30 Haziran 2009 Salı

Bakara; 233-234

233-Anneler, çocuklarını, emzirmenin tamamlanmasını isteyenler için tam iki yıl emzirirler. Çocuk kendisine ait olan babaya da emzirenlerin yiyecekleri ve giyecekleri geleneklere uygun olarak bir borçtur. Bununla beraber herkes ancak gücüne göre mükellef olur. Çocuğu sebebiyle bir anne de, çocuğu sebebiyle bir baba da zarara sokulmasın. Varise düşen de yine aynı borçtur. Eğer ana ve baba birbirleriyle istişare edip, her ikisinin de rızasıyla çocuğu memeden ayırmak isterlerse kendilerine bir günah yoktur. Eğer çocuklarınızı başkalarına emzirtmek isterseniz vereceğinizi güzel güzel verdikten sonra bunda da size bir günah yoktur. Bununla beraber Allah'tan korkun ve bilin ki, Allah yaptıklarınızı görür.

Nikâh altında olsun, boşanmış olsun bütün anneler çocuklarını tam iki sene emzirirler, emzirmeleri gerekir, ilâhî hükme göre annelerin durumu budur. Bu hüküm, emzirmeyi tamamlamak isteyen içindir. Şu halde tam iki sene emzirme süresi, en çoğu olup, âyette açıklanacağı üzere bu sürenin azaltılması caizdir. "Mevludünleh" yani çocuk kendisi için doğmuş ve onun doğmasına sebeb ve nesebine sahip bulunmuş olan baba üzerine de, o annelerin ücretleri başta olmak üzere yiyecekleri ve giyecekleri onlara vaciptir. Fakat kayıtsız ve şartsız değil, mar'uf kadar, yani babanın imkanına göre, iki tarafın durumuna uygun olarak bir hakimin uygun görebileceği ölçüde vaciptir. Çünkü hiçbir kimse, gücünün yettiğinden başkasıyla yükümlü olmaz, "teklîfi mâlâ yutak", insanı gücünün yetmediği şeylerle yükümlü kılmak mümkün olsa da yapılmaz. Ne çocuğu yüzünden anneye, ne de çocuğu yüzünden babaya zarar verilmeye kalkışılmaz. Zarar vermeye kalkışılmasın, hiçbirine zarar verilmesin. "Zarara, zararla karşılık vermek yoktur".

Baba yaşıyorsa rızık ve elbise böyle, ölmesi durumunda, varis üzerine de onun gibidir. Bu varis ya babanın varisi veya çocuğun varisidir. Önce ölen babasına varis olan çocuğa, yeterli mal kalmış ise, o rızık ve nafaka ona; kalmadığı takdirde de o çocuğa o sırada varis olabilecek durumda bulunan "zi-rahim-i mahrem" yakınına (kendisine nikahı haram olacak derecede yakın olan akrabasına) veya asabesine (baba tarafından yakınlarına) vacip olur.

Şimdi ana ile baba iki seneden önce memeden kesmek isterlerse ikisinin biri düşünüp, görüş alış verişinde bulunup hoşnut olmaları şartıyla, ikisine de bunda bir günah yoktur. Ana ile baba birlikte görüş alış verişinde bulunurlarken her halde yavrularının yararını gözetirler. Böyle ikisinin görüş ve düşünceleri birleşip de hoşnut oldular mı, artık hata ihtimali pek az olur. Olsa bile, iyi niyetle işin ehlinden ve yerinde meydana gelen içtihattaki hata bağışlanmıştır. Fakat taraflar birbirleriyle görüş alış verişinde bulunmazlar veya birinin rızası olmadan yapılmış olursa, günah olur. İşte yukarda "emzirmeyi tamam yapmak isteyen kimse", bu görüş alış-verişinde emzirmeyi kesmeye razı olmayandır.

Ey babalar! Bir de siz çocuğunuzu süt ana tutup emzirtmek isterseniz vermek istediğiniz ücreti veya İbnü Kesir kırâetinde medsiz (uzatmadan) okunduğuna göre İhsanı (ikramı) örfe uygun ve şer'an güzel görülen bir tarzda güzelce teslim ettiğiniz takdirde, size bir günah yoktur. Demek ki baba, çocuğuna süt ana tutup gerçek anneyi emzirmekten alıkoyabilecektir. Fakat süt anayı memnun etmelidir ki çocuğa iyi baksın. Dikkat ediniz, ve Allah'tan korkunuz ve biliniz ki her ne yaparsanız Allah onu mutlaka bilir. Dolayısıyla size ona göre ceza veya mükafat verir.

Nikâh hükümleri boşamaya; boşama iddete ve nikâhın sonucu olan doğuma, emzirmeye ve nafakaya; nafaka da "varise düşen de aynen onun gibidir" fıkrasında ölüme ve en sonunda âhiret hükümlerine ulaşmakla, şimdi de ölüm iddeti (kocası ölen kadının bekleyeceği süre) ve bu nedenle yeniden bazı âdâb (edepler) ve nikâh hükümlerinin açıklanması için buyuruluyor ki:



234- İçinizden vefat edip de geride eşler bırakan kimselerin hanımları, kendi başlarına dört ay on gün beklerler. İddet (bekleme) sürelerini bitirdikleri zaman, artık kendileri hakkında meşru bir şekilde yapacakları hareketten size bir günah yoktur. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.

Bilindiği gibi bu doğuşun bir de ölümü vardır. İçinizden vefat edip de geriye eşler bırakan kimselerin hanımları da, kendi başlarına dört ay on gün beklerler, diğerlerine nikâh edilmezler, süslenmezler, görücüye çıkmazlar. Sonra bekleme sürelerinin sonuna erdikleri zaman, artık kendi haklarında örfe göre, yani şeriatın reddetmeyeceği bir şekilde yaptıkları hareketlerde, mesela süslenmek, evlenmeye namzed olacaklara görünmek gibi iddet (bekleme süresi) içinde yasaklı bulundukları kadınlık arzularını meşru şekilde açığa vurmalarında size bir günah yoktur. Gerek toplum ve gerekse idareciler iddetten sonra bunları, bu gibi meşru hareketlerden menetmeye kalkışmamalıdırlar.

İddetten sonra bunlar, tercih hakkına sahiptirler. Ancak gayri meşru hareketler başka, o zaman iş değişir ve siz gizli, açık, iyi, kötü her ne yaparsanız, Allah ondan haberdardır. Amellerinizin iyisine iyi, kötüsüne kötü karşılık görürsünüz.

İddetin hikmeti, "Allah'ın, rahimlerinde yarattığını gizlemeleri kendilerine helâl olmaz." (Bakara, 2/228) âyeti celilesinden açıkça anlaşıldığına göre, rahmin temizliğinin ortaya çıkmasıdır ve bunda asıl olan da âdettir. Üç âdet, çoğunlukla üç ayda meydana gelebileceği gibi, her kadın da âdet görür bir durumda olmaz. Boşanmada kadının âdet görüp görmemesi de düşünmeye değer bir sebep olur. Bunun için boşanmada, âdet görenlerin iddetinin "kurû'" (temizlik veya âdet hali) ile, âdetten kesilmiş olanların da ona bedel aylar ile olması, sırf hikmet olur. Fakat ölüm, herkes için eşit bir sebeptir. Bundan kaynaklanan ayrılıkta kadının âdet görüp görmemesinin hiç hükmü yoktur. Bundan dolayı vefat iddetinin herkes için eşit ve peşipeşine olması da sırf hikmettir. Âdetten kesilme gibi bunun üç ay ile takdiri, bu eşitliğe yeterli değildir. Bütün âdet görenler açısından da eşitliği temin için daha fazlasına lüzum olabilir. Aynı zamanda ölüm iddetinin, boşanmadan daha fazla bir yas mânâsı taşıması da yaraşır. Kadın için nikâh nimetinin yok oluşu, her halde sevinçle karşılanacak bir olay sayılmamalıdır. Bununla beraber boşanmada teselli sebebi olacak bir nimet yönü de düşünülmektedir. Ölüm ise, hiçbir kimse için ferahlık ve sevinç sebebi değildir. Bunun tek tesellisi, "Biz Allah'ın kullarıyız ve gerçekten yine ona döneceğiz." (Bakara, 2/156) imanıdır. Ölüm sebebiyle nikâh nimetinin yok oluşu, hassasiyeti ince ve iffet endişesi daha fazla olan kadın için boşanmadan daha çok bir yas sebebi olması gerekir. Bu hikmetlere dayanarak denilebilir ki ölüm iddetinin aylarla takdiri, âdet görenlerle görmeyenler hakkında eşitlik teminini ifade ettiği gibi; bunun dört ay on gün olması da çoğunlukla üç ayın, üç âdete denk, geri kalan bir ay on gün de en azından rahmin temizliğinin ortaya çıkması için bir ihtiyat ve durumu ortaya çıkarma olmakla beraber, ölüme ait yas mânâsını ifade etmiş olma hikmetiyle de ilgili görünmektedir. Bu müddetin, ceninin tam teşekkülü ve ruh üflenmesiyle ilgili bulunduğu da Eb'ü'l-Âliye'den ve Hasan el-Basrî'den rivayet edilmiştir. Bununla beraber bu iddet müddeti, Fıkıh bakımından "muallel" (bir sebebe bağlanmış) değil müteabbed"dir (kulluk ve Allah'ın emri gereği yapılacaktır).

29 Haziran 2009 Pazartesi

Bakara; 231,232

231-Böylece, kadınlarınızı boşadığınızda ve onlar bekleme sürelerinin sonuna yaklaşmak üzere iken onları ya güzellikle alıkoyun ya da güzel bir şekilde bırakın. Ama, arzuları hilafına, eziyet etmek için alıkoymayın: Çünkü, böyle bir davranışta bulunan, (yalnızca) kendisine haksızlık etmiş olur. Ve Allah'ın [bu] mesajlarını önemsemezlik yapmayın; Allah'ın size lütfettiği nimetleri ve size öğüt için indirdiği vahyi ve hikmeti hatırlayın; Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun, ve bilin ki Allah her şeyin aslını bilir.

Kadınlarınızı boşadığınızda, Allanın kendileri için tayin etmiş olduğu te­mizlenme sürelerini yahut aylanın tamamlayınca onları ya örfe göre bakımlarını temin etmek ve kendileriyle iyi geçinmek üzere tutun yahut da mehillerini, na­fakalarını ve diğer haklanın vererek bırakın. İddet süresini uzatarak yahut onla­ra verdiğiniz bazı şeyleri geri alarak onlara zarar vermek için tutmayın. Bu tak­dirde Allahin koymuş olduğu sınırları aşmış olursunuz. Kim kadına sırf zarar vennek için, boşadıktan sonra tekrar ona dönerse günahkâr olur, cezayı hak eder ve böylece kendisine zulmetmiş olur. Allahın indirdiği âyetleriyle alay etmeyin, onları eğlenceye almayın. İslam dini sebebiyle Allahın üzerinizde olan nimetini, size indirmiş olduğu Kur´anı ve Peygamberin size getirmiş olduğu sünnetleri ha­tırlayın. Allah size, indirdiği bu Kur´anla öğüt verir. Allahın emirlerini tutup ya­saklarından kaçınarak ondan korkun ve bilin ki Allah, hayır, şer, gizli ve açık bütün amellerinizi çok iyi bilendir. O, iyiliğinize karşı sevap, kötülüğünüze kar­şı da ceza verecektir.

İbn-i Abbas diyor ki: "Kişi karısını boşar sonra iddetini tamamlamadan ona döner sonra tekrar boşar ve bunu da o kadına zarar vennek ve başkasıyla evlenmesine engel olmak için yapardı. İşte bu âyet bunun üzerine nazil oldu.

Mesruk, Hasan-ı Basri, Zühri, Katade, Sevr b. Zeyd, pehhak, Abdülaziz ve Atiyye de âyet-i kerimenin nüzul sebebi olarak Abdullah b. Abbasın zikretti­ği hususu söylemişlerdir. Kadını engelleyici ve zarar verici bu boşama şekline denilmektedir. Mücahid talak-ı dırarı izah ederken şöyle demiştir:

"Kişi hanımını boşar ve onun iddetinin son gününde ona döner. Öyle ki karısına zara vernıek için onu dokuz ay böyle tutar."

Âyeti kerimede "Allahın âyetlerini alay konusu yapmayın." buyurulmaktadır. Yani Allanın koyduğu sınırlarla, helalleri haramları, emirleri ve ya­saklan arasına koyduğu hudutlarla alay etmeyin. Çünkü Allah sizlere kitabının âyetlerinde hangi tür boşamalarda tekrar hanımlarınıza dönebileceğinizi ve han­gi tür boşamalarda dönemeyeceğinizi beyan etmiştir.

Hasan-ı Basri diyor ki: "Resulullah dönminde öyle insanlar vardı ki, kişi hanımını boşuyor veya kölesini azad ediyordu. Ona "Sen ne yapıyorsun?" deni­lince de "Ben ancak şaka yaptım, eğlendim." diyordu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Kim şakadan karısını boşayacak olursa veya kölesini azad edecek olursa bu davranışı onun aleyhine olmak üzere geçerlidir." Hasan-ı Basri âyetin bu bölümünün bu gibi insanlar için nazil olduğunu söyle­miştir.

Âyeti kerimede "Allahın, üzerinizdeki nimetini ve size indirdiği ki­tap ve hikmeti hatırlayın." Duyurulmaktadır. Burada zikredilen "Nimet´.´ten maksat, İslam dini ve Allahın bu ümmete, özellikle verdiği diğer nimetlerdir. Bunları anmak ise Allaha emirlerinde itaat edip yasaklanndan kaçınarak şükret­mekle olur. Buradaki "Kitap"tan maksat, Kur´an-ı Kerim "Hikmef´ten maksat ise Resulullahm sünnetidir. "Hikmet" kelimesinin ne gibi mânâlara geldiği "Si­ze kitap ve hikmeti öğreten âyetinin izahında zikredilmiştir.


232-Kadınları boşadıktan sonra, bekleme sürelerinin sonuna gelmişlerse, aralarında uygun bir şekilde anlaştıkları takdirde başka erkeklerle evlenmelerine engel olmayın. Bu, Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanan her biriniz için bir uyarıdır; bu, sizin için en erdemli ve en temiz [yol]dur. Allah her şeyi aslıyla bilir, ama siz bilemezsiniz.

Kadınları boşadığmızda ve iddet süreleri de dolunca, kadınlar ve kocala­rı, aralarında anlaşmışlarsa ve kadın, yeni bir nikah ile kocasına dönmek istiyor­sa, artık kocalarına dönüp yeniden onlarla nikahlanmalanna engel olmayın. Al­lah bununla sizden, Allahı tasdik eden, onun rablığını kabul eden, öldükten son­ra dirilmeye ve hesaba çekilmeye iman edenlere nasihat ediyor. Kocaların, ka­dınlarını, tekrar mehir vererek nikahlamaları daha güzel ve Allah yanında daha hayırlıdır. Sizin ve kadınlarınızın kalbindeki şüpheyi gidennek bakımından da daha temizdir. Çünkü eşler arasında hâlâ bir sevgi bağı bulunduğu halde tekrar evlenmezlerse bu sevginin, onlan helal yoldan saptırıp harama düşürmesinden korkulur. Allah, sizlerin, birbirinize karşı bilemediğiniz gizlilikleri ve bütün ka­palı hususları bilir.

Taberi diyor ki: Bu âyetin izahında doğru olan görüş şudur: Allah teala bu âyet-i kerimeyi, kocalarından boşanarak iddetlerini bitirip onlardan ayrılan fakat üç talakla boşanmadıklan için tekrar kocalarına dönebilen, kocalarıyla ye­niden kendileriyle evlenilmek istenen ve kendilerinin de kocalarıyla evlenmek istedikleri ancak velileri tarafından evlenmelerine engel olunan kadınlar hakkın­da indirmiş ve böyle bir engeli yasaklamıştır. Bu âyetin, Ma´kıl b. Yesar ve kız­kardeşi hakkında nazil olması da muhtemeldir. Cabir b. Abdullah ve amcasının kızı hakkında da. Durum ne olursa olsun âyet-i kerime zikrettiğimiz mânâyı ih­tiva etmektedir.

Âyet-i kerimede zikredilen ve "Nikahlanmaktan men etmeyin" diye ter­cüme edilen ifadesinin asıl mânâsı "Onları sıkıştırmayın´1 de­mektir. Yani kanların yeni bir nikahla eski kocalarına dönmelerini istemeleri hallerinde sizler onların evlenmelerine engel olarak onları sıkıştırmayın, zorluğa düşürmeyin." demektir.

Âyet-i Kerimede, "Kan koaca, aralarında iyilikle anlaşmışlarsa" buyunıl-maktadır. Yani, kan ve koca, aralarında yeni bir nikah ve yeni bir mehirle anlaş­malarsa" demektir.

Taberi diyor ki: "Asabeden bir velisi bulunmaksızın kadının nikahı sahih olmaz." diyen görüşe bu âyette açık bir delil vardır. Zira bu âyette, kadının veli­sinin, kadının evlenmesine engel olması yasaklanmaktadır. Şayet kadının evlen­mesinde velinin yetkisi olmasaydı böyle bir yasaklama söz konusu olmazdı.

27 Haziran 2009 Cumartesi

Bakara; 229-230

(229) "Boşama iki defadır (ondan sonra) ya iyilikle tutma veya iyilikle bırakmadır. Kadınlara verdiğinizi geri almanız size helâl de­ğildir. Ancak eşlerin Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkmaları (hali müstesna). Eğer ikisinin de Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkarsınız, o zaman kadının fidye vermesinde ikisine de günah yoktur. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. O sınırları geçmeyin. Kim Allah'ın sınırlarını geçerse onlar zalimlerin ta kendisidir."

Rabbim, talak ikidir, üçüncüsünde ya iyi bir şekilde onu tutacaksınız, eşiniz yine eşiniz olmaya devam edecektir veya iyilikle onu bırakacaksı­nız diyor. Yani biraz önce açıkladığımız gibi bir hayız müddetinden son­ra birinci talak, ikinci hayızdan sonra ikinci talak, üçüncü hayızdan sonra da ya iyilikle tutacaksınız veya iyilikle ayrılacaksınız. Günümüzde Ana­dolu'da bu uygulama yoktur. Kadın erkek ilk boşanmadan sonra adeta birbirlerine düşman kesilirler. Halbuki Kur'an ve sünnet doğrultusunda yaşayan sahabelerde öyle değildir; boşandılar mı insani ve İslami şartlar içersinde bir araya gelebiliyorlar ve babaları ve analarıyla bile bir araya geliyor, karşılıklı insani ve İslami ilişkilerini devam ettiriyorlar.

«Eğer boşanmışsanız, boyadığınız kadınlara vermiş olduğunuz şey­leri geri almanız size helâl değildir.» Kadınlara bilindiği gibi evlenme­den önce mehir verilir, boşanırken veya boşadıktan sonra tutup da bu me-hir'i almanız helâl değildir.

Ancak Allah'ın haklarım yani kanunlarını koruyamayacağınızdan korkarsanız o zaman geriye alınabilir. Eğer Allah'ın bazı kanunlarını ifa edemeyeceğinize kanaat getiriyorsamz, o zaman kadın dan bazı şeyleri geri alabiliyorsunuz. Yani eğer kadın boşanmadan dolayı bazı menfaatler elde ediyorsa, erkek de tam tersine bazı mağduriyetlere uğruyorsa, kadın boşanma konusunda ısrarlı ise erkeğin bir zarara uğramaması veya zararı­nın asgariye çekilmesi için kadının boşanmayı temin için kocasına bazı şeyleri vermesinde günah ve mahzur yoktur. Ancak tabii bu hallerde ka­bahat kadında olduğu gibi gerekirse boşanmayı kadın istemelidir.

«Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa-kadın veya erkek iste onlar zalimle­rin ta kendileridir.» Dinim boşanmanın son çare olması, boşanmanın Ön­lenmesi için elden gelen her türlü yolu gösteriyor ve tedbirini alıyor. Bu­na ilişkin ayetleri înşaallah Nisa ve Talak Surelerinde göreceğiz. Ama il­le de boşanmaya karar verilmişse yukarıda da geçtiği gibi ikinci talak ge­çecek ve üçüncü talak dan sonra iyilikle salıverecek.

Diyelim ki salıverdi ve ama sonradan pişman oldu tekrar o kadınla evlenmek istiyor.. İşte orada dinim bir incelik, bir özellik getirmiş... Ka­dın başka bir erkekle evlenip boşanmadan ilk kocasına helal olmaz, imansızların "Hülle ayeti" yaymaya gayret ettikleri ama herşey gibi yanlış olarak anlattıkları hülle işte budur. Yani kadın ilk kocasından bo­şandıktan sonra tekrar o kocaya dönebilme hakkını ancak başka bir er­kekle evlenip, o erkek onu boşadıktan veya o erkek öldükten sonra kazanıyor. Yani dinim, birdefa karısını boşayan bir daha o kadını alamaz diye birşey söylemiyor ama yukarıda özetlemeye çalıştığımız şartlara bağlıyor olayı...Bugün dinimin ticaretini yapan bazı şahsiyetsiz ve ama hoca geçi­nen insanlar vardır, insanların bu meselelerine sözde çözüm bulmak için hulle'yi şöyle yorumlamaktadırlar Mesela bir adam karısını üç talakla mı boşadı; o kadını başka bir erkekle göstermelik olarak evlendirmekteler, nikahını kıymaktalar ve sonra o adama kadını boşamasını söylemektedir­ler. Adam kadını boşadığı zaman kadın da eski kocasına dönme hakkına sahip olmaktadır. Ama bu yanlıştır, aldatmacadır. İşte bu gibi olaylara bakan imansızlar kendi adamlarının uydurduğu bu gibi meseleleri günde­me getirip, basın yoluyla ilan etmekteler ve doğrudan dinime küfredip, biz bu dini istemiyoruz, sevmiyoruz diyemediklerinden şu şu uygulamasına karşıyız, şu şu uygulaması yanlıştır diyerek dinim hakkında şüphe uyandırmaya, tereddüt doğurmaya gayret etmektedirler. Yani kendi uy­durdukları dine İslam diye saldırıyorlar. Halbuki dinim böyle bir uygula­maya yani hülle denilen uygulamaya kesinlikle karşıdır. Dinimiz bize de­mektedir ki; bak karını boşarken dikkat et, birgün olur pişman olursun, geri dönmek istersin o zaman da bu şartı yerine getirmen gerekir ki bu da zordur ona göre! Bu zorlağa rağmen eğer şartlar uygun olarak yerine ge­tirilmişse, o eski karı koca tekrar birbirleriyle evlenebilirler buradan hare­ketle Hanefi Fakihleri kadın kendisini evlendirebilir hükmünü çıkartmış­lardır. Çünkü ayette şöyle buyuruyor Allah (c.c.)



(230) "Erkek onu (üçüncü defa ) boşarsa ondan sonra kadın onun dışında bir başka erkekle nikahlanmadıkça ona helâl olmaz. Eğer ikinci koca da onu boşarsa, Allah'ın sınırlarını ayakta tutacak­larını sanıyorlarsa ilk koca ile bir araya gelmelerine onlara bir günah yoktur. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Allah bu sınırları bilen bir kavim için açıklar."

Kadın kendisini bir başka erkekle nikahlayıncaya kadar ilk kocasına helâl olmaz. Demek ki diyor Hanefi fakihleri kadın kendi başına evlenme yetkisine sahiptir. Şafii Fıkhına göre ise evlendiremez, mutlaka kadının velisinin olması gerekliliğini şart koşarlar. Bu hüküm birçok veli tarafın­dan istismar edilmiştir, çünkü veli olmadan Şafiilere göre nikah geçerli olmaz. Ama Hanefi Fıkhının getirdiği kolaylık sayesinde mesela imansız anne ve babası olan iki üniversiteli Müslüman genç bir hocaya giderek nikah kıydirabilmektedirler ve bu da geçerlidir.

Yeniden hülle meselesine dönersek; Peygamber Efendimiz zamanın­da, adı cemile olan bir sahabi kadın gelerek diyor ki Ya Resulallah ben kocamdan boşandım sonra da bir adamla evlendim şimdi onunla da boşa­nıp eski kocama dönebilir miyim? Peygamberimiz sormuşlar; bu yeni kocanla hiç birlikte oldunuz mu, cinsi münasebette bulundunuz mu? Ha­yır diyor sahabi kadın. Peygamberimiz de olmaz, ille de birlikte yatma­nız, cinsi münasebette bulunmanız gereklidir buyuruyor. Hatta aynen ha­disi şerifi terceme edersek Efendimiz «kocan senin balcağizından, sen de kocanın balcağızından tatmadan boşanamazsımz» diyor.... Demek ki ha­nımlarımıza iyi sahip olacağız, kolay kolay boşama yoluna gitmeyeceğiz ve Allah'ın onları bize bir emanet olarak verdiğini kabul ederek, dünya­nın en değerli şeyi olarak kabul edeceğiz. İslam Hukukuna göre kadının bırakınız kendisini, zülfünün bir tek teli terazinin kefesine konsa, öbür kefesine de dünyanın bütün altını, gümüşü, doları, petrolü konulsa kadı­nın bir tek zülfünün teli daha ağır basar..... İşte biz Müslümanlar bunu ci­hana duyurabilsek, şu kadın hakları diyen kadınlara duyurabilsek sadece yeminle söylüyorum ki birçoğu İslam'a iltica edecekler, fıtratlarına döne­ceklerdir.

Bakara / 228

228-Boşanmış kadınlar, evlenmeksizin üç ay hali boyunca bekleyeceklerdir: Çünkü eğer Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanıyorlarsa, Allah'ın rahimlerinde yarattıklarını gizlemeleri meşru değildir. Ve bu süre zarfında barışmak isterlerse, kocalarının onları kabul etmeye öncelikle hakları vardır; ama adalet ölçülerine göre, kadınların [kocaları üzerindeki] hakları, [kocaların] onlar üzerindeki haklarına eşittir, ancak erkekler [bu konuda] onlar üzerinde öncelik sahibidirler. Ve Allah kudret ve hikmet sahibidir.

Bu bekleme döneminin asıl amacı, muhtemel hamileliğin ve bu suretle henüz doğmamış çocuğun ebeveyninin belirlenmesidir. Ayrıca, bu yolla karı-kocaya kararlarını yeniden gözden geçirme fırsatı ve böylece evliliği devam ettirebilme imkanı verilmiş olmaktadır.

Bekleme süresinin (iddet) bitiminden önce, koca, bu geçici boşanmadan vazgeçme arzusunu beyan etse de, boşanmış kadın, evlilik ilişkisinin yeniden kurulmasını reddetme hakkına sahiptir. Ancak, ailenin nafakasından koca sorumlu olduğu için, geçici boşanmanın iptali konusunda ilk tercih hakkı ona aittir.
Ebu Haııife ve Ahmed b. Hanbel´in tercih edilen görüşüne göre âyette ge­çen kelimesinden maksat, "Hayız" halidir. Bunlara göre âyetin mânâsından şü hükümler çıkarılır: Kadın temiz iken boşanır, âdet görür temizle­nir, tekrar âdet görür temizlenir, tekrar âdet görür temizlenirse iddeti bitmiş olur. Şayet erkek hanımını bir veya iki ric´î talakla boşamış olursa ve hanımına tekrar dönmek isterse üçüncü hayız görmesinin içinde bu kararını açıklaması gerekir. Şayet açıklamaz da üçüncü hayız da bitecek olursa artık erkek hanımına dönme hakkını kaybeder. Artık dönüp dönmeme kararı kadına aittir. Bunlar bu görüşlerine delil olarak Resulullahm şu hadis-i şerifini zikretmişlerdir. Resulullah, kendisinden devamlı olarak kan gelen bir kadına: "Kur´u günlerinde namazı bırak. Bunlar bitince yıkan, namazını kıl ve her vakit için abdest al." buyurmuş­tur.

İmam Şafıiye, İmam Mâlike ve İmam Ahmed b. Hanbclden rivayet edi­len ikinci bir görüşe göre âyetteki "Kum" kelimesinden maksat "Hayızdan te-mizlenmek"tir. Bunlara göre kadın temiz iken boşanır. Âdet görür temizlenir, tekrar âdet görür temizlenirse bu temizliğinin bitmesiyle iddeti bitmiş olur. Çünkü içinde boşandığı birinci temizlik te hesaba dahildir. Bu görüşte olanlar delil olarak şu âyeti zikretmişlerdir; [54]Ey Peygamber, kadınları boşamak is­tediğiniz zaman iddetleri içinde boşayın..."Görüldüğü gibi âyet-i celile-de, kadınların, iddetleri içinde boşanılması emredilmektedir. Kadınların boşan­ması temiz iken başladığına göre, üç temizlik bitince iddetleri bitmiş olur. Bura­dan da anlaşılıyor ki "Kuru"dan maksat "Temizlik"tir.

Âyet-i kerimede: "Eğer Allaha ve âhiret gününe iman ediyorlarsa, Al-lahın, rahimlerinde yarattığı şeyi gizlemeleri kendileri için helal değildir." buyurulmaktadır. Müfessirler, bu âyette, kadınların rahimlerinde gizlememeleri emredilen şeyden neyin kastedildiği hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Zühri, İbrahim en-Nehai ve İkrimeye göre burada kadınlara, rahimle­rinde gizlememeleri emredilen şeydan maksat, hayızdır. Boşanan kadınlar, Alla-hın, rahimlerinde yarattığı hayız hallerini, kendilerini boşayan kocalarından giz­lemeleri helal değildir. Zira bu yolla, boşamadan sonra karısına dönme hakkı bulunan kocanın bu hakkı kaybedilmiş olur. Mesela: Karısını bir veya iki ric´î talakla boşamış olan erkek, karısının iki âdet görmesinden sonra ve üçüncü âdetinden önce tekrar ona dönmesini istemesi halinde kadın yalancı olarak: "Ben üçüncü âdetimi gördüm." deyip kocasının kendisine dönmesini engelleme­si haramdır.

b- Abdullah b. Ömer, Mücahid, Rebi´ b. Enes, İbn-i Zeyd ve Delıhaka gö­re Allah tealamn bu âyette, kadınlara gizlemelerini yasakladığı rahimlerindeki şeyden maksat, hem hamilelik durumları hem de âdet görmeleridir. Kadınların bu iki hallerini gizlemeleri haramdır.

c- Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas ve İkrimeye göre, kadınların rahimlerindeki hamileliği gizlemelerinin yasaklanış sebebi, kendilerini boşayan kocalarının, hamile oldukları zamanda kendilerine tekrar dönmelerine engel ol­malarıdır. Bu hususta Ali b. Ebu Talha, Abdullah b. Abbasın şunu söylediğini rivayet etmiştir: Eğer bir kişi karısını bir veya iki talakla boşayacak olur da karı­sı da hamile olursa, doğum yapmadıkça ona tekrar dönmeye kocası daha layık­tır.

Âyet-i kerimede: "Kocaları sulh olmak isterlerse, iddet müddeti için­de onları geri almakta daha çok hak sahibidirler." Duyurulmaktadır. Bu ifa­denin izahı şöyledir: Karısını bir veya iki talakla boşayan erkek, karısı ickiet beklediği sırada veya hamilelik esnasında onu tekrar kendine kabul edip zevce yapmaya başkalanndan daha layıktır. Bu hususta Abdullah b. Abbas şöyle de­miştir: Bir adam kansını bir veya iki talakla boşar kanst da hamile olur ise o adamın, kansını tekrar geri almaya daha çok hakkı vardır, yeter ki doğum yap­mış olmasın."

Âyet-i kerimede: "Örfe göre kadınların vazifeleri kadar haklan da vardır." Duyurulmaktadır. Bu ifade iki şekilde izah edilmiştir:

a- Dehhak ve İba-i Zeyd bu ifadeyi şöyle izah etmişlerdir: Kadınların, kocalarına karşı, Allanın kendilerine farz kılmış olduğu itaat etme vazife ve yü­kümlülükleri olduğu gibi onların, kocalarının üzerinde, hoş sohbette bulunma ve örfe göre iyi "davranma haklan da vardır.

b- Abdullah b. Abbas ise âyetin bu bölümünü şöyle izah etmiştir: "Ka­dınların, kocalarına karşı temizlenip süslenme yükümlülükleri olduğu gibi koca­larının da karılanna karşı ayrı yükümlülükleri vardır. Bu hususta Abdullah b. Abbasın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hanımımın bana karşı süslenmesini sevdiğim gibi benim de hanımıma karşı süslenmemi severim. Çünkü Allah teala buyunnuştur ki: "Örfe göre kadınların vazifeleri kadar hakları da vardır."

Âyet-i kerimede: "Erkekler kadınlardan bir derece daha üstündür." buyurulmaktadır. Burada zikredilen üstünlük derecesinden neyin kastedildiği hakkında müfessirler çeşitli görüşler zikretmişlerdir:

a- Mücahid ve Katadeye göre, burada zikredilen, erkeklerin kadınlardan üstün olduğu dereceden maksat, Allah tealanın, miras, cihad vb. şeylerde erkek­lere verdiği üstünlüktür.

b- Abdullah b. Abbasa göre burada zikredilen erkeğin üstünlüğünden maksat, onun, karısının üzerinde olan bir kısım haklarını tam olarak almaktan vaz geçmesi ve kadının kendi üzerindeki bütün haklarını ona vermesidir. Bu hu­susta Abdullah b. Abbasin şöyle dediği rivayet edilmektedir. "Ben, hanımım üzerinde bulunan bütün haklarımı almak istemem Zira Allah teala: "ftrkcklcr kadınlardan bir derece üstündürler." buyurmuştur."

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden âyetin tefsirine daha uygun olanı, Ab­dullah b. Abbasın görüşüdür. Yani buradaki dereceden maksat, erkeğin karısı üzerindeki haklarına karşı bağışlayıcı ve hoşgörülü olması ve onların bir kıs­mından vazgeçmiş olmasıdır. Zira Allah teala bu dereceyi erkek ve kadından herbirinin diğeri üzerindeki haklarını zikrettikten sonra beyan etmiştir. Bu dere­cenin de bu haklarla ilgili olması daha uygundur. Bu da erkeğin, kadının üzerin­deki haklarını kullanırken ona karşı müsamahalı davranmasında görülür. Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Her ne kadar: "Erkekler kadınlardan bir derece da­ha üstündür." ifadesi bir haber mahiyetinde ise de manen, erkeklere, bu üstün­lüklerinin gereği gibi davranmaları emredilmektedir."

Âyet-i kerimenin sonunda: "Allah her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir." buyumlmaktadir. Bu ifadenin mânâsı şudur: Allah teala, hayızlı iken kadınlarına yaklaşarak veya iyilik yapmamak için Allaha yemini kendileri­ne siper edinerek yahut karısına yaklaşmayacağına dair yemin edip ona zarar vererek Allanın hudutlarını aşan erkeklerden ve rahimlerinde bulunan durumu gizleyip kocalarına zarar vererek Allanın koyduğu sınırları aşan kadınlardan in­tikam almakta her şeye galiptir. Bunları cezalandırmasına kimse engel olamaz. Verdiği bütün hükümlerde mutlak bir hikmet sahibidir." Âyet-i kerimenin bu şekilde bitmesinin hikmeti, Allah tealanın bundan önceki âyetlerde bir kısım emir ve yasaklar koyması ve bu emir ve yasaklara uymayanları tehdit etmesidir.

26 Haziran 2009 Cuma

Bakara; 224,225,226,227

(224) "İyilik yapmanız, (kötülükten ) sakınmanız ve insanların arasını düzeltmeniz için Allah'ı yeminlerinizden dolayı engel yapma­yın. Allah işiticidir, bilicidir."

"Vallahi anamla bundan sonra konuşmayacağım, billahi babamla bundan gayri görüşmeyeceğim, tallahi bundan sonra senin evine gelme­yeceğim" gibi şeyler söylemeyin, yemin etmeyin. Çünkü burada bir hayrı engelleme bir ziyaretleşmeyi kesme olayı var ve bunun delili olarak da engeli olarak da Allah'ı koyuyorsunuz, çünkü Allah adına yemin ettiniz... Rabbim sakın böyle birşey yapmayın diyor.

"Allah herşeyi işitendir, Allah herşeyi bilendir." Diyelim ki, bu yap­mamanız gereken yeminleri yaptınız. "Kardeşimle konuşmamaya, Valla­hi de, Billahi de, Tallahi de hatta evine bile gelmeyeceğime yemin ettim." Bu yemin bozulur mu? Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bildirir ki bu yemin bozulur bozulması hayırlıdır. Nasıl olacak bu? Yemininiz bozacak, kefaretinizi vereceksiniz ve sanki hiç yemin etmemiş gibi hayatınıza devam edeceksiniz. Allah (c.c.) yeminlerin ahkamını bizlere Maide Suresi 89. ayet'inde bildirmiş.


(225) "Allah sizi yeminlerinizdeki boş sözlerden dolayı sorumlu tutmaz. Ancak, kalplerinizin kazandığı (bile bile yaptığınız) yeminlerden sorumlu tutar. Allah bağışlayandır, Halimdir."

Yeminlerinizdeki lağv yemininden dolayı Allah sizi Ahirette hesaba çekmez.

Ancak, kalplerinizin kazandığından dolayı hesaba çeker, yani iç ni­yetiniz esastır burada, söyleme kastınız dikkate alınır. Allah affedicidir, Allah ilim sahibidir.

Hanefi Fakihleri yemini 3'e ayırırlar: Yemin-i Lağv, Yemin-i Gamus, Yemin-i Münakıd....

Birşey sizin bildiğiniz gibi değildir, ama mesela siz o olayı öyle zan­nettiğiniz halde başka türlüdür ve siz bu olay böyledir, şöyledir diye ye­min ettiniz, yani bir şey sizin bildiğiniz gibi olmadığı halde siz öyle oldu­ğunu zannederek yemin ediyorsunuz, işte bunun için yapılan yemine ye­min-i lağv deniliyor. İşte Rabbim sizleri bu yanlış zannınııza dayanarak yaptığınız yeminden dolayı hesaba çekmeyecektir.

Ama yemin-i münakide dediğimiz yemin şekli böyle değildir. Çünkü bu yemin türünde vallahi şöyle yapacağım, böyle yapmayacağım vs. şek­linde geleceğe dair yemin ediyorsunuz, bu yemininizi ifa etmez, yerine getirmezseniz, bundan dolayı hesaba çekileceksiniz. Ama eğer yemini yapmamanız, yerine getirmemeniz yapmanızdan daha hayırlı ise hadis-i şerifte yeminin bozularak kefaret verilmesi tavsiye olunuyor, nitekim ayette de Rabbimiz "Allah'ı yeminlerinizden dolayı engel yapmayın."[86] buyuruyor. Mesela anamla babamla konuşmayacağım, şu müslümana gitmeyeceğim, gelmeyeceğim diye yemin etmişsek hemen yeminimizi bozup kefaretini verelim. Kefaretin şekli ve Ölçüsü Maide Suresi'nde gelecek. Biz burada özetleyelim: Öncelikle kefaret olarak var­sa, köle azad edilecek. Ancak günümüzde bu imkan olmadığı için ikinci seçeneğe geçiyoruz; 10 fakiri giydireceksiniz, yani elbise alacaksınız. Bunun da ölçüsü mesela bir pantolon bir gömlek bir de ceket alınacak, tabi gücünüz yeterse.... 10 fakiri giydirmeye gücünüz yetmiyorsa 10 fakiri doyuracaksınız, eğer ona da gücünüz yetmiyorsa yani en son seçenek ola­rak da 3 gün ardarda oruç tutacaksınız.


(226) "Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer dönerlerse şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir."

Bu ayet Cahiliye dönemi Araplarının bir adetine temas ediyor. Cahiliye döneminde insanlar hemen her işe yeminle başlarlardı. Hatta bize kadar ulaşan Cahiliye dönemi şairlerinin şiirlerine baktığımızda görürüz ki onlar bile şiirlerine yemin ederek başlıyorlar. Bu yemin olayı hayatla­rına o kadar sirayet etmiş ki hatta hanımına sinirlenen "seninle münase­bette bulunmayacağım, seninle aynı yatağa girmeyeceğim" diye yeminler ederlermiş. Ama tabii bu yeminlerde süre belirlemek serbestti. Yani Araplar mesela karısına ben sana 5 sene yaklaşmayacağım dediğinde ger­çekten de 5 sene yanaşmazlarmış, yani yeminlerini de tutarlarmış. Her ne kadar yemin eden adam karısıyla yatmıyorsa da başka kadınlarla ihtiyacı­nı giderdiğinden burada mağdur durumda kalanlar kadınlar olmakta idi. Boşansa kocası boşamadığından geçerli olmuyor yani çok mağdur du­rumda kalıyorlardı. İşte Adil olan Allah (c.c.) bu haksızlık ve zulmü gi­dermek için mezkur olaya bir hukuki statü getirmiş. Buna göre hanımlarıyla yatmama konusunda yemin eden kişi ne kadar süre tayin ederse et­sin, bu süre en fazla 4 ay olabilir, yani sınır 4 aydır. Bu süreyi geçemez, aşamaz. 4 ay sonunda da talak-ı bain meydana gelir. Tekrar ailevi işlerini düzenlemeleri, düzeltmeleri için kadının rızası şarttır yalnız. Yani diye­lim ki erkek yemin etti ve 4 ay karısına yanaşmadı, burada talak-ı bain meydana geliyor, bununla birlikte erkek tekrar karısına dönmek istiyor, karı koca ilişkilerinin devam etmesini istiyor, işte bu devamiyet için karı­sının erkeğini kabul etmesi şarttır, kabul ederse ailevi ilişkileri devam eder, ama kadın erkeğini kabul etmezse bu defa otomatikman boşanma meydana gelmiş olur, çünkü burada hata erkeğindir, erkek kabahatlidir. Eğer kadın erkeğini kabul etmez ve boşanma meydana gelirse bundan sonra ölene kadar dul kalmak veya başka bir erkekle evlenmek kadının seçeceği haklardandır, bu hususta şöyle şöyle yap diye kimse kadını zor­layamaz.

"Eğer dönerlerse" "Allah affedicidir, merhamet edicidir." Yani yemin edenin yeminden dönmesi tercih ediliyor. Yeminden dönsün am­ma tabii kefaretini de verecek. Buradan anlıyoruz ki İslam insanoğlunu boş bırakmamış ve ağzından çıkacak her söze dikkat etmesini istemiştir.

İnsan her şeyi söylemeyecek, vaad etmeyecek, vaad ettiyse ya yerine ge­tirecek veya kefaretini verecek, vaadinden dönerse bu münafıklık ala­metlerinden birisi olarak kabul edilmiştir. Bununla birlikte iyilikleri yapmama, iyiliklere engel olma konusunda yemin varsa bunun bozulması, yani bu vaadin yerine getirilmemesi daha evla, daha iyidir. Bu yeminler­den mutlaka dönmelidir.


(227) "Eğer boşanmaya karar verirlerse şüphesiz Allah işiticidir, bilicidir," Yani Allah herşeyi bilendir.

Bu ve bundan sonra Allah (c.c.) 226-238 ayetler arası ki yaklaşık 3 sayfayı olduğu gibi boşanma konusuna ayırmış. Peygamber Efendimiz (a.s.v.) bir hadis-i şeriflerinde "Allah katında helâl olanların en sevimsizi boşamaktır." buyuruyor. Yani boşanma helâl olmasına helâldir ama Al­lah'ın hoşlanmadığı bir olaydır. Zaten iyi dikkat edersek Ayet-i Kerime de bize boşamamayı emretmektedir aslında.....

Nisa Suresinin 34. Ayetinde "Eğer kadınlar size karşı isyan etmiyor­larsa, namusunuzu lekelemiyorlarsa, onları boşamak için yol aramayın, boşama tarafına gitmeyin." diye emrediliyor. "Hoşunuza gitmemiş olsa bile beraber kalmanız ilerde Allah katında çok iyi hayırlara vesile olabi­lir." Allah, bu sabrınızdan dolayı,ilerde o çekilmez olan aile hayatınızı döndürüp, herkesin özendiği bir hayata çevirebilir. Demek ki kolay kolay boşama yoluna gitmememizi öğütlüyor Allah (c.c).

Günümüzde kafirlerin dinimize en çok saldırdığı, sataştığı konular­dan biri de boşama konusudur: Diyorlar ki efendim islamda erkek boş ol dediği zaman kadın boş oluyor, kadın hakları ihlal ediliyor, böyle şey ol­maz!... Kadının bütün hayatı ve geleceği erkeğin iki dudağının arasında böyle adalet olmaz! diyorlar. Gelin görünki bunu söyleyen imansız kesi­min yetiştirdiği, 50-60 senedir yetiştirmeye çalıştığı bir toplum var: Eline diline gönlüne sahip olmayı bilmeyen bir toplum. Bu imansızlar kendi yetiştirdiği ve eline diline sahip olmayan bu toplumun erkeklerini göz önüne alarak kadınların haklarını bu erkeklere bırakamayız diyorlar. Doğrusunu söylemek gerekirse biz de yani İslam da kadınların haklarını bu eline diline, gönlüne sahip olmayan erkeklere verecek değil...İs­lam'ın bu hakları verdiği erkekler, İslam düzeninde islam ahlakıyla yetiş­miş olan erkeklerdir. îslami bir toplumda, İslam'ın terbiyesiyle yetişen bir erkek Allah'ın emaneti olarak aldığı eşini iki dudağın arasındaki kelime­lerin insafına bırakmaz. Nitekim yetkili merciler bile-batı kanunları ile yönetilmemize rağmen- batılı kanunlarla yönetilen ülkeler arasında en az boşanmanın ülkemizde olduğunu ve bunun neticesinin de halkın Müslü­man olmasından kaynaklandığını ifade etmektedirler. Yani Elhamdülillah , halkımıza 60 yılı aşkın bir zamandır unutturulmaya çalışılan İslam Dini henüz halkımızın gönlünden ve hayatından silinmiş değildir, tam tersine iyice hayatına girmeye başlamıştır. Tüm bunlardan başka gidip adalet da­irelerindeki dosyalar arasında bir anket yapılsa görülecektir ki boşanmak için müracaat edenlerin ekserisi namaz ve orucuna dikkat etmeyen, imanı zayıf insanlardır. Yani İslami bir devletin varlığının olmadığı bir ülke de, sistemde bile Müslümanlar iyi-kötü, yanlış-doğru imansız kesime göre daha şahsiyetli bir hayat sürmekteler.

25 Haziran 2009 Perşembe

Bakara; 222,223

222-Sana [kadınların] ay halleri hakkında soruyorlar. De ki: “O bir zayıflık halidir. Bu yüzden, ay hali sırasında kadınlardan uzak durun ve onlar temizleninceye kadar kendilerine yaklaşmayın; temizlendiklerinde ise Allah'ın emrettiği şekilde onlara yaklaşın.”Doğrusu, Allah pişmanlıkla kendisine yönelenleri ve özlerini temiz tutanları sever.

Katade ve Rebi´ b. Enese göre sahabilerin bunu Resulullahtan sormala­rının sebebi, bu âyet inmeden önce insanların, âdet gören hanımlanyla âdet ha­lindeyken aynı evde kalmamaları ve onlarla birlikte yeyip içmemeleridir. Onla­rın bu sorusu üzerine Allah teala bildirmiş oldu ki, adetli olan kadınların adetli hallerinde onlarla sadece cima etmek yasaktır. Onlarla birlikte oturup kalkmakta ve yeyip içmekte herhangi bir sakınca yoktur.

Enes b. Mâlik diyor ki: "Yahudiler, kadın hayızlı iken onunla birlikte bir şey yemiyor, içmiyor ve onunla evde oturmuyorlardı. Sahabiler Resulullahtan bunu sordular ve bunun üzerine Allah teala: SANA [kadınların] ay halleri hakkında soruyorlar. De ki: “O bir zayıflık halidir. Bu yüzden, ay hali sırasında kadınlardan uzak durun ve onlar temizleninceye kadar kendilerine yaklaşmayın; temizlendiklerinde ise Allah'ın emrettiği şekilde onlara yaklaşın.” 209 Doğrusu, Allah pişmanlıkla kendisine yönelenleri 210 ve özlerini temiz tutanları sever.âyetim indirdi. Resulullah da insanlara "Âdet halindeki kadınlarla cinsi münasebet dışında her şeyi yapın." buyurdu.

Mücahidden nakledilen diğer bir görüşe göre, sahabilerin, âdet halinde bulunan kadınlardan sormalarının sebebi şu idi. İnsanlar, kadınlar adetli iken onlara âdetü olan ön taraflarını bırakıp arkadan yaklaşıyorlardı. İşte bunun üze­rine Allah teala, insanlara, hayızlı iken kadınlarına yaklaşmamalarını, onlara an­cak hayızdan temizlendikten sonra ve ön taraflarından yaklaşabileceklerini be­yan etti ve arkadan yaklaşmalarını haranı kıldı.

Nüdbe diyor ki: "Beni, ya Meymune.bint-i Haris veya Hafsa bint-i Ömer Abdullah b. Abbasın hanımına gönderdi. Ben, Abdullah b. Abbasın hanımının döşeğinin, Abdullah b. Abbasın döşeğinden ayrı olduğunu gördüm. Bunların, birbirlerinden uzak durmalarından dolayı böyle yaptıklarını zannettim. Abdul­lah b. Abbasın hanımına, kendi döşeği ile kocasının döşeğinin ayrı olmasının sebebini sordum. O da bana dedi ki: "Ben adetliyim. Adetli olduğum zaman dö­şeğimi ayınnm." Geri dönüp meselyi Meymuneye veya Hafsaya anlattım. O be­ni tekrar Abdullah b. Abbasa gönderdi. Ona şunları söylememi istedi: "Annen (müminlerin annesi) sana diyor ki: "Yoksa sen Resulullahm sünnetinden yüz mü çevirdin? Allaha yemin olsun ki Resulullah, hanımlarından biri hayızlı iken onunla bir yatakta yatardı. İkisinin arasında, dizlerine kadar örten elbiseden baş­ka bir şey yoktu."


223-Eşleriniz sizin nesil yetiştiren tarlanızdır. Tarlanıza dilediğiniz şekilde varın. Kendiniz için ilerisini düşünerek hazırlık yapın. Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve bilin ki O'na mutlaka kavuşacaksınız. Ve sen de (Ey Peygamber,) imana erişenleri müjdele.

Kadınlarınız sizin, çocuklarınızı yetiştirdiğiniz tarlanızdır. O halde kadın­larınıza normal cins-i temas yolundan olmak şartıyla, istediğiniz gibi ve istediği­niz taraftan cinsi münasebette bulunun. Kendinize âhiret için salih ameller ha­zırlayın. Ve Allanın koymuş olduğu hudutları aşmak ve isyana yaklaşmaktan korkun. Bilin ki âhirette ona kavuşacaksınız. O size, amellerinizin karşılığım verecektir. Ey Muhammed, kıyamette kurtulacakları ve cennette ebedi kalacak­ları hususunda müminleri müjdele.

Abdurrahman b. Sabit diyor ki:

"Ben, Abdurrahmanin kızı H af sanın yanına vardım ve dedim ki: "Ben senden bir şey soracağım amma onu sormaktan utanıyorum." Hafsa dedi ki; "Ey kardeşimin oğlu utanma." Ben de: "Sorum, kadınlara tabii yoldan olmak üzere arkadan yaklaşmaktfr." dedim. Hafsa dedi ki: "Ümmü Seleme bana anlattı ki Ensar, kadınları yüzükoyun yatırarak onlara yaklaşmazlardı. Zira Yahudiler: "Kim karısını yüzükoyun yatırarak ona yaklaşırsa çocuğu şaşı olur." diyorlardı. Muhacirler Medineye gelince Ensardan kadınlarla, evlendiler, Oniar, hanımlarını yüzükoyun yatırarak yaklaşmak istediler. Bir kadın bu hususta kocasının isteği­ni reddetti ve ona dedi ki: "Ben, Resulufİaha varıp bunu sormadıkça bunu yapa­mazsın," Kadın, Ümmü Selemenin yanına varıp meseleyi ona anlattı. Ümmü Seleme ona: "Resulullah gelinceye kadar otur bekle." dedi. Resulullah gelince de o kadın sorusunu sormaktan utandı ve dışarı çıktı. Meseleyi Resulullaha Üm­mü Seleme anlattı. Resulullah "Ensarlı kadını çağır." dedi. Ümmü Seleme kadı­nı içeri çağırdı. Resulullah da ona: "Kadınlar sizin tarlanızdır. O halde tarlanıza istediğiniz şekilde yaklaşın." âyetini okudu ve "Tek yoldan." dedi.

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden doğru olanı, bu ifadenin mânâsının, "Kadınlarınıza dilediğiniz yönden yaklaşın." Yani, tabii yoldan olmak şartıyla kadınlarınıza otururken, ayakta iken, yatarken, eğilirken, ön taraftan, arka taraf­tan yaklaşın." diyen görüştür. Taberi sözlerine devamla ve özetle şunları zikret­miştir: "Burada geçen kelimesi Arapçada bir şeyin yönü ve yolunu sor­ma edatıdır. Nitekim Hz. Zekeriyya da bu edatı kullanarak Meryeme gelen ye­meklerin hangi yönden ve hangi yolla geldiğini sormuş Meryem de ona: Allah tarafından geldiğini söylemiştir. Olayı anlatan âyette şöyle buyuruiuyor: "Zeke­riyya Meryemin bulunduğu mihraba her girdiğinde onun yanında rızık buldu. Bu sana nereden ey Meryem?" dedi. Meryem de ona: "Allah tarafmdandır." dedi. [40] Her ne kadar, bir şeyin yönünü sorma edatı olan kelimesinin mânâsı ile bir şeyin yerini sorma edatı olan "Nerede" kelimesinin mânâsı ve bir şeyin durumunu sonu a edatı olan "Nasıl" kelimesinin mânâsı birbirine yakın iseler de aslında bunlar farklı şeylerdir. Fakat bunlann-birbirlerine yakın olmaları, inüfessirlerin bunları birbirlerine kandırmalarına se­bep olmuş ve bu âyette zikredilen kelimesini bazıları bazılan hatta bazıları da ne zaman" mânâlarında izah etmişlerdir. Hal­buki bu kelimelerin farklı oluşları bunlarla sorulan sorulara verilen cevaplarla ortaya çıkmaktadır. Mesela: "Bu mal sana hangi yönden gel­eli?" denildiğinde cevabı: "Şu ve şu yönlerden geldi." şeklinde olur. "Malın nerede?" şeklinde sorulduğunda cevabı: "Malını filan yerdedir." şeklin­de ojur. "Halin nasıl?" diye sorulduğunda cevabı "İyiyim" şeklinde olur. İşte bütün bu izahlar gösleriyorki kelimesini "Nereden" "Nasıl" ve "Ne zaman" mânâlarında izah etmek isabetli değil "Ne yönden?" şeklinde izah etmek doğrudur. Bu itibarla bu âyete dayanarak kadınlara makatlarından yakla­şılabileceğini söylemek tutarsızdır. Çünkü âyette "Kadınlara dilediğiniz yerden yaklaşın" Duyurulmuyor, "Dilediğiniz yönden yaklaşın" buyuruiuyor. Yönlerin farklı oluşu, yaklaşılacak yerin farklı oluşunu gerektirmez. Aynı yer de olabilir. Nitekim hadis-i şeritlerde, farklı yönlerden de olsa aynı yere yaklaşılması emre­dilmiştir. Bu da kadınların tabii olan cinsel organlarıdır. Aynca kadınların ma­katlarından hangi ekin (döl) beklenir ki, oraya "Tarla" densin ve kadınlara o yönden yaklaşılması emredilmiş olsun?"

24 Haziran 2009 Çarşamba

Bakara; 221

(221) "Putperest kadınları iman edinceye kadar nikahlamayın. İman eden bir cariye, putperest bir kadından -bu putperest her ne kadar hoşunuza gitse de daha hayırlıdır. Putperest erkekleri iman edinceye kadar nikahlamayın. İman eden bir köle, putperest bir er­kekten bu sizin hoşunuza gitse de- daha hayırlıdır. Onlar ateşe çağı­rırlar, Allah ise izniyle Cennete ve mağfirete çağırır. O ayetlerini in­sanlara açıklar, umulur ki düşünüp ibret alırlar."

Bu ayet müşrik kadınlarla evlenmeyi, Müslüman erkeklere yasaklamıştır. Alimlerimiz "müşrik (putperest) kadınlar" ifadesinin Hristiyan ve Yahudileri kapsamadığını söylerler. Çünkü Maide Suresi'nin 5. Ayet-i kerimesi ehl-i kitap kadınlarla evlenmeye ruhsat vermektedir. Bu ayet de onu tahsis etmiştir, müşrikler içinden ehl-i kitap olanlar istisna edilmiştir. Buna göre Müslüman erkekler Yahudi veya Hristiyan kadınlarıyla evle­nebilirler. 4 mezhebin fetvası da bu şekildedir.Müşrik kadınlardan kasıt o zaman için ineğe, puta, Budaya, ateşe v.s. ye tapanlar. Bugün ise ben koministim, ben ateistim diyenler bu kategoriye dahildirler. Yani böyle inancı olan bir kadınla evlemek haramdır. Bununla birlikte bir Hristiyan veya Yahudi kızla evlenebilirsiniz.

Dinim, iman eden bir cariyeyi, putperest ama güzel, ve alımlı bir ka­dından daha üstün tutuyor; dinimin cariyeye verdiği değere bakınız! Evet dinim kölelik ve cariyeliği kabul etmiş ama bunun toplumun bir alışkan­lığı olduğu için hemen terkedilemeyeceğini kabul ettiğinden dolayı, baş­ka bir yola giderek, en büyük sevabın cariye ve köle azad etmek olduğu­nu da sık sık tekrarlamış. Yapılan bir araştırmaya göre Peygamberimiz ve ashabının azad ettiği köle sayısı 60 bin kadardır. Bunların içinde Efen­dimizin azad ettiği köle ve cariye sayısı 63 tane.... Neredeyse yaşı ile orantılı, yani her yıl 1 köle azad etmiş sanki....

Günümüzde köleyi insan saymayan medeniyet nerde, köleyi, cariye yi müşrik bir kadın ve müşrik bir erkekten üstün tutan dinim nerde...

Ayetler müşrike kadınlardan bahsettikten sonra müşrik olan erkekle­re yöneliyor: "Müşrik erkekler ile de kadınlarınızı nikahlamayınız, iman edinceye kadar." Müşrik bir erkek Müslüman bir kıza talip olmuş. Maka­mı, mevkii, maaşı, yakışıklılığı ne derecede olursa olsun, iman edinceye kadar kızımızı ona vermeyeceğiz. Hatta Müslüman Hanımefendilerin bı­rakınız müşrik erkekleri, ehl-i kitap erkeklerle evlenmeleri bile caiz de­ğildir. "Her ne kadar hoşunuza gitse de, iman etmiş bir köle, müşrik bir erkekten daha hayırlıdır." Yani ateist, komünist bir devlet başkamndansa imanlı bir köle daha değerlidir, daha hayırlıdır. Dinim hiçbir zaman müş­rikle mü'mini aynı kefeye koymaz.

Yahudiliği terkederek Müslüman olmuş ve Muhammed Es'ad adını almış Avustralya'lı bir gazeteci anlatıyor: "1920 yıllarında idi... Bir tren kompartımanında ben, Yunanlı bir tüccar ve orta halli bir Mısırlı üçümüz gidiyoruz. Ben Yahudi asıllı gazeteci olduğum için Yunanlı bana çok ilti­fat ediyor. Amerika'da tahsilini yapmış ve uluslararası ticaret yapıyor, Mısırlı da orta tahsilli ama iyi yetişmiş, ailesinden geldiği belli olan .sağ­lam bir İslami kültüre sahip.... Yunanlı, Mısırlıyı yüksek tahsili olmadı­ğından dolayı muhatap olarak almıyor ve bundan ziyade ona alçaltıcı bir

gözle bakıp bazen hakaret vari sözleri iîe dokundurmaya gayret ediyor.....

Derken söz müsamahadan açıldı... Müslümanların müsamahakar olmadı­ğını söyledi, delil olarak da dedi ki "Müslümanlar bizirn kızlarımızı alı­yorlar, dinleri buna müsaade ediyor, ama Müslüman kızlarını bizlere ver­miyorlar." Mısırlı buna şu karşılığı verdi: "Biz böyle yapmakla insanın yüceliğini, şerefini koruyoruz. Şöyle ki: Sizin kızınız bize gelin olur, Hristiyan olarak gelir ve bunun şahsiyeti, de dininden dolayı rencide edil­mez. Çünkü biz Hz. İsa'ya da inanırız, İncil'e de iman ederiz, imanımızın gereğidir bu. Yani sizin kızınızın inandığı peygamber ve kitaba bizim evimizde hakaret edilmez, hor bakılmaz, inkar edilmez.... Ama bizim kı­zımız sizin evinize gelecek olursa orada şahsiyeti incinir, rencide olur. Çünkü sizler Kur'an'a iman etmiyorsunuz, bizim Peygamberimize inan­mıyorsunuz. Bundan dolayı hergün bir bahaneyle ya Kitab'a ya Peygam­berime hakaret edecek bizim kızımızı incitecek, şahsiyetini ezeceksiniz. İşte Allah bu adaletsizliği yasaklamak ve sizin kızlarınızın da bizde rahat edebileceğini bildiği için bu hukuku koydu." Yunanlı tabii buna bir cevap veremedi ve susmak zorunda kaldı."

Burada bu Mısırlı kardeşimiz bu ayetin hikmetini böyle tefsir etmiş, keşfetmiş... Allah Azze ve Celle birçok ayetin hikmetini bildirmemiştir bizlere. Hikmetleri bizler bulur çıkartırız, ama bizim buluşlarımız ve tespit ettiğimiz hikmetler de bizimle ve çağımızla sınırlı kalır. Mesela bundan yıllarca önce vaizler vaazlarında domuz etinin trişin denen bağırsak kurduna yol açtığı için Allah (c.c.) tarafından yasaklandığını söylüyorlardı. Pekala şimdi Avrupalı bulduğu bir ilaçla bu kurtları yok ediyor, bu halde domuz helâl hale gelir mi? Asla! Bizler Allah'ın ne hikmet murad ettiğini bilemeyiz. Bizim müslüman olarak vazifemiz Allah'ın yasak ve haram dediğini ibadet ve itaat kastıyla haram ve yasak kabul etmek, emir ve tavsiye ettiğini de işlemektir.

Gene de insanın aklına geliyor, acaba bu müşriklerle evlenmemenin hikmeti nedir? Bunun cevabını Allah veriyor; "Onîar sizi ateşe çağırırlar." Gerçekten bugün müşriklerin çağrılarına bakın ya bankaya çağırırlar faiz al derler, ya fuhuş gazetelerine çağırırlar fahişeleri tanı derler, ya köşeyi dön diye kumara ve üçkağıtçılığa çağırırlar, yani kısaca ateşe Cehenneme davet ederler insanları...

"Allah ise selam yurduna çağırır." Demek ki hayatımız boyunca iki davetçi ile karşı karşıyayız: Biri Cehenneme, ateşe çağırıyor, diğeri yani Allah (c.c.) de Cennete çağırıyor. Bizler de Allah'ın davetine icabet etmek zorundayız. Ayet devam ediyor: "Allah kendi izniyle Cennete ve mağfirete davet ediyor."

Hz. Ömer (R.a) bu ayetin tefsiri ile ilgili olarak demiş ki "Ben halife isem, Müslüman erkeklerin de ehl-i kitap kadınlarla evlenmesini yasaklıyorum." Bunun üzerine sahabeden bir kısmı "Nasıl olur? Kur'an müsaade ettiği halde sen nasıl olur da yasaklarsın?" diye sormuş. Bunun üzerine Hz. Ömer şu cevabı vermiş: "Siz Müslüman erkekler bu ehl-i kitap kadınlarına yani sarışın oldukları için bunlara meylettiğinizden dolayı bunlarla evleniyorsunuz, Müslüman kızları bekar kalıyor, evlenemiyor. İşte bunun için bundan böyle Müslüman erkeklerin Ehl-i kitap kadınlarla evlenmesini yasaklıyorum."

Aslında Hz. Ömer'in bu fetvası özellikle bizim Avrupa'daki işçileri­miz için tekrar gündeme getirilmeli... Çünkü adam gidiyor Almanya'ya Hollanda'ya orada sarışın kadınları görüyor ve nasılsa caiz diyerek evle­niyor, artık memleketine dönmüyor, sadece karısını çoluk çocuğuna na­faka olarak bir miktar para gönderiyor ama Müslüman kadın burada mağ­dur oluyor.

Bir arkadaşım var şöyle anlatırdı: «Benim dedem Ermeni bir kızla evlenmiş. Tabii kendisi işte, güçte olduğu için Ermeni kız çocukları ken­di inancına göre yetiştirmiş ve dedemin etkisi evden parça parça silinme­ye başlamış. O Ermeni olan kız, yani ninem benim annemi öyle bir yetiştirmişki tam bir Hristiyan ve neticede bir Hristiyan delikanlı ile evlendir­miş, eğer Allah hidayet verip de beni Müslüman yapmasaydı, Hristiyan ana, Hristiyan baba, Hristiyan büyükanne, Müslüman dedenin Hristiyan torunu olacaktım»

Yani bir eve bir Hristiyan, Yahudi girdiği zaman, zordur, onu kontrol etmek. Sizi ateşe götürür, çocuklarınızı Cehenneme götürür. Nitekim bunların örneklerini yazık ki çok sık görmekteyiz. Ben güçlüyüm, Hristi­yan veya Yahudi kadınla evlenirim ama onları dinlemem, kendi dinimi yürütürüm, ben güçlüyüm diyenler kendilerini kandırmaktadırlar. Madem ki güçlüdürler o zaman güzelliklerine, sarışınlıklarına meylettikleri Avrupa'lı kadınlarla değil de bu memleketin insanı olan Müslüman anneden Müslüman babadan dünyaya gelen Müslüman aile evladı kızlarla evlen­sinler. Peygamberimiz (a.s.v.) "Kadın 4 şeyi için nikah edilir." buyuru­yor: "Malı, güzelliği, zenginliği ve dini için. Siz.dini güzel olanı tercih ediniz." Tabii dini güzel olduktan sonra diğer özellikleri de yerinde olur­sa o zaman güzelin de güzeli olur. Ama öncelikle dininin bütünlüğüne güzelliğine bakmak gerekiyor. Çünkü mal azdırabilir, güzellik yok olabi­lir, soy kibİre sebep olabilir ama din daima güzelliğe meylettirir insanı...

23 Haziran 2009 Salı

Bakara; 220

(220) "(Umulur ki) Dünya ve Ahiret hakkında (düşünürsünüz). Sana yetimleri de sorarlar. De ki: Onları yararlı hale getirmek hayırdır. Eğer onlarla karışırsanız onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah bozgunculuk yapanlarla düzeltenleri bilir. Eğer Allah dileseydi sizi zahmete sokardı. Şüphesiz Allah güçlüdür, hüküm sahibidir."

Kur'an-ı Kerim'de yetimler hakkında birçok ayet vardır.... Mesela Ni­sa Suresi'nin 10. ayetinde yetimlerin mallarını haksız yere, zulmederek yiyenlerin karınlarına ateş doldurdukları belirtilir. En'am Suresi'nin 150. Ayeti ile İsra Suresi'nin 34. ayetinde "yetimler ergenlik çağma gelinceye kadar mallarına ancak iyi bir şekilde yaklaşınız" yani İslam'ın koyduğu kurallar içerisinde yaklaşınız, buyuruluyor. Sahabeler bu ayetleri oku­muşlar ve Efendimiz'e soruyorlar: Ya Resulellah! Bende yetim ve yeti­min malı var. Kendisi yönetecek durumda değil, ben yönetiyorum yani velilik veya vasilik yapıyorum, dolayısıyla da bu malı çalıştırıyorum. Böyle olunca da mesela onun hurma bahçesinde bazen hurma yediğim oluyor. Ama Ayette yetim malı yiyen karnına Cehennem ateşi doldur­muştur, diyor, ancak bundan kaçınmak mümkün değil, ne yapsam? Allah (c.c.) cevap veriyor: "Onlar için ıslah, yani işlerini düzeltme sizin için daha hayırlıdır. Eğer siz onlarla karışırsanız, onlar sizin kardeşleriniz­dir. Allah bozgunculuk yapanla, düzelteni bilir." Yani Allah her ikisini de bilir: Yetimin malıyla kendi malını iyi niyetle veya kötü niyetle kimin karıştırdığını ve karıştırış gayesini iyi bilir! Mesela kişi yetimin malını gözetirken, yönetirken onun malından da öğle yemeğini yedi, hiçbir art niyeti yok, bu günah değildir, Allah (c.c.) buna izin vermiş ama adam ye­timin malını yönetirken, kendi malımı yemiyeyim de yetimin malını yi­yeyim derse Allah bunu bilir ve bunu zaten bozguncu olarak niteliyor.

Yetim ise babası ölmüş ve henüz buluğ çağına ermemiş erkek veya kız çocuğuna derler. Eğer baba hayatta olmakla birlikte kaybolmuşsa ve­ya çocuklarına bakmıyorsa, bu çocuklar da hükmen yetim sayılır. Bunla­rın malları topluma emanet edilmiştir. Dedesi, amcası gibi en yakın kişi­ler onun mallarına veli veya vasi olurlar, bunlar da yoksa İslam Devleti onun vasisidir. Peygamber Efendimiz (a.s.v.) "Velisi olmayanın velisi benim (İslam Devletidir)." buyurmuşlardır. İslam Devletinde herkesin mal, can, mesken emniyeti, devlet tara­fından garanti edilmiştir.

Bu Ayeti şöyle de yorumlayabilir, tefsir edebiliriz: Mesela Kur'an Kursları veya İmam-Hatip Liseleri var, yatılı, buralarda 150-200 talebe için yemek çıkıyor. Tabii orada yemeği yapan veya çalışan da yemekten yiyor, acaba bu haram olur mu? Eğer o kişi dışarda yemek yemeye gitse, belli bir vakit kaybı olacak ve belki o kursun veya lisenin işleri kalabile­cektir, dolayısıyla kötü niyetli artniyetler olmamak şartıyla oradan yemek yemek haram olmaz. Ancak eğer bu yemekten evime de götüreyim, ai­lem de, çoluk çocuğum da yesin derse işte bu haram olur, çünkü burada artniyet vardır.

"İfsad edenle, ıslah edeni Allah bilir." Yani bozguncuyla düzelteni Allah bilir ve onların içlerine göre onlara muamele eder.

"Allah dilemiş olsaydı sizin işlerinizi zorlaştırırdı." Ama, "Allah sizin için kolaylığı murad ediyor, zorluğu değil." Din kolaylıktır, zorluk değil. Allah bu işinizi de kolaylaştırmak için onla­rın, yetimlerin malları ile mallarınızı karıştırmada sizin için bir sakınca yaratmadı. Diyelim ki yetimin babasından kalan 1 milyonu sizin de 9 milyonunuz var yetimin parasıyla karıştırıp bir işyeri açıp bunun 10/1 ye­time 10/9 kendinize olacak şekilde iş yapabilirsiniz. Baliğ olduktan son­ra da yetime malını teslim edersiniz, kendi malınızla ayırırsınız. Yani mallarınızı karıştırmanızda bir zorluk ve sakınca yok ama ayrı tutarsanız zorluk vardır.

"Allah herşeye gücü yetendir, hüküm ve hikmet sahibidir." Günü­müzde kanunlar yetim malına fazla riayet etmemektedirler. Meselâ yeti­min 1 Milyonu varsa bunu bankaya yatırıyorlar ve yetim 18 yaşına gel­dikten sonra diyelim ki 15 sene sonra yetime faizleriyle birlikte veriyor­lar. Ama tabii bu faiz parayı korumuyor. Aslında böyle yapılacağına o para bir ortaklığa yatırılabilirdi, ama faize yatırılarak, bankanın parayı yemesi ve dolayısıyla da erimesine göz yumuyorlar ki bu da yetimin hak­kını yemenin bir türüdür.

22 Haziran 2009 Pazartesi

Bakara; 218,219

218-Şüphe yok ki, imana ermiş olanlar, zulüm ve kötülük diyarından uzaklaşanlar ve Allah yolunda üstün gayret gösterenler, işte (ancak) onlar Allah'ın rahmetini umabilirler: Allah çok affedicidir, rahmet kaynağıdır.

Ellezîne hâcerû (lafzen “ana yurtlarını terk etmiş olanlar”) ifadesi, esas olarak, Hz. Peygamber'in teklifi üzerine, özgürlük içinde ve İslam'ın gereklerine uygun biçimde yaşayabilmek için Medine'ye -ki o zaman Yesrib olarak anılıyordu- hicret etmiş olan Mekke Müslümanlarını gösterir. Mekke'nin Müslümanlar tarafından H. 8. yılda fethedilmesinden sonra Mekke'den Medine'ye bu göç (hicret) bir dinî vecîbe olmaktan çıktı. Ancak İslam'ın ilk günlerinden beri hicret terimi, manevî bir muhteva taşımaktadır -yani, “kötülük ve zulüm diyarından uzaklaşmak” ve Allah'a yönelmek. Ve bu manevî muhteva, hem İslam'ın ilk yıllarındaki tarihî muhâcirûn'u (“göç edenler”), hem de her türlü kötülüğü terk ederek “Allah'a hicret eden” sonraki zamanların bütün müminlerini kapsadığından, bu karşılığı çok sık kullanıyorum.

Arapça "cihad" kelimesi bir amaca ulaşmak için kişinin elinden gelen çabayı sarfetmesi anlamına gelir. "(Kutsal) Savaş" ile eş anlamlı değildir, bundan daha geniş bir anlamı vardır ve her tür çabayı içerir. Mücahid ise her zaman idealini elde etmeye çalışan, onu dili ile, kalemi ile tebliğ eden ve onun yolunda tüm kalbi ve bedeni ile çalışan kimsedir. Kısacası o, tüm gücünü ve kaynaklarını bu ideali elde etmek için harcar ve ona karşı çıkan tüm güçlerle savaşır; o kadar ki hayatını bile bu yolda feda etmekten kaçınmaz. Böyle bir kimsenin çabası ve gayreti teknik olarak cihaddır. Buna karşı, bir müslüman tüm bunları Allah'ın ortaya koyduğu hayat biçimini hâkim kılmak ve O'nun kelâmını yüceltmek için belli ahlâkî sınırlamalar dahilinde, Allah yolunda yapmak zorundadır. Müslüman cihad ederken bundan başka bir gayeye sahip olmamalıdır. İşte bu şekilde, müslümanın cihadının "kâfirleri ortadan kaldırmak için açılmış genel bir savaş" olmadığı açığa kavuşur.

219-Sana, sarhoşluk veren şeyler ve şans oyunları hakkında sorarlar. De ki: “Onların her ikisinde de hem büyük bir kötülük hem de insanlar için bazı yararlar vardır; ancak yol açtıkları kötülük, sağladıkları yarardan daha büyüktür.” [Allah yolunda] neyi harcayacaklarını sana sorarlar. De ki: “O'nun için ayırabileceğiniz her şeyi.” Böylece Allah mesajlarını size açıklıyor ki tefekkür edebilesiniz.

"Sarhoş ediciler" diye çevirdiğimiz Arapça sözcüğün kökü "hamara" olup, "örtmek" anlamına gelir. Bu kelimeyi "şarap" ve "içki" olarak çevirerek kapsamını daraltmak ne yazık ki yaygın bir hatadır. Aklı örten bütün alkollü içecekler; esrar, kokain, eroin gibi bütün uyuşturucu maddeler bu ayetteki yasağın kapsamına girer. Alkollü içeceklerin, uyuşturucuların ve kumarın toplum ve birey hayatına verdiği zarar malumdur. Sarhoş edici maddelerden ve kumardan para kazanmak ve neşeli vakit geçirmek yarar olarak sayılabilir. Hadis ve Sünneti Kuran'a ortak koşanlar, bu ayeti neshederek inkar ederler.

Ey Muhammed, ashabın sana içkiyi ve kuman soruyorlar. Onlara de ki: "Onlarda büyük günahlar vardır. İçki, onu içenin aklını giderir. İşte bu, günahla­rın en büyüğüdür. Kumar insanı meşgul ederek Allahı zikretmekten ve namaz­dan alıkoyar. Onu oynayanların arasına kin ve düşmanlık sokar. İçki ticaretin­den elde edilen kârlar ve içenlere geçici olarak sağladığı sun´î bir zevk, onun faydası olarak sayılabilir. Kumarda ise kazanan kimsenin kumar parasını yorul­madan, kolaylıkla elde etmesi onun faydası olarak görülebilir. Ancak içki ve kumarın zararları, zikredilen önemsiz menfaatlan yanında çok daha büyüktür. İçki insanı diğer varlıklardan ayıran ve onu üstün bir duruma getiren aklı gide­rir. İçenler sarhoş olur, birbirlerine sataşır ve dövüşürler. Böylece aralarında kö­tülük meydana gelir. Kumar oynayanların ise birbirlerine girdikleri ve araların­da çok büyük husumetler meydana geldiği bir gerçektir, Ve yine sana, ey Mu­hammed, mallarından hangi şeyi Allah yolunda harcayacaklarını ve sadaka ola­rak vereceklerini soruyorlar. Onlara de ki: "Fazla olanı verin" O da ihtiyacınızdan ve ailenizin nafakasından fazla olanıdır. Allah size, birliğini gösteren delil­leri açıkladığı gibi, koyduğu sınırlan, farzları ve Peygamberi Muhammede in­dirdiği diğer şeyleri de açıklıyor ki dünya ve âhirette vaadini, korkutmasını, se­vabını, cezasını düşünesiniz ve geçici dünyanın yerine ebedi olan âhireti tercih edesiniz.

Abdullah b. Ömer diyor ki: "Aziz ve Celil olan Allah, içki hakkında üç defa âyet indirmiştir. İlk indirdiği âyet: "Ey Muhanımcd, sana içki ve kumar­dan soruyorlar. De ki: Onlarda büyük günahlar vardır. İnsanlar için bazı dünyevi faydalar da vardır..." âyetidir. Bu âyet indikten sonra insanlar: "Ey Allahın Resulü, biz içki içelim ve Allahın, kitabında zikrettiği gibi ondan fayda­lanalım rm?" dediler. Bunun üzerine: "Ey iman edenler, sarhoşken ne söylediği­nizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın. âyeti nazil oldu. Bu defa insan­lar: "Ey Allahın Resulü, biz içkiyi namaza yakın bir vakitte içmeyiz." dediler. Bunun üzerine: "Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları sadece Şeytanın işinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçının ki kurtuluşa eresiniz. âyeti indi. Resulullah da buyurdu ki. "Artık içki haram kılındı."

Hz. Ömer, "Ey Allahım, sen içki hakkında bize şifa veren bir açıklama gönder." demiş. Bunun üzerine de: "Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları, sadece şeytanın İşinden birer pisliktirler. 8u pislikten kaçının ki kurtuluşa eresiniz," "Şüphesiz ki şeytan, kumar ve içki ile aranıza düş­manlık ve kin sokmayı, sizi Aüahın zikrinden ve namazdan men etmeyi is­ter. Artık bunlardan vaz geçmez misiniz? [8] âyetleri inmiştir. Âyetin so­nunda bulunan: "Artık bunlardan vaz geçmez misiniz?" ifadesini işiten Ömer: "Artık vaz geçtik." demiştir.

Âyet-i kerimenin devamında: "Sana Allah yolunda ne harcayacakları­nı soruyorlar. De ki "İhtiyaçtan fazla olanı." buyuru İm aktadır. Burada geçen ve "İhtiyaçtan fazla olan" diye tercüme edilen kelimesi müfessirler ta­rafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir:

Abdullah b. Abbas, Katade, Ata, Süddi, İbn-i Zeyd ve Hasan-ı Basriye göre, burada zikredilen kelimesinden maksat, kişinin aile efradının na fakasından arta kalan malı" demektir. Bu hususta İbn-i Zeyd diyor ki: "İnsanlar her gün, içinde bulundukları günün şartlarına göre çalışıyorlardı. Şayet çalıştık­ları günlerde elde ettikleri mallarından aile efradına harcadıkları dışında bir şey artarsa onu tasadduk ediyorlardı. Yoksa aile efradını aç bırakarak insanlara tasadduk etmiyorlardı.

Ebu Hüreyre (r.a.) diyor ki:

"Resulullah, sadaka vermeyi emretti. Bunun üzerine bir adam: "Ey Alla­nın Resulü, benim bir dinarım var." dedi. Resuiullah: "Sen onu kendine harca"dedi. Adam "Başka bir dinarım daha var" dedi. Resulullah: "Onu da çocuğuna harca" dedi. Adam: "Başka bir dinarım daha var." dedi. Resulullah: "Onu da eşine harca" dedi. Adam: "Başka bir dinarım daha var" dedi. Resulullah: "Onu da hizmetçine harca" dedi. Adam: Bir başka dinarım daha var" dedi. Resulullah: "Onu ne yapacağını sen daha iyi büirsin." dedi.

Ebu Ümame, Resulullah (s.a.v.)´in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

"Ey Ademoğlu eğer sen ihtiyacından artanı harcarsan o senin için daha hayırlıdır. Eğer harcamayıp elinde tutarsan o senin için daha kötü­dür. Sen kendi kendine yetinmenden dolayı kınanmazsın. (Yani kişi kendi ihtiyaç duyduğu şeyleri harcamadığından dolayı kınanmaz) sen, harca­makla yükümlü olduğundan başla (ve bil ki) üstte olan el altta olan elden daha hayırlıdır.

21 Haziran 2009 Pazar

Bakara; 217

(217) "Sana haram ayı, ondaki savaşı sorarlar "Onda savaşmak büyük (günah)tır. Allah yolundan alıkoymak, O'nu inkar etmek, Mescid-i Haram'a engel olmak ve halkını oradan çıkarmak Allah ka­tında daha büyük (günah)tır. Fitne öldürmeden de beterdir. Eğer güçleri yeterse sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşa de­vam ederler. Sizden kim dininden döner ve o kafir olarak ölürse on­ların yaptıkları dünya ve Ahirette boşa gitmiştir. Onlar ateşin yara­nıdırlar ve onlar orada ebedi kalıcıdırlar."

Haram aylar; Recep, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarıdır. Bu 4 ay Arap Cahiliyye döneminde ve daha sonraki dönemlerde "Eşhurul hurum" olarak kabul edilmiştir. Yani bu aylar öbür aylara nisbetle biraz da­ha önem verilen aylardır, bu aylarda harb edilmez.

Peygamber Efendimiz (a.s.v.), Abdullah b. Cahş isimli halasının oğ­lu olan bir komutan mahiyetinde sekiz kişilik bir müfrezeyi keşif kolu olarak görevlendirmişti. Bu keşif kolu keşif amacıyla durumu kolaçan ederken Mekkeli müşriklerden bir kafileye rastlar. Yetkili olmadığı halde bu kafileye saldırılır ve onlardan bîrini öldürürler, diğerleri de kaçar, bu­nun üzerine Abdullah b. Cahş komutasındaki müfreze ganimet mallarını alarak Medine'ye döner. Bu durum sahabenin pek hoşuna gitmez. Hatta Peygamberimiz de hoş karşılamamıştı. Çünkü bunlara verilen emir ve görevin dışına çıkmışlardı. Nitekim kafirler "Muhammed'in adamları ha­ram ayda savaş yaptılar, adam Öldürdüler. Muhammed haram aylara ria­yet etmiyor. " şeklinde menfî ve aleyhte propagandaya başlamışlardır. İşte bu Ayetikerime bunun üzerine nazil olmuştur.

"Sana Eşhürul nurum (Haram aylar) daki harbi sorarlar. De ki: Bu haram aylarda savaşmak günahtır." Bize burada konuşma adabı da Öğreti­liyor. Demek ki imansızın ağzından bile çıkacak olsa haklı bir söz haktır, doğrudur, yeter ki haklı olduğu bilinsin. Bu takdirde kafirin sadece bu hareket veya sözü- tasdik edilir, kabul edilir.

Evet haram aylarda harb etmek büyük günahtır ancak "İnsanları Allah yolundan alıkoymak, O'nu inkar etmek, Mescid-i Haram'ın hürmetini kaldırmak, O Mescid- Haram'ın sakinlerini oradan sürüp çıkarmak (Yani Peygamberi ve ona uyanları Mekke'den sürerek Medine'ye hicrete mec­bur ettirmek) Allah katında daha büyük günahtır." Yani kafirler gelmişler diyorlar ki haram aylarda harp etmek günah değil midir? Evet günahdır, ancak sizlerin bizlere yaptığınız ve diğer insanlara ve şu anda da kendi nefsinize yapmakta olduğunuz şeyler daha büyük günahdır."Bu Filistinli çocuklarla da başa çıkılmıyor. Nedir bu çocukların yaptığı? Ellerinizdeki sapanı bıraksanıza....." diyorlar. Sözde mantıklı bir iş yapmalarını bekliyorlar. Çocuğun gözlerinin önünde ana-babasmı benzin dökerek yakmışlar. Evini gözelerinin önünde yıkmışlar, tarlasını elin­den alıp bir İsrailliye vermişler. Çocuk bunu 7,8,9,10 yaşında yani de­vamlı görüyor. Siz olsanız ne yaparsınız? Dinim kişinin hakkını almasını, mülkünü korumasını, secde ettiği yer uğruna ölmesini şehadet olarak ka­bul ediyor.

"İnsanları dinden alıkoymak, adam öldürmekten daha büyük günah­tır. Yani evet benim ashabımdan biri adam öldürmüştür, günaha girmiş­tir, doğru! Tevbe edecektir, mallarınızı geriye iade edecektir. Ancak sizlerin yaptığı yani insanları dinden alıkoymak daha büyük bir günahtır.

Günümüzde de böyledir; Adam öldüren hapishaneye atılır. Evet in­sanları öldürmek kötüdür. Rabbim Nisa Suresi'nin 93. ayetinde bir mü'mini haksız yere, taammüden öldüren kimsenin bütün insanları öldür­müş gibi olacağını belirtiyor. Ama bir de bugün dünya çapında büyük devletlerin yaptıklarına bakalım: Bu devletler insanların imanını alarak onları Cehenneme gönderilecek, yakıt haline getiriyorlar. İmanlarını kay­betmeleri için televizyonlarıyla, basınlarıyla tüm güçleriyle çalışıyorlar. Allah (c.c.) "Fitne" yani dinden alıkoyma, insanları imandan uzaklaştır­ma adam öldürmekten daha kötü bir olaydır diyor.

Bazı saf ve cahil mü'minler "bu batılılar iyi insanlar, İMFyi bize gönderiyorlar, paramızı nasıl kullanacağımızı, alış verişimizi nasıl yapa­cağımızı öğretiyorlar, bizim subaylarımızı kendi ülkelerinde eğiterek silahlann nasıl kullanılacağını öğretiyor, onları modern savaş tekniğine gö­re yetiştiriyorlar. Onlara fazla düşman olmaya gerek yoktur." diyebilir­ler. Fakat Allah (c.c) Ayet-i Kerimede şöyle buyuruyor: "Eğer güçleri yeterse sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle harp ederler."Şunu unutmayınız ki geceyle gündüzün mücadelesi nasıl devam ediyorsa, vü­cudumuzda yararlı mikroplarla, zararlı mikropların mücdelesi nasıl de­vam ediyorsa, dünya devam ettiği müddetçe iman-küfür, mü'min-kafir kavgası da devam edecek, son bulmayacaktır.

Batılı iki ilim adamı "Tarih Üzerine " adıyla kaleme aldıkları bir ki­tabın önsözünde şunları söylüyorlar: 3.000 Yıllık Dünya tarihi içerisinde harp edilmeden ancak ve sadece 35 yıl yaş anabilmiş tir. "Evet böyledir! Eğer bir yerde insan varsa ve henüz İslam'ın hakimiyeti tam olarak yerleşmemişse orada savaş olacaktır. Barışın yegane sağlayıcısı İslam'dır. Öyleyse bizde İslam'ın hakimiyetini tesis edelim... Çünkü, İslam'ın haki­miyeti sağlanırsa devletin başına geçen kişinin şahsi ihtirasları değil, Rabbimin Ahkamı geçerli oluyor. Eğer Rabbimin Ahkamı geçerli olmaz­sa devletlerin başına gelecek olan şahısların ihtirası gündeme gelecektir. Tabii ihtiras ve şahsi mes'eleler araya girdiği zaman da harpler kaçınıl­maz bir hal alacaktır.

Kafirler, yukarıda da izah etmeye gayret ettiğimiz gibi bizleri dinimizden döndürmek için ellerinden gelen herşeyi yapacaklar. Peki başarılı olabilirler mi? Eğer Rabbim yazdıysa başarılı olmaları da mümkündür. Ancak Allah (c.c.) burada bizleri tekrar ikaz ediyor: "Kim dininden dö­nerse, irtidad ederse ve kafir olarak ölürse iste onların dünyada da, Ahirette de amelleri boşa gitmiştir, iste onlar Cehennemin ashabıdır ve ora­da ebedidirler." buyııruluyor.

İmam Şafii Rahmetullahi Aleyh bu Ayeti kerimeyi tefsir ederken, der ki: Eğer bir adam dininden dönse, sonra Müslüman olarak tekrar dönerse yani tekrar Müslüman olursa bu şahsın Müslüman iken işlediği ameller kafir olması sebebiyle silinmemiştir, sadece dondurulmuştur. Eğer kafirlikte devam etse ve kafir olarak ölse idi tüm kazandığı sevapla­rı kaybedecekti, ancak tekrar pişman olup da Müslümanlığa döndüğün­den Allah daha önce işlediği sevapları gidermez, silmez ve tekrar o şah­sın hayır hanesi işler. Bununla birlikte İmam-ı Azam Ebu Hanife Rahme­tullahi Aleyh ise Maide Suresi'nin 5. Ayetikerimesini bu ayete teyidat olarak gösteriyor. O ayette "Kim imani inkar edecek olursa, onun ameli boşa gider." buyuruyor. Yani kişi irşad ettikten sonra tekrar Müslüman olsa bile eski sevapları yazılmaz ama o insan yeniden Müslüman olmuş gibi sıfırdan başlar diyorlar.

20 Haziran 2009 Cumartesi

Bakara; 215,216

215-Başkaları için ne harcayacaklarını sana soruyorlar. De ki: “İyilik/hayır umarak yapacağınız harcama, [önce] ebeveyninize, yakın akrabanıza, yetime, muhtaca ve yolcuya aittir; her ne iyilik yaparsanız mutlaka Allah onu çok iyi bilir.”

Bu âyet-i kerimede neyin infak edileceği soruluyor. Cevap olarak ta kimlere infakta bulunulacağı açıklanıyor. İşte bu ifade özellik taşıyan bir ifade­dir. Müfessirler burada kullanılan ifade tarzının, önemli bir hususun te´kid edil­mek istenmesinden ileri geldiğini söylemişler ve demişlerdir ki: "Âyetin ifade­sinden anlaşılıyor ki her şeyi infak etmek, her türlü mal ve varlıktan harcama yapmak mümkündür. Ancak önemli olan bu harcamanın kimlere yapılacağıdır. İşte bu hususun önemine binaen, harcanacak yerler sayılmış ve ana babaya, akrabaya, yetimlere, düşkünlere ve yolda kalmış olanlara harcanması .gerektiğine işaret edilmiştir.

Sûre içinde yeni bir hukukî konu açan bu âyet, farz olan zekâtın yanında, gönülden yapılacak harcamaların kimlere sarfedileceğini belirtmektedir. Bütün mezheb imamları, yoksul ana-babayı beslemenin, evlâd üzerine farz olduğunu belirtmişler ve bu husustaki harcamayı zekât saymamışlardır. Bundan dolayı zekât, böyle gönülden yapılacak iyiliklerden ayrıdır. Kur'ân, her vesiyle ile müslümanları iyiliğe teşvik etmekte ve yapılacak iyiliğin, herşeyden önce ana-babaya, akrabâya, yetîmlere, rızkını kazanmaktan âciz yoksullara, yolda kalmışlara yapılmasını öğütlemektedir (Tefsîru Âyâti'l Ahkâm 1/114).

216-Savaş, hoşunuza gitmediği halde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.

Savaş insanların severek, zevk alarak yaptıkları bir şey değildir. Fıtratı ve ruh sağlığı bozulmamış kimseler öldürmek, yakıp yıkmak, acılar vermekten zevk almaz, bunlardan hoşlanmaz. Ancak vücudu kurtarmak için kangren olmuş elin kesilmesi, içeride kalmış çocuğu kurtarmak için kapının kırılması nasıl zaruri ise savaş da toplumların hayatında böyle zaruret haline gelebilir. Din ve vicdan hürriyetini sağlamanın, zulmü ve fitneyi önlemenin, tecavüzlere son vermenin yolu savaştan geçebilir. İşte bu durumlarda savaşmak şüphesiz insanlık için daha hayırlı ve daha şerefli bir davranıştır. Cihad ise hiçbir zaman bir saldırı değildir. Çünkü önce İslam’a davet yapılır, kabul eden müslümandır. İslam’ı kabul etmeyenden tabi olması istenir. Bunu da kabul etmezse, ancak o zaman savaşılır. Savaştaki sırrı biz bilemeyiz ama onu Allah bilir. Bazı milletler cezaya müstahak olunca, Allah onları çeşitli belalarla cezalandırır. İşte onlardan birisi de savaştır. Resulullah Efendimiz, Abdullah b. Cahş kumandasında bir müfrezeyi, Kureyş kervanından haber getirmeleri için Mekke’ye göndermişti. Kureyş kervanını görünce, dayanamayarak hücum ettiler. Kervandan bir kişiyi öldürdüler, iki kişiyi esir aldılar. Kervanı sürüp Peygamberimize getirdiler. O gün receb ayının ilk günüydü. Müşrikler:Muhammed, haram aylarında savaşıyor, diye yaygara kopardılar. Bunun üzerine bu ayet indi.

Bu âyet-i kerime. Allanın dinini yeryüzüne hakim kılmak için mümin­lerin, her türlü zorluğuna rağmen cihad etmelerinin gerekliliğini beyan etmektedir. Bu hususta Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde de şöyle bu­yuruyor:

"Rızkım, mızrağımın gölgesi altında kılındı. Zillet ve aşağılık ise em­rime karşı gelene verildi. Resulullah efendimiz diğer bir hadis-i şerifinde de şöyle buyurmuştur: "Kim cihad etmeden ve cihad etmeyi gönlünden geçirmeden ölürse bir nevi münafık olarak ölmüş olur.

Ebu İshak el-Fezari diyor ki: "Ben Evzaiden "Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı." âyetini sordum ve dedim ki: "Bütün insanların savaş etmeleri farz mı?" Evzai de dedi ki: "Ben onu bilmiyorum ama, imamların ve halkın bunu terketmeleri doğru değildir. Kişinin bizzat kendisine tek olarak farz değildir."

Diğer bir kısım müfessirler ise bu âyette emredilen cihadın, cenaze na­mazının kılınmasında olduğu gibi müminlerin üzerine farz-ı kîfaye olduğunu, müminlerden belli bir grubun bu farzı eda etmeleri halinde diğerlerinden bu farzın düşeceğini söylemişlerdir.

Taberi diyor ki: "Bize göre doğru olan görüş te budur. Zira, bu hususta deliller ittifak halindedir Cihad etme ne sadece belli insanlara farz kılınmıştır. Ne de her ferdi şahsen yükümlü kılan bir farzdır. Zira bu hususta Allah teala şöyle buyurmuştur: "Müminlerden özürsüz olarak savaşa katılmayıp otu­ranlarla, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler bir değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından, oturup geri kalanlardan daha üstün kılmıştır. Allah, hepsine de, en güzel şey olan cenneti vaadetmiştir. Allah, cihad edenleri, oturanlara, büyük bir mükâfaatla üstün kılmıştır. [281]Allah teala bu âyette, cihad edenlerin, cihad etmeyenlerden üstün olduklarını belirttikten sonra, her iki sınıf için de güzellik olduğunu bildirmiştir. Şayet cihad her fert için farz olsaydı, bu farzı ifa etme­yenler için güzellik değil ceza vaadedilirdi.

Süddi bu âyeti izah ederken şöyle demiştir: "Müslümanlar savaşmayı hoş görmüyorlardı. Allah teala onlara buyurdu ki: "Belki hoşunuza gitmeyen sa­vaş, sizin için daha hayırlıdır." Yani, savaşta ganimet elde edersiniz, zafere ulaşırsınız ve şehit düşersiniz. Savaşa gitmemeniz halinde ise bunlardan mah­rum olursunuz."

Abdullah b. Abbas diyor ki: "Bir gün ben, Resulullahin terkisine binmiş­tim. O bana dedi ki: "Ey İbn-i Abbas, heva ve hevesinin aksine de olsa Allahın, senin hakkında takdir ettiğine razı ol. Zira bu durum, Allahın kitabında mevcut­tur." Dedim ki: "Ey Allahın Resulü, o nerede? Ben Kur´anı okudum." Resulul-lah buyurdu ki: "O, belki de hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlı­dır. Belki hoşunuza giden bir şey de sizin için daha kötüdür. Alİah bilir siz bile­mezsiniz..." âyetinde mevcuttur.

19 Haziran 2009 Cuma

Bakara; 214

(214) Yoksa sizden önce geçenlerin durumu sizin de başınıza gel­meden Cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Onlara yoksulluk ve sı­kıntı gelip çattı ve sarsıldılar. Hatta peygamber ve beraberindeki mü'mînler: "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyorlardı. Gözünüzü açın: Şüphesiz Allah'ın yardımı yakındır."

Şöyle diyor bazı mü'minler: Allah'a çok şükür Allah'ın Kitabını aldık,okumasını da öğrendik. Akşamları okuyoruz, bazen de tefsirine bakı­yoruz, manasını öğreniyoruz. Bundan sonra da öğrenmeye devam edece­ğiz. Namazı kılacağız, orucu tutacağız, zekatı vereceğiz, zengin olursak da hacca gideceğiz. Oh ne ala değil mi? Kur'an-ı Kerim'i baştan sona okuyacaksınız, 6000 küsur ayette senin saydığın namaz, oruç, hacc, zekat, kelime-i şehadetten başka şeyler de var... Emirler var, yasaklar var!!!

Bunların hepsini yerine getirmeye gayret etmemiz gerek.Allah (c.c.) sizden Öncekilerin başına gelenler sizin de başınıza gel­meden Cennete girivereceğinizi mi zannettiniz, buyuruyor. Yani Cenne­te girmek öyle kolay değil. Dünyada devlete, Ahirette Cennete ulaşmak öyle kolay değil. Musa (a.s.) dünyada devlete ulaşmayı, denizde boğul­mayı göze alıp Rabbine tevekkül ederek yürümekle başardı. Yusuf (a.s.) devlete ulaştı ama hapishaneden geçti. İbrahim (a.s.) devlete ulaşmak için ateşe atılmayı göze aldı. Çekirdeğin bile çiçek açabilmesi için çatlaması gerekiyor. Ana yavrusunu koklamak için doğum sancısı çekiyor. Yani ta­biatta da aynı kural geçerli. Çile çekmek!!! İyi neticeler meşekkatlerin ar­kasından geliyor. Şu anda zengin olanlar, iyi durumda olanlar zamanla bu seviyeye ulaşmak için mutlaka iyi veya kötü çilesini çekmişlerdir. Yani bazı mahrumiyetlere katlanmışlar. Başka bir tabirle "Kuru ekmek ve so­ğan yemek" zorunda kalmışlardır.

Öyleyse, dünyada devlete Ahirette Cennete ulaşabilmek için geçmiş toplumların başına gelenler sizin de başınıza gelecektir. Onların başına gelmiş: "Be'sa" ; İnsanin vücudunun dışında başına gelen bela ve musi­betler, malına gelen zarar, evine gelen zarar, çocuğuna çoluğuna gelen zarardır, "Darra" genelde beden ile ilgili zararlardır. Kafirlerin işkence et­mesi, elini kolunu kesmesi., çeşitli şekillerde hapsetmesi gibi... Hastalık olması, hastalığa yol açması için ilaç verilmesi, şırınga verilmesi gibi çe­şitli şekillerde azab edilmesi. Peygamber Efendimiz bunu "Tarakla etleri­ni taramak ve etlerini kemiklerinden ayırmak." olarak tarif ediyor. Bu şe­kilde işkence yapılmasına rağmen bir zamanlar mü'minler tüm bunlara rağmen dinlerinden dönmemişler.

Bununla birlikte insan ne de olsa neticede insandır. Felaketlerle karşı karşıya gelince "Hani yardımın" şeklinde feryad ediyor. Yani "Peygam­ber ve beraberindeki Müslümanlar Yarabbi Sen yardım edeceğini vaad ediyordun. Hani yardımın?" diyorlar. Aslında bu feryad şikayet maka­mında değil, naz makamındadır. O kadar bela ve musibetler geliyor ki ta­hammülleri bir noktaya kadar varıyor: "Yarabbi yardım edeceğim diyor­dun. Hani yardımın?" Bunu peygamber yaptığına ve Allah da bize aktar­dığına göre demekki caizdir, yanlış değildir. Mehmet Akif merhumun da buna benzer bir şiiri vardır; şiirini söyler, söyler yakınır da sonunda şöyle bağlar: "Ağzım kurusun, yok musun eeey Adl-i İlahi?" Çünkü vatan çiğ­nenmiş, Kur'an ayaklar altına alınmış...

Kur'an ayaklar altında sürünsün mü İlahî,

Ayatının üstünde yürünsün mü İlahi?

Çöksün mü nihayet koskoca bir din,

Çektirme bu zilleti bizlere, Amin!

Diye şikayetini yapıyor. Aslında naz yapıyor ve sonunda da kurusun dilim diyor. Kur'an'ın bazı ayetlerini bilmeyen şiir seven dostlarımızın bazıları mısralarından dolayı Akif e çatarlar, Allah'a isyan ediyor di­ye Halbuki Allah'a isyan etmemiştir, dikkat edilirse tefsirini yapmaya gayret ettiğimiz, ayette de hemen hemen aynı şeyi zamanında bir peygam­ber ve yanındaki mü'minler diyorlar.Rabbim cevap veriyor: "İyi bilin ve uyanık olun ki Allah'ın yardımı çok yakındır." Hemen peşinden de Allah onlara yardımını gönderiyor. Peygamberimiz Efendimizin hayatında bu­na benzer olaylara çok rastlanıldığı gibi 1400 senedir İslam Tarihinde de buna benzer olaylar yaşanmıştır. Allah (c.c) Ankebut Suresi'nin 1 ve 2. ayetlerinde "İnsanlar imtihan edilmeden, "Amenna" iman ettik deyivermekle başıboş bırakılacaklarını mı zannediyorlar?" buyurur. Ne güzel ayet-i kerime... Günümüz de öyle insanlar var ki evet "İman ettim." diyor ama beri taraftan da Rabbim'in ayetlerine karşı harp ilan ediyor: Allah'ın Kitabı 1400 sene önce nazil olmuş, o günün şartları için geçerliymiş!" di­yor. "Kur'an'a inanıyorum ama bugün geçerliliği kalmamıştır." diyor San­ki antikaya olan merakı gibi ve adeta "Kur'an bizim için mukaddes bir ki­taptır, müzemizin en mutena köşesine koyalım." demeye getiriyorlar. Ev­lerinin en yüksek yerlerine asıyorlar, kıyamete kadar hatırasını devam et­tirelim, O'na imanımız var diyorlar ama bir türlü de okumuyorlar, uygu­lamasına yanaşmıyorlar.

Rabbim bu tür insanların bu ve benzeri sözlerini bilir, çünkü onları yaratan O'dur. Yarattığının ne söyleyeceğini, ne yapacağinı bildiğinden dolayı "îman ettik deyivermekle bırakılıvereceklerini mi zannediyorlar." imtihandan geçecekler, diyor. Altınla demir birbirlerine karşı üstünlük taslayabilirler ama bunların hakikisi ile sahtesi ateşe girince nasıl belli olursa işte insanlar da böyle ayrılacaklardır. Mesela Konya'nın köylerin­de ahşap ev yapılırken sağlam dursun, direk vazifesi görsün diye kiriş ta­şırlar. Herkesin buna ihtiyacı vardır. Bu sebeple bunu bilen köylüler ime­ce usulüne başvururlar ve her cuma günü köylülerden delikanlılar gider o kirişi getirirler. O kirişin yükünü aslında belli kişiler çeker çünkü kirişin başında iki, ortasında iki sonunda iki delikanlı olur ki bu kirişi taşısınlar, Bir de köylerde velveleciler olur. Onlar da "Haydi uşaklar!!! Tutun ha! Dayanın ha!" diye bağırırlar. Uzaktan biryerden bakan bir adam bağıran o adam için ne kadar da gayret sarfediyor diye düşünebilir. Halbuki onun pek faydası yoktur, asıl yükü çeken kirişin altındaki delikanlılardır.Evet velveleci de lazım ki onları gayrete getirsin ama dediğimiz gibi asıl yükü çeken kirişin altında olanlardır.

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de hep böyle olmuştur; insan, yani gerçek mücahid, kahraman insan ateşle, yükle karşı karşıya geldiğinde belli olur. Allah (c.c.) 'de imtihandan geçmeden, başıboş bırakılıvermeyeceğimizi, Ankebut Suresinde bizlere haber veriyor.

18 Haziran 2009 Perşembe

Bakara; 212,213

212-Hakikati inkara şartlanmış olanlara [yalnız] bu dünya hayatı güzel görünür. Bu nedenle, imana ermişlerle alay ederler; ama Kıyamet Günü Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyanlar onlardan daha üstün (bir konumda) olacaklardır. Ve Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.

Kâfirlere, geçici dünya hayatı süslü gösterildi. Orada böbürlenmeyi, mal­larının ve sayılarının çoğalmasını isterler. Onlar, dünyaya ve onun süslerine önem vermemeleri sebebiyle, iman edenlerle alay ediyorlar. Oysa Allah ın emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınarak ondan korkanlar, kıyamet gününde cennete girerek bu kâfirlerden üstün duruma gelirler. Allah, bu takva sahiplerine ikramlarından ve bol ihsanlarından hesapsız bir şekilde nzık verir. Çünkü o, ha­zinelerinin tükeneceğinden korkmaz.


213-Bütün insanlık bir zamanlar bir tek topluluktu; [sonra ihtilafa düşmeye başladılar], bunun üzerine Allah, müjdeci ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi ve onlar aracılığıyla hakikati ortaya seren vahiy(ler) bahşetti ki bununla insanların farklı görüşler edinmeye başladıkları her konuda karar verilebilsin. Buna rağmen, kendilerine hakikatin bütün kanıtları geldikten sonra aralarındaki kıskançlıktan dolayı onun anlamı hakkında ihtilafa düşenler bizzat bu [vahy]in tevdî edildiği aynı insanlardı. Ancak Allah, inananları, kendi iradesiyle, üzerinde ihtilafa düştükleri hakikate sevk etti; çünkü Allah, [ulaşmak] isteyeni doğru yola ulaştırır.

Müfessirler bu âyette zikredilen "Tek bir ümrnet"ten kimlerin kastedil­diği hakkında farklf görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas ve Katadeden nakledilen bir görüşe göre bu âyette zikredilen "Tek bir ümmef´ten maksat, Hz. Âdem ile Hz. Nuh arasında yaşayan ve on nesil devam eden ümmettir. Bunlar, Hz. Nuha kadar hak şeriat üzere te bir ümmet olarak yaşamışlar, Hz. Nuhtan sonra ihtilafa düşmüşler, Allah da bunlara, müjdeleyici ve uyarıcı Peygamberler göndermiştir. Bu izaha göre "Üm­met" kelimesinden maksat "Tek din üzerinde birleşen insanlar" demektir. Bu hususta başka bir âyet-i kerimede "Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet ya­pardı.. buyurulmaktadir.

b- Mücahide göre bu âyette zikredilen "İnsanlar" kelimesinden maksat, Hz. Âdem, "Ümmef´ten maksat da "Hayırlarda önder" demektir. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: "Adem, hak din üzere idi ve soyu için bir imamdı, Al­lah, onun evlatlarından müjdeleyici ve uyarıcı Peygamberler gönderdi." Bu âyetteki "Ümmet" kelimesinin, hayırlarda Önder mânâsına geldiğini şu âyetteki aynı mânâya gelen "Ümmet" kelimesi de pekiştirmektedir. ´´Şüphesiz ki İbra­him, Allaha boyun eğen, hakka yönelen bir ümmetti (Önderdi)"

c- Übey b. Kâ´b ve İbn-i Zeyd´den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen "İnsanlar"dan maksat, Hz. Âdemin sulbünden zerrecikler ha­linde çıkarılan insanlar, "Ümmet´ten maksat ise "Tek din" demektir. Yani, Al­lah teala, Hz. Âdemi yarattıktan sonra onun sulbünden insanları zerrecikler ha­linde çıkarmış ve onlara "Ben sizin rabbiniz değil miyim?" demiş onlar da, hep birlikte "Evet, sen bizim rabbimizsin." demişler, böylece tek din üzere olmuşlar­dır. Fakat daha sonra dünyaya gelince Allaha verdikleri söze bağlı kalmamışlar, ihtilafa düşmüşler Allah da onlara müjdeleyici ve uyarıcı Peygamberler gönder­miştir.

Âyet-i kerimede zikredilen "Kitap"tan maksat, Tevrattır. Yahudilere apa­çık mucizeler geldikten sonra sırf birbirlerine karşı azgınlıklarından ve liderlik kavgasından dolayı, Alİahın hükümleri hakkında ihtilafa düştüler. Fakat Allah, Hz, Muhammede iman eden müminleri, Yahudilerin, hakkında ihtilaf ettikleri konularda, Hz. Muhammede gönderdiği bilgilerle aydınlığa kavuşturdu. Yahu­dilerin, aralarında ihtilafa düştükleri şeyler, kıble, oruç tutma, haftanın tatil gü­nü, Hz. İbrahimin Yahudi veya Hıristiyan olması, Hz. İsanın Peygamberliği vb. şeylerdir, bu hususta İbn-i Zeyde diyor ki: "Ehl-i Kitap, kıble hakkında ihtilaf ettiler. Bazıları doğuya doğru bazıları da Kudüse doğru namaz kılarlar. Bize ise Allah kıbleyi gösterdi. Onlar, oruç hakkında da ihtilafa düştüler. Bazılan günün sadece bir kısmında oruç tutarlar bazıları da gecenin bir bölümünde oruç tutar­lardı. Allah bize, orucun ne olduğunu gösterdi. Onlar, haftanın tatil günü olan Cuma gününde de ihtilafa düştüler. Yahudiler, Cumartesi gününü, Hıristiyanlar da Pazar gününü tatil edindiler. Allah bize de o tatil gününün Cuma günü oldu­ğunu gösterdi. Enl-i Kitap, Hz. İbrahim hakkında da ihtilâf ettiler. Yahudiler; "O Yahudidir." dediler. Hristiyanlar da "O Hristiyandır" dediler. Allah onu bu iftiralardan arındırdı. Onun, hakka yönelen bir Müslüman olduğunu ve iddia et­tikleri gibi müşriklerden olmadığını bildirdi. Ehl-i kitap, Hz. İsa hakkında da ih­tilafa düştüler. Yahudiler onun Alİahın bir sözü değil bir iftira olduğunu söyle­diler. Hıristiyanlar ise onun rab olduğunu iddia ettiler. Allah bize, onun hakkın­da doğruyu bildirdi. İşte ehl-i kitabın, haklarında ihtilaf ettikleri ve Allah´ın da, biz iman edenlere bildirdiği şeyler bunlardır.

Âyet-i kerimenin sonunda: "Allah, dilediğini doğru yola iletir." buyurul­maktadır. Bu âyetin bu bölümü, hak ehlinin şu sözünün doğru olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. "Kullar üzerinde bulunan her nimet, dinleri hususunda olsun, dünyaları hususunda olsun Allah tandır."

17 Haziran 2009 Çarşamba

Bakara; 211

(211) "İsrail oğullarına sor, onlara nice apaçık ayetler verdik. Kim kendisine geldikten sonra Allah'ın nimetini değiştirirse, (bilsin-ki) şüphesiz Allah'ın cezası pek şiddetlidir."

Ben-i İsrail'e sor. Yani şu yahudi çocuklarına sor. Onlara ayet olarak nice deliller verdik, nice ayetleri delil olarak indirdik. Bakara Suresinin baştaraflarında onlara bıldırcın etini, kudret helvasını vermiş ve gökyüzünü üzerlerine bulutla gölgelemiş... Benim için bunlar şehirden çıktılar, orada köle olarak yaşamaktansa, çölde hür olarak yaşamayı ter­cih ettiler diye Allah nimet olsun için onların üzerine gölge vermiş, ateşin hararetinden korumuş, onlara bu kadar açık ayetler gelmiştir, sor onlara...

Kim Allah'ın nimeti geldikten sonra onu değiştirirse, Allah'ın azabı pek şiddetlidir. Yani Rabbim buyuruyor ki; onlara sorun, bunlara bu ni­metleri verdim, Firavun gibi bir devleti, devlet başkanını yıkıp yerine on­ları geçirdim, yeryüzünün halifesi kıldım ama Allah'ın nimetini değiştir­diler onlar... Kitaba yan baktılar, Kitab'ın ayetlerini değiştirdiler. Kendi krallarının kanunlarını Allah'ın kanunlarının yerine koydular. Allah'a şükretmediler, Allah'ın günlerini bile değiştirmeye kalktılar ve bu cezaya çarptırıldılar, hala da zillet içerisinde yaşayıp gidiyorlar.

Bu Yahudiler bizim basınımızda büyütüldüğü gibi değildir. Bunu yu­karıda değişik bahislerle dile getirmeye çalıştım. Bununla birlikte tekrar etmekte yarar var: Bu adamlar yani Yahudiler aslında basının abarttığı gibi dünyanın en iyi siyaset bilen adamları değil belki de dünyanın en kö­tü siyasetçileridir. Çünkü tarihe bakarsanız insanlık tarihinin en eski kav­mi, milleti bu İsrailoğullarıdır. En eski millet olmaları hasebiyle bugün sayılarının çok çok fazla olması gerekirdi. Ama dünya üzerindeki sayıla­rına baktığınızda İspanyol Çingenelerinin sayısı kadar var veya yoktur tüm mevcutları....
Mesela Buhtunnasır dünya üzerinde tek Yahudi kalmayacak, tü­münü öldüreceksiniz diye emir vermiş ve askerleride bulabildikleri bütün Yahudileri öldürmüşlerdir. Fakat bu Yahudilerden kalan küçük bir grup veya bir kadınla bir erkek gene bu Yahudi soyunu devam ettirmiş. Der­ken bir zaman sonra Romalılar döneminde gene toplu kıyım yapılmış en son olarak da Almanlar yakmışlar. Aslında bunlar zulüm gibi görünmek­le birlikte, bütün bu katliamlara kendileri sebep olmuşlar, kendilerinin yaptıkları şeyler yüzünden bu katliamlar gerçekleşmiş, işte bunun için si­yaset bilmemektedirler, diyorum.Ticaret de bilmezler bana göre...
Şuna benziyor; adam size diyor ki bak buraya altından bir ya­tak yaptım, yorgan da altından. Yiyeceğin ise kuş sütü... Yalnız tek bir mahsuru var o da burada yatmak ölümüne sebep olabilir. Buna benziyor, Yahudilerin bugünkü durumu... Tabii bu duruma düşmelerinin sebebi de Allah'ın ayetlerini değiştirmeleridir. Bizler de Allah'ın ayetlerini Allah .(c.c.) bizzat kendisi koruduğu için değiştiremiyoruz, yoksa zamanında bi­zim içimizden de bu ayetleri tahrif ve değiştirmeye yönelen insanlar çık­mıştır. 1962-63 yıllarında parlamentoya sunulan bir teklifte Kur'an'ın ayetlerinden bir kısmının çıkartılarak yerine filan adamın sözlerinin ko­nulması yer almıştır. Her ne kadar ayetleri tahrif etmek veya kaldırmak mümkün olmamışsa da bunun değişik bir metodunu denemiş ve başarılı olmuşlardır ki o da ahkamının yasaklanmasıdır. Kur'an'ın kendisi duruyor ama ahkamı kaldırılarak yerine yeni ve başka, insanların elinden çıkmış kitaplar ve ahkamlar konulmuştur. İşte biz de o günden bu yana doğrulamadık. Ancak Allah'ın ipine sarılırsak doğrulacağımız da nuhakkaktır!!![66]

15 Haziran 2009 Pazartesi

Bakara; 208-209-210

(208) "Ey iman edenler! Hep birden barışa (İslam'a) girin ve Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Şüphesiz o size apaçık bir düş­mandır."

Ey iman edenler!.. Hepiniz topluca İslam'a giriniz veya ey iman edenler İslam'ın bütün şubelerine giriniz, iki türlü manayı da vermek mümkün. Yani namazı kılıyorsun, orucu tutuyorsun ama yalanı da söylü­yorsun. Olmaz! Onu da yapmayacaksın, çünkü yalan söylememek de oruç ve namaz gibi islam'ın bir şubesidir. Zina etmemek, içki içmemek, kumar oynamamak, faiz almamak, iftira etmemek ve daha sayamadığı­mız bir çok şey İslam'ın şubesidir. Allah'ın dininin hakim kılınması için yapılacak bütün hareketler İslam'ın şubesidir. Yani Rabbim Kitab'ında, Peygamber Efendimiz sünnet-i seniyesinde neyi vermişse hiçbirini eksik bırakmadan İslam'a giriniz. Burada İslam ile iman arasında bir fark oldu­ğuna da işaret vardır. İman daha ziyade gönülde halledilen bir şeydir, İs­lam ise gönüldekinin dışta görünüş halidir. Hani insanlar toprağa çekir­dek ekerler, evet toprakta bir çekirdek, tohum var ama nereden bileceğiz. Meyve verecek ki bilinsin. Aynı bunun gibi kalpte olan imanın da dıştan görünmesi gerekiyor.

Allah (c.c.) ey iman edenler diyor. Evet iman ediyoruz ama bu iman dış dünyamıza da yansımalı. Nasıl mı? Hayatımızın her anında! İslam'ın bir bölümünü yapıp da bîr bölümünü yapmamazlık etmeyiniz. Şu konu­larda Allah'ın emirlerine uyalım da şu şu konularda da Allah bizi affetsin, demek olmaz. Allah'ın dediklerini tutalım ama şu adamın dediklerini de tutalım demek iki dinli olmak demektir. Dolayısıyla bu durum iki ilahlı olmayı da gerektiriyor. Zaten Rabbim de "Şeytanın adımlarına tabi olma­yınız." buyuruyor. Diyebilirler ki bu ne demek? Biz Şeytanı görmüyoruz ki onun adımlarına uyalım. Evet Şeytan görünmez ama yaptığımız bütün kötülükler Şeytanın vesvesesinden kaynaklanan şeylerdendir. Demek ki uyma böyle oluyor, şeytanın vesvesesine uymak onu adım adım takip et­mek demektir. Hem Allah'a hem de Şeytanın veya Şeytanın adamlarının askerlerinin yoluna yani ikisine birden devam etmek mümkün değil, adımlarınız ancak bir tarafta olacak, ya o tarafta ya bu tarafta.... Bu se­beple Allah (c.c.) herşeyinîzle İslam'a giriniz, İslam'ın bütün şubelerine giriniz buyuruyor. Çünkü, "Şeytan sizin için apaçık bir düşmandır."

Kur'an-i Kerim'i dikkatlice okursak görürüz ki Allah'ın Şeytanı lanet­lemesi ve huzurundan kovması da bizim yani biz insanlar içindir. Şeytan insana saygı göstermediğinden, Allah'a bu konuda itaat etmediğinden rahmetten kovulmuştur, yani sebep biziz.

Bu şuna benziyor: Ben senin yüzünden birine düşman olmuşum. Bi­risi sana kötülük yapmış ben de ona düşman olmuşum. Ama ben ona düş­man olduğum halde sen gidip onunla dostluk kuruyorsun, onunla yiyip onunla içiyorsun. Biz bunu nasıl kabul edebiliriz. Ben senin yüzünden ona düşman oldum sen ise onunla birlikte oluyorsun. Onunla birlikte ol­man demek bana cephe alman demektir. Burada da Allah (c.c.) Şeytanı Adem (a.s.)'a saygı göstermediği için huzurundan kovmuş, lanetlenmiş. Buna rağmen Adem'in nesli tutuyor düşman olan Şeytanla kolkola dolaşı­yor, onun adımlarını takip ediyor, Rabbimin mülkünde. Allah bunu kabul etmez!



(209) Size apaçık belgeler geldikten sonra kayarsanız, biliniz ki Allah güçlüdür, hüküm sahibidir."

Bu kadar apaçık deliller geldikten sonra da eğer kayarsanız, saparsa­nız iyi bilin ki Allah güçlüdür kuvvetlidir, Allah herşeye hükmedendir, ilim ve hikmet sahibidir. Peki ne yapar bu müşrikler?



(210) "Onlar, Allah'ın ve meleklerin buluttan gölgeler içinde on­lara gelip işin bitmesini mi bekliyorlar? Oysa bütün işler Allah'a döndürülür."

Yani Allah (c.c.) bulutlar içerisinde veya meleklerini bulutlar içeri­sinden gönderip, ateşler yağdırıp, iman edin bakalım ey kafirler!! demesi­ni mî bekliyorlar? Halbuki Allah öyle birşey yapmayacaktır. Denilebilîr ki, eğer Allah böyle yapacak olsaydı tüm imansızlar imana gelirdi. Evet gelmesine gelirdi ama bu iman gönülden, isteyerek olmadığı için kafirle­re bir fayda sağlayamazdı..Zorlama yoluyla ve gönül yoluyla iman etme arasında farklar vardır.

Mesela iki arkadaşınız var. Birisi yüzyüze, karşı karşıya geldiğinizde Oooo Ali Efendi, Veli Efendi, canım ciğerim nerelerdesin diyor ama on­dan ayrıldığınızda ise sizi tanımıyor. Diğer tanıdığınızla merhabalaşma ve selamlaşmanız ise birincisi gibi gürültülü ve yağlı değil, bilakis ciddi bir şekilde, ama o arkadaşınız sizin gıyabınızda, sizin olmadığınız yerde sizi savunuyor, hakkınızı korumaya çalışıyor. Fakat ikisini yanyana getir­seniz birincisi takla atarak gelir yanınıza, ama zorlama ile...

Şimdi burada da Allah (c.c.) adeta bu örnekteki gibi iki ayrı karakter­deki iki ayrı adama hitaben buyuruyor ki gökyüzünden meleklerle ateş yağdırarak iman edenin imanı mı geçerli yoksa Beni görmeden, Benim çiçeklerimi görerek iman edenler, Ben'i görmeden gönderdiğim peygam­bere iman ederek, ona gönülden bağlananlar, Ben'im verdiğim rızıklara bakıp bakıp da Yarabbi bunu yaratamadığıma göre Sen'sin bunu yaratan! deyip ona şükredenler mi değerli? Dikkat ederseniz gökten ateş yağdığını görerek iman edenlerin imanı kıymetli ve geçerli değildir. Zaten akaid ki­taplarımızda da vardır; yeis halindeki iman iman değildir! Ümitsizlik anında bir adam iman etse geçerli değil. Mesela Kur'an-ı Kerim'de hika­yesi geçtiği üzere Firavun denizde boğulurken "Ben Ben-i İsrail'in Rabbine iman ettim" demiştir, ama bu iman kabul edilmemiştir.

Bakara; 205,206,207

205-Ancak hakimiyeti eline alır almaz yeryüzünde fesat çıkarmaya, [insanın] ürünü[nü] ve nesli[ni] yok etmeye çalışır: Allah fesadı sevmez*(Muhammed Esed Meali).

205-O, iş başına geçti mi (ya da sırtını çevirip gitti mi) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez.(Ali Bulaç Meali)

Müşriklerden Ahnes ibn Şerîk, Hz. peygamber'e gelip müslüman olduğunu söyledi. Dönerken de müslümanların ekinlerini yakıp hayvanlarını kesti. Âyette, böyle içi başka, dışı başka insan karakteri nitelenmektedir.


*Lafzen, “o, yeryüzünde fesat yaymak ve ürünü ve nesli yok etmek için orada koşturup durur [yahut “çaba gösterir”] demektir. Birçok müfessir, bu cümlede, bu şekilde tanımlanan kişinin bilinçli bir niyet taşıdığına işaret edildiği kanısındadır; ama li yufside'deki (genel olarak “fesadı yayabilmek için” şeklinde anlaşılır) li edatının bu bağlamda gramercilerin lâmu'l-âkıbeh dedikleri, “sonuç belirtmek için kullanılan lâm [harfi]”nin fonksiyonunu görmesi de mümkündür -yani bilinçli bir niyetin varlığı veya yokluğu sözkonusu olmadan (fesat saçmakla uğraşır). (Benim benimsediğim şekilde çevrilmesi durumunda bu her iki ihtimal de gözetilmiş olmaktadır.) Hars ifadesine (tarafımdan “ürün” olarak çevrilmiştir) gelince, bunun asıl anlamı, emek yoluyla sağlanan “kazanç” yahut “gelir”dir; ve çoğunlukla “dünyevî mallar”ı ve özellikle de hem toprağın işlenmesi yoluyla elde edilen ürünü, hem de bizzat işlenmiş tarlanın kendisini gösterir. Eğer hars bu bağlamda “ürün” olarak anlaşılırsa, bu, mecazî olarak genelde insan davranışlarına ve özelde de toplumsal tavırlara uygulanabilir. Ancak bazı müfessirler -görüşlerini “kadınlarınız sizin tarlalarınızdır” (2:223) şeklindeki Kur’an ifadesine dayandırarak -hars'ın burada “eşler”i anlattığını iddia ederler (karş. Râzî ve Menâr II, 248: dilbilimci el-Ezherî'den naklen): Bu durumda “ürünün ve neslin yok edilmesi”, aile hayatının sarsıntıya uğraması ile ve sonuçta bütün bir toplumsal yapının çökmesi ile eş anlamlı olur. Bu iki yorumun her ikisine göre de pasaj şu anlama gelmektedir: Yukarıda tanımlanan zihniyet, genel bir kabul görüp sosyal davranışları yönlendirir hale gelir gelmez kaçınılmaz bir şekilde yaygın bir ahlakî çürüme ve sonuç olarak sosyal bir çözülme ile noktalanır.


206-Kendisine ne zaman “Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde ol!” dense, yersiz gururu onu günaha sevk eder: böylelerinin payına cehennem düşecektir; ne kötü bir konaklama yeridir orası!

207-Ama insanlar arasında öylesi de var ki Allah'ın rızasını kazanmak için kendisini feda eder: Allah ise, kullarına karşı daima şefkatlidir.

Bu hususta diğer bir âyet-i kerimede de şöyle buyuruluyor: "Onlara apaçık âyetlerimiz okunduğu zaman, kâfirlerin yüzlerinden inkârlarını anlarsın. Neredeyse kendilerine âyetlerimizi okuyanlara saldıracak olurlar." Ey Muhammed, de ki: "Size, bundan daha kötü bir şey haber vereyim mi? Ateştir." Allah, onu, kâfirlere vaadetmiştir. O, ne kötü bir dönüş yeridir.

Süheyb b. Sinan, Mekkeden Medineye hicret etmek istediği zaman kavmi ona engel oldu ve onu hapsettiler. Bunun üzerine Süheyb kavmine şöyle dedi: "Evimi ve malımı ve elimde bulunan her şeyimi size vereyim yeter ki beni ser­best bırakın, gidip Hz. Muhammede kavuşayım. "Bu teklifi kabul ettiler. Sü­heyb de evini ve malını onlara bırakarak Allah ve Resulüne hicret etti. İşte bu­nun üzerine bu âyet nazil oldu. Süheyb Medineye yaklaştığında, sâhabe-i kiram­dan bazıları kendisini karşıladı. Hz. Ömer de onların içerisinde idi. Hz. Ömer, Süheybe dedi ki: "Ticaretin kazanç sağladı." Süheyb: ´"Nedir o?" dedi. Hz. Ömer de bu âyetin nazil olduğunu ona haber verdi.

Hasan-ı Basri bu âyeti okuduktan sonra şunları söylemiştir: "Bu âytin ki­min hakkında indiğini biliyormusunuz? Bu âyet şöyle bir müslüman hakkında inmiştir. O, bir kâfirle karşılaşır ve ona "Lailahe İllallah" de. Bunu söylediğin takdirde, canını da malını da korumuş olursun. Ancak canın ve malın hakkında cezayı hak etme durumun hariçtir..." der. Kâfir ise bu sözü söylememekte dire­tir. Müslüman da "Vallahi ben kendimi Ailaha satıyorum." der. İlerler ve onunla öldürülünceye kadar savaşır. İşte bu âyet bu gibi müslümanlar hakkında nazil olmuştur.

İbn-i Zeyci bu ayetleri izah ederken şunları söylemiştir: Ömer b. el-Hattab (r.a.) sabah namazını kılıp bitirdikten sonra ağılına (bahçesine) giderdi. İçlerin­de Abdullah b. Abbas ve Uyeynenin kardeşinin oğlu bulunan gençleri çağırır Kur´an okuturdu. Onlar, Kur´an okur ve kendi aralarında müzakere ederlerdi.

Öğle sıcağı basınca da dağılırlardı. Bir gün bu âyeti ve bundan sonraki âyeti okudular. Abdullah b. Abbas, yanında bulunanlardan bazılarına: "İki atiam bir­biriyle savaşıyor." dedi. Ömer, Abdullahın bu sözünü işitince "Sen ne söyle­din?" dedi. Abdullah: "Hiç bir şey, ey müminlerin emiri." dedi. Ömer "İki adambirbiriyle savaşıyor." derken ne demek istedin? dedi. Abdullah b. Abbas, Ömer-den kurtulamayacağını görünce dedi ki: "Bu âyette görüyorum ki, bir kimseye, Allahtan korkması emrediliyor o da gururuna kapılarak günah işlemesiyle ifti­har ediyor. Diğer âyette de görüyorum ki, birisi ortaya çıkıyor ve "Ben, canımı cennet mukabilinde satıyorum." diyor ve bununla savaşıyor. Böylece iki kişi birbiriyle savaşmış oluyor. "Bunun üzerine Ömer "Ey İbn-i Abbas maşallah Al­lah seni dinine hizmet için yaratmış." dedi.