31 Ocak 2012 Salı

Kureyş Suresi

Hz. Peygamber'in arkadaşlarından bazısına ve sonraki kuşaktan birçok alime göre, bu sure ile bir önceki sure, aslında bir bütün oluştururlar. Böylece Ubey b. Ka‘b'ın elindeki Kur’an nüshasında Fîl ile Kureyş sureleri, bir tek sure olarak yazılmışlardı, yani alışılmış şekilde besmele ile birbirlerinden ayrılmamışlardı (Beğavî ve Zemahşerî). Hz. Ebubekir ve Osman'ın Kur’an metnini nihaî olarak cem‘ ederlerken, Zeyd b. Sâbit ve Ali b. Ebî Tâlib'in yanısıra itimad ettikleri önde gelen salâhiyetlerden birinin de Ubey b. Ka‘b olduğunu unutmamalıyız. İbni Hacer Askalânî'nin Ubey b. Ka‘b'ın Kur’an nüshasının şehadetini ikna edici bulması bu sebepten olabilir. (Fethu'l-Bârî, VIII, 593). Ayrıca rivayet edilir ki Ömer b. Hattâb, cuma namazını kıldırırken iki sureyi tek sure olarak okurdu (Zemahşerî ve Râzî). Ancak Fîl ve Kureyş ister tek ister iki ayrı sure olsunlar, şurası kesindir ki ikincisi, birincinin devamı olup Allah'ın Fil Ordusu'nu imha etmesinin “Kureyş'i güvenli kılmak için” yapıldığına işaret eder.


1 KUREYŞ'in emniyeti sağlanabilsin diye,

Lafzen, “Kureyş'i korumak için”, yani onları, Kâbe'nin koruyucuları ve Son Peygamber Muhammed (s)'in aralarından çıkacağı bir kabile yaparak. Böylece, “Kureyş'in güvenliği”, Kâbe'nin güvenliğinin bir simgesidir: Uğruna Ebrehe ordusunun imha edildiği, Allah'ın birliği kavramına dayanan İtikadın odak noktası olan Kâbe'nin.

2 kış ve yaz seferlerindeki emniyeti.

Yani, Mekke'nin refahının başlıca güvencesi olan yılda iki ticaret kervanının -kışın Yemen'e yazın Suriye'ye giden kervanın- emniyeti için.

3 O halde bu Mâbed'in Rabbine kulluk etsinler,

Yani, Kâbe'nin Rabbine.(Bakara/125:O ZAMAN Biz Mâbed'i insanların tekrar tekrar yöneleceği bir hedef ve bir kutsal sığınak yapmıştık:Öyleyse İbrahim için vaktiyle belirlenen yeri ibadet mahalli edinin. Nitekim Biz, İbrahim ve İsmail'e emrettik: “Mâbedimi, onu tavaf edecekler için, onun yakınında tefekküre dalacaklar için ve [namazda] rukû ve secde edecekler için temiz tutun.”:Burada kasdedilen Mâbed (el-beyt) -kelime anlamıyla, “[İbadet] Ev(i)”- Mekke'de bulunan Kâbe'dir. Kur’an'ın başka yerlerinde ondan “Eski Mâbed” (el-beytu'l-‘atîk) ve sık sık da “Dokunulmaz/Kutsal İbadet Evi” (el-mescidu'l-harâm) olarak söz edilmiştir. Kâbe'nin prototipinin Hz. İbrahim tarafından Tek Allah'a adanan ilk Mâbed olarak (bkz. 3/96: Unutmayın, insanlık için inşa edilen ilk mâbed, Bekke'dekiydi: bereketli ve bütün âlemler için bir rehber[lik kaynağı]..:Bütün otoriteler, bu ismin Mekke ile (ki doğru yazım Mekkeh şeklindedir) eş anlamlı olduğunda hemfikirdirler. Bu çok eski isim için muhtelif etimolojiler öne sürülmektedir; ama bu konudaki en dikkate değer açıklama Zemahşerî tarafından yapılmıştır (ve Râzî de bunu desteklemiştir): Bazı eski Arapça lehçelerinde dudaktan çıkan b ve m sessiz harfleri, fonetik olarak birbirlerine yakın olduğundan bazan yer değiştirebilirler. Bu bağlamda Mekke'deki Mâbed'den -yani, Kâbe- söz edilmesi, onun Kur’an'da tayin edilen namaz yönü (kıble) oluşu gerçeğinden kaynaklanır. Kâbe'nin prototipi Hz. İbrahim ve İsmail tarafından inşa edildiğinden -ve bu sebeple, Kudüs'deki Hz. Süleyman tapınağından daha eski olduğundan- onun Kur’an'a tâbi olanların kıblesi olarak tayin edilmesi, nihaî tahlilde, bütün bir Kitâb-ı Mukaddes'in temeli olan İbrahimî gelenekten bir kopuş anlamına gelmez; tersine, o Ata ile doğrudan irtibatın yeniden kurulmasını sağlamış olur.) inşa edilmiş olduğu ve bu nedenle bütün Müslümanlar için bir kıble ve yıllık olarak tekrarlanan hacc'ın hedefi olarak seçildiği rivayet edilir. Ayrıca İslam öncesi dönemlerde bile Kâbe'nin, kişiliği ile her zaman Arap düşüncesinin ön saflarında yer almış olan Hz. İbrahim'in hatırası ile özdeşleşmiş olduğu kaydedilmektedir. Çok eski Arap geleneklerine göre, Hz. İbrahim'in Sâra'yı teskin etmek için Mısırlı cariyesi Hâcer'i ve ondan olan çocuğu Hz. İsmail'i Kenan'dan getirdikten sonra bıraktığı yer, işte sonradan Mekke olarak bilinen bu yerdi. Deve sırtındaki bir bedevî için (ki Hz. İbrahim de onlardan biri idi) yirmi veya hatta otuz günlük bir yolculuğun hiçbir zaman olağan dışı bir şey olmadığı gözönüne alınırsa bu imkansız değildir. Tevrat'ta (Tekvîn xii, 14) Hz. İbrahim'in Hâcer'i ve Hz. İsmail'i terk ettiği yerin “Birşebe kırları” (yani, Filistin'in en güney ucu) olduğu şeklindeki ifade, ilk bakışta Kur’an'daki bilgi ile çelişmektedir. Ancak, eski kentli Yahudiler için “Birşebe kırları” teriminin Filistin'in güneyindeki Hicaz da dahil bütün çöl alanlarını kapsadığını gözönüne alırsak bu zahirî çelişki ortadan kalkar. Hâcer ve Hz. İsmail, terk edildikleri yerde şimdi Zemzem Kuyusu olarak bilinen su kaynağını keşfettikten sonra daimi olarak oraya yerleştiler. Güney Arabistan'ın (Kahtanî) Curhum kabilesine mensup bir bedevî aileler grubunun zamanla oraya yerleşmesini teşvik eden, belki de bu su kaynağı olmuştu. Hz. İsmail, sonradan bu kabileye mensup bir kızla evlendi ve böylece musta‘ribe (“Araplaşmış”) kabilelerin atası oldu -onlar İbranî bir baba ile Kahtanî bir anneden gelmeleri sebebiyle böyle adlandırıldılar. Hz. İbrahim'e gelince, onun Hâcer'i ve Hz. İsmail'i sık sık ziyaret ettiği rivayet edilmiştir. İşte bu peryodik ziyaretlerinden birinde Hz. İsmail'in de yardımıyla Kâbe'nin ilk binasını inşa etmişti.)

4 O ki, aç kalmasınlar diye onları beslemiş ve tehlikelerden emin kılmıştır.

Karş. Hz. İbrahim'in duası: “Ey Rabbim! Burayı güvenli bir bölge kıl ve halkına bereketli bir rızık bağışla” (2:126).

28 Ocak 2012 Cumartesi

Tîn Suresi

1. İNCİRİ ve zeytini düşün,

2. ve Sina Dağını,

3. ve bu güvenli toprakları!

“İncir” ve “zeytin”, bu anlam akışı içinde, bu ağaçların çokça bulunduğu toprakları, yani Akdeniz'in doğusuna sınır olan ülkeleri, özellikle Filistin ve Suriye'yi sembolize etmektedir. Kur’an'da zikredilen Hz. İbrahim soyundan peygamberlerin çoğu bu topraklarda yaşayıp bu topraklarda tebliğde bulunduklarından, bu iki ağaç cinsi, son İbranî Peygamber Hz. İsa'da doruğa erişen Allah'tan vahiy alan bu insanlar zincirinin dile getirdiği dinî öğretilerin sembolü olarak kabul edilebilirler. Öte yandan “Sina Dağı” ise, Hz. Musa'nın peygamberliğini özellikle vurgulamaktadır, çünkü Muhammed (s)'den önce ve o'nun nübüvvetine kadar geçerli olan -ve esasları itibariyle Hz. İsa'yı da bağlamış bulunan- dinî kurallar, Sina çölündeki bir dağda Hz. Musa'ya vahyedilmişti. Son olarak, “bu güvenli topraklar” ifadesi, kesin olarak (2/126'dan açıkça anlaşılacağı gibi: Ve İbrahim “Ey Rabbim!” diye yalvardı, “Burayı emin bir bölge yap ve halkından Allah'a ve Ahiret Günü'ne iman edenlere bereketli rızıklar bağışla.” [Allah]: “Her kim hakikati inkar ederse, onun kısa bir süre zevk içinde yaşamasına izin veririm -ama sonunda onu ateşin azabına sürerim; ne kötü bir duraktır o!” diye cevap verdi.), Son Peygamber Muhammed (s)'in, doğduğu ve ilahî çağrıyı aldığı yer olan Mekke'yi gösterir. Böylece 1-3. ayetler, Hz. Musa, İsa ve Muhammed (s)'in şahıslarında temsil edilen tevhid dîninin üç tarihî safhasında geçerli öğretilerin -sahîh öğretilerin- gerisindeki temel ahlakî aynılığa dikkatimizi çekmektedir. Burada hatırlanıp düşünülmesi gereken spesifik gerçeğe sonraki üç ayette işaret edilmektedir.

4. Gerçek şu ki biz insanı en güzel şekilde yaratırız,

Yani, bu özel varlığın yaratılış amacının gerektirdiği fonksiyonlara tekabül eden bütün olumlu maddî ve zihinsel (dış ve iç) vasıflar ile donatılmış olarak. “En güzel şekil” kavramı, Allah'ın yarattığı her şeyin, insanoğlu ve insan kişiliği (nefs) de dahil olmak üzere, “yaratılış amacına uygun şekilde” var edildiği (91/7:İnsan benliğini düşün ve onun nasıl (yaratılış) amacına uygun şekillendirildiğini...[Başka birçok örnekte olduğu gibi, oldukça geniş bir anlam yelpazesine sahip olan nefs terimi, burada bir bütün olarak insan benliğini veya kişiliğini gösterir: fiziksel bir beden ile genelde “ruh” olarak tanımlanan ama ne olduğu tam olarak tasavvur olunamayan hayat özünün bileşimi olan bir varlıktır. İnsana ve “insan kişiliği”ni oluşturan şeye yapılan atıf ile bedensel ihtiyaçların ve dürtülerin, duyguların ve entellektüel faaliyetlerin kopmaz bir şekilde birbirlerine sıkı sıkıya bağlandıkları canlı bir varlığın son derece kompleks mahiyetine yapılan işaret, evrenin tasavvur edilemez azametini -insanın kavrayabildiği ve nüfûz edebildiği kadarıyla- Allah'ın yaratıcı gücünün etkili bir kanıtı olarak düşünme çağrısı ile devam etmektedir.], ayrıca -daha genel anlamda- 87/2:O ki, [her şeyi] yaratmakta ve amacına uygun şekiller vermektedir; Yani, onu kendi içinde tutarlı kılmakta ve yerine getirmekle yükümlü olduğu fonksiyonlara uygun vasıflarla donatmakta, böylece onu varoluşun gereklerine baştan (a priori) uygun hale getirmektedir.) şeklindeki Kur’an hükmü ile bağlantılıdır. Bu ifade, bütün insanların bedensel ve zihinsel donanımlar açısından aynı “güzel şekil”e sahip olduklarını kesinlikle göstermez; o sadece, her insanın tabii avantaj veya dezavantajlarına bakılmaksızın, doğuştan getirdiği vasıfları ve içine doğduğu çevreyi mümkün olan en iyi şekilde kullanabilme yeteneği ile donatıldığını anlatır. (Bu bağlamda 30/30: BÖYLECE SEN, bâtıl olan her şeyden uzaklaşarak yüzünü kararlı bir şekilde [hak olan] dine çevir ve Allah'ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davran: [ki,] Allah'ın yarattığında bir bozulma ve çürümeye meydan verilmesin:bu, sahih [bir] din[in gayesi]dir; ama çoğu insanlar onu bilmezler.: Yani, “bütün varlığınla teslim ol”; “yüz” terimi, genelde, bir kişinin “bütün varlığı” anlamında mecaz olarak kullanılmaktadır.Fıtrat terimi, bu bağlamda, insanın doğru ile yanlış, gerçek ile sahte/düzmece arasında ayrım yapabilmesine ve böylece Allah'ın varlığını ve birliğini kavrayabilmesine imkan veren, doğuştan edindiği sezgisel yeteneği ifade eder. Karş. Buhârî ve Müslim'in naklettikleri Hz. Peygamber'in meşhur Hadisi: “Her çocuk bu fıtrat üzere yaratılır; onu daha sonra anne-babası ‘Yahudi’, ‘Hristiyan’ veya ‘Mecusi’ yapar”. Hz. Peygamber döneminin en iyi bilinen bu üç dinî sistemi, böylece, tanım gereği, insanın içgüdüsel olarak Allah'ı tanıması ve O'na teslim olmasında (islâm) somutlaşan bu “fıtrat” ile bir çatışma içinde görülmüşlerdir (“anne-baba” terimi, burada, geniş anlamda “sosyal faktörler ve etkiler”i veya “çevre”yi ifade eder).Lafzen, “Allah'ın yaratışında (halk) hiçbir değişme bulamazsın” [veya “olmayacaktır”], yani, yukarıda vurgulanan fıtratta (Zemahşerî). Buradaki tebdîl (“değişme”) terimi, “bozulma ve çürüme” anlamına gelir.)

5. ve sonra onu aşağıların en aşağısına indiririz,

Bu “aşağıların en aşağısına indirmek”, insanın kendi aslî, olumlu kimliğini saptırmasının -başka bir deyişle yozlaştırmasının- bir sonucudur: yani, insanın kendi yaptıklarının ve yapmayı ihmal ettiklerinin sonucu. Bu “indirme”nin Allah tarafından kendi eylemi olarak takdim edilmesi konusunda 2/7: Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir ve gözlerinin üzerinde de bir perde vardır; dehşet verici bir azap beklemektedir onları.; Bâtıl inançlara inatla sarılan ve hakikatin sesini dinlemeyi reddeden kişinin zamanla hakikati kavrama yeteneğini kaybedeceği ve “böylece, sonunda kalbinin mühürlenmiş olacağı” (Râğıb) şeklindeki ilahî kanuna bir atıf. Bütün tabiat kanunları Allah tarafından vaz‘edildiğinden -ki bunlara bir bütün olarak sünnetullâh (“Allah'ın kanunu”) adı verilir- bu “mühürleme” Allah'a izafe edilmektedir; oysa bu, insanın hür tercihinin sonucudur, bir “önceden takdir edilme” değildir. Aynı şekilde, bu dünyadaki hayatları sırasında hakikate karşı bilerek kör ve sağır kalmış olanlar için öteki dünyada hazırlanmış olan azap da, onların hür tercihlerinin tabii bir sonucudur; tıpkı öteki dünyadaki mutluluğun, insanın dürüst ve erdemlice davranarak iç aydınlığı ve huzuru elde etmeye yönelmesinin bir sonucu olması gibi... Kur’an'da Allah'ın “mükafat”ına ve “ceza”sına yapılan atıflar bu şekilde anlaşılmalıdır.

6. iman edip doğru ve yararlı işler yapanlar hariç: onlar için kesintisiz bir ödül vardır!

7. Öyleyse, [ey insan,] nedir bu ahlakî değerler sistemini yalanlamana yol açan?

Yani, önceki üç ayette ortaya konulan ahlak sisteminin -ki bana göre dîn teriminin bu bağlamda taşıdığı anlam budur- geçerliliğini. (Dîn kavramının bu spesifik anlamı için bkz. 109/6: Sizin dininiz size, benim dinim banadır.; Dîn'in öncelikli anlamı “itaat”tır; özellikle de bir kanuna veya manevî/ahlakî otorite ile donatılmış müesses -bundan dolayı da bağlayıcı- olarak algılanan kurallar sistemine, yani terimin en geniş anlamıyla “din”, “itikat” ya da “dinî hukuk”a (karş. 2/256: DİNDE zorlama yoktur. Artık doğru ile yanlış, birbirinden ayrılmıştır: O halde, şeytanî güçlere ve düzenlere (uymayı) reddedenler ve Allah'a inananlar, hiçbir zaman kopmayacak en sağlam mesnede tutunmuşlardır: Zira Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.; Dîn terimi, hem ahlakî olarak emredici kanunların muhtevasını ve hem de onlara uygun davranmayı ifade eder; ve sonuçta, terimin en geniş anlam çerçevesini yansıtır: yani, içerdiği akidevî prensipleri ve bu prensiplerin pratik yansımalarını olduğu kadar, insanın ibadet ettiği objeye karşı yaklaşımını, dolayısıyla “itikad” kavramını da içine alır. Bunun “din”, “inanç”, “dinî müeyyideler” yahut “ahlak sistemi” olarak çevrilmesi, terimin hangi bağlamda kullanıldığına bağlıdır. Yukarıda inanç veya din ile ilgili her konuda zorlamanın (ikrâh) kesin olarak yasaklanmasına dayanan bütün İslam hukukçuları (fukahâ’), istisnasız olarak, zorla din değiştirmenin her şart altında geçersiz ve temelsiz olduğu ve inanmayan bir kişiyi İslam'ı kabule zorlamanın büyük bir günah teşkil ettiği görüşünü benimsemişlerdir: bu, İslam'ın, inanmayanların önüne “ya islam ya kılıç” alternatifi koyduğu şeklindeki yaygın safsatayı geçersiz kılan bir hükümdür.); ya da sadece, 42:21(Yoksa onlar, [bu dünyadan başka bir şeyi önemsemeyenler,] Allah'ın asla izin vermediği şeyleri kendileri için (hukukî ve) ahlakî bir yükümlülük haline sokan sözde uluhiyet ortağı güçlere mi inanırlar? Nihaî hüküm ile ilgili [Allah'ın] bir kararı bulunmasaydı, onlar arasında her şey [bu dünyada] hükme bağlanmış olurdu: ama zalimleri [öteki dünyada] acı bir azap beklemektedir.), 95:7(Öyleyse, [ey insan,] nedir bu ahlakî değerler sistemini yalanlamana yol açan?:Yani, önceki üç ayette ortaya konulan ahlak sisteminin -ki bana göre dîn teriminin bu bağlamda taşıdığı anlam budur- geçerliliğini. Yukarıdaki belâgat gereği soru şu anlamı ifade etmektedir: Burada işaret edilen ahlak sistemi bütün tevhîdî dinlerin öğretilerinde vurgulanmış olduğundan, bunun gerçekliği, önyargısız herkes için apaçık ortadadır: bu gerçeği reddetmek, insan açısından onun ahlakî seçimde bulunma özgürlüğünü reddetmeye; Allah açısından ise, sonraki ayetin işaret ettiği gibi, tanım gereği “hükmedenlerin en adili” olan Allah'ın adaletini reddetmeye kadar varan bir tavır olacaktır.), 98:5(Oysa kendilerine yalnızca Allah'a ibadet etmeleri, bütün içtenlikleriyle yalnız O'na iman ederek bâtıl olan her şeyden uzak durmaları; namazlarında dikkatli ve devamlı olmaları; ve karşılıksız harcamada bulunmaları emrolunmuştu: çünkü bu, doğruluğu kesin ve açık olan bir ahlakî değerler sistemidir.), 107:1(HİÇ bütün bir ahlakî değerler sistemini yalanlayan [birini] tasavvur edebilir misin?)'de ve yukarıdaki örnekte de olduğu üzere “ahlakî değerler sistemi”ne itaattir. (M. Esed “dîn” kelimesini “moral law” tabiriyle karşılamıştır; biz bunu “ahlakî değerler sistemi” ifadesiyle çevirdik. Fakat sadece bu sureye mahsus olmak üzere buna bağlı kalmayıp dîn için “din” kullandık -T.ç.n.)) Yukarıdaki belâgat gereği soru şu anlamı ifade etmektedir: Burada işaret edilen ahlak sistemi bütün tevhîdî dinlerin öğretilerinde vurgulanmış olduğundan, bunun gerçekliği, önyargısız herkes için apaçık ortadadır: bu gerçeği reddetmek, insan açısından onun ahlakî seçimde bulunma özgürlüğünü reddetmeye; Allah açısından ise, sonraki ayetin işaret ettiği gibi, tanım gereği “hükmedenlerin en adili” olan Allah'ın adaletini reddetmeye kadar varan bir tavır olacaktır.

8. Allah hükmedenlerin en adili değil mi?

26 Ocak 2012 Perşembe

Bürûc Suresi

Bismillâhirrahmânirrahîm.

1. DÜŞÜN büyük burçlarla dolu göğü,

2. ve [tahayyül et] vaad edilen Günü,

3. ve O [her şeye] tanıklık eden ile [O'nun tarafından] tanıklık edileni!

4. ONLAR [yalnızca] kendilerini yok ederler, o çukuru hazırlayanlar,

5. [imana ermiş olanlara karşı] şiddetle yanan ateş (çukurunu)!

Lafzen, “şu yanıp tutuşan ateş çukurundan sorumlu olanlar (ashâb)”. Bu temsîlî pasajı açıklamak için müfessirler, onu -gereksiz bir biçimde- geçmiş zaman kipinde alarak yorumlamışlar ve bu zalimlerin tarihsel “kimliklerini tesbit” etmek amacıyla en zayıf ve çelişkili menkıbeleri nakletmişlerdir. Bu yorumların ürünü olarak, Hz. İbrahim'in putperest çağdaşlarıyla yaşadığı tecrübeden (Enbiya: 66. İbrahim: Öyleyse, dedi, Allah'ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hala tapacak mısınız? 67. Size de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz akıllanmaz mısınız? 68. (Bir kısmı:) Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin! dediler. 69. "Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol!" dedik. 70. Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk.) Nebukadnezar'ın İsrailoğulları'ndan üç dindar kişiyi yanan bir ocakta yakma teşebbüsünü anlatan Kitâb-ı Mukaddes efsanesine (Daniel'in Kitabı iii, 19 vd.), yahut 6. yüzyılda Necrân Hristiyanları'nın Yemen Kıralı Zû Nevâs (ki Yahudi dinine mensup idi) tarafından idam edilmelerine, yahut tamamen uydurma bir hikaye olan, bir Zerdüşt kralının erkek kardeş ile kız kardeşin evlenmelerine “Allah'ın müsaade ettiği” şeklindeki hükmünü kabul etmeyen teb‘asını ateşe atarak öldürdüğüne vd. kadar uzanan bir hikayeler antolojisi meydana gelmiştir. Bu menkıbelerin hiç biri, elbette bu bağlamda ciddî bir araştırmaya değecek nitelikte değildir. Ancak yukarıdaki Kur’an pasajında atıfta bulunulan zalimlerin anonimliği, burada bir darb-ı mesel (parable) karşısında bulunduğumuzu ve “tarihî” yahut efsanevî olayların sözkonusu olmadığını göstermektedir. İşkenceciler, kendileri hiçbir şekilde iman etmeyen ve başkalarının da iman etmesini nefretle karşılayan (bkz. aşağıda 8. ayet) kimselerdir; “ateş çukuru”, zalimlerin inananlara işkencelerinin mecazî bir ifadesidir: belli bir dönemle veya belli insanlarla sınırlı olmayıp yazılı tarih içinde çeşitli biçimlerde ve değişen yoğunluk derecelerinde tekrarlanan bir olgu.

6. Hani, onlar [keyifle] o [ateşi] seyretmişlerdi,

7. müminlere ne yaptıklarının bilincinde olarak;

8. yalnızca Kudret Sahibi, bütün övgülere layık olan Allah'a inanmalarından dolayı nefret ediyorlardı o müminlerden,

9. O Allah ki göklerin ve yerin hükümranlığına sahiptir. O Allah ki her şeye tanıktır!

10. İnanan erkekler ile inanan kadınlara işkence edenlere ve sonra hiçbir pişmanlık duymayanlara gelince, onları cehennem azabı beklemektedir: evet, yakıcı azap beklemektedir onları!

11. [Ama,] imana ermiş olup da doğru ve yararlı işler yapanlar, [öteki dünyada] içinden ırmaklar akan bahçeler bulacaklardır; bu, büyük bir kurtuluştur!

Bu, dürüst ve erdemlileri öteki dünyada bekleyen nimetlerin bir teşbîhi olarak “içinden ırmaklar akan bahçeler” ifadesinin Kur’an'da hemen hemen ilk defa kullanıldığı yerdir.

12. ŞÜPHESİZ, Rabbinin yakalaması son derece çetindir!

13. O'dur [insanı] yoktan var eden ve sonra yeniden hayata getiren.

14. Ve yalnız O'dur gerçek bağışlayıcı, sevgide kapsayıcı,

15. şanlı kudret tahtının sahibi,

16. dilediği her şeyin mutlak Yapıcısı.

17. [GÜNAHKAR] orduların kıssasından haberin var mı?

18. Firavun ve Semûd [kavmi]nin?

19. Ama, hakikati inkara şartlanmış olanlar onu yalanlamakta ısrar ederler:

20. halbuki Allah onları, farkında olmadıkları halde, [ilmi ve kudreti ile] kuşatır.

Lafzen, “arkalarından”; pek yakın olduğu halde farkında olunmayan bir şeyin başa gelmesini gösteren deyimsel bir ifade.

21. Yok yok, hayır! Bu [reddettikleri ilahî kelâm] şerefli/soylu bir hitabedir,

22. kaybolmayan bir levha üzerine [işlenmiş (bir hitabe)].

Lafzen, “iyi muhafaza edilen bir levhada (levh-i mahfûz)” -Yalnız bu ifade, tek başına, Kur’an'ın bir tanımını vermektedir. Bazı müfessirler, sözkonusu levhayı lafzî anlamıyla alıp Kur’an'ın ezelden beri kaydedildiği gerçek bir “ilahî levha” şeklinde anladıkları halde, diğer birçoklarına göre bu ifade her zaman mecazî bir anlam taşımaktadır: yani, bu ilahî kelâmın kaybolmazlık / korunurluk niteliğine bir işaret. Bu yorum, mesela Taberî, Beğavî, Râzî ve İbni Kesîr tarafından doğru görülerek nakledilmiştir. Bunlar, “iyi muhafaza edilen bir levhada” ifadesinin, Kur’an'ın hiçbir zaman bozulmayacağı ve her zaman bütün keyfî ilavelerden, çıkarmalardan ve lafzî değişikliklerden uzak kalacağı şeklindeki ilahî vaad ile ilgili olduğu konusunda hemfikirdirler. (Hicr/9: Kur an'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız. )