korku ve ürküntüye kapılırlar, sürekli endişe içinde yaşarlar, hep dikenler üzerinde otururlar. Peki, eğer kendilerini izleyen amir, üstün iradeli ve intikam alıcı olan yüce Allah olursa, o zaman duymak durumunda oldukları endişenin derecesini varın, siz düşünün!

Okuduğumuz ayetlerde canlandırılan bir kıyamet sahnesinde bu "hesap tutma sayıya vurma" işleminin sonucu tasvir ediliyor. Mü'minler, rahmeti bol olan yüce Allah'ın huzuruna saygın bir konuk gibi çıkarılırlar. Onurlandırıcı bir ilgi ile karşılanırlar:

"O gün kötülükten sakınanları seçkin konuklara yaraşır bir saygınlıkla rahmeti bol olan Allah'ın huzurunda bir araya getiririz."

Buna karşılık ağır suçlular, hayvan sürüleri gibi güdülerek cehenneme yollanırlar:

"Buna karşılık ağır günahkârları, susamış hayvan sürüleri gibi cehenneme süreriz."

O gün iyi amel işlemiş olanlardan başka hiç kimse aracılıktan, şefaatten yararlanamaz. İyi amel işleyenlere ise yüce Allah'ın bu yolda verilmiş sözü vardır. Yüce Allah, iman edip iyi ameller işleyenleri hak ettiklerinin fazlası ile ödüllendireceğini vaat etmiştir. O, sözünü kesinlikle yerine getirir.

28 Ağustos 2012 Salı

Meryem Suresi 66-74 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


66- İnsan "Ben öldükten, sonra mı yeniden diriltileceğim?" der.

67- İnsan, vaktiyle hiçbir şey değilken, kendisini yoktan var ettiğimizi düşünmüyor mu?

68- Rabbi’nin yüceliği hakkı için, onları peşlerinden gittikleri şeytanları ile birlikte bir araya getireceğiz, sonra da dizüstü çöktürerek cehennemin çevresinde toplayacağız.

69- Sonra her grubun, rahmeti bol olan Allah'a baş kaldıran en azılı elebaşlarını ayıracağız.

70- Sonra biz onların hangilerinin öncelikle cehenneme girmeleri gerektiğini, kuşkusuz, herkesten iyi biliriz.

71- Aranızda cehenneme uğramayacak hiç kimse kalmayacaktır. Bu Rabbinin kesinleşmiş bir hükmüdür.

72- Sonra sakınanları kurtararak zalimleri, dizüstü çökmüş durumda orada bırakırız.

Sahnenin perdesi "insan"ın yeniden diriliş konusunda söylediği sözlerle açılıyor. Çünkü bu sözler, değişik yüzyıllarda yaşayan çeşitli insan grupları tarafından söylenmiş sözlerdir. Bu yüzden bu sözler, "insanoğlu"nun her kuşakta tekrarlanan kuşkusunu ve itirazını özetler gibidir:

"İnsan 'Ben öldükten sonra mı yeniden diriltileceğim' der."

Bu itiraz, insanın ilk yaratılışından habersiz oluşundan kaynaklanır. İlk yaratılışından önce nerede idi? Nasıl bir şeydi? O hiçbir şey değilken sonra varoluştu. Eğer insan düşünse yeniden dirilmek, ilk kez yaratılmaktan daha akla yakın, daha akla sığar bir olaydır:

"insan vaktiyle hiçbir şey değilken kendisini yoktan var ettiğimizi düşünmüyor mu?"

İnsan aklının bu tuhaf yaklaşımı vurgulandıktan ve kınandıktan sonra bu kınamayı tehdit içerikli bir yemin izliyor. Yüce Allah, yüce varlığı adına yemin ediyor ki, bu en büyük, en çarpıcı yemindir. Yeminin arkası şöyle geliyor: İnsanlar yeniden diriltildikten sonra büyük bir toplantıda bir araya getirileceklerdir. Bu konudaki hüküm kesinleşmiştir:

"Rabbinin yüceliği hakki için onları peşlerinden gittikleri şeytanları ile birlikte bir araya getireceğiz."

Hem sadece onları değil, şeytanlarını da kendileriyle birlikte bir araya getireceğiz. İnkârcılıkta onlara elebaşılık yapanlar şeytanlardır. Onlar ile şeytanları arasında önder-çömez ve güden-güdülen ilişkisi vardır. Bunun arkasından onlara ilişkin somut bir tablo gözlerimizin önünde canlandırılıyor. Bu küçük düşürücü perişanlık tablosunda inkârcıların dizüstü çökmüş durumda cehennemin çevresinde toplandıklarını görüyoruz:

"Sonra da onları dizüstü çöktürerek cehennemin çevresinde toplayacağız."

Bu son derece korkunç, tüyler ürpertici bir tablodur. İnkârcıların oluşturduğu bu sayıya vurulmaz, hesaba gelmez yığınlar cehennemin karşısında toplanmışlar dizüstü çökmüş durumda etrafında halkalanmışlardır. Cehennemin korkunç alevlerini gözleri ile görüyorlar, onun kavurucu sıcakları vücutlarını yalıyor. Her an yakalanıp içine atılma beklentisi ile titriyorlar. Aşağılanma ve korku içinde dizleri üzerinde çırpınıyorlar.

Özellikle kendini beğenmiş zorbalar için son derece aşağılayıcılık yansıtan bu sahneyi bir başka sahne izliyor. Bu sahnede en azılı ve en zorba kâfirlerin kalabalıktan ayıklanıp başka bir yere götürülmek üzere tutuklandıklarını görüyoruz:

"Sonra her grubun rahmeti bol olan Allah'a baş kaldıran en azılı ele başlarını ayıracağız."

Ayetteki "ayıracağız" fiili, şeddeli (çift sesli) olarak kullanılmıştır. Amaç seslerinin titreşimi ile çağrışımı ile sözü edilen "ayırma" eyleminin sert olan biçimini canlandırmaktır. Bu ayırmayı cehenneme atma tablosu izliyor ki, bu hareketi okuyucunun hayal gücü tamamlıyor.

Kuşku yok ki, bu günahkârlar kalabalığı içinde kimlerin daha önce cehenneme atılmaları gerektiğini bilir. Bu yüzden aslında sayıya gelmeyecek kadar kalabalık olmalarına rağmen yüce Allah'ın tek tek sayıya vurmuş olduğu yığınlardan hiç kimse rastgele cehenneme atılmaz:

"Sonra biz onların hangilerinin öncelikle cehenneme girmeleri gerektiğini, kuşkusuz, herkesten iyi biliriz."

Bunlar cehenneme atılacakların öncüleri olmak üzere seçilmektedirler. Bu korkunç gösteri, mü'minler tarafından da izlenir:

"Aranızda cehenneme uğramayacak hiç kimse kalmayacaktır. Bu Rabbi’nin kesinleşmiş bir hükmüdür."

Mü'minler cehennemin yanına getirilirler, oraya yaklaştırılırlar, yanından geçerler; o sırada onun alevlerinin harlamalarını, yalazlaşmasını ve ağarmasını görürler. Bu zamanda ağır suçluların ayıklanıp içine atılışına da tanık olurlar. Fakat:

"Sakınanları kurtarırız."

Mü'minler, suçlu yığınların yanında uzaklaştırılırlar, son anda paçayı kurtarırlar. Devam ediyoruz:

"Zalimleri dizüstü çökmüş durumda orada bırakırız."

Günahkârların aşağılanarak ve horlanarak dizüstü bekletildikleri, günahlardan sakınanların paçayı kurtararak zalimleri o perişan durumda arkalarında bıraktıkları sahneden bir dünya sahnesine geçiyoruz. Bu sahnede şunlarla göz göze geliyoruz. Kâfirler, mü'minlere tepeden bakıyorlar, yoksullukları yüzünden onları ayıplıyorlar. Buna karşılık şu geçici dünyadaki varlıkları etkileyici görüntüleri ile ve değerleri ile böbürleniyor, caka satıyorlar:

73- Açık ayetlerimiz okunduğu zaman kâfirler, mü'minlere "Hangimizin sosyal konumu daha üstün, hangimizin itibarı daha yüksektir" derler.

Bir tarafta sosyetik davetler, muhteşem toplantılar, yozlaşma dönemlerinde seçkinlerin ve şımarıkların geçerli saydıkları çeşitli değerler at oynatıyor. Karşı tarafta mütevazı görünüşlü toplantılar, yoksul sofraları göze çarpıyor. Bu toplantılarda var olan, bol bulunan tek şey "iman." Gerisi hep "yok." Süs yok, gösteriş yok, cazibe yok, ihtişam yok, görkem yok. Bu iki kutup şu yeryüzünde karşı karşıya geliyorlar, yan yana duruyorlar.

Birinci kutup bütün ayartıcı, baştan çıkarıcı silahlarını kuşanarak ortaya çıkıyor. Servetini, güzelliğini, saltanatını, itibarını, gerçekleştirdiği çıkarlarını, cebini şişiren vurgunlarını, eğlencelerini ve lüks yaşantısını ortaya koyuyor. Karşı kutup ise yoksul ve alçakgönüllü görüntüsü ile meydana çıkıyor. Mala ve eğlenceli hayata dudak büker. Mevki ile, saltanatla alay eder. İnsanları tarafına çağırır. Bunu ne gerçekleştirmek istediği bir haz uğruna, ne yoluna koymayı dilediği çıkarları uğruna yapar. Bir egemenliğin yakınlığını kazanmak, bir yetkiliye sırtını sıvazlatmak da değildir amacı. Bu çağrıyı inancı adına seslendirir. Mücadelesi gösterişten yoksun, her türlü çekicilikten arıdır, yüce Allah'tan başka hiç kimsenin beğenisine metelik vermez. Dahası var. Bu inancı insanlara tanıtırken sıkıntı çeker, ter döker, göğüs göğüse çarpışır, hakaretlere uğrar. Bu dünyanın hiçbir varlığı hiçbir değeri bu mücahitlere ödül olaya lâyık değildir. Onların tek ödülü yüce Allah'ın yakınlığını kazanmalarıdır. Asıl ödüllerini, eksiksiz biçimde, son hesaplaşma gününde alacaklardır.

Kureyş kabilesinin şu burnu büyük şeflerine bakınız. Yüce Allah'ın ayetleri kendilerine okununca yoksul mü'minlere dudak bükerek şöyle derler; "Hangimizin sosyal konumu daha üstün, hangimizin itibarı daha yüksektir?”. Muhammed'e inanmayan kodamanların mı, yoksa O'nun etrafında halkalanan yoksulların mı? Söyleyin bakalım bu iki kesimin hangisinin sosyal konumu daha üstün, hangisinin itibarı daha yüksektir? Nadir b. Haryis'in, Amr b. Hışam'ın, Velid b. Mugıre'nın ve kodaman dostlarının mı, yoksa Bilâl'in, Ammar'ın, Habbab'ın ve gariban yoldaşlarının mı? Eğer Muhammed'in, insanları benimsemeye çağırdığı inanç sistemi iyi bir şey olsaydı, onun bağlıları, Kureyş toplumu içinde hiçbir yeri, hiçbir önemi olmayan şu birkaç gariban mı olurdu? İnananlar basık, yoksul ve çıplak bir kulübeden başka toplanacak yer bulamayan zavallılar mı olurdu? Buna karşılık karşıtları sosyetik toplantıların davetlileri ve toplumun parmakla gösterilen yıldızları mı olurdu?

Bu mantık toprağa bağımlıların, her zaman ve her yerde rastlanan yüce ufukları görecek gözü olmayan nasipsizlerin mantığıdır. Bu inanç sisteminin süsten, gösterişten, debdebeden ve diğer baştan çıkarıcı avantajlardan soyutlanmış bir yalınlıkta ortaya çıkması rastgele değildir; bu durum yüce Allah'ın hikmetinin sonucudur. Güdülen amaç şudur: Bu inancın sırf kendisini isteyenler, insanların alkışlarını ellerinin tersi ile bir yana iterek yüce Allah'ın rızasına göz dikenler, insanların karşılarında takla attıkları değerleri ve baştan çıkarıcı avantajları hiçe sayabilenler ona gelsinler. Buna karşılık mevki, çıkar, gösteriş, debdebe, servet, refah ve lüks hayat düşkünleri ondan uzak dursunlar.

Bir sonraki ayette şaşkın, mevkileri ve debdebeleri ile böbürlenen kâfirlerin bu şımarık sözlerine vicdanları titreten bir karşılık veriliyor. Bu karşılık, kalpleri eski sapık kuşakların yok oluşlarına yöneltiyor. Eski sapıkların sahip oldukları parlak mevkilere ve başlarını döndüren ölçüsüz refaha rağmen yok olmaktan kurtulamadıklarına dikkat çekiliyor:

74- Oysa biz eski dönemlerde onlardan daha varlıklı ve daha gösterişli nice kuşakları yok ettik.

Evet, o sapıkların dayalı-döşeli köşkleri, lüksleri, tantanaları ve cazip görüntüleri kendilerine bir yarar sağlamadı. Yok olmalarına ilişkin ilahi kararın gerçekleşeceği anda bunların hiçbiri onları yüce Allah'ın cezasından kurtaramadı.

Ama şu "insanoğlu" denen varlık unutkandır. Eğer gerçekleri hatırlasa ve düşünse görünüşün büyüsüne aldanarak gurura kapılmazdı. Eski sapıkların yok edilişlerine ilişkin tarihi olaylar gözünün önüne dikilip kendisini uyarırken, benzer akıbete uğramaktan, sakındırırken hiçbir şey olmamış gibi pervasız yaşantısını sürdürmezdi. Kendisinden daha güçlü, daha zengin ve daha kalabalık tayfalı eski yoldaşlarının acı akıbetlerinin kendisini de beklediğini göz ardı etmezdi.

Sapıkların dikkatlerini geçmişin acı olaylarından ders almaya yöneltmek isteyen bu "ihtar"dan sonraki ayette Peygamberimiz, bu kâfirlere meydan okumaya çağrılıyor. Bu iki grubun hangisi sapık yolda ise yüce Allah'ın sapıklığını arttırmasını dilemesini emrediyor. Nasıl olsa kâfirler ya tehdit edildikleri dünya azabı ile ya da kıyamet gününün dehşeti ile yüz yüze geleceklerdir:

75- Onlara de ki; rahmeti bol olan Allah sapık yolda olanlara ne kadar geniş maddi imkân verirse versin, sonunda tehdit edildikleri somut azab ile ya da kıyamet günü ile yüz yüze geldiklerinde nasıl olsa kimin sosyal konumunun daha düşük ve kimin askeri gücünün daha zayıf olduğunu öğreneceklerdir.

76- Allah doğru yolda olanların sapmazlıklarını pekiştirir. Kalıcı iyi ameller, Rab’in katında daha iyi ödül kazandırıcı ve daha mutlu akıbete erdiricidirler.

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Meryem Suresi 60-65 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


60- Yalnız tövbe ederek iman edip iyi ameller işleyenler bu genel hükmün kapsamı dışındadırlar. Onlar cennete girecekler ve en ufak bir haksızlığa uğratılmayacaklardır.

61- Rahmeti bol Allah'ın kullarına, somut olarak göstermeden vaat ettiği Adn cennetlerine gireceklerdir. Allah'ın vaadi kesinlikle gerçekleşecektir.

62- Onlar orada boş sözler değil, sadece esenlik dilekleri işitirler. Orada sabah-akşam yemekleri de hazırdır.

63- İşte kötülüklerden kaçınan kullarımızın mirasçısı olacakları için de sürekli kalacakları cennet budur.

İnsanın imanını tazeleyen, iyi amellerin başlangıç adımını oluşturan, böylece yapıcı anlamını pratiğe yansıtan, kararlı tövbe sahibini bu acı sondan korur. Böyle tövbe edenler ağır cezalardan kurtulurlar. Bunun yerine en ufak bir haksızlığa uğratılmaksızın cennete girerler. Orada sürekli kalmak üzere cennete girerler. O cennet ki, rahmeti bol olan Allah, onu kullarına vaat etmişti ve mü'minler de daha orayı görmeden bu vaade inandılar. Yüce Allah'ın vaadi mutlaka gerçekleşir, havada kalmaz.

Daha sonra cennete ve cennetliklere ilişkin, somut bir tablo ile göz göze geliyoruz:

"Onlar orada boş sözler değil, esenlik dilekleri işitirler. "

Cennette ne gevezelik ne sürtüşme ve ne de tartışma vardır. Orada yalnız bir tek ses işitilir. Oranın "hoşnutluk" saçan havasına uygun düşen bu ses esenlik dileklerinin havayı çınlatan sesidir. Orada yemek-içmek garanti altındadır. Cennetliklerin bu ihtiyaçların peşinden koşmaları, çaba harcamaları gerekmez. Orada hiç kimse "acaba yemeğim aksar mı?", "acaba yiyecek stoklarımız biter mi?" diye endişeye ve korkuya kapılmaz:

"Orada sabah-akşam, yemekleri de hazırdır."

Oradaki bolluk, güven ve hoşnutluk havasına, endişe ve peşinden koşma girişimi uygun düşmez. Devam edelim:

"İşte kötülüklerden kaçınan kullarımızın mirasçısı olacakları, içinde sürekli kalacakları cennet budur."

Oraya mirasçı olmak isteyenlerin izleyecekleri yol bellidir. Tövbe, iman etmeye yararı yoktur. Sebebine gelince yukarda sözünü ettiğimiz kötülükten arınmış peygamberler ile yüce Allah'ın doğru yola ilettiği seçkin kimseler, arkalarında soylarından gelen mirasçılar bırakmışlardır. Fakat bu mirasçılar "namazı savsakladıkları ve ihtiraslarının tutsağı oldukları" için bu mirasçılıklarının hiçbir yararını göremeyerek ilerde suçlarının cezasına çarpılmaktan kurtulamamışlardır.

Peygamber hikâyelerinden oluşan bu bölüm yüce Allah'ın kayıtsız-şartsız Rabliğini ilan ederek insanları kulluğu sırf O'na yöneltmeye ve bu kulluğun yükümlülüklerine katlanmaya çağırarak, O'nun eşi ve benzeri olmadığını vurgulayarak noktalanıyor. .


64- Cebrail, Muhammed'e dedi ki; "Biz ancak Rabbinin izni ile yere ineriz. Geleceğimiz, geçmişimiz ve bu ikisi arasındaki tüm olaylar O'nun tasarrufu altındadır. Senin Rabbin hiçbir şeyi unutmaz.

65- O göklerin, yerin ve bu ikisi arasındaki tüm varlıkların Rabbidir. O halde sırf O'na kulluk ediniz ve bu kulluğun omuzlarına bindirdiği tüm yükümlülüklere katlanınız. O'nun bir benzerini tanıyor musun?”

İlk ayette bize aktarılan Cebrail'in "Biz ancak Rabbinin izni ile yere ineriz" sözüne ilişkin elimizde çeşitli rivayetler vardır. Bu söz, yüce Allah'ın buyruğu üzerine vahiysiz geçen bir dönemin bitiminde Peygamberimize söylenmişti. Bu dönem boyunca Cebrail, Peygamberimize gelmemiş, mesaj indirmemişti. Bu yüzden Peygamberimiz yalnızlık duygusuna kapılmış, sevgilisi ile iletişim kurmayı özlemişti. İşte bu ara dönemin sonunda yüce Allah, Cebrail'i "Biz ancak Rabbinin izni ile yere ineriz" demekle görevlendirmişti. Cebrail, kısaca "Bizim her işimiz O'nun elindedir" demek istemişti. Ayeti okumaya devam edelim:

"Geleceğimiz, geçmişimiz ve bu ikisi arasındaki tüm olaylar O'nun tasarrufu altındadır."

O hiç bir şeyi unutmaz. Yalnız sadece O'nun hikmeti gerektirince vahiy iner:

"Senin Rabbin hiçbir şeyi unutmaz."

Bu açıklamanın arkasından yüce Allah'a kulluk etmenin getireceği yükümlülüklere katlanmak gerektiğini, bunun yanı sıra Rab olarak sırf O'nun tanınmasını, başkasını ilahlaştırmaktan kaçınılmasını vurgulamak uygun görülmüştür:

"O göklerin, yerin ve bu ikisi arasındaki tüm varlıkların Rabbidir.”

O halde şu koca evrende O'nun dışında bir hâkim ve O'nun bir başka ortağı yoktur:

"O halde sırf O'na kulluk et ve bu kulluğun omuzlarına bindirdiği tüm yükümlülüklere katlan."

Evet, sırf O'na kulluk et ve kulluğun getirdiği yükümlülüklere sabırla katlan. Bu yükümlülükler, insanı yüce Allah'ın katında yüce bir doruğa yükselten, bu yüce dorukta sürekli kalmayı sağlayan zorluklardır. O'na kulluk sun, kendini bu amaca ada, tüm gücünü bu yüce doruktaki buluşma ve feyiz alma için seferber et. Bu anlamdaki ibadetin sıkıntıları vardır. Bu sıkıntılar kendini bu işe vermenin, bu amaç üzerinde yoğunlaşmanın, bundan alıkoyacak her uğraştan, her fısıltıdan, her yan etkiden sıyrılmanın sıkıntılarıdır. Fakat bu çabada sadece tadanların bilebilecekleri bir haz vardır. Fakat o sıkıntılara katlanmadan, kendini o amaca vermeden, o amaç üzerinde yoğunlaşmadan, bu uğurda canı dişe takmadan o hazza erilemez. Bu haz, varlığını O’na adayanlar dışında hiç kimseye sırrını açmaz, hiç kimseye büyüleyici kokusunu koklatmaz. Bunun için insanın duygularının gözeneklerini ve kalbini tümü ile O’na açması gerekir.

Evet "O halde sırf O'na kulluk et ve bu kulluğun omuzlarına bindirdiği tüm yükümlülüklere katlan." İslâm’da "ibadet" demek, sadece belirli görevleri yapmak demek değildir; her faaliyet, her hareket, her duygu, her niyet ve her yöneliş "ibadet" kavramının kapsamına girer. Bütün bu konularda, tüm bu faaliyet dallarında insanın sadece yüce Allah'a yönelmesi, başka hiçbir varlığı göz önünde tutmaması sıkıntılı bir çabayı gerektirir. Sabırlı olmayı, direnmeyi gerektirir. Bu direnme sonucunda kalbi, yeryüzüne ilişkin tüm faaliyetlerden uzaklaştırarak göğe yöneltmek gerekir. Tüm duyguları yeryüzü tortularından, ihtiyaçların boyunduruklarından, nefsin tutkularından ve hayatın cazibelerinden arındırmak gerekir.

İslâm’a göre ibadet eksiksiz bir hayat biçimidir. İnsan bu hayat biçimi uyarınca yaşar. Hayatının küçük-büyük her türlü olayında Allah'a ibadet etme bilinci taşır. Her türlü faaliyetinde ibadetin bu temiz ve aydınlık saçan doruğuna tırmanır. Bu hayat biçimi de sabretmeyi, çaba harcamayı ve sıkıntıya katlanmayı gerektirir.

Evet "O halde sırf O'na kulluk et ve bu kulluğun omuzlarına bindirdiği tüm yükümlülüklere katlan", çünkü O, şu evrende kendisine kulluk sunulan tek ilahtır; fıtratların ve kalplerin doğal bir dürtü ile yöneldikleri tek mercidir.

"O'nun bir benzerini tanıyor musun?"

O'nun bir başka eşini tanıyor musun? Haşa! Allah'ın eşi ve benzeri yoktur. Bu surenin geçen bölümünde bize şunlar anlatıldı: "Hz. Zekeriyya ile Yahya’nın doğuşu", "Meryem ile Hz. İsâ'nın doğuşu", "Hz. İbrahim ile onun babasından ayrılışı".

Bu peygamberlerin arkasından gelen doğru yol izleyicileri ile sapanlar, son olarak bu hikâyelere ilişkin bir genel değerlendirme bölümü okuduk. Bu değerlendirme bölümünde tek Allah'ın Rabliği açıklanmıştı. O tek Allah'ın ortaksız biçimde ibadet etmeye layık olduğu vurgulanmıştı. Bu sonuç, sözü edilen hikâyelerin olaylarında, somut tablolarında ve yorumlarında ön plâna çıkan son derece önemli bir gerçektir.

Surenin bu son bölümünün gündemini, müşriklik inancı ile yeniden diriliş olgusunu inkâr etme saplantısına ilişkin tartışma oluşturur. Bunun yanı sıra çeşitli insan gruplarının akıbetlerine ilişkin kıyamet sahneleri sunulur. Bu sahneler son derece canlı, hareketli ve heyecanlı sahnelerdir. Bu sahnelerde gökleri, yeri, insanları, cinnleri, mü'minleri ve kâfirleri ile tüm evren gözlerimizin önüne serilir.

Bu sahnelerde sık sık dünyadan ahirete geçilir. Bu ani geçişler sırasında dünya ile ahiretin birbirine bağlı olduğunu, aralarında kopukluk olmadığını fark ederiz. Sebepler buraya, bu yeryüzüne bağlı olarak sunulur, arkasından bu sebeplerin sonuçları orada, ahiret sahnesinde karşımıza getiriliyor. Sahnenin bu iki tablosu arasında sadece birkaç ayetlik ya da birkaç kelimelik mesafe olduğunu görürüz. Bunu görünce bu iki âlemin bitişik, bütünleşmiş ve birbirini tamamlar nitelikte olduklarını anlarız.

26 Ağustos 2012 Pazar

Meryem Suresi 51-59 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


51- Bu kitapta Musa hakkında anlattıklarımızı da hatırla. O tarafımızdan seçilerek gönderilmiş bir peygamberdi.

52- Ona Tur'un sağ yanından seslendik ve kendisi ile özel olarak konuşmak için onu yakınımıza getirdik.

53- Rahmetimizin bir sonucu olarak ona kardeşi Harun'u peygamber olarak armağan ettik.

Burada Hz. Musa "seçilmiş" bir önder olarak bize tanıtılıyor. Yüce Allah, onu kendisi için seçmiş ve çağrısını seslendirmek üzere görevlendirmiştir. O hem "Resul" hem de "Nebi" idi. "Resul" kendisine orijinal bir çağrı mesajı sunulmuş ve bu çağrıyı insanlara iletmekle görevlendirilmiş seçkin bir peygamberdir. "Nebi" ise insanlara orijinal bir mesaj duyurmakla görevlendirilmiş değildir. O, yüce Allah'dan aldığı bir inanç sisteminin taşıyıcısıdır. İsrailoğulları arasında Hz. Musâ'nın çağrısını sürdürmekle ve ona yüce Allah tarafından gönderilen Tevrat'ı hayata aktarmakla görevlendirilmiş birçok "Nebi"ler vardı. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Gerek İslâma bağlı peygamberler ve gerekse Allah'a bağlı bilginler ve din adamları Allah'ın bu kitabının görevli koruyucuları ve doğruluğunun şahitleri sıfatı ile Yahudiler arasında buna göre hükmetmişlerdir." (Maide Suresi 44)

Yine bu ayetlerde Hz. Musâ ya önemli üstünlükler bağışlandığı belirtiliyor. O'na Tur`un sağ yanından (doğallıkla o sıradaki pozisyonuna göre sağına düşen taraftan) seslenilmiş ve konuşma mesafesine kadar Allah'a yaklaştırılmıştır. Bu yakın mesafeden yapılan konuşma yüce Allah'a yakarma biçiminde olmuştu. Biz bu konuşmanın nasıl gerçekleştiğini ve Hz. Musâ'nın onu nasıl anlayabildiğini bilmiyoruz. Acaba bu konuşma kulakların işitebileceği seslerden mi oluşmuştu, yoksa insan yapısının bütünü ile algılayamadığı dolaysız bir mesaj mıydı? Eğer öyle idi ise yüce Allah, Hz. Musâ'nın insana özgü yapısını O'nun ezeli sözünü algılamaya nasıl yetenekli hale getirdi? Bunların hiçbirini bilmiyoruz. Fakat bu konuşma olayının gerçekleştiğine inanıyoruz. Yüce Allah'ın kullarından biri O'nunla iletişim kurabilir. Bu iletişim sırasında ne kul, kulluk niteliğinden soyutlanır ve ne de yüce Allah'ın yüce sözü, yüceliğini kaybeder. Böyle bir iletişimi gerçekleştirmek Allah için basit bir iştir. Üstelik daha önce insan "insan" olma niteliğini, Allah'ın ruhundan yapısına üflenen bir soluk sayesinde kazanmıştı.

Bilindiği gibi Hz. Harun, Hz. Musâ ya yardımcı ve destekçi olarak verilmişti. Bunu Hz. Musa yüce Allah'dan istemişti. Okuduğumuz ayetlerde bu armağan, Hz. Musâ ya yönelik bir rahmet olarak anılıyor. Başka bir ayette Hz. Musâ'nın bu isteği bize şöyle aktarılır:

"Kardeşim Harun'un konuşma yeteneği benimkinden üstündür. Onu benimle birlikte görevlendir ki, beni desteklesin, omuzlasın. Çünkü onların beni yalanlayacaklarından korkuyorum. (Kasas Suresi 34)

Zaten "rahmet" bu surenin tümünün havasına egemen olan bir motiftir. Ayetlerin devamında Hz. İbrahim'in soyunun başka bir kolu ele alınarak Araplar'ın atası Hz. İsmail gündeme getiriliyor:

54- Bu Kitapta İsmail hakkında anlattıklarımızı da hatırla. O sözünün eri idi ve tarafımızdan gönderilmiş bir peygamberdi.

55- O yakınlarına namaz kılmayı ve zekât vermeyi emrederdi. O Rabbinin hoşnutluğunu kazanmış bir kişi idi.

Burada Hz. İsmail sözün eri olmakla, sözünü tutmakla övülüyor. Sözünde durmak tüm peygamberlerin, hatta bütün iyi kulların ortak niteliğidir. Fakat anlaşılan bu nitelik Hz. İsmail'de son derece belirgindi. Bu yüzden özellikle vurgulanması, dikkatlere sunulması uygun görülmüştür.

Hz. İsmail, orijinal mesaj sahibi bir "Resul" idi. Bu yüzden ilk Araplar arasında hakka çağrı görevi yürütmüş olmalıdır. Zaten Arapların atası idi. Peygamberimizin peygamber olmasına yakın yıllarda tek Allah inancına bağlı, tek-tük bazı Araplara rastlanıyordu. Bu kimselerin Hz. İsmail'in bağlılarının uzantıları olmaları kuvvetle muhtemeldir. Ayetlerde Hz. İsmail'e gelen inanç sisteminin temel ibadetlerinin namaz ve zekât olduğu anlatılıyor ve Hz. İsmail'in yakınlarına bu ibadetleri yapmalarını emrettiği belirtiliyor. Sonra da O'nun Allah'ın hoşnutluğunu kazanmış bir kişi olduğu dile getiriliyor.
"Hoşnutluk" bu surenin havasına egemen olan belirgin motiflerden biridir. Bu motif, "merhamet" motifinin bir benzeri, aralarında anlam yakınlığı vardır.

Ayetlerin devamında son olarak Hz. İdris'in hikâyesine değiniliyor:

56- Bu Kitapta İdris hakkında anlattıklarımızı da hatırla o son derece doğru sözlü ve dürüst bir peygamberdi.

57- Onu yüce bir konuma çıkarmıştık.

Biz Hz. İdris'in hangi dönemde yaşadığını tam olarak bilemiyoruz. Fakat Hz. İbrahim'den daha önce yaşamış olması kuvvetle muhtemeldir. O İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden değildi. Bu yüzden Yahudi kaynaklarında adına rastlanmaz.

Okuduğumuz ayetlerde Hz. İdris son derece doğru sözlü ve dürüst bir peygamber olarak övülüyor, Allah tarafından yüce bir konuma yükseltildiği belirtiliyor. Yani kendisine yaşadığı toplumda rastlanmayan bir konum bağışlanmış, adı saygı ile anılır olmuştur.

Bu konuda bir görüş var. Bu görüşü şimdi kısaca tanıtacağız. Yoksa onu ne onaylıyoruz ne de reddediyoruz. Eski Mısır kültürünü araştıran tarihçilere göre İdris, eski Mısır dilindeki "Özeris" kelimesinin, Yahya, "Yuhanna"nın ve "elYesa" "el-yuşa"nın Arapçalaşmış biçimleridir. Bu araştırmalara göre "Özeris, hakkında birçok masallar uydurulmuş bir mitoloji kahramanıdır. Eski Mısırlılar'a göre o göğe çıkmış ve orada muhteşem bir tahta kurulmuştur. Bu inanışlara göre öldükten sonra davranışları tartıya vurularak iyilikleri kötülüklerinden daha ağır gelenler ilahları saydıkları Özeris'e kavuşurlar. Özeris göğe yükselmeden önce kendisine inananlara çeşitli bilgiler öğretmişti.

Biz Kur'an'ın Hz. İdris'e ilişkin verdiği bilgi ile yetiniyor ve onun İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden daha önce görev yaptığını güçlü ihtimal olarak kabul ediyoruz.

Şimdi okuyacağımız ayetler, hikâyeleri anlatılan peygamberleri, hızlandırılmış bir tarihi film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçiriyor. Amaç her türlü kötülükten arınmış ve başını peygamberlerin çektiği bu seçkin mü'minler kafilesi ile sonradan onların yerini alan Arap ve Yahudi putperestler arasında karşılaştırma yapmaktır. Bu karşılaştırma bu örnek eski kuşaklar ile onların yerine geçen yeni kuşaklar arasındaki farkın çarpıcı, mesafenin geniş ve uçurumun derin olduğunu ortaya koyuyor:

58- Bunlar nimete erdirdiği kimselerdir. Bunların kimi Adem soyundan, kimi Nuh ile birlikte gemiye bindirdiklerimizin soyundan, kimi de İbrahim ile İsrail'in soyundan gelen peygamberler ile doğru yola ilettiğimiz seçkin mü'minlerdir. Bunlar rahmeti bol Allah'ın ayetleri kendilerine okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı.

59- Bunların yerine namazı umursamayan ve ihtiraslarına tutsak olmuş kuşaklar geçti. Bu kuşaklar sapıklıklarının cezasına çarpılacaklardır.

Peygamberler tarihine ilişkin bu hızlı film şeridinde sadece tarihe yön vermiş belirgin halkalara değinilmekle yetinilmiştir. "Adem soyu"ndan, "Nuh ile birlikte gemiye binenler"den, "İbrahim ile İsrail'in soyu"ndan sözedilmiştir.

Hz. Adem bu kafilenin tümünü kapsar. Hz. Nuh, Hz. Adem'den sonrasını kapsar. Hz. İbrahim, kendisi ile başlayan iki peygamber kolunu kapsar. Hz. Yakup, İsrailoğullarına gönderilen peygamberler zincirini kapsar. Arapların atası olan Hz. İsmail, aynı zamanda bir Arap olan ve peygamberler zincirinin son halkasını oluşturan son Peygamberimize kadarki zincirin ilk halkasını oluşturur.

Bu kafilenin başını çekenler peygamberlerdir. Onların yanında peygamberlerin sonraki kuşaklara sarkmış iyi davranışlı "seçilmiş" soydaşları vardır. Bu kafilenin belirgin niteliği şudur:

"Bunlar rahmeti bol olan Allah'ın ayetleri kendilerine okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı."

Yani onlar her türlü kötülükten titizlikle sakınan, yüce Allah'a son derece duyarlıkla bağlı kimselerdi. Yanlarında yüce Allah'ın ayetleri okunduğunda vicdanları ürperirdi.
Duygularını dalgalandıran inanç coşkunluğunu anlatacak sözler bulmamız mümkün değildir. Gözlerinden sel gibi yaşlar akar ve "ağlaya ağlaya secdeye kapanırlar."

İşte bunlar, bu gözlerinden seller gibi yaş akıtanlar, yüce Allah'ın adı anılınca kalpleri ürperenler, her türlü kötülükten titizlikle uzak duran, duyarlı Allah bağlıları var ya, Onların arkasından yerlerine, yüce Allah'tan uzak kuşaklar gelmiştir. Bunlar "namazı umursamayan ve ihtiraslarının tutsağı olmuş" yığınlardır. Yani namazı bırakmışlar, onu inkâr etmişler ve ihtirasların akıntılarına kapılmışlardır. Bunlar ile onlar arasındaki fark ne kadar büyük ve aradaki benzemezlik ne kadar çarpıcıdır!

Bundan dolayı okuduğumuz ayetin son cümlesi, doğru yolu titizlikle izleyen atalarından ayrılmış bu yığınları sapıtmakla ve yok oluşla tehdit ediyor:

"Bu kuşaklar sapıklıklarının cezasına çarpılacaklardır."

Bu ceza, doğru yolu şaşırmanın, sapıtmanın sonucu olan kaybolmak ve helâk olmaktır.

Fakat arkadan gelen ayetlerde tövbe kapısı ardına kadar açılıyor. Bu kapıdan esen merhamet, lütuf ve nimet meltemi yüzümüzü okşuyor:

60- Yalnız tövbe ederek iman edip iyi ameller işleyenler bu genel hükmün kapsamı dışındadırlar. Onlar cennete girecekler ve en ufak bir haksızlığa uğratılmayacaklardır.

24 Ağustos 2012 Cuma

Meryem Suresi 41-50 Ayetleri S. Kutub Tefsiri


41- Bu kitapta İbrahim hakkında anlattıklarımızı da hatırla. O son derece doğru sözlü ve dürüst bir peygamberdi.

42- Hani babasına dedi ki; "Ey babacığım, niye işitemeyen, göremeyen ve sana hiçbir yararı olmayan putlara tapıyorsun."

43-Babacığım, sana ulaşmayan bir ilim, geldi bana, ne olur bana tabi ol da seni dümdüz bir yola çıkarayım.

44- "Ey babacığım, sakın şeytana kul olma; çünkü o, rahmeti bol olan Allah'a baş kaldırmıştın"

45- "Ey babacığım, senin Allah'tan gelecek bir azaba çarptırılarak şeytanın dostu olacağından korkuyorum."

Hz. İbrahim, işte bu tatlı dille babasına yaklaşıyor. Onu yüce Allah'ın kendisini erdirdiği, bilgisi ile donattığı iyiliğe, hayırlı yola erdirmeyi deniyor. Ona "babacığım" gibi buram buram sevgi tüten bir seslenişle kendisine "Niye işitemeyen, göremeyen ve sana hiçbir yaran olmayan putlara tapıyorsun?" diye soruyor.

Normal olarak insanın ibadeti insandan daha üstün, daha bilgili ve daha güçlü bir varlığa yöneltmesi; insanın konumundan daha yüce ve daha ulu bir makama sunmasıdır. Ancak böyle bir tutum ibadet kavramı ile bağdaşabilir. Durum böyleyken nasıl olur da insan ibadeti, insandan daha aşağı konumda olan, hatta işitmez, görmez, fayda ve zarar sağlamaz nitelikleri yüzünden hayvandan bile daha aşağı konumda olan cansız varlıklara sunabilir? Bilindiği gibi Hz. İbrahim'in babası ve soydaşları, tıpkı İslâm’ın karşısına dikilen Kureyşliler gibi, putlara tapıyorlardı.

İşte Hz. İbrahim, çağrısına başlarken ilk önce bu temel espriye parmak basıyordu.

Arkasından bu dediklerini kendi kafasından uydurmadığını vurguluyor. Tersine bu sözleri, yüce Allah'ın kendisine göndererek bilincine erdirdiği yüce bilgiye dayanıyordu. Gerçi o babasından yaşça küçük ve tecrübesiz bir delikanlı idi. Fakat yüce Allah'ın lütfu sayesinde gerçeği kavramış ve tanımıştı. O, buna dayanarak bu bilgiden yoksun olan babasına öğüt veriyor, tatlı sözlerle bilgisine erdirildiği yolda peşinden gelmesini istiyordu:

"Ey babacığım, sana gelmemiş olan bir bilgi bana geldi. O halde bana uy da seni düz yola ileteyim."

Eğer evlat, yüce bir kaynak ile ilişki halinde ise babasının onun peşinden gitmesi küçük düşürücü bir tutum değildir. Çünkü bu durumda baba, aslında o yüce kaynağın direktiflerine uymuş ve böylece hidayete erdirecek yolu izlemiş olur.

Hz. İbrahim putlara tapmanın ne kadar çirkin ve saçma bir tutum olduğunu açıkladıktan ve babasına çağrı yöneltirken hangi kaynağa dayandığını, gücünü nereden aldığını belirttikten sonra babasına açık açık söylüyor ki, tuttuğu yol, şeytanın yoludur, oysa kendisi onu rahmeti bol olan Allah'ın yoluna iletmek istiyor. Bu arada yüce Allah'ın babasına kızarak kendisini şeytanın bağlıları arasına katmasından, bu konuda kesin hüküm vermesinden korktuğunu hatırlatıyor:

"Ey babacığım, sakın şeytana kul olma; çünkü o, rahmeti bol olan Allah'a baş kaldırmıştır. Ey babacığım, senin Allah'tan gelecek bir azaba çarptırılarak şeytanın dostu olacağından korkuyorum."

İnsanları, yüce Allah'ı bir yana bırakarak putlara tapmaya kışkırtan şeytandır. Bu yüzden putlara tapanlar, aslında şeytana tapıyor, şeytana kul oluyorlar demektir. Şeytan ise "rahmeti bol" olan Allah'a baş kaldırmıştır. Hz. İbrahim babasını uyarıyor. Yüce Allah'ı öfkelendirmesinden endişe ettiğini söylüyor. Eğer yüce Allah'ı öfkelendirirse O'nun kendisini cezalandırarak şeytanın dostu ve çömezi yapabileceğini haber veriyor. Çünkü yüce Allah'ın kulunu doğru yola iletmesi, ibadete yöneltmesi bir nimet olduğu gibi, onun şeytana kul-köle olmasını hükmetmesi de bir bedbahtlık, bir felâkettir. Bu felâket kulu, son hesaplaşma gününde daha ağır azaba ve daha onarılmaz bir zarara sürükler.

Fakat en sevecen ve tatlı sözler aracılığı ile yapılan bu nazik çağrı bile putperest babanın kalbini yumuşatamaz, onun duygularını etkilemeyi başaramaz. Nitekim Hz. İbrahim'in babasının bu yumuşak sözlere verdiği cevabın paylama, azarlama ve tehdit olduğunu görüyoruz:

46- Babası, ona "Ey İbrahim, sen benim taptığım tanrılara sırt mı çeviriyorsun? Eğer bu tutumundan vazgeçmezsen seni taşa tutarak öldürürüm, uzun bir süre yanımdan uzaklaş" dedi.

Sen benim taptığım ilahlara karşı mı çıkıyorsun? Onlara tapmak istemiyor musun? Onlara yüz mü çeviriyorsun? Cüretini bu kadar ileri boyutlara mı vardırdın? Eğer böyle ise seni uyarmak isterim. Eğer bu çirkin tutumunda ısrar edersen sonun feci bir ölümdür:

"Eğer bu tutumundan vazgeçmezsen seni taşa tutarak öldürürüm."

Eğer sağ kalmak, canını kurtarmak istiyorsan yüzüme görünme, uzun bir süre yanımdan uzaklaş:

"Uzun bir süre yanımdan uzaklaş."

İşte adam yukarıdaki terbiyeli ve nazik sözlere, böylesine kabaca bir karşılık veriyor, kendisine yöneltilen doğru yola gelme çağrısını bu kadar sert bir küstahlıkla reddediyor. İmanın eğittiği, olgunlaştırdığı kalp ile kâfirliğin kararttığı kalp arasındaki, iman ile küfür arasındaki ilişki hep böyle olmuştur.

Tatlı huylu Hz. İbrahim, bu kabalık karşısında kızmıyor, öfkelenmiyor. Babasına yönelik iyilikseverliğini, yapıcı duygusunu yitirmiyor, terbiyesini bozmuyor:

47- İbrahim, babasına dedi ki; "Esenlik dilerim sana. Senin adına Rabbimden af dileyeceğim, hiç kuşkusuz benim Rabbim lütufkârdır. "

48- "Sizleri, Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız putlarla baş başa bırakarak bir yana çekiliyor ve Allah'a yalvarıyorum. Umuyorum ki, Rabbime yalvarırsam kötü olmaktan kurtulurum."

Benden yana esenlik ve güven sana. Seninle tartışacak, sana kaba söz söyleyecek, tehditlerine ve korkutmalarına karşılık verecek değilim. Tersine senin için yüce Allah'a dua edeceğim. Seni affetmesini; sapıklığı sürdürmenin, şeytana çömezlik etmenin gerektirdiği cezadan seni muaf tutmasını, sana merhamet etmesini, doğru yolu bulmanı nasip etmesini dileyeceğim. Yüce Allah bana karşı hep lütufkâr davranarak O'na yaptığımız duaları her zaman kabul etmiştir?

Mademki, yakınında oluşumdan, seni mü'min olmaya çağırmamdan rahatsız oluyorsun, senden ve soydaşlarından ayrılacağım, başımı alıp uzaklara gideceğim. Sizleri, yüce Allah'ı bir yana bırakıp taptığınız putlar ile baş başa bırakacağım. Sizden uzak bir yerde tek başıma Rabbime kulluk edeceğim. Umuyorum ki, O benim dualarımı reddetmeyerek kötü duruma düşmeme meydan vermez. Görüldüğü gibi Hz. İbrahim'in tek dileği, yüce Allah'ın kendisini kötülüğe kapılmaktan korumasıdır. O'nun terbiyesi, bilinçli çekingenliği bunu gerektiriyor. O kendini üstün görmüyor ve bu alçak gönüllülük duygusu içinde kötülüğe kapılmaktan korunmanın ötesinde bir şey dilemeye dili varmıyor.

Böylece Hz. İbrahim, babasından ve soydaşlarından ayrılıyor. Onları taptıkları putlarla baş başa bırakarak ailesini ve yurdunu terk ediyor. Fakat yüce Allah, onu yalnız bırakmıyor. Tersine onu hayırlı evlatlarla ve yolunu izleyecek bir soy zinciri ile ödüllendiriyor:

49- İbrahim, onları taptıkları putlarla baş başa bırakarak yanlarından ayrılınca kendisine İshak'ı ve Yakub'u bağışladık ve bunların her ikisini de peygamber yaptık.

50- Onlara rahmetimizden pay verdik. Her dilde saygı ile anılmalarını sağladık.

Hz. İshak, Hz. İbrahim'in oğludur. Eşi Sare'den doğmuştur. Sare'nin bundan önce çocuğu olmuyordu. Hz. Yakup ise Hz. İshak'ın oğludur. Fakat Hz. İbrahim'in oğlu gibi sayılır. Çünkü dedesinin sağlığında dünyaya gelmiş, onun evinde ve eli altında yetiştiği için doğrudan doğruya dedesinin oğluymuş gibi kabul edilir. Hz. Yakup bu ocakta büyürken gerekli din eğitimini görmüş ve bu bilgisini sonradan evlatlarına aktarmıştır. O da babası Hz. İshak gibi bir peygamberdi.

Okuduğumuz ayetlerin ikincisinde "Onlara (yani Ïbrahim'e, İshak'a, Yakub'a ve soylarına) rahmetimizden pay verdik" buyruluyor. Burada Hz. İbrahim'e ve soyundan gelenlere yönelik bağışların "rahmet" deyimi ile ifadesinin gerekçesi şudur: Her şeyden önce rahmet, bu surenin havasına egemen olan en belirgin motiftir. Sonra bu bağışlar, inancı uğruna ailesini ve yurdunu terk eden Hz. İbrahim'in gönlünde ve çevresinde doğan boşluğu dolduran, onu yalnızlıktan ve gariplikten kurtaran ilahi armağanlar olarak sunuluyor:

"Her dilde saygı ile anılmalarını sağladık."

Adları geçen bu peygamberler ciddi, güvenilir dava adamları idi. Soydaşları ve milletleri arasında sözlerinin ağırlığı vardı. Direktiflerine uyuluyor, telkinleri saygı ile karşılanıyordu.

Ayetlerin akışı, Hz. İbrahim'in soyunu gündemde tutmaya devam ediyor. Önce bu soyun Hz. İshak kolunu ele alarak Hz. Musa ile Harun'un hikâyesini anlatıyor.