31 Mart 2009 Salı

Bakara; 56-61

(56) "Öldükten sonra sizi dirilttik. Ola ki şükredersiniz."

Yıldırımın çarpmasından sonra yeniden diriltilmişler. Gözleriyle öl­düklerini gördükten sonra diriltildiklerini gören bu insanlardan birçoğu samimiyetle Rablerine dönmüşler.


(57) Bulutla sizi gölgelendirdik ve üzerinize kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Size verdiğimiz rızkın en güzelinden yiyin. Onlar bize zulmetmediler, ancak kendilerine zulmettiler.

Hayatınızda hiçbir şekilde rızık endişesiyle Rabbinize olan hizmeti terketmeyiniz. Rabbinizden sakınırsanız o size hiç hesap etmediğiniz yer­den nzık verir.

İbrahim aleyhisselâm put yapımcısının oğlu olarak çağında en rahat bir insan idi. Ancak çağındaki zalim devlet başkanı olan Nemrud'un köle­si gibi yaşıyorlardı.

Köle olarak yağlı ballı bir hayat yaşamaktansa Allah'a ibadet ederek hür yaşamayı tercih eden İbrahim aleyhisselâma ot bitmeyen Mekke'de zemzemi çölden çıkarmış ve orayı bereketli kılmıştır.

Musa aleyhisselâm da firavunun sarayında yağlı ballı köle hayatı ya­şamaktansa çölde hür bir şekilde Allah'a ibadet etmeyi tercih edince Al­lah çölde su verdi. Yanıtlasınlar diye güneşin önüne bulut gerdi. Kudret helvası, bıldırcın kuşuyla besledi.


(58) Hani "şu şehre girin, orada dilediğinizden bolca yiyin, kapı­sından secde ederek girin ve Hıtta (bağışla bizi) deyin ki biz de hata­larınızı bağışlayalım. Biz iyilik yapanları artırırız" demiştik.

Çölden şehre inmeleri emrediliyor. Kırk yıl çölde dolaşırken korkak nesil ölmüş yerine korkusuz yepyeni bir nesil gelmiş ve o yeni nesille Kudüs'ün fethi emrediliyor.

Hep parayı, altını ve dünyayı seven bu İsrail oğullarına Rabbim emirlerini verirken "Orada bolca yiyin" diyerek dünyalık da gösteriyor.

Kapıdan girerken gururla, kibirle değil Rabbe secde ederek girin.

Peygamber Efendimiz Mekke'nin fethinde şehre girerken atının üze­rinde atının yelesine doğru eğilmiş olarak girdiği rivayet edilir.

Şehre girerken "Hıtta deyiniz" emriyle af isteyin mânâsı da vardır. Bir de fethettiğiniz ülkenin insanlarına genel af ilan ediniz mânâsı da var­dır.

Günümüzde zina, faiz, rüşvet, hırsızlık, içki, isyanla meşgul insanlar İslâm gelince öldürüleceklerini zannederler.

Halbuki Efendimiz Mekke'yi fethettiğinde bütün suçlulara genel af ilan etmiştir. Çünkü İslâm'ın hakim olmadığı yerde işlenen suçlardan do­layı suçluyu cezalandırmaz. "Kanun geçmişe şamil değildir."


(59) Zulmedenler ise kendilerine söylenen sözü başkasıyla değiş­tirdiler. Biz de zulmedenlerin üzerine fasıklıklarına karşılık olarak gökyüzünden azap indirdik.

Şimdi Tevrat'ı tahrife başlıyorlar. "Hıtta" yerine Hınta diyorlar. Yani "Biz Allah'dan afvetmesini değil buğday istiyoruz" diyorlar.

Günümüzde bana ekmek lazım, iman lazım değil diyen insanlarda yeni birşey söylemiyorlar. Yahudi'nin yolundan yürüyorlar.

Kızına damat, oğluna gelin ararken, kendisine arkadaş ararken dinî güzelliğine, ruh asaletine değil de kasasına ve kesesine bakanlar Yahudi huyundan mikrop kapmış insanlardır.


(60) Hani Musa kavmi için su istemişti de, biz de ona: "Asa'nla taşa vur" demiştik. Bunun üzerine oniki pınar fışkın vermişti. Her­kes içeceği yeri bilmişti. Allahın rızkından yiyin, için yeryüzünde bozgunculuk yaparak haddi aşmayın.

Çölün ortasında Allah'a ibadette hürriyeti bulanlar Mısır'ın içinde köle olarak yaşamaya çölde hür yaşamayı tercih edenler Rabbimiz tara­fından bulutlarla gölgelendirilir, bıldırcın etiyle beslenir, kudret helvasıyla doyurulunca abdest almak, temizlik yapmak, yanan ciğerlerini söndür­mek için buz gibi su isterler.

Musa aleyhisselâm ellerini kaldırır ye Rabbinden su ister. Rabbimiz de "Asanla taşa vur" buyurur. Yani dûa el ve dille olmalıdır. İnsan kendi Üzerine düşeni yaptıktan sonra Rabbine yönelmelidir. Evlenmeden çocuk istenmemeli. Tarlaya tohum atıldıktan sonra ürün istenmelidir.

Sıcak yataklarda yatarken "düşmana bizi galip getir Ya Rabbi" diye dûa etmek yerine Talût'un askerleri gibi düşmanla karşı karşıya gelip kılınçlar çekildiğinde dûa edilmeli.


(61) Hani siz "Ey Musa! Biz bir çeşit yemeğe dayanamayacağız. Rabbine dûa et de bizim için yeryüzünün bitirdiği sebze, hıyar, sarmısak, mercimek ve soğan çıkarsın" demiştiniz de (Musa): "Değerli olanı daha değersiz şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? Mısır'a inin, şüphesiz orada istediğiniz şeyler var" demişti. Onlara zillet ve mes­kenet damgası vuruldu. Allah'ın gazabına uğradılar. Bu, Alah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ne­deniyledir. Bu, isyan etmeleri ve haddi aşmaları nedeniyledir.

Gözünün önünde yavrusu öldürülmüş, ekmeği elinden alınmış, evi üstüne yıkılmış ve böyle bir ortamda doğmuş, büyümüş insanlardan köle­lik, eziklik, siliklik özelliğini birden silip atmak tertemiz mücahid müslüman yapmak çok zor.

Bunlar düşünmemeye alıştırılmışlar. Firavun emredecek bunlar ya­pacak.

Musa aleyhisselâm bunlarla yepyeni müslüman, hür bir dünya kur­mak için küfrün pisliğinden uzaklaştırır. Çölde bıldırcın eti, kudret helva­sı yedirip buz gibi su içirip Tevrat ile onları eğitip Kudüs'ü fethetmek için onları kampa alır ama onlar soğanı, sarımsağı, kabağı özlerler.

Bunlar heîâl rızıklardır. İstekleri dine aykırı değildir. Ancak bunlar Musa aleyhisselâmın denetim ve gözetiminde özel eğitim görmekteler. Burada Musa (s.a.v.)'nın verdiği yenir, dediği tutulur.

30 Mart 2009 Pazartesi

Bakara ; 51-55

(51) Hani Musa'ya kırk gece vadetmiştik. Sonra siz onun arka­sından kendinize zulmederek buzağıyı tanrı edinmiştiniz.

(52) Sonra bunun ardından şükrediniz diye sizi affetmiştik.

Birkaç günlüğüne halkdan ilgiyi kesip Hakla beraber olmak bütün peygamberlerin hayatında vardır.
Musa aleyhisselâm kırk gün Tur dağında itikafda kalıyor. Peygam­ber Efendimiz de Medine'ye hicret ettikden sonra her sene Ramazan ayı­nın yirminci günü sabah namazından Ramazan bayramı birinci günü bayram namazına kadar mescidde itikafa çekilirdi.
Zaman içinde müslümanlar Ramazan'daki itikafı yerine getirdikleri gibi Musa aleyhisselâmın sünnetine uygun olarak kırk gün tekkelere ka­panarak halkdan ilgiyi kesmişler ve bu uzletin adına da çile demişler. Farsça'da çile kırk demektir. Çilehane ise kırkgün kalınacak yerdir. .Yok­sa Allah'ı zikretmek insan için bir zorluk meşakkat, çile değildir.
On günlük veya kırk günlük bu halvet akünün, şarj olması gibidir. Peygamberlerin hayatı, mücadeleleri, planları, başarıları gözden geçirilir ve çıkınca neyi nasıl yapacağına karar verir ve bir sene uygulamaya kor.
Musa aleyhisselâmın yokluğunda Harun aleyhisselâmı dinlemeyen bir kısım Yahudi eski Mısır dininin tanrısı olan sığırın bir heykelini yapa­rak tapınmaya başladılar. Allah (c.c.) tevbe edenlerin suçu ne olursa ol­sun affedileceğini bildiriyor bu âyetlerde.
Günümüz putperestlerine kapı aralanıyor.

(53) Hani hidayete eresiniz diye Musa'ya kitabı, hakkı batıldan ayıranı vermiştik.

(54) Hani Musa kendi milletine: "Ey milletim! Siz buzağıyı tanrı edinmekle kendinize zulmettiniz. Yaratanınıza tevbe ediniz. Nefisle­rinizi öldürünüz. Bu Rabbiniz katında sizin için daha hayırlıdır. O tevbenizi kabul eder. O tevbeleri çok kabul edendir, merhamet eden­dir" demişti.

Hak ile batılın, iyi ile kötünün ayırt edicisi Allah'ın indirdiği kıtapdır. O kitaplar olmasaydı insanlık hak ile batılı ayırt edemezdi.
Hâlâ günümüzde yasaların değişip durması hakiki doğrunun buluna­mamasının delilidir.
Musa aleyhisselâm Tur'dan dönüşünde halkının buzağıya taptığını görünce halka "siz böyle yapmakla kendinize zulmetmiş oluyorsunuz" der. 'Yaratanınızı bırakıyor, yaratılana tapıyorsunuz. Buzağıyı bırakın ya­ratıcınıza tevbe ediniz" buyurur.
"Nefislerinizi öldürünüz" bu bölüm birkaç ay önce gazetelerde gün­deme geldi. Gazetelerin açıklamasına göre "intihar edin" anlamına geli­yormuş. Halbuki bu "nefislerinizi öldürünüz" bölümü nefislerin azgınlığı­nı sapkınlığını giderin öldürün mânâsına geldiği gibi, buzağıyı ilah edi­nen ve insanları dinden döndürenleri Öldürün mânâsına gelir.
Dinden dönen öldürülür mü? Olurmuymuş böyle şey diyen kâfirlerle, "dinimizde böyle şey yoktur" diyenler dini bilmedikleri gibi devlet düzenini de bilmemektedirler.
Arılar ballarını korurlar. Çiçekler dikenleriyle güllerini korurlar. İn­sanlar da devletlerini korurlar. Vücudlannda kanser olan tedavisi mümkün olmayan parçayı kesip attığı gibi toplum vücudunda üreyen ur'u da tedavi edemezse keser atar.
Ama kişi yaptığına tevbe ederse Allah tevbeleri kabul edendir. Affedicidir. Merhametlidir.

(55) Hani: "Ey Ivlusa! Biz Allah'ı apaçık şekilde görmeden sana inanmayız" demiştiniz de siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpıver­mişti.

Günümüzde bir kısım kâfirlerin "Biz laboratuarda incelemediğimize, görmediğimize inanmayız" sözleri yeni değil. Daha önce söyleneni tek­rarlıyorlar. Aklımızı görmüyoruz ama varlığına inanıyoruz. Bakır telden geçen elektrik ceryanını görmüyoruz ama ışığından varlığını kabul ediyo­ruz. Gökyüzünde milyarlarca yıldızı ayı, güneşi yaratan, ısıtan Allah'a biz inanıyoruz.
Kör insan bastonun yol gösterdiğine inanır. Ama köre göre gözlüğün hiçbir önemi yok.
A'raf sûresi âyet 155'de Mikat ta Hz. Musa ile beraber yetmiş kişinin olduğunu haber verir.
Bir milletin içinden seçilen yetmiş kişinin işlediği suçdan dolayı hepsinin cezalandırıldığını haber verir.
Seçenler seçdiklerine dikkat etsinler. Ona vekaleti verince onun yaptığı her hata seçeni de sorumlu tutar.
Günümüzde yönetenlerin yaptığı hatanın cezasını millet çektiği gibi.
Enfaî sûresinin yirmibeşinçi âyetinde
"Şol fitneden sakının ki, o yalnız zâlimlere dokunmakla kalmaz (mazlumlara da dokunur)" buyurur.
Bulaşıcı hastalıklar bir şehre girdiklerinde yalnız hastalara bulaş­mazlar. Sıhhatli olanlara da bulaşırlar.

28 Mart 2009 Cumartesi

Bakara,49-50

(49) Yine hatırlayın o vaktiki sizi işkencenin en kötüsüne götü­ren, oğullarınızı öldürüp kızlarınızı diri tutan, firavunun hanedanın­dan biz kurtarmıştık. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir imti­han vardır.

Demekki bir milletin ecdadına yapılan iyilik veya kötülük torunları­na da yapılmış gibidir.

Binlerce sene önce firavunun yaptığı kötülük ve Rabbimizin yaptığı iyilik binlerce sene sonra gelen İsrailoğullarına hatırlatılarak İslâm'a dön­meleri istenmektedir.

Günümüzde devletler arası ilişkilerde de geçmişe önem verilir. Yüz sene önce dost olduğu devletle düşman olduğu devlet bir tutulmaz.

Çocuk anne ve babasının özelliklerini genleriyle torunlarına taşıdığı gibi milletlerde millî özelliklerini, dini özelliklerini taşırlar.

Ancak kültür, inanç değişimiyle millî akışın yönü değiştirilebilir. Yahudiler'den Müslüman olanlar, Mısırlı kıptilerden Müslüman olanlar; Hıristiyanlar'dan Müslüman olanlar, Türkler'den Müslüman olanlar dinde kardeş olunca yepyeni bir devlet oluşturmuşlar ve devlet nasıl olurmuş, millet neyimiş, milliyet nasıl olmalıymış bütün insanlığa öğretiverdiler.

Firavunun çevresindeki danışmanları, tarih profesörleri, sihirbazları firavuna İsrailoğullarından peygamberler geldiğini ve kralların zulmüne, saltanatına son vereceğini haber verirler. Mısır'daki bu köle gibi çalışan İs­rail oğullarından da böyle birinin çıkabileceğini, Mısır'a köle olarak geti­rilen Yusuf un birkaç sene sonra Mısır devlet başkanı olacağını söylerler. Çare olarak da erkek çocuklarının öldürülmesini teklif ederler. Kız çocuk­larını öldürmüyorlar. Çünkü İsrailli kadınlarla kıptiler evlenerek kıptilerin soyunu çoğaltıyorlardı.

Günümüzde firavunun görevini üstlenen kâfirler genellikle halkı müslüman olan ülkelerde doğum kontrolüne hız veriyorlar. Firavun yal­nız erkekleri öldürüyordu. Günümüzde ise hem erkekler hem kadınlar öl­dürülüyor.

Kâfir Batının endişesi müslümanlar tarafından ülkesinin ele geçiril­mesidir. Çünkü kendi kadınları güzelliğim bozulmansın diye doğum yap­mıyor.

Tarihde zengin ve güçlü Galyalılar'ın doğum kontrolü yapıp fakir Frankların doğum kontrolü yapmamaları sonucunda birgün gelmiş fakir Franklar zengin Galgalılar'ı işgal edip tarihden silmişlerdir.

Bugün Fransız, Alman, Hollanda siyasileri, yazar çizer takımları arasında "Eğer bu Müslümanların artışı önlenemezse ikibin yirmi yılında cumhurbaşkanı Mitterrand'ın yerinde Muhammet isimli birini, Kohl'un yerinde Ali isimli birini görebiliriz" tartışması var.

Alman kadınlarını doğum yapmaya teşvik etmek için çocuk sayısı arttıkça çocuk parasını da artırmışlar ama bu kanun müslüman Türk işçi­lerinin işine yaramış.

Anne açı çekmeyince yavrusunu koruyamaz. Çekirdek çatlamayınca çiçeğe dönüşemez. Belâların ardından devlet ve cennet geliyor.

(50) Hani denizi yarmış sizi kurtarmıştık ve siz bakarken fira­vun ve ailesini (ordularını) suya batırmıştık.

Belâlara sabredenler muradlarına eriyorlar. Kölelikden kurtuldukları gibi zalim efendileri gözlerinin önünde suyun içinde boğularak geberiyor.

Musa aleyhisselâm firavunun sarayında bir eli yağda bir eli balda yaşarken sarayda nimetler içinde köle olarak yaşamaktansa çölde Allah'a ibadet ederek hür yaşamayı tercih etti.

Günümüzde bir kısım insanlarımız Musa aleyhisselâma akıl verir­ler. "Sarayda kalsaydı. Çaktırmasaydı. Oradan, içten oysaydı" derler. As­lında bu Musa aleyhisselâma akıl vermek değil, haşa Allah'a akıl vermek­tir. Çünkü Beni İsrail'i Mısır'dan çıkarma emri Allah'dan "gelmiş ve Musa aleyhisselâm da o emir üzerine çıkarmıştır.

Düşmanın gücünü gözünüzde büyüterek cihaddan geri durmayınız. Rabbim hesap etmediğiniz yerden yardımını gönderir.

25 Mart 2009 Çarşamba

Bakara; 43-48

(43) Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve rükû edenlerle beraber rükû edin.


Bu ayette: Namaz kılmak ve zekât vermek Yahudiler 'e emrediliyor. "Onlara emrediliyor bizi ilgilendirmez" diyemeyiz. "Rükû edenlerle beraber rükû ediniz" emrine dayanarak cemaatle namaz kılmak vaciptir de¬mişler. Hanefiler 'e göre cemaatle namaz kılmak müekked sünnettir.


(44) Siz insanlara iyiliği emreder de kendinizi unutuyor musunuz? Hâlbuki kitapta okuyorsunuz. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?

Dünyanın en büyük kahramanlık destanını yazan Firdevsii Tus'i geceleri dışarı çıkamayacak kadar korkakmış.
"Ele verir talkını, kendi yutar salkımı" sözünü söyletenlerden olmayalım. Korkarken kahramanlık marşları okumayalım.
Cimriyken cömertlikten dem vurmayınız.
İçki sofrasında çocuğunuza içkinin zararından bahsetmeyin.
Peki, kötülük yaparken iyiliği tavsiye etmek yasak mıdır?
Hayır. Burada yasaklanan kötülük yaparken iyiliği emretmek değil. İyilik yaparken kötülük yapmaya devamı yasaklar.
Yani siz iyiliği emrediyorsunuz. O halde kötülüğü de terk ediniz denmektedir.
Eğer Allah'a olan sözünüzü yerine getirirseniz, yalnız Allah'tan korkarsanız, Allah'ın ayetlerini para karşılığında satmazsanız, namazı dosdoğru kılarsanız, zekâtı verirseniz, cemaatle beraber rüku ederseniz, iyilik yapar, iyiliği emrederseniz şeytan ve onun yardımcısı olan şeytanlaşmış insanlar maddî ve manevî zarara vermek için karşınıza dikilebilirler işte o zaman,


(45) Sabır ve namazla (Allah'tan) yardım isteyiniz. Muhakkak bu huşu sahibi insanlardan başkasına ağır gelir.


(46) Onlar (huşu sahibi olanlar) gerçekten Rablerine kavuşacaklarını ve ona döneceklerini bilirler.

Sabır ve namazla yardım isteyiniz. Peygamber Efendimiz Hz. Bilal’e "Bizi rahatlat ya Bilal" diyor. Bilal (r.a.) da ezan okuyor ve Müslümanlar namazla huzura kavuşuyor ve dinleniyor ve güçleniyor. Sabır, düşmanlar dinime karşı harp açıp meydanları tuttuklarında kapıları kapatıp içerde "ya sabır" çekmek değildir. Sabır ateş hattında yapılan sabırdır.
Hz. Ömer'e Küfe den mektup yazmışlar ve sormuşlar: Bizim burada gücü yettiği halde zina etmeyenler var. Birde gücü yetmediği için yapmayanlar var. Bunların durumu eşit midir?
Hz. Ömer "Gücü yettiği halde yapmayan sevaba girer. Öbürüne ise sevap da yoktur, günah da yoktur" buyurur.
Emredilenleri yerine getirmede sabır, yasaklananlara uymada sabır.
1402 yılında Ankara'da Yıldırım Beyazıt'ı döven Timur'a "Başarının sırrı nedir" demişler. Timur, soruyu soranın ağzına kendi parmağım, onun parmağını da Timur kendi ağzına almış karşılıklı ısırmaya başla¬mışlar.
Karşılıklı ısırırlarken adam aaaaaaaa diye ağzını açarak bağırmış. Timur kendi parmağını çekmiş ama adamın parmağını ısırmaya devam etmiş. Sonra bırakmış ve "Bak harplerde böyledir. Sen aaaaaaa diye ağzını açarak bağırınca benim işime yaradı, parmağımı kurtardım ama bu bağırma senin parmağına fayda vermedi.
Sıcak su kaplıcalarından birinde insanlar ayaklarını suya sokuyorlar ve kaç saniye tutacağız diye yarışıyorlar. Birinci gelen bir saniye daha fazla duruyor o kadar. Yani bir saniye fazladan sabırla birincilik kazanılır.
Harplerde de bu böyleymiş. İki taraf da geri çekilmeyi planlarken önce çekilmeye başlayana öbürü saldırıyor ve kazanıyor.
Bu namaz ve sabır Allah'tan korkanlara ağır gelmez.
Allah'tan korkmak da Allah hakkında bilgi edinmekle olur. "Allah varsa beni çarpsın" diyen imansız aslanın başına konup da "hani aslan neredeyse karşıma çıksın" diyen sinek gibidir. "Bre sinek, aslandan korkmak için ceylan olmak gerekir."
"Allah'tan ancak âlim kulları korkar."


(47) Ey İsrail oğulları! Size verdiğim nimetlerimi ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.


(48) Öyle bir günden korkun ki, o günde kimse bir diğeri adına
birşey ödeyemez. Kimseden (izinsiz) şefaat kabul olunmaz, ondan bedel alınmaz ve onlara yardım da yapılmaz.


Kırkıncı âyette hatırlatılan nimet bu âyette de hatırlatılmakta ve Nimet'in ne olduğu açıklanmakta.
Nimet bu âyette o günün insanları arasında en üstün makam ve mevkiyi almak, firavunu ve zulmünü devirip yerine adil bir devlet kurmak, köle iken İslâm nimetiyle hürriyete kavuşmak en büyük nimettir.
Yahudilere ve bize şöyle denmektedir: Eğer bu peygambere ve getirdiği kitaba iman eder ve onun emir ve yasaklarına uyarsanız yine aynı devlete ulaşırsınız.
İslâm nimetine sarılınız, o sizi iki dünyada da kurtarır. Yoksa kimse diğerinin yerine ceza çekmeyeceği bir günden sakının. Bu dünyada baba oğlunun yerine hapiste yatabilir. Onun cezasını çekebilir. Suçunu üstlenebilir. Ama ahiretin azabının dehşeti karşısında kişi kardeşinden, annesinden, babasından, arkadaşından, oğlundan kaçar. Herkes kendi derdiyle meşgul olur.
Maymunu yavrusuyla beraber boş bir kazanın içine koymuşlar altından ateşi yakmışlar. Ayakları yanmaya başlayınca yavrusunu kucağına almış. Ateş şiddetlenince ayaklarını kaldırıp indirmeye başlamış. Daha da şiddetleniverince yavrusunu altına koymuş ve yavrusunun üstüne çıkmış.
İnsanın merhameti daha fazladır; Bu dünyada sen yanma ben yanayım diyen fedakâr insan çıkmıştır. Ancak ahiretin azabının şiddetini bilecek durumda değiliz.
Bizi yaratan, bizi bizden iyi bilen Allah (c.c.) birbirimizden kaçaca¬ğımızı haber veriyor.
Şefaat ta kabul edilmez. Bu dünyada işlerini aracılar ile yürütenler orada aracı bulamayacaklardır.
Müminler Allah (c.c.) iman edip emirlerine ve yasaklarına güçleri oranında uydukları için bazı günahları için Allah'ın şefaat izni verdiği zatlar şefaat edeceklerdir.
Ayet-el-kürsi Allah'ın izin verdiklerinin şefaat edeceğini haber verir.
"Şefaat edenlerin şefaati onlara fayda vermez." Ayeti şefaat edenlerin olacağını haber verdikten sonra kâfirlere bu şefaat edenlerden fayda olmadığını bildirir.
Dinime değerli hizmetlerde bulunanların da şefaat edeceğini hadisi şerifler haber verir. Ancak Mahmut Toptaş hoca şefaat edecektir diye şahıs ismi vererek konuşmayın. Peygamberler müstesna.
Biz şöyle dua edelim: Yarabbi şefaat izni verdiğin şefaatçilerin şefaatinden bizi mahrum etme.
Ahirette yapılan kötülükler karşılığında fidye de kabul edilmez. Bu dünyada parayla, malla, makamla işlerini görenlere öbür dünyada paraları, unvanları fayda vermeyecektir.

24 Mart 2009 Salı

Bakara; 38-42

(38) "Hepiniz oradan inin. Sonra benden size bir hidayet gelir de kim benim hidayetime uyarsa, artık onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar" dedik.


(39) Küfre saplanan ve âyetlerimizi yalanlayanlar ise ateşin ya­ranıdırlar ve orada ebedi kalıcıdırlar.

Yeryüzüne indikten sonra Allah (c.c.) insanı başıboş bırakıvermemiş, Adem'i kendine peygamber olarak seçmiş ve ona hidayet rehberi olarak on sahifelik kitap indirmiş.

Allah'ın dinine uyanların iki dünyada da korkusu olmaz ve üzülmez­ler de.

Niye korksunlar ki? Korktuklarını yaratan Allah'a sığınmışlar. Al­lah'ın hidayetini, âyetlerini inkâr edenlerse ebedi cehenneme girerler.

Çünkü kâfirler tabiattan herşey Allah'ı zikrederken bunlar inkâr edince yaratıcıya karşı isyanla yaratılmışa karşı saygısızlık yapıyorlar.

Herşey rabbini zikrederken bunlar inkarla tabiattaki teşbih ve hamd velvelesini zevkini safasını bozuyor ve pis, kokulu görültüye çeviriyorlar.


(40) Ey İsrail oğullar, size bağışladığım nimetimi hatırlayın ve ahdimi yerine getirin ki, ben de ahdinizi yerine getireyim ve ancak benden korkun.

Allah (c.c.) bize konuşmanın adabını da öğretiyor. Bugün dünyanın en zalim milleti olan Yahudiler'e İslâm'ı tebliğ için konuşurken, "Ey İsra­il oğulları" diye başlamamız gerektiğini öğretiyor. Yani biz onlara "Ey peygamber çocukları" diyoruz. Çünkü İsrail, Yakup peygamberin adıdır.

Bu insanlara biz "Ey Yakup peygamberin çocukları" diye konuşma­ya başlarsak geçmişlerinin iyi taraflarını hatırlatırsak bizi dinlemelerini sağlaya biliriz.

"Nimetimi hatırlayın" buyuruyor. Fatiha sûresinde gördük ki, Nimet Allah'ın insanlara verdiği dosdoğru yoldur. Maide sûresi üçüncü âyetinde Nimet dindir. Ve o dinin insanlara kazandırdığı devlettir.

Dühan 27'de nimetden kasıt yiyecek ve içeceklerdir.

Allah (c.c.) bu âyette hepisini kasdetmiştir. Peygamber ve Tevrat nimetiyle onlara devlet nimetini lütfetmiş sonra köle olarak çalıştıkları Mı­sır'a efendi olarak girmişler.

Al'i İmran sûresinin 103'ncü âyetinde nimetten kasıt dostluktur. Al­lah İslâm sebebiyle düşmanları dost eyledi, işte bu da bir nimettir diyor.

Bizi Şu mekanda toplayan ve dost eden İslâm nimetidir. İslâm sebe­biyle burada toplamasa idik bir başka yerde toplanıp birbirimizin kasası­na, kesesine göz dikmiş olarak toplanabilirdik.

Bugün biz namus mefhumuna inanıyorsak bu İslâm'ın bize verdiği bir nimettir. Kendisi Türk, adı Türk adı olan, ama imanını yitiren bir avuç insan basın yoluyla "namus neyimiş" "herkes hayvanlar gibi özgür olma­lıdır" diyorlar. Bizi bunlardan ayıran yalnız İslâm nimetidir.

Rabbimiz "Ey israil oğulları, size bağışladığım nimetimi hatırlayın" dediğinde Medine'deki Yahudiler devlete sahip değillerdi. Günümüz Yahudiler'i de İkinci Dünya Savaşı'nda Almanlar tarafından milyonlarcası yakıldı. Dünyanın çeşitli yerlerinde dağınık haldeler. Filistin'dekiler bir devletcik kurmuşlarsa da ateş üstünde oturur gibiler.

Peki bu âyet niçin onların nimetinden bahsediyor?

Ecdadınız bu nimete sahipti. Onlar peygambere iman etti, Tevrat'a göre hareket ettiler ve devlete, nimete sahip oldular. Siz yine tekrar aynı nimete sahip olmak mı istiyorsunuz? buyurun, işte Kur'ân, işte peygam­ber.

Şimdi bu âyet bizi de ilgilendirir. Bizim ecdadımız Kur'ân'ı gönülle­rine aldıktan sonra Malazgirt'ten, İstanbul'dan Viyana'ya kadar varmışlar. Üç kıtayı adaletle yönetmişler.

Siz de böyle bir nimete ermiş, ecdadın çocuklarısınız. Onların sarıl­dığı kitaba sarılırsanız aynı devlete ve nimete erişirsiniz.

Peygambere itaat edip isyan etmeyeceğiniz konusunda verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de dünyada devlet ahirette cennet vereceğim, sözü­mü yerine getireyim.

Bu İslâm yolunda yürürken karşınıza dikilen şeytan ve şeytanın yar­dımcıları olan kâfirlerin askerleri silahları ve her türlü planlarından kork­mayın, yalnız benden korkun buyurur Rabbimiz.



(41) Beraberinizdeki (Tevrat'ı) doğrulayıcı olarak indirdiğim (Kur'ân)'a iman edin. O (Kur'ân)'ı inkâr edenlerin ilki siz olmayın ve benim âyetlerimi az bir para karşılığında satmayın ve ancak ben­den sakının.

Şu günlerde birileri çıkmış ve "Yahudiler'in Kur'ân'a iman mecburi­yeti yoktur, onlar da bu halleriyle cennete gidecektir" diye broşür dağıtı­yor.

Rabbimiz ise Yahudiler'e "Şu elinizdeki Tevrat'ı doğrulayan Kur'ân'a iman edin, ilk inkâr eden siz olmayın" diyor.

Küfürde öncülük yapmayın. Çünkü siz kitap hakkında bilgisi olan bir toplumsunuz. Müşriklerden daha yakınsınız kitaba.

Küfürde, yalanda, haram yemede, faizde, meyhane açmada, kumar­hane yapmada ve diğer kötülüklerde Öncülük yapmayın.

"Âyetlerimi az para karşılığında satmayın."

Az para karşılığında satılmazsa çok para karşılığında satılabilir mi? Dünya ve içindeki altın, gümüş dolar, riyal, mark, lira, ruble, yen hepsi terazinin bir kefesine konsa, öbür kefesine de Allah'ın bir tek âyeti konul­sa ve satılsa yine de az para karşılığında satılmış demektir.

Zamanla papazlar ve hahamlar krallardan aldıkları para karşılığında İncil ve Tevrat'ın içine krallara itaatla ilgili sözler sokulmuş bir kısım âyetler de kaldırılmıştır.

Günümüzde Allah'a çok şükür ki, âyetleri yok etmek imkânı kaldırıl­mış ama az para, mekam, mevki karşılığında âyetlerin mânâsını açıkla­mama yolu denenmiş. Yıllarca ahkâma ait âyetler gündemden kaldırıl­mış. Son zamanlar da bir kısım gayretli müslümanlar bu ahkâma dair âyetleri de açıklamaya başlayınca bir kısım satılık kalemler "O âyet Yahudilerle ilgilidir, bu âyet Hıristiyanlarla ilgilidir, bunlar ise Mekkeli müşrikler hakkında nazil olmuştur" diyerek bizi ilgilendirmediğini söyle­meye başladılar. "Sebebi nüzul, âyeti tahsis etmez" kaidesini görmezlik­ten geldiler. Yani Kur'an'daki âyetlerin bir kısmı Yahudiler'e bir kısmı Hıristiyanlar'a diğerleri de Efendimiz zamanındaki Mekkeli ve Medineli insanlara hitap ediyor, bizi ilgilendirmez denirse Kur'an bize hitap etmez mânâsı çıkar ki, Neuzübillah.

Hak yolda yürür, paraya makama boyun eğmezsen boynunu eğmek için üzerine gelirler. Sakın onlardan değil yalnız benden sakınınız.


(42) Hakkı batıla karıştırıp da bile bile hakkı gizlemeyin.

İnsana zehiri billur kâsede bal şerbeti içinde verirler.

Müslümanı sapıtmak için gelenler kâfir kıyafetinde gelmezler müslüman kıyafetinde gelirler. Allah'ın âyetlerinden hareket ederek kâfirlerin sistemleri ile Kur'ân'ın uyuştuğunu açıklamaya çalışırlar.

Gizlemek ise; Efendimiz zamanında Tevrat ancak birkaç kişinin elin­de vardı. Ve onlar istemediklerini okumazlardı. Peygamber Efendimiz ve Kur'ân'dan haber veren âyetleri okumuyorlardı.

Bugün ise çağdaş kâfirler Kur'ân dili Arapça'nın okunup yazılmasını yasaklamışlar. Okuyup hafız olan değerli insanlarımız okuduğunun ne anlama geldiğini bilmezler. Bunları bu hale getirenler de gizleme işlemini yapıyorlar.

21 Mart 2009 Cumartesi

Bakara,34-37

(34) Hani meleklere: "Ademe secde edin" demiştik de iblisden başkası hemen secde etmişlerdi. İblis ise dayattı, kibirlendi ve kâfirlerden oldu.

Melekler Adem'in ilmini gördüler, takdir ettiler ama secde etmediler. Secdeyi Allah (c.c.) emrettikten sonra ettiler.

Demekki Adem'e yapılan secde Allah'a yapılmıştır. Çünkü onun em­riyle olmuştur.

Müslümanların Mekke'de iken Kudüs'e doğru namaz kılmaları, Medine'de "Mescid-i Haram'a" dönülmesi emri gelince Ka'be'ye yönelmesi hep Allah'ın emrine itaattir.

İblis inceliği kavrayamadı. Kalıba aldandı ve secde etmekten kaçın­dı. Ebedi lanete uğradı.

Bu ebedi lanete uğraması bir tek secdeyi yapmamaktan değildir. Eğer öyle olsaydı vay bu müslümanların haline!

Onun ebedi lanete uğraması "Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşden yarattın onu çamurdan yarattın" diyerek kendisinin haklı, Al­lah'ın haksızlığını iddia etmesinden, kendi mantığını Allah'ın emri ve il­minden üstün görmesinden kaynaklanmaktadır.

Bu iblis denilen şeytanın meleklerden olduğunu söyleyenler yanıl­mışlardır. Rabbimiz: "İblis cinlerden idi" buyurur. İnsanın insana secde etmesi yasaklanmıştır.Yusuf sûresinin yüzüncü âyetinde Yusufun kardeşlerinin Yusuf aleyhis selama secdeleri o günün insanının saygı âdeti olduğu için yasak­lanmamıştır.Namazını geçirdiği için af isteyen kaza yapan müslüman, insan Ka'be'ye doğru secde mi edermiş, Adem Ka'be'den değerlidir diyen kâfirden değerlidir. Biz Ka'be'ye secde etmeyiz. Rabbimizin emrine uyar, O'na secde ederiz.İslâm devletinin hürriyetini sembolize eden bayrak bir metrelik bez­dir. Bir metrelik bez için ölünmez ama o bir metrelik bezin temsil ettiği dava uğruna ölündüğü gibi Ka'be'ye değil Allah'a secde edilir.


(35) Ve demiştikki: "Ey Adem, sen eşinle birlikte cennete yerleş neresinden isterseniz bolbol yiyiniz. Ancak şu ağaca yaklaşmayınız. Yoksa zalimlerden olursunuz.


(36) Bunun üzerine şeytan onları oradan kaydırdı, ikisini de bu­lundukları yerden çıkardı. Biz de: "Haydi kiminiz kiminize düşman olarak yeryüzüne inin, size belirli bir zamana kadar durak ve faydalanılacak yer vardır" demiştik.


(37) Derken Adem, Rabbinden kelimeler aldı. (Ve onlarla yal­vardı da) Allah'da tevbesini kabul etti. Şüphesiz tevbeleri kabul eden ve esirgeyen O'dur.

Bu âyeti kerîmelerden yukardaki otuzuncu âyetten öğreniyoruz ki, Adem dünyaya geçici bir sûre yerleşmek için yaratılmıştır. Cennete yer­leştirilmiş, cennet nimetlerinden bolca yemeleri ve bir ağaçdan uzak dur­maları yememeleri emredilmiş.

Demek ki, emir ve yasak cennette başlamış ve Hz. Adem'le Hz. Havva cennette eğitimden geçirilmiş.

Âyette, ikiniz yiyiniz, ikiniz cennete yerleşiniz, ikiniz şu ağaca yak­laşmayınız emirleri iki kişi olduğunu gösteriyor.

Emir ve yasaklar karşısında erkeklerle kadınların eşit olduğunu da göstermektedir.

Şeytan her ikisininde ayağını kaydırdı ve onların cennetten çıkmalarina sebeb oldu.

Hıristiyanların "Eğer Adem o yasak meyveyi yemeseydi, şimdi cen­nette olacaktık" sözünün yanlışlığını otuzuncu âyet ortaya koymuştur.

Cennette yasaklanan meyvenin ne olduğu bize bildirilmemiştir. Demekki öğrenmenin faydası yok.

Faydalı olan bu dünyada bize yasaklanan şeylere yaklaşmamaktır. Şeytanla olan düşmanlığımız kıyamete kadar devam edecektir.

Hz. Adem Rabbinden öğrendiği kelimelerle pişmanlığını itiraf etti. Rabbine Rabbinin kelimeleriyle ikisi birlikte dûa ettiler.

"Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer sen bizi afvetmez ve acı­mazsan biz hüsrana uğrayanlardan oluruz" dediler.

Rahman ve Rahim olan Rabbimiz rahmetinden afvetmesi için kendi­sine nasıl yalvaracağımızı da öğretiyor.

Tevbe: Pişmanlık ateşiyle gönüle konan günahı yakmaktır. Bir daha aynı günahı işîememeye karar vermektir.

Tevbe günahın cinsinden olduğundan yıktığını yapmaktık.

Hz. Adem ile Hz. Havva' yeryüzüne indirilir, fakat nereye indirildiği bildirilmiyor. Tefsir kitaplarında Adem (s.a.v.)'in Serendip adasını, Hz. Havva için Cidde'yi iniş yeri olarak açıklarlar ama bu konuda Kur'ân ve sünnetten bize bir açıklama olmadıkça kesinlik ifade etmez.

Hz. Adem, Hz. Havva, şeytan, yılan, Tavus kuşu ile birlikte birçok uydurma hikayeler anlatılmıştır. Biz bu uydurmalara inanmayacağız.

20 Mart 2009 Cuma

Bakara;33

Allah: "Ey Adem, onları meleklere isimleriyle haber ver" dedi. Adem'de, meleklere isimleriyle haber verince de Allah: "Ben si­ze demedim mî, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ben bilirim. Gizle­diğinizi de, açığa vurduğunuzu da ben bilirim" dedi.
Allah (c.c.) Adem'in üstünlüğünü ortaya koyarken ona öğrettiği ilmî ileri sürmüştür.
İnsanlar malları, orduları zulümleri, saltanatlarıyla değil Allah'ın rı­zasına uygun ilimleriyle yarış yapmalıdırlar.
Bu âyeti kerîmeler ilk insanın toprakdan yaratıldığını, vahşi bir hayat yaşamadığını Allah'ın Adem'e öğrettiği eşyanın isimlerini bildiğini haber veriyor bize.
Ademin değerini artıranın ilim olduğunu öğreniyoruz.

İlmiyle kainattaki esrar perdesini yırtan, bilinen âlemden bilinmeye­ne doğru kanat çırpan insan için Allah'ın en büyük nimetlerinden birisi ilimdir.

Elest bezminde ruhen görmüş olduğu eğitim ve öğretimden sonra dünyaya gelen insan şuur altında bir hazine gibi gizlediği bilgiyi an­cak vücudundaki beş duyuyu harabelikten kurtarır ve onları ilim şehrinin fethi için hazırlarsa o hazineler şuur altından onu yönlendirir. Hangi ırk ve dinden olursa olsun insanlardaki iyiye ve güzele doğru bir meylin bu­lunması ve bir çiçeğin herkes tarafından sevilmesi -istisnalar hariç- susuz kalmış bir ordunun suyu görünce hepsinin aynı istekle suya yönelmesi gi­bi herkesin içindekinin dışa vurmasıdır.

Doğuştan bazı bilgileri beraberinde getiren insan daha ona rahminde canlandığı andan itibaren eğitime başlar. Annenin günde beş vakit na­mazda belirli hareketleri yaparken. Allah'dan gelen bu çocuğun ruhuna yine Allah'dan gelen Kur'an âyetlerini mırıldanarak bahar mevsiminde çam koşu, güneş sıcaklığıyla yüklü seher yelinin toprak içinde çatlayan çekirdeği harekete geçirdiği gibi rahimdeki çocuğuda tatlı bir ihtizazın içine garkeder.

Dünyaya geldiğinde kulağına üflenen ilk söz ondört asır önce yanık Bilalin dilinden çıkan ve gönülden gönüle yankılanarak gelen Ezan-ı Muhammedi ile taze beyne ilk kayıt yapılır. Çocuğun kulağına ezan okunduğunu gören bir kısım mantıksızlar -çocuk duyarmı duysa anlarmı bu boş şeylere niçin inanırsınız- dediler.

Fakat ilmî araştırmalar çocuğun ana rahminde iken duydukları şuur altına yerleşir neticesini ortaya koydu.

Bu mukaddes peygamberler binasının son taşı olan Efendimîz'e verilen kitap ve o kitabı tefsir eden hadislerden anladığımıza göre bilgi; doğuştan gelendir. Allah'ın öğrettikleri, rasûlünün haber verdikleri, beş duyu ile sağladığımız süje obje ilişkisi ve bu ilişkileri idrak haline getiren kalb de bir nur gibi olan aklın o ilişkileri toplayarak hamur haline getirip içinde bir şekil verip dışında söze dönüş türmesidir.

Alimlerin peygamber varisi olduğunu bildirir Efendimiz. Eğer Peygamberimiz miras olarak Uhud dağı kadar altın bıraksa idi bindörtyüz se­ne sonra bize bir gramı gelmezdi. Ama Allah'a hamdolsun ki, hepimiz Fatiha sûresini o mirasdan bir pay olarak almışız.

Herşey taksimle azalırken ilim çoğalıyor. O bereketli nisan yağmuru gibidir. Buhar halinde yükselir yağmur suyu olur. Çiçeği sular gül suyu olur. Kaybolmak yok. Yağmuru çöle akıtsamz yine yok olmaz buhar olur yükselir rüzgârdan atlara biner dağ yamaçlarındaki ağaçlara hayat kayna­ğı olur.

İlim nazariyatta kalmamalıdır. Hayat boyu okuyan ve kimseye fay­dası dokunmayanları ahirette kâfir çocuklarına öğretmen yapmazlar. As-hab ezberlediği âyetleri tatbikat sahasına kor sonra tekrar ezberlerdi.

İlim fazla rivayet bilmek değil, Allah'dan korkmakdır. Faydasız ilimden Allah'dan korkmayan kalbden Allah'a sığınmak gerekir. Al­lah'dan sakınanlara Allah bilmediklerini öğretir. Bu ilim öğrenilmesin an­lamına gelmez. Bir tefsire göre ilim imandan aönce gelir. Çünkü imanın ana rüknü olan Kelime-i Tevhid'i bilmek de bir ilimdir. O bilinmeden de dil ile ikrar yerine gelmiş olmaz.

Ebu Hanife: Farz ibadetlerden sonra en efdal ibadet ilimle meşgul olmakdır der. Efendimiz de âlimin mürekkebi ile şehidin kanı tartıldığı vakit mürekkeb ağır gelir der.

Ve bir hadisinde de âlimleri yıldızlara benzetir. Yıldızlar gökyüzü­nün süsü, âlimler yer yüzünün süsüdür. Yıldızlar gece karanlığını aydın­latır. Alimler cehalet karanlığını aydınlatır. Yıldızlar yolunu kaybedenle­re yön gösterir, âlimler de cennetin yolunu yitirenleri uyarır.

Allah (c.c.) Adem'e eşyanın ismini öğretti o esma sebebiyle melekler ona secde etti. Sen de eşyanın ismini ve karakterini Öğren ki, Rabbime boyun eğmeyenler Rabbimin kuluna boyun eğsin.

Allah (c.c.) Hızır'a firaseti öğretti, Musa gibi bir büyük peygamberi ona talebe yaptı. Gönül aynanı kirletme taki gönlün göz olsunda başkaları taleben olsun.

Yusufa rüya tabiri öğretildi hapisden kurtuldu. Sen de Kur'ân'ın tabirini öğrenki şehvet ve gaflet hapsinden kurtul.

Davuda zırh yapması öğretildi devlet yönetti. Sen de teknik bilgileri elde et de ülkeler yönet.

Süleyman'a kuş dili öğretildi zaferi elde etti ve Belkısa sahip oldu. Asıl zafer iki dünya saadetidir. Sen de laboratuarda eşyanın dilini öğren.

Efendimize Kur'ân öğretildi de kıyamete kadar adı dillerde zikir ol­du. Rabbi adıyla zikredildi.

Bu Örnekler bize bir uyarıdır. Eşyanın isimlerini Adem (s.a.v.) gibi bilmeli, çiçeklerle Lokman gibi konuşmalı (laboratuarda). Davud (s.a.v.) gibi harp sanayiini öğrenmeli ve kurmalı. Efendimiz'in varisi olup geçmiş ve geleceğin ilmi olan Kur'an-ı öğrenmeli ve yeryüzünü mescid kılmalı.

İlimsiz kuvvetin değeri olmadığı gibi, kuvvetsiz iliminde değeri yoktur.

Allah'a götürmeyen ilimde ilim değil gönül bağıdır. Muaz İbni Cebel güzel söylemiş:

İlim öğrenin, öğrenmek iyiliktir. Talebelik ibadettir. Müzakeresi teş­bihtir. Araştırması cihaddir. Öğretmesi sadakadır. Gurbette yoldaş,yalnız­ken arkadaşdır. Yalnız kaldığında konuşuverir. Fakir kalırsan yol göste­rir. Bela gelirse yardım eder. Dostlar yanında süsdür. Düşmanlara karşı silahtır. Allah milletleri ilimle yükseltir ve onları idareci kılar.
İnsanın meleklere üstünlüğü ilimledir.

İslâmda devlet başkanına imam, halife veya emir-ül mü'minin denir.

İslâm'da otorite boşluk kabul etmediği için Peygamber Efendimiz vefat ettiğinde cenazesini defnetmeden halife seçilmiş ve ilk halife Hz. Ebubekir'in başkanlığında Efendimiz'in cenazesi defnedilmiştir.

İmam veya halifeyi tarif ederken Cessas Ahkam-ül-Kur'an'ın da (1/68): "Peygamberlik yoluna uygun şekilde dinî işlerde kendisine uyulan kişi" denilmiştir.

Günümüzde yazılan kitaplarda ise: "Halife; dinî ve dünyevî işlerde kendisine uyulan" diye tarif ediliyor.

Bu tarif yanlıştır. Bir; dinî ve dünyevî işlerde kendisine uyulan kişi Yahudi, Hristiyan, ateist olabilir. İki; dinî işlerle dünya işlerini ayırmak sözkonusudur. Halbuki İslâm dini yeme, içme, evlenme, ticaret, ziraat, kefalet, vekalet, doğum, ölüm her konuda hüküm koyduğu için dünyada yapılan her şey şer'a uygun olarak dinidir. Şer'a uygun olmayanı da din düzeltir.

Halifenin halkına olan şefkati kişinin ailesine olan şefkatinden daha fâzladır.

Halifede aranan şartlar: Akıllı olmak, ergenlik çağma varmış olmak, hür olmak, erkek olmak, ictihad derecesinde âlim olmak, adil olmak, be­deni sıhhatli olmak, cihad yapmaya müslümanların haklarına korumaya cesur olmak.

18 Mart 2009 Çarşamba

Bakara ; 30-31-32

(30) Hani Rabbin, meleklere: "Ben yeryüzünde muhakkak bir halife yaratacağım" demişti de, melekler: "Aaa! Yeryüzünde bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Biz seni hamdinle teşbih eder ve seni takdis ediyoruz" demişlerdi. Allah da onlara "Muhakkak sizin bilmediğiniz şeyleri ben bilirim" buyurdu.

Halife: Asilin yerine geçen vekil manasınadır. Musa aleyhisselâm kardeşi Harun aleyhisselama benim yerime geç manasında hilafet kelimesini kullanmıştı.

Allah (c.c.)'da yer yüzünü imar etmek, insanları Allah'ın kanunlarına göre yönetmek üzere yaratığı Adem ve neslini halife olarak yaratacağını meleklere söyledi.

Melekler Allah'a olan ibadetlerine devam edeceklerini, kan dökücü birini niçin yaratacağını sorarlar Rablerinden. Allah (c.c.)'da onların bilmedikleri olduğunu, bilmedikleri konuda konuşmamaları gerektiğini hatırlatır.

"Yeryüzünde bir halife yaratacağım" cümlesinden Hz. Adem yaratılmadan önce yeryüzünün yaratıldığını öğreniyoruz. Hz. Adem yeryüzünde Allah'ın halifesi olarak yaratıldı. Papazların dediği "Hz. Adem cennette yasak meyveyi yemeseydi şimdi biz cennetteydik" sözünün yanlış olduğunu haber veriyor.

Allah (c.c.) herşeyi bilmesine rağmen meleklerine sorması bize istişareyi öğretmektedir. Rabbimizin istişareye ihtiyacı yoktur. Bize öğretmek için. En iyi bildiğiniz konularda karar vermeden önce siz yine de istişare ediniz.

Miraç gecesinde Peygamberimiz Hz. Musa ile namaz konusunu görüşmüş ve Hz. Musa'nın tavsiyesine uymuştur. Gerçi bir kısım geri zekâlılar "Benim peygamberim Yahudiler' in peygamberine danışmaz" demişler ve bu konuda bu hadisi inkâr eden risaleler yayınlamışlardır.

Rabbimiz melekleriyle, Efendimiz Hz. Musa aleyhisselamla istişare ederek bize de istişareyi öğretiyor.

Âlim huzurunda itiraz edilmeyeceğini de öğretir. Kehf sûresinde Musa aleyhisselam ile Hızır arasında geçen yolculuk esnasında Musa'nın (s.a.v.) hep itiraz etmesi ayrılmalarına sebep oldu.

Şeytan, Allah'ın "Âdem’e secde et" emrine uymaması ve "Ben ondan daha hayırlıyım" demesi üzerine kıymete kadar laneti haketmiştir.

Büyükler huzurunda itiraz yok. Anlamadığı konuda açıklama istemek vardır. Şeytan itiraz etti. Melekler ise açıklama istedi.

İnsanların bir kısmının haksız yere kan akıtması bütün insanlığın kötü olmasını gerektirmez.

Ademin neslinden âlemlere rahmet olan nice peygamberler gelmişler ve insanlara adaletin ne olduğunu öğretmişler.



(31) ve Allah, Âdem’e isimlerin hepsini Öğretti. Sonra onları meleklere göstererek "Eğer doğru sözlü iseniz, bunları bana isimleriyle haber veriniz" dedi.



(32) Melekler de: "Seni tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Sen gerçekten herşeyi bilen hüküm ve hikmet sahibisin" dediler.

17 Mart 2009 Salı

Bakara; 28-29

(28) Allah'ı nasıl inkâr edersiniz? Siz ölü idiniz O diriltti. Sonra sizi O öldürecek, sonra sizi yine O diriltecek, sonra da O'na döndü­rüleceksiniz.

" Allah ve ahirete iman İslâm inancının aslı esasıdır. Kur'an-ı Kerîm'de en çok bahsedilen Allah'a imandır. İkinci derecede ahirete imandır. Efendimiz "Kim Allah'a ve ahirete iman ederse şöyle şöyle yap­sın" diye birçok hadis i'rad etmiştir.

Allah'a imanda niçinzorluk çekersiniz ki? Sizi yoktan yaratan O. Meni denen suya şekil veren O. Hepsini de farklı kılan O. Saçı, başı, ka­şı, gözü yaratan O. Sinir sistemiyle donatan O. Öldüren ve dirilten O.

İnkarcı, yaratan Allah'dir diyemiyor. "Tabiattır" "Doğadır" diyor. Eğer bu tabiat kara topraktan beyaz gülü, acı biberi, tatlı elmayı çıkarabi­lecek ince zekaya ve ilme sahip olsaydı bu insanı omuzlarında taşımaz ve kendisini kirîettirmezdi.

Ahirette inanmada da zorluk çekmeyin. Siz hiç yoktunuz sizi yarattı. Öyle ise Öldükten sonrada o diriltir.

Çekirdek toprakda ölüyor. Baharda İsrafil'in suru gibi ılık rüzgarlarla tekrar çekirdek çiçeğe dönüşüyor.

Bütün bunlar bize Allah'ın var ve bir olduğunu, ahiretin mutlaka ge­leceğini haber veriyor.

Günümüzde zalim otorite sahipleri insanların kendilerine kayıtsız şartsız itaat etmeleri için dinden, imandan uzaklaştırdıkları insanlara "Gâvur=Kâfır" kelimesi ağır gelir diye aynı mânâya gelen "Ateist" adını koyuverdi.

Bunlar için düşünen beyinler "makam, mevki servet sahibi insanlar bu ateist sistem içinde yaptığı yanına kâr kalıyor. Mazlumun hakkını ala­bileceği bir yer olmalı" diye düşünmeye başladığı anda yine o zalim otorite sahiplerinin bütün dünyada kurdurdukları ahireti inkâr kurumları devreye giriyor ve "Hayır yaptığı yanına kâr kalmaz. Kötüler yeniden dünyaya gelirken akrep olarak, yılan olarak gelir. İyiler daha iyi olarak ge­lir" derler. Bu kurumun üyelerinden birine "O zaman yeryüzünde insan ve hayvanların sayısı sabit kalması gerekirdi ilk insan iki kişi, ölünce iki hayvan olurlar. Sonra iki insan olurlar ve böylece devam ederdi" dedi­ğimde "kurumumuza bir sorayım" dedi ve bir hafta sonra "uzaydan gelip insan veya hayvan halinde dünyalı olanlarla çoğalıyoruz" diye cevapla­mıştı.

İnsanın yolu hak yoldan küçük bir derecelik açı halinde ayrılırsa so­nu gelmez derecede açılır uzaklaşır. Bir yalan bin yalanı ardından çeker.

Ruhcular

Geçmişte bu işle cadılar, falcılar, cinciler, hüddamcılar uğraşırdı. İslâm uleması bunlarla uzun mücadeleler vermiştir. Günümüzdeki ise yüksek tahsil mezunu, kıravatlı, avrupa görmüş, ganj vadisinde yetişen yogilere iman etmiş kişiler uğraşmaktadır. Saralı demiyor, medyum di­yor. Hüddam demiyor Ruh diyor, Ruhculuk demiyor, ispirtizma diyor. Ondört asır önce gönderilen peygamberimize inanmayı gericilik kabul ediyor, otuz asır önce yaşayan yogiye imanı ilericilik kabul ediyor. Allah, Allah, Allah diye zikir yapmak gericilik, siyan, şipan, siyan, siyan diye­rek Transa geçmek ilericilik.

Bunlardan bir kaçını gördükten sonra şeytanın çarptığı insanların ne hale geldiğini gördüm.

Şeytanın çarptığı bu insancıklardan birisi 1972 senesinde kendilerin­ce aydın kabul edilen bir gruba konferans -veriyordu. Bende orada bulu­luyordum. Eski Hint dinlerindeki tenasüh inancını anlatıyordu ve diyor­du ki: Kişi ölünce ruhu bir başka canlıda tekrar dünyaya gelir. Yaşantısı iyi ise daha iyi olarak dünyaya gelir. Bunun canlı şahitleri var. Adana'da bir çocuk sekiz yaşında kendisinin evli olduğunu hanımının ve çocukları­mın adını söyler. Biz gittik çocuğu aldık, hanımım dediği kadının yanına götürdük. Kadını ve çocukları hemen tanıdı.

Çocuk "beni bahçede başıma keser vurarak öldürdüler" dedi. Kadına "Eşinin nerede olduğunu" sorduğumuzda kadın, eşinin sekiz sene önce bahçede başına keser vurularak öldürüldüğünü söyledi. Kadının kocası­nın 8 Kasım 1962'de öldüğünü, çocuğun da aynı gün dünyaya geldiğini Öğrendik. İşte o adam öldürüldüğü an ruhu yeni doğan bir çocuğa geç­miştir der.

Dinleyicilerden birisi: "Afedersiniz ama herkes bilirki, çocuk ana rahminde dört aylıkken ruh verilir. O adam öldüğünde çocuk ana rahmin­de beş aydır canlı idi" deyince konferansçımız bir müddet sustu ve tarihi­ni yeniden araştıralım efendim dedi ve konferansı kesti.

Tenasüh inancını kuvvetlendirmek için Avrupa'dan da bazı örnekler verilir. Meselâ: Paris'de oturan bir aile yaz tatilini Marsilya'da geçirmek için yola çıkar. Marsilya'ya vardıktan sonra oraları daha önce hiç görme­yen yedi yaşındaki kızları gezecekleri yerleri ve yolları tarif eder. Adım adım o muhiti bildiği görülür. Neticede o kız da daha önce orada yaşamış bir prensesin ruhunun yaşadığına karar verilir.

Böyle bir olayın olup olmadığını bilmiyoruz. Yukarıda Adana'da ya­şanan olay gibi uydurma olabilir. Eğer uydurma değilse o kız rüyasında oraları görmüş olabilir. Benim İslâm Enstitüsü'nden sonra iki sene devam ettiğim kursa beni ziyaret için gelen bir dostum kapıdan içeri girdikten sonra o tarihî binanın her tarafını görmeden bana tarif ediverdi. Dersane, banyo, mutfak, tuvalet, bahçe ve mescidin nerelerde olduğunu otururken söyleyiverdi. Peki nasıl biliyorum? deyince akşamdan yatarken burayı düşündüm sana gelecektim gece burasını rüyamda gördüm dedi.

Rüyada gördüğümüz bazı şeyler uyanıkken gördüklerimizdir. Bu doğrudur. Ama görmediğimiz şeyleri de görüyoruz. Hatta bazı kişiler hiç gitmediği bir yere ilk defa vardığında "ben burayı biliyorum diyor ve gör­mediği yerleri de tarif ediyor." O orayı daha önce rüyada görmüş, hayali hafızaya depo edilmiştir. Bu gerçeği bilmeyen bir kısım insanlar günü­müzde ilim adına altı bin senelik Hind dininin tenasüh inancını diriltmeye ve mü'minin cennete giden yolunu cehenneme yöneltmeye çalışıyorlar.

Her ne ise gördüğümüz iyi rüyalar için Allah'a hamdedip dostlarımı­za rüyayı anlatacağız. Kötü rüyalar için de Allah'a sığınacağız. Euzü bes­mele çekeceğiz.[91]



(29) O Allah ki yeryüzünde olanların tamamını sizin için yaratan, sonra göğe yönelip yedi kat sema olarak donatan O'dur. O herşeyi bilir.

Yeryüzünde olanların tamamı bizim için, yani tüm insanlar için yaratılmıştır. Boş yaratılan bir şey yoktur. Müslümanlarca en sevimsiz yaratık olan domuzun bile insanlar için tabiatta bir çok faydası vardır. Onun yal­nız kendisini yemek ve derisini kullanmak bize haram kılınmıştır. Fayda­sız hiçbirşey yaratılmamıştır.

Herşey insanın faydalanması için yaratılmıştır.

Herşey Allah'a işaret ettiğinden insan için hakiki gidilecek adresi gösterdiğinden hepsi faydalıdır.

Casiye süresinin onüçüncü âyetinde yerde ve göktekilerin bize hiz­met için yaratıldığını haber veriyor. Herşey insan için hizmet eder. İnsan­ da Rabbi için hizmet etmelidir.

Komünistliğin moda olduğu dönemlerde bu âyeti komünistliğe delil getiren Arap bilginleri olmuştu. Günümüzde insanlık komünistlik bela­sından kurtuldu hamdolsun. Sıra kapitalist kâfirliğe geldi.

Allah (c.c.) bu tabiattan herkesin faydalanmasını isterken İslâm hu­kukuna uygun olmak kaydıyla özel mülkiyete izin vermiş. Özel mülkiyet de toplum çıkarlarına hizmet etmeli. Yoksa İslâm'a uygun olmayan şekilde saçıp savuran sefihin malına devletin el koyabileceğini haber verir Rabbimiz "Herşeyi sizin için yarattı" âyetinden anlıyoruz ki yaratılan herşey bi­zim içindir, denizden yıldıza, çiçekten böceğe, karıncadan domuza ka­dar yaratılan herşeyde bizim için faydalar vardır. Al-i İmran sûresi 191'nci âyette "Rabbimiz sen bunları boşuna (gayesiz, hikmetsiz) yarat­madın" diyoruz.

Domuzun eti, kanı, derisi, kılı herşeyi bize haram ama mademki Rabbimiz yaratmıştır, O'nun da tabiatta bizim için yerine getirdiği bir gö­revi vardır.

Anlatırlar. Afedersiniz, adamın biri hayvan pisliklerini yuvarlayan böceği görünce "Yarabbi bunu niye yarattın" demiş. Sonra adam hastalan­mış Calinus'a gitmiş O da hastasını muayene ettikten sonra "bok böcüsünden birkaç tanesini bulup suda kaynatıp içeceksin" demiş. Zorunlu olarak dediğini yapmış ve iyileşmiş.

Biz gülün de dikenin de bülbülün de akrebin de yaratılışında bir veya birçok faydanın olacağına inanır ve o faydaları araştırırız.

13 Mart 2009 Cuma

Bakara 26-27

(26)Şüphesiz Allah, sivrisinek ve daha üstünü (küçüklükte daha küçüğünü) misal getirmekten çekinmez. İman edenler bunun Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise "Allah bu misalle neyi katediyor" derler. Allah bu misalle bir çoğunu saptırır, bir ço­ğunu da hidayete kavuşturur. O misalle fasıklardan başkasını saptırmaz.

(27)O fasıklar ki, Allah'a verdikleri sözü onayladıktan sonra bozarlar, Allah'ın birleştirilmesini istediği şeyi keserler ve yeryüzün­de fesat çıkarırlar. Zarara uğrayanlar işte onlardır.

Allah (c.c.) Hac sûresinin yetmişüçüncü âyetinde müşriklerin tapın­dığı putların tamamı bir araya gelse bir sineği bile yaratamayacaklarını, Ankebut sûresinin kırkbirinci âyetinde Allah'dan başka dost edinip ona güvenenlerin durumu kendine yuva yapan örümceğe benzediğini, evlerin en zayıfının Örümceğin evi olduğunu haber verirken sineği, örümceği mi­sal getirmiş. Bu Bakara sûresinin ondokuz ve yirminci âyetlerindeki ben­zetmelerle münafıkların durumu anlatılmış.

Bunun üzerine kâfirler "Allah böyle sinekli kelimelerle niye misal getiriyor?" gibi alaylı sorular sorarlar. Bunlara cevap olarak Allah (c.c.) sivrisinek ve daha küçüğüyle misal getirmekten çekinmez. Onun için bü­yükle küçük arasında fark yok. Fark bize göredir.

Kafirler, Allah'ın yarattığı bazı şeyleri hakir görürler. Ama bu hakir gördükleri sinek onların tapındığı insanların put olarak dilen şeyler üzeri­ne konsa "kiş" diyemez. O puttan birşey alsa alma diyemez. Böylesine zayıf insanların görüşlerine uyduklarını anlatıverir onlara.

Bu âyette ise sivrisinek zikredilmiş. Sivrisinek aç kalınca yaşar. Kar­nını insan kanıyla doyurunca ölür. Zalim kâfirlerde sivrisineğe benzerler. İnsanların kanını, alınterini, gözyaşını sömürüp karınlarına doldurunca sonlarını kendileri hazırlamış olur.

Müminler herşeyi Allah yarattığına inandıkları için Allah yaptığın­dan sorumlu tutulamaz bilirler. Allah ne ile misal getirirse onun doğru ve gerçek olduğunu kabul ederler.

Kafirler ise buna itiraz ederler. Böylece müminle kâfir ayırt edilir. İtaattan isyana çıkanlar ortaya çıkarılır.

O itaattan çıkanlar Allah'a olan sözlerinden dönerler, Allah'ın emret­tiği ilişkileri koparırlar. Tabiata dost değil düşman olurlar. Onu kirletirler bozarlar. Allah'la olan bağı koparırlar, insanlarla olan bağı koparırlar. İn­sanları siyah, beyaz, kızılderili, güneyli, kuzeyli gibi sınıflara ayırırlar ve birbirlerine düşman ederler. Sebeb ile müsebbib arasını koparırlar. Tabia­tın kanunlarını ilahi aştır ırlar da o kanunu koyanı tanımazlar. "Doğa yarat­tı" derler de Allah yarattı diyemezler.

Allah (c.c.) bu tür kâfirler hakkında: Tevbe 28'nci âyette "Müşrikler ancak pislikdirler" buyurur. "Aman 'hocam bu müşrikler televizyonda gö­rüyoruz hava alanına iniyor. Elbisesi, çantası elleri yüzü pırıl pırıl" deme­yin.

Keşke elleri yüzleri kirli olsaydı. Pis koksaydı. O zaman yalnız yanındakine zarar verirlerdi. Müşrikliğin verdiği pislik ise müşriğin bastığı yerdeki yeşili kurutuyor. Anaları yavrusuz bırakıyor. Yavruları anasız bı­rakıyor. Filistin'de gencecik fidan gibi delikanlıların kolunu, kafasını kırı­yor. Afrika'nın yeşil ormanlarını çöl haline çeviriyor.

İslâm alemindeki başsız başsız ümmetleri birbirine düşman ediveren, ikisinin de ürettiği malları ellerinden alıp karşılığında öldürücü silah­lar veren bu müşriklerden daha pis kim olabilir?

12 Mart 2009 Perşembe

Bakara, 23-25

(23) Eğer kulumuz (Muhammed)'a parça parça indirdiğimiz (Kur’an)'dan şüphe ediyorsanız, haydi onun benzeri bir sûrede siz getirin. Eğer doğ­ru söylüyorsanız; Allah'dan başka bütün yardımcılarınızı da çağırın.

(24) Eğer yapamazsanız -ki elbette yapamiyacaksınız o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının. O (ateş) kâfirler için hazırlanmıştır.

(25) İman edip güzel amellerde bulunanlara, altından ırmaklar akan cennetlerin olduğunu müjdele. Kendilerine rızık olarak o mey­velerden her yedirilişte: "Ha, bu, bizim daha öncede rızıklandığımız şeydir" diyecekler. Ve o rızık birbirinin benzeri olarak verilecek. Onlara cennette tertemiz eşler vardır. Ve onlar cennette ebedi kalıcıdırlar.

Peygamber Efendimizin insanlara getirdiği bu Kur'an âyetlerini in­sanlara okuduğu zaman yetim büyüyen fakir bir insana bu âyetlerin gel­mesini hazmedemeyenler "Muhammed bunları kendisi uyduruyor" dedi­ler. Allah (c.c.) peki buyurun siz de arapsınız. Arapça'yı onun kadar bili­yorsunuz. Bütün Arap edebiyatçılarını, bilginlerinizi çağırın ve o Kur'an'ın sûrelerinden bir sûrenin benzerini siz de söyleyin diyerek mey­dan okuyor.

Merhum Seyyid Kutup Amerika'ya giderken gemide okuduğu bir hutbeyi dinleyen batılı bir dilcinin Arapça'yı bilmediği halde Kur'an'la sünneti birbirinden yalnız kulak hassasiyeti ile ayırt ettiğini nakleder.

İnsanların yazdığı kitaplarda bazan yüksek hikmetler görülürken ba­zen gayet basit düşüncelere rastlanır. Birinci sahifesi gayet edibane iken diğer sahifelerinde kalite düşer. Baştan sona okunsa tezatlarla karşılaşılır.

İnsanların koyduğu yasalarda tezatlar vardır.
Anayasa'yı koyan hukukçular diğer yasaları koyarken Anayasa'ya aykırı olmaması için dikkat etmelerine rağmen bir müddet sonra ceza ya­sasından bir maddenin Anayasa'ya aykırılığı ortaya koyulur. Bu normal­dir. Çünkü insan aklının gücü, görüş alanı sınırlıdır. Yarının ne getirece­ğini bilemez.

Allah (c.c.) kitabı Kur'an-ı Kerîm'in nazmında mânâsında, haberle­rinde, emir ve yasaklarında, edebiyatından gramer kaidelerinin uyumlulu­ğunda bugüne kadar bir eksikliğe, aykırılığa, düzensizliğe, çelişkiye rast­lanmamıştır.

Yirmi sene önce yazılmış teknikle ilgili kitaplar bugün değerini yi­tirdi.

Filozofların peygamberlerden aldıkları hikmetin dışında bütün fikir­leri düşüncesizliklerinin belgesi oldu.

Kur'an-ı Kerîm bindörtyüz seneden beri her çağa her kesime kültür seviyelerine göre bir şeyler vermeye ve her çağda yepyeniliği ortaya çık­makta.

İşte böyle bir kitabı yazmanızı istemiyoruz ey kafirler. Bu kitabın en kısa sûresine benzer bir sûre getirin.

Rabbimiz bindörtyüz sene öncesinin kafirlerine "yapamazsınız" de­dikten sonra küfür çizgisinde yürüyen bütün kâfirlere kıyamete kadar ge­leceklerin hepsine birden "yapamayacaksınız" buyurmaktadır.

Günümüzde hâlâ Mekkeli müşriklerin söylediğini tekrarlayan yo­bazlara biz bu âyeti okuyoruz, "Buyurun bu kitabın Allah'dan geldiğinde şüpheniz varsa bu teknik ve elektronik çağda iletişim araçlarının hepsini kullanarak bütün bilginlerinizi, elektronik beyinlerinizi bir araya getirin ve Allah'ın kelâmına uygun bir kelâm söyleyin" diyoruz.

Bu konuda çalışan Arap edipleri, sahte peygamberler, dinime düş­man kuruluşlar epeyce düzmece sözler söylemişler ama kendileri dahi kendi düzmecelerini beğenmemişler.

Yalnız dünya için çalışanlar, çalıştıklarının karşılığım bu dünyada alırlar. Ahiret yurduna hazırlık yapanlar ise hem bu dünyada hem de ahirette karşılığını en güzel şekilde alırlar.

Kâfire ahirette yakıtı insan ve taş olan cehennem gösterilirken, mü­mine ise köşklerin, suların, çiçeklerin en güzel ve temiz eşlerin olduğu cennet vadediliyor.

Bu dünyada insanlardan bir kısmı bir villaya, arabaya ve güzel bir kadına sahip olmak için kendilerini her türlü tehlikenin içine atabiliyor.

Halbuki bu dünyanın çiçekleri soluyor, sevgililer önce soluyor sonra ölüyor. Doğanlar ölüyor, yapılanlar yıkılıyor. Gençliğini harcıyor birçok şeye sahip oluyor, tam yaşayacağım dediği anda doktoru ona tuz'u, yağı, tatlıyı yasaklıyor ve eşine karşı da iktidarsızlık dönemi başlıyor.

Müminler kendilerini ahirete göre ayarlarlar. Allah (c.c.) onlara bu dünyayı da verir. Ama geçici olan bu dünya nimetleri cennette solmadan devam eder. Geldiğimiz yere dönüyoruz.

Yemyeşil bir ülkeden geldik. Cennete doğru koşan bu dünyada terliyecek, tökezleyip günah bataklığına düşerse tekrar kalkıp koşacak kirlerini göz yaşıyla yıkayıp pişmanlık ateşiyle yakacak. Dünyada nedamet ateşiyle günahlarından temizlenmeyen müminleri Al­lah lütfedip afvetmezse cehennem ateşiyle temizleyecektir.

11 Mart 2009 Çarşamba

Bakara; 14-22

(14) Onlar iman edenlerle karşılaştıkları zaman "iman ettik" derler. Şeytanlarımla baş başa kaldıklarında ise "Şüphesiz biz sizinleyiz. Biz iman edenlerle alay ediyoruz" derler.

Münafıkların röntgen filmini bize sunuyor Rabbimiz.1400 sene öncesinin münafığı ile bugünün münafığı arasında hiçbir fark yok. Müslümanların mescidinde namaz kılar. Zikir meclislerine katılır. Onlar gibi giyinir. Meydanlarda Kur'an-ı Kerîm'i öper, ama akşam imansız klüp ve localarda şeytan heriflerle baş başa kaldıklarında, "Biz onlarla alay ediyoruz, biz sizinle beraberiz" derler.


(15) Allah onlarla alay eder de onların taşkınlık ve azgınlık içinde bocalayıp durmalarına mühlet verir.

Peygamber Efendimiz münafıkların hepsini biliyordu. Fakat bilmezlikten geliyor ve onları yakın takipte tutuyordu. Böylece aldattık zannederlerken aldanıyorlardı. Müminlerle alay ettiklerini zannederlerken kendileri maymun maskara oluyorlardı.


(16) İşte onlar hidayet karşılığında sapıklığı aldılar, ancak ticaretleri kâr etmedi. Doğru yolu da bulamadılar.

Arap şairi: "Dini parçaladık dünyamıza yamadık. Sonunda din de kalmadı dünya da" diyor.

Bu münafıklar da hidayeti verdiler, dalaleti satın aldılar. Cenneti verdiler, cehennemi satın aldılar. İzzeti verdiler, zilleti satın aldılar. Sonunda iki dünyada zararlı çıktılar.

Müminler küfrü atıp imanı aldılar. Mallarını ve canlarını ortaya koydular, sonunda Medine devlete, ahirette cennete kavuştular.

Münafıklar, müminlerin zayıf dönemlerinde iki taraflı çıkar sağlıyorlardı ama o çıkarları geçici oldu.


(17-18) Onların durumu (aydınlanmak için) ateş yakmak isteyenin durumuna benzer. Ateş çevresini aydınlatınca, Allah onların (gözlerinin) nurunu giderdi ve karanlıklar içinde görmez bir halde bıraktı.(Onlar) sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, artık onlar dönmezler.

Aydınlanmak için ateş yaktığı halde, sonra gözlerini kapayan kişinin budalalığı nasılsa aydınlanmak için iman edip sonra kâfirlerin yanında İslâm'a göz kapayanlarda aynıdır.


(19) Veya onların durumu; karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek'in olduğu gökten boşanan yağmura tutulmuş kişiye benzer. Ölüm korkusuyla yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.


(20) O şimşeğin çakması neredeyse gözlerini kapıverecek; şimşek onları aydınlattığı zaman ışığında yürürler. Karanlık çökünce de dikilip kalırlar. Allah dileseydi onların işitme ve görmelerini de alıverirdi. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.

Münafığın nifak içindeki hali karanlık bir gecede gök gürültüsü, yağmur ve yıldırımların altında yürümesine benzer. Her yer karanlık, arada bir şimşek çakıyor ve etrafını görüyor, bir iki adım attıktan sonra yine karanlığın içinde kalıveriyor.

İşte münafığın bu Müslümanlar arasında söylediği İslâmî sözler ve davranışlar ona yıldırım ışığı gibi geçici menfaatler sağlayabilir. Ama sonu yine karanlık yine de hüsran.

Müslümanlara şirin görünerek köşeyi dönen milletvekili bakan olanlar sonra da imansızlara hizmet edenler bilsinler ki bu aydınlık geçicidir. Ya kâfirler tarafından veya müminler tarafından hesaba çekilecektir. Çünkü münafık camiyle kilise arasında kalmış şaşkın insandır.


(21) Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin ki, takva sahibi olasınız.

Allah (c.c.) mümini, kâfiri ve münafığı tanıttıktan sonra üçüne birden “Ey insanlar!” diyerek hitap ediyor ve bütün insanları ibadete çağırıyor.

Sizi yaratana ibadet ediniz. Sizin gibi yaratılanın sizden farkı yoktur. Onun için sizi yaratan, yaşatan ve yönetene ibadet ediniz.

Sizden öncekileri yaratana ibadet ediniz. Kayaları oyan, sağlam evler yapan, saraylar, köşkler kuran, ölmeyeceğini sanan, insanlara zulmeden, peygamberleri yalanlayanları da o yaratı. Hepsi sonunda Allaha döndüler. Sen de döneceksin yeryüzünü gez, dolaş onların sonunu gör de Rabbine ibadet et.


(22) O sizin için yeryüzünü döşek, gökyüzünü bina (tavan) yaptı. Gökten yağmur indirerek o su ile size rızık olarak mahsuller çıkardı. O halde bile bile Allah’a ortak koşmayın.

Yeryüzü döşeğini seriveren Allah, mor menekşe, beyaz gül, kırmızı karanfille döşeğimizi süsleyen Allah, çam, ardıç, gibi ağaçları koklayan Allah, gökyüzünden rahmet indirip, yeryüzünü sulayan Allah, yeryüzünden çeşit çeşit rızıklar çıkaran Allah.

O halde yaratılana değil yaratana ibadet ediniz. Onun emir ve yasaklarına uygun hareket ediniz. Onun emir ve yasaklarına zıt düşen bütün emir ve yasakları reddediniz. Hürriyetinizi koruyunuz. Sizin gibi yaratılanların emir ve yasaklarını Allah'ın emir ve yasaklarına tercih ederek insandan ilah türetmeyin. Siz de biliyorsunuz ki, bu ürettiğiniz ilahlar ölecektir. Ölenden ilah olmaz.

10 Mart 2009 Salı

Bakara; 10-13

(10) Onların kalblerinde hastalık vardır. Allah da onların hasta­lığını artırmıştır ve yalan söyledikleri için onlara acıklı bir azap var­dır.

Esrarkeşin, eroinmanın içtiği şeylerin kendisini ölüme götürdüğünü gördüğü ve bildiği hâlde yine aynı kötülüğe devam ettiği gibi münafık da küçücük dünyevî çıkarları için ileride başına gelebilecek büyük zararları görmezlikden geliyor.

Bu bir hastalıktır. Tedavisi için Rasûlullaha ve onun yolunda olanla­ra müracaat etmedikleri için Allah onların hastalığını artırdı.

Yedinci âyette "Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürledi" buyuruyor.

Görünüşe göre cebrilik var gibidir. Yani Allah dilediğinin kalbini mühürlüyor. Dilediğinin münafıklığını artırıyor.

Ancak Allah (c.c.) bunların yapılmasına sebeb olarak yine kişilerin yaptıkları kötülükleri gösteriyor.

Yani kul kötülüğü istiyor, Rabbimiz de yaratıyor. Eski batıl dinlerden bir kısım iyi niyetli bilginler şerri, kötülüğü Allah yaratmaz, O'nun sanma, yakışmaz mantığından hareket ederek hayır tanrısı ve şer tanrısı diye ilahlar türetmeye gitmişlerdir. Biz hayrı da şerri de Allah yaratır diyerek tevhide inanırız.

Bugün müslümanlara en büyük zarar müslümanlığı tam atamamış, batı standartlarını tam tutamamış ikisi arasında bocalayan hasta tiplerden gelmektedir.

Geçenlerde kızlık bekaretini evlenmeden önce kaybeden fahişeler "Kızlık bekareti" üzerine açık oturum yapmışlar ve bu bekareti önemsemede gericiliktir neticesine varmışlar. Fahişe, iffetli kadına; hırsız, dürüst adama, düşman olurmuş. Çünkü o olmasa buna fahişe denmeyecekmiş. Yaptığı işin kötü olduğunu bilirmiş ama herkesin kendisi gibi olmasını istermiş.



(11) Onlara "yeryüzünde fesad çıkarmayın" denildiğinde: "Biz ıslahatçılarız" derler.

İlk insanın imanı tabiatın ilk yaratıldığı günlerdeki gibi tertemizdi. Karalar, denizler ve havalar müminlerin imanı gibi pırıl pırıldı.

Önce imana şirki bulaştırdılar. Allah'ın kanunlarını hiçe sayarak kendilerini ilahlaştırdılar. Ondan sonra tabiata da müdahale ederek gönüllerindeki pisliği tabiata da akıtmaya başladılar. Rabbimiz: "Ey iman eden­ler! Müşrikler ancak pisliktir" buyurur. O tertemiz elbiseleri­nin içinde kara gözlüklerinin gerisinde tabiatı kirletmek, dünyanın her ta­rafında anarşi çıkartıp insanların kanını paraya çevirmek, kimyasal silah­lar satarak midesini patlatmak için koşan bu hasta adamlar: "Yahu etme­yin, eylemeyin yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın" deseniz, onlar "biz Yalta zırvasında, Malta zırvasında, Londra zirvesinde insanları ıslah için bir araya geliyoruz" diyorlar. Peki ama her zirvenizin sonunda Hamada, Halepçe'de, Afganistan'da İran'da, Grenada'da, Azerbaycan'da yüzbinlerce insan öldürülüyor.

Rabbimiz bizi bu ikibinli (bin dörtyüzlü) yıllarda bizi uyarıyor:


(12) "Aman ha! gözünüzü açın, asıl fesatçılar onlardır, ancak farkında değiller."

"Islahatçıyız" diyerek gelen, paranızı biz hesap ediverelim diyen IMF ajanlarını, yatakda neyi nasıl yapacağımıza kadar yol gösteren ço­cuk öldürme ekibine, nereye ne ekileceğini gösteren ve yeşil Afrika'yı çoraklaştırma çetesine sakın ha aldanmayın.

Bunlar bozguncudurlar. Ancak yaptıklarının bozgunculuk olduğunu bilmezler.

"Ancak farkında değiller" cümlesi beni çok düşündürdü. Gerçekten "bütün bu katliamları yapan batılının niyeti kötüdür. Hiç içlerinde iyi ni­yetli insan yoktur" demek de zor. Ancak Arap şairi diyorki:

"Akrebin kimseye kin'i yoktur.

Ancak onun sokması fıtratının gereğidir."

İyi niyetli kafirler yönetici olsalar, içlerindekini dışa vuracaklar. İç­lerindeki küfür zehir olunca iyi niyetlerle de olsa insanlığı ve tabiatı zehirleyecektir.

Şeker hastasina çok iyi niyetlerle hergün baklava yediren cahil insan gibidirler.


(13) Yine onlara: "İnsanların iman ettiği gibi sizde iman edin" denildiğinde: "Ya biz de o beyinsizlerin iman ettiği gibi mi iman ede­ceğiz?" derler, İyi bilinki, gerçek beyinsizler kendileridir; fakat bil­mezler.

Örnek insan gerekli. Size bir ateist gelse ve "Ben müslümanlığı ki­taplardan okudum. Bir de şahıslardaki yaşantısını görmek istiyorum. Ba­na bir müslüman göster ve ben onu uzaktan takip edeyim. Yürüyüşünü, selamlaşmasını, oturuşunu, ticaretini, konuşmasını, insanlarla, ailesiyle olan münasebetlerini gözleyeyim" dese kimi gösterebilirsiniz.

Hep bindörtyüz sene öncesinin ,o görmedikleri insanlarını (Ashab-ı. Kiram'ı) göstermek yeterli değildir.

Rabbimiz "İnsanların iman ettiği gibi iman edin" derken o günün müşriğine örnek insan sahabe idi. Bugünün müşriğine örnek insan biz ol­malıyız.

"Peki o müşrikler o değerli insanları görmüşler ama bir kısmı iman etmeyip onları serinlikle suçlamışlar" denebilir.

Gözlerinin üzerine bin lirayı koyupda gerisindeki milyarlarca lirayı görmeyen çocuk gibi olayları değerlendiren bu münafık müşrikler, Hattap oğlu Ömer, Mekke parlamentosunun ileri gelenlerinden ve yeraltı dünyasının babalarından iken çok akıllı, işbilen ve işbitiren olarak bilini­yor ve kendisine saygı gösteriliyordu.

Ne zaman müslüman oldu, bütün bu makam, mevki, ev, para şan ve şöhretim yitirince sefih olarak adlandırıldı.

Münafıkların putu olan parayı, parlamenterliği, babalığı yere çaldı ve İslâm'ı aldı.

Sonunda kazanan müslümanlardır. Sefih olan kendileridir. Münafık müşrikler dünya çıkarlarını da bilmezler.

Hz. Ömer müşrik iken elde ettiği imkânları yere çaldı, İslâm'ı aldı ama ilerde devlet başkanlığına getirildi. Dünya adalet tarihin en ön sırala­rında yer aldı ve dört halifeyle beraber cennetle müjdelenen on kişinin arasına girdi.

Ömer'e sefih diyen Ebu Cehil ancak lanetle anılıyor.

Bugün dünyanın en sefih, en akılsız milleti Yahudilerdir. Siyaseti hiç bilmeyen, ticaretten anlamayan bir toplumdurlar.

Olurmu öyle hocam? dünya siyasetini ve ticaretini onlar yönetiyorlar diyorsunuz.

Peki dünyanın en eski milletlerinden olan bu Yahudiler şu anda nü­fus olarak en çok nüfusa sahip olmaları gerekirdi. Ancak aç gözlüklerin­den, siyaset bilmemelerinden tarih boyunca katliamlarla yok edilmişler. En son Almanlar'm katliamı.

Siyaset Efendimizin yaptığıdır. Vahşi bir toplumu medeni yapmak. Siyaset Osman Bey'in yaptığıdır. Aşiretten devlet meydana getirmektir.

Yoksa dünyanın en eski milletinin nüfusunu İspanyol çingenelerinin nüfusundan aşağıda tutmak, ürettiği çocukları kırdırmak siyaset değildir. Asıl sefih onlardır.

Çünkü dünyada rahat durmuyorlar. Rahat yüzü görmüyorlar. Ahiretteki ateşlerini de beraberlerinde götürüyorlar.

9 Mart 2009 Pazartesi

Bakara Süresi 7-8-9. Ayet

(7) "Allah onların kalplerini ve kulağını mühürlemiştir. Gözlerinde de perde vardır. Ve büyük azap onlaradır."

Kafirlerin kalbini Allah mühürlemişse kafirin müslüman olmamasında kabahati nedir? sorusu hatıra geliyor.
Allah (c.c.) Rum suresi âyet 30'da "Sen yüzünü hanif olarak dine çevir. Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa o fıtrata çevirir" buyurur. Bu âyete göre Allah bütün insanları İslâm fıtratı üzerine yaratmıştır. Peygamber efendimiz "Her doğan İslâm, fıtratı üzerine doğar. Anne babası onu ya Yahudi, ya Hristiyan veya Mecusi (günümüzde kominist) yapar" buyurur.
Tertemiz pırıl pırıl yaratılan insan zamanla çevrenin etkisiyle kirlenmeye başlıyor. Aynanın üzerindeki tozlar silinmeyince zamanla aynayı kapattığı gibi günahlarda kalbi kapatıyor ve küfür ise kilitlenip mühürlenmesine sebep oluyor.
Efendimiz: "İnsan bir günah işlediğinde gönlünde siyah bir nokta belirir. Eğer kişi günahına tevbe eder pişman olursa o siyahlık gider yeri yeniden parlar" buyurur.

Allah (c.c.) kulların kazandıkları kötülükler nedeniyle kalplerinin küf bağladığını haber verir.
Bu, ömrü deri dibağatıyla geçen kişinin gül kokusundan nefret etme¬si gibi, zafiyet hastalığına uğrayan kişinin kendisine yararlı yağlı yiyeceklerden nefret etmesi ve kusması gibi kafirlerde küfürle öylesine içli dışlı olurlar ki gül gibi İslâm'dan kaçarlar. Gözleri güzellikleri görmez. Görse de kedinin bülbülü bir yudumluk et görmesi gibi görür. Herşeyin değerini paraya göre ölçer.
Kulağı para sözünden başka konuşmalara kapalıdır. O öyle isteyince Allah da onun kalbini mühürler gözünü perdeler. "Ve onlara büyük azap vardır."
Bu dünyada küfür devletinin yıkılması, zulme dayanan saltanatlarının yerle bir olması onlara büyük azap olduğu gibi Ahirette büyük azap vardır.
Bu âyetteki azabın yalnız ahirette olacağı manasına gelmez. Ayetlerin bir kısmına inanıp bir kısmını inkar edenlere dünyada rusvaylık ahirettede büyük azab vardır.

Mescidlerde Allanın adının anılmasını engelleyenlere, o mescidlerin harap olmasına çalışanlara dünyada rezillik ahirette büyük azap vardır.

Allah ve Rasûlüne karşı savaşanların yeryüzünde bozgunculuk ya¬panların cezası dünyada rezillik ahirette de büyük azab vardır.(Maide 33)

(8) İnsanlar içinden bir kısmı inanmadıkları halde "Allaha ve ahiret gününe iman ettik" derler.

Allah (c.c.) geçen ilk beş âyette muttaki insanların özelliklerini, iki âyette kâfirleri bu âyetten itibaren onüç âyettede münafıkları bize tanıtıyor ve içlerinin filmini sunuyor.
Müslümanlar için en tehlikelisi bu münafıklardır. Çünkü bizim gibi giyinir, bizim gibi görünür. Kur'an'ı okumaz ama bizden fazla öper. Bizim toplantılarımıza katılır. Fikir beyan eder. Hacca gider. Cübbe giyer ama bizim gibi iman etmez. O kendi çıkarlarını ve kafir yandaşlarının çıkarlarını gözetir.
Durupdururken hiç gereği yokken Allah rasûlünün huzurunda şahadet kelimesini s öyleyi verirler. Allah (c.c.) da onların yalancı olduğunu Rasûlüne bildirir.
Onları tanımak için konuşma üsluplarına dinlerken yüz hatlarına da dikkat edildiği takdirde Allah dileyince anlaşılabilir.

Münafıklar, müslümanlara zarar vermek, ayrılık tohumları ekmek, Allah ve Rasûlüne harp açanlara yardım etmek için müslümanların arasında kalırlar. Tanınmamak için de şehadet kelimesi getirirler.

Müslümanların yanında olmak onlara fayda veriyorsa onlara uyarlar.
Sanki Allah (c.c.) günümüz münafıklarını bize tanıtıyor. "Sankisi" fazladan. Allah her çağın münafıklarının ortak taraflarım açıklıyor.

(9) Allahı ve iman edenleri aldatmaya çalışırlar. Halbuki yalnız kendilerini aldatırlarda farkında olmazlar.

Münafık iki tarafada yaranamaz. Sonunda zararı kendisi görür. Allaha hile yapmaya kalkarlar.
Hud'a: Görüldüğünün zıttı hareketle karşı tarafa zarar verme planıdır. Hud'a: gizlenmedir.
Allah insanların gizlediklerini de açıkladıklarını da bildiği için] Allaha hile yapmalarından kanıt, Rasûlüne yapılan hiledir. Rasûlüne Öylesine önem veriyor ki ona yapılan kötülüğü kendine yapılmış kabul ediyor. Ona yapılan biati, bağlılığıda yine kendine yapılmış kabul ediyor.

Müminleri aldatmaya çalışanlar da geçici bir zaman için bundan çıkar sağlayabilirler. Müminleri ihbar ederek belirli makam ve mevkiler elde edebilirler ama bu çıkarları karanlık gecedeki yıldırım ışığından faydalanmak kadar ani ve geçici olur.
Tarih boyunca bu iki tarafada yaranamayan münafıkların boynu giyotine, idam sehpasına, takılıp kalmıştır.
Rabbimiz onları şöyle tarif eder: "Bunların arasında çalkalanıp dururlar. Ne onlar taraf nidadırlar, ne bunlar tarafındadırlar." (Nisa 143) Yani cami ile kilise arasında kalmış insanlar.
Üstü açık kilisedeki heykelin üstüne bir kuş hergün pislermiş. Papaz bundan rahatsız olmuş. Birgün heykelin yanma şarap koymuş. Kuş gelmiş heykele pislemiş, şarapdan içmiş ve sarhoş olmuş, sızmış. Papaz kuşu eline almış ve şöyle söylemiş: "Madem müslümandın niçin şarap içtin. Madem Hıristiyan'dın niçin heykele pisledin. Senin hakkın ölüm" deyip başını koparıvermiş.
Allah rasûlü kendi devletindeki münafıkları öldürmemiş. Bildiğini onlara bildirmemiş. Yeminlerine ve şehadet kelimelerine inanır görünmüş ama onlara karşı dikkatli olmuş.
Kendisi vefat ederken münafıkların isimlerini Huzeyfe (r.a.)'ye bildirmiş. Böylece devletin bunlardan zarar görmesi önlenmiş.
Günümüzde kafirlerin localarında viski, votka içen cuma veya bayramlarda bizimle görünen çıkarcılar bilsinler ki, iki tarafda da bir köpek kadar değerleri yoktur.
Peki bunu, bu iki yüzlülüğü neden yaparlar? Kendinden önceki mü¬nafıkların kötü sonucunu gördüğü halde niye aynı nifak yolunda devam ederler?

7 Mart 2009 Cumartesi

Bakara-6. Ayet

(6) "Hiç şüphesiz kâfirleri ha korkutmuşsun, ha korkutmamışsın onlara göre birdir. Onlar iman etmezler."

Eğer tebliğin tesirsiz kalırsa tereddüt etme, şüpheye düşme! Hata senin tebliğ ettiğin nur gibi âyetlerde değil, o âyetlere gözlerini yumanlardadır.

Güneşli havada gözlerini yumarak giderken kanala veya çukura düşen kişi kabahati güneşe bulamaz.
Gözlerini kapayan kişi için güneşin doğmasıyla batması aynıdır,fark etmez.
"Senin korkutmanla korkutmaman birdir" denmiyor.
Sen insanların yollarının cehennem çukuruna doğru gittiğini, düşerlerse çıkamayacaklarım onlara söyle o yoldan onları çevir cennete giden yola gitsinler.

Bu küfür yolunda yürürlerse ailelerde iffet, insanlarda merhamet, mahkemelerde adalet kalmaz. İnsanlar birbirini parası için sever. Kalbine göre değil kasasına, kesesine göre değer verir. Güçlüleri sevilir güçsüzler ezilir.
Böyle bir toplum olmaktan onları sakındır. Varacakları yerin kötülüğünü anlatarak onları korkut.

Senin bu korkutmalarına rağmen ateş çukuruna doğru koşuyorlarsa bu onların yaptıkları kötülükler nedeniyle Allah'ın onların akıllarını, kulaklarını, gözlerini kapatmasındandır.

Allah (c.c.) Yasin Sûresi'nin 10, âyetinde bu âyetin bir kısmını tekrarladıktan sonra 11. âyette Kur'ân'a uyan Rahman'a iman eden kişilerin uyarıya kulak vereceklerini haber verir.

Günümüzde "Ben Allah'dan korkmam, Allah varsa beni çarpsın" diyen kâfirler, ormanlar kralı aslanın yelesine konup sonra da "Hani aslan neredeyse karşıma çıksın, ben aslandan korkmam" diyen, sinek gibidirler. Aslandan korkmak için ceylan olmak lazım. Aslan hakkında bilgisi olma¬yan ondan korkmaz. İki yaşındaki çocuk korkmadan elektriğe elini uzatırsa bu onun cesaretine işaret etmez, cehaletine işaret eder.

"Allah'dan ancak âlim kulları korkar."

Küfr: Örtmek gizlemek mânâsına gelir.

Çiftçi tohumu toprağa gömdüğü için Araplar çiftçiye de "küffar" derler. Her şeyi örttüğü için geceye, yıldızlan örttüğü için buluta da kâfir derler.

Kâfir kişide Allah'ın varlığını görmezlikten, bilmezlikten gelip inkâra gittiğinden bu ismi almıştır.

Kâfirler de kendi aralarında kısımlara ayrılırlar.

1- Allah (c.c.) hakkında hiç bir bilgisi olmayan bildirildiğinde de kabul etmeyenler. Firavun bunlardandır. Musa aleyhisselam ona İslâm'ı tebliğ ettiğinde, Firavun "Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka ilah bilmiyorum" demişti. Yani kanunu ben koyarım, sizi ben yönetirim diyor.
2- Allah'a ve Rasûlü'ne inanır, inandığını Ebu Talip gibi ikrar da eder ama makamı, şanı, şöhreti, rütbesi uğruna İslâm'ı kabul edemez.
3- Diliyle inandığını söyler ama kalbinden iman etmez, münafıklar gibi.

Küfrün anatomisi:

Zafiyet hastalığına tutulan insanın yediğini, kustuğu gibi, en değerli besinleri beğenmediği gibi, canın ve teninin gıdası olan dini de kabul etmeyebilir. Serum verir gibi gönlüne girmek ve gönlündeki kara perdeyi aralamak bizim görevimiz.

Müslüman olmalarını engelleyen kara perde nedir? Gönül cevherini kapatan kara pas nedir?

O benlik pisliğinin kalplerine attığı pastır. Rabbimiz "Hayır onların kazandıkları kalplerini paslandırdı" buyurmuştur. Allah'ın varlığına inandılar ancak O'nun adaleti kendilerinin zulme dayalı çıkarlarını engellediği için dedelerinin koyduğu cahiliye dönemi kanunlarının yürürlükte olmasını istediler de Rabbimiz "Cahiliye devri hükmünü mü istiyorlar? Yakinen bilen bir millet için Allah'dan daha iyi hüküm veren kim vardır?" K. Kerim. 5/50 âyetiyle Allah'dan daha güzel hüküm koyacak birinin olmadığını ilan ederken bir kısım insanlar Rasûlüne ve daha Önceki peygamberlere iman ettiklerini iddia ederken Allah'ın dışında tağutlar huzurunda yargılanmak istedikleri, Allah'ın indirdiği Kur'ân'a ve O'nun Rasûlüne geliniz dendiğinde O'ndan yüz çevirdikleri için kâfir oldular.

6 Mart 2009 Cuma

Bakara Suresi 4-5.ayet

(4) "Ve onlar sana indirilene, senden önce indiriîenlerede iman ederler ve onlar ahiretede yakin bir bilgi ile iman ederler"

Yani sana indirilen bu Kur'ânı Kerîm'e iman ederler. "Senden önce indirilenlere de iman ederler." Yani İbrahim, Musa, Davud, İsa ve diğer peygamberlere indirilene de iman ederler.

Yahudi gibi ırkçılık yapıp yalnız Beni İsrail'den olanlara inanıp di­ğerlerini inkar etmezler.

Peygamberlerin özelliği, güzelliği kendi şahıslarından ırklarından, dillerinden gelmez, Allah'ın onları peygamber olarak seçmesinden gelir.

Allah'ın gönderdiği peygamberler hangi ırkdan, hangi renkden olursa olsun iman ederiz. O'na indirilen kitabı da kitabımız kabul ederiz.

"Ve onlar ahirete de kesin bir bilgi iîe iman ederler."

Yakını bilgi, kendisinde şüphe olmayan bilgidir. Müttekiler ahireti gözleriyle görmemişlerdir. Ancak gözlerini yaratan Allah (c.c.) ahiretin varlığını haber verdiği için şüphesiz iman ederler. Gözün görmesinde ya­nılma ve yanlışlık olur, fakat Allah'ın haberinde yanlışlık olmaz.

Çölde su görüpde ona doğru koşan insan çoğu zaman su yerine se­rapla karşılaşabiliyor. Bu sebeple biz Allah'ın haberine gözlerimizle gör­düğümüzden daha fazla inanırız.

"Bu dünya hayatından başka hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Biz di­riltilecek değiliz."[32] diyen insanlar mevsimlik böcekler gibi hiç görmedikleri baharı inkar etmekteler. Ama bu kışın bir baharı da vardır.

Ana rahmindeki çocuğa "Buradan daha geniş bir dünya var" deseniz gülüp geçebilir. Bu dünya da ahiretin ana rahmidir. Bu toprak ana üzerin­de yaşar büyür ve ölerek ahirette doğarız;

Baharda doğan, yazın gençliğini yaşayan, güz mevsiminde ölen,kar­dan kefenlerle toprağa gömülen çekirdeklerin baharda İsrafil'in surunu andıran ılık rüzgârlarla çiçeğe dönüşmeleri ahiretin varlığını bize hatırla­tan âyetlerdir.

Günümüz ateist kâfirlerinden birisi bana şöyle sormuştu:

"Adamın biri denize düşse, onu balina yutsa, balinayı balıkçılar tutsa, bin parçaya ayırsalar, binlerce insan yese, bu insanlardan biri Asya'da, biri Avrupa'da ölse, biri yansa duman olup gökyüzüne yükselse, şimdi bu de­nize düşen adamı Allah nereden nasıl toplayacak?

Ona şöyle cevap verdim: "Babanın okuduğu Kur'ân-ı Kerîm'de Yasin Sûresi vardır. O sûrenin yetmiş dokuzuncu âyetinde soruyun kısa bir ce­vabı vardır. Müşriklerden birisi mezarlıklardan çürümüş bir kemik getirip Efendimiz'in önünde ufalayarak "bu çürümüş kemiği kim diriltecek" diye sorar. Rabbimizde "Onu ilk Önce kim yaratmışsa o diriltecek" diye cevap verir.

Sen bana denize düşenin dağılışını anlattın. Ben de sana senin topla­nışını anlatayım: Bir zamanlar sen yoktun, annenle baban evlendi. Meni­nin altmış milyonda biri kadar küçükdün dokuz ay sonra dünyaya geldin. Anne sütünden sonra Adana'nın domatesi, Erzurum'un yağı, Ayvalık'ın zeytinyağı, Trakya'nın peyniri, Rize'nin çayı, Konya'nın buğdayı sana doğru geldi ve sen seksen kiloluk bir adam oldun. Bu saydıklarımın eki­lip büyümesi için Avrupa'dan, Amerika'dan, Afrika'dan gelen âletleri, ilaçları, havayı saymıyorum. Senin dağıttığın yerlerden toplamış Allah seni. Seni buralardan toplayan Allah o senin dağıttığını da toplar" deyin­ce "inandım ahirete" demişti.

Ateist (kâfirler) arasında düşünen insanlar bazan bulunabiliyor. Bu kadar zulmeden zalim insanlar ölüyor. Bu mazlumun hakkı burada alına­madı. Bu mazlumda ah çekerek ölüyor. Bu ikisi de aynı toprağa gömülüp yok olup gidiyor. Öyleyse iyiliğin, güzelin, erdemin, adaletin ne önemi var? diyor ve Allah'a ve ahirete imana yol ararken uluslararası insanları imansızlaştırma Örgütü onun Önüne çıkararak "İnsanlar iyilik ve kötülük­lerinin karşılığını yeniden dünyaya gelirken akrep olarak, yılan olarak, iyi insan da daha iyi şekilde dünyaya gelecek" diyor. Bunlardan birine ben "O takdirde dünyada insan ve hayvanların sayısı artmamalıydı" deyince "Merkezimize bir sorayım dedi ve bir hafta sonra "Uzaydan dünyamıza gelenler ve gidenler varmış nüfus artışı oradanmış" diye cevap vermişti.

Bir defa yalan söylediniz mi ardından yumak söker gibi yalanlan ço­ğaltmak mecburiyetinde kalırsınız.

Müttekiler görmedikleri halde Allah'a, meleklere, cinlere, cennete, cehenneme vs. iman ederler. Namazlarını dosdoğru kılarlar kendilerini kötülüklerden cimrilikten korurlar, Allah'ın verdiği azıktan dağıtırlar, Hz. Peygamber'e ve diğer peygamberlere indirilenlere iman ederler, ahi­rete eksiksiz, şüphesiz inanırlar.[33]



(5) "İşte bunlar, Rabîerînden olan bir hidayet üzeredirler ve işte bunlardır kurtuluşa erenler."

Kurtuluş diye tercüme ettiğimiz "Felah" kelimesi Arapça'da engeli aşmak, yarmak mânâsına gelir.

Para, kadın, makam, şan, şöhret gibi engelleri aşanlar dünyada devle­te (meşru yoldan paraya, kadına, makama, şan'a, şöhrete) ulaşırlar, ahirette cennete ulaşırlar.

Firavun komutanlarına ve ilim adamlarına "Bütün tuzaklarınızı plan­larınızı toplayın sonra saf saf gelin. Bugün yüce olan felaha erecektir"[34] diyerek O da Musa (s.a.v.) engelini aşmak ister ama aşamaz ve denizin derinliklerinde boğulur.

Rabbimiz Musa aleyhisselama "korkma yüce olan sensin" buyurur.[35]

"İşte Onlar Rablerinden olan bir hidayet üzeredirler" âyetindeki üze­redirler mânâsına gelen "Alâ" harfi cerri müminleri imanlarıyla yüceltir­ken kâfirlerin yerini belirlerken içinde aşağıda mânâsına gelen ve okurken aşağıya doğru çekilen "fi" harfiyle ifade etmiştir. "Mücrimler (suçlu­lar) sapıklık ve cehennem içindedirler"[36]

Mümin bir insan, fakirliği sebebiyle köprü altında yatıp kalkan mü­min bir insanı, dünya insanına yön veriyoruz diyen imansız insandan üs­tün ve hayırlı görecektir.[37]

Bu haleti ruhiye içinde olan mümin insan, kâfirleri insanlık derece­sinden hayvanlık derekesinin aşağısına düştüğünü görür ve onun tekrar yükselmesi için Allah'ın ipi olan Kur'ân'ı ona doğru uzatır.

İmansızın makamı, mevkii, rütbesi ne olursa olsun ona İslâm'ı tebliğ için gittiğinizde endişeye ve heyecana kapılmayın. Rabbimiz imansızla­rın hayvandan daha aşağı olduğunu haber veriyor.[38] Korkmayın ama acıyın ve kulaklarından değil gönüllerinden tutarak yardım edin ve kardeş olun.

Yukarıda vasıfları bildirilenler felaha erenlerdir. Kur'ân-ı Kerîm felaha erenleri şöylece haber verir.

Nur'a uyanlar (Kur'ân'a),[39] Kur'an-ı işitip itaat edenler[40] iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar (Ali İmran 104); anne ve ba­baları da olsa Allah ve Rasûiü ile harbedenleri sevmeyen ve Allah'dan yana (Hizbullah'dan) olanlar (Mücadele 22) Allah için hicret edenleri kendilerine tercih edip nefsini cimrilikten koruyanlar (Haşr 9) kurtuluşa erenlerdir.

4 Mart 2009 Çarşamba

Bakara ; 3. ayet

(3) "Onlar gayba iman ederler. Namazı dosdoğru kılarlar ve onlara rızık olarak verdiklerimizden infak ederler"

Sizin yanınızda sizi övenle, yokluğunuzda sizi öven bir değildir. Nice insanlar vardır ki, önünde yağ çekip takla attığı insanın ardından kuyusunu kazar.

Değerli dostlar ise dostunu yokluğunda savunur, yüz yüze geldiğinde ise münasip bir dille hatalarını söyler.

Muttaki insanlar Allah'ı, melekleri, cenneti cehennemi görmeden inanırlar. Bugün Müslümanlar Peygamber Efendimizi de görmeden inanıyorlar. Onun içindir ki, Efendimiz: "Beni görüp bana iman edene müjdeler olsun. Beni görmediği halde bana iman edene yedi kere müjdeler olsun" buyurmuştur."

Kendisi Allah'ı görmese de Allah'ın kendisini gördüğüne inandığından bütün hareketlerimi kontrol eder.

Şoför uzun yolda radara yakalanıp ceza vermeyeyim diye sürat sınırını aşmadığı gibi, muttaki Müslüman da ahirette cezalandırılmayayım diye Allah'ın haram sınırlarına yaklaşmaz.

Günümüzde "Ben görmediğime, laboratuarda incelemediğime inanmam" diyenler yeni bir söz söylemiş sayılmazlar. Çünkü "Bu güneşin altında söylenmedik söz kalmadı" biz bu tefsirimizde yeri geldikçe imansızların kötü sözlerinin yeni olmadığını, daha önce başka imansızlar tarafından söylendiğini Kur'ân-ı Kerîm'den naklederek ispat edeceğiz. "Küfür cephesinde yeni bir şey yok" adı altında bir kitabımda günümüz kâfirlerinin çağdaş düşüncelerinin çağlar öncesine ait olduğunu gösterdim.

Günümüzde yaşayan bir düşünürün düşüncelerinin Kur'ân'da daha önce haber verildiğini göstereceğiz.

Çağdaş imansızlar gibi, Musa (s.a.v.)'nın kavminden bir kısmı "Musa, biz Allah'ı apaçık görmedikçe sana inanmayacağız" demişlerdi.Çölde söylenen bu sözü bugünkü kâfir laboratuardan söylüyor. Gözümüzün bir sınırı var. Bu göz Allah'ı görseydi, Allah'ın gücü ve büyüklüğü sınırlı olurdu.

Bu gözler gördüğünü emri altına alıyor. Yüce dağları deliyor. Denizin derinliklerinden en değerli inci mercanlarını çıkarıyor.

Gözlerimiz Allah'ı görecek şekilde yaratılmamıştır. O'nun yarattıklarından ilmini, kudretini, sanatını, rahmetini görüyor ve O'na iman ediyoruz.

"Namazı dosdoğru kılarlar."

Cennetin anahtarı gözlerin nuru Müslümanların can ve tenlerinin huzur bulup rahatlama yeri olan Kur'ân ve sünnetin tarif ettiği şekliyle dosdoğru kılarlar.

Kötülüklerden alıkoyan K. Kerim, kalp ve kalıpları bir araya getiren müminlerin miracı olan, Hak huzurunda halkla beraber, halk içinde Hakla beraber olunan namazı kılarlar. Günde beş defa elbisemize, namaz kılacağımız yere, eller yüzler baş, ve ayaklara dikkatimizi çeken ve bizi temiz olmaya sevkeden namazı kılarlar.

Rabbimiz göktekilerin, yerdekilerin, güneşin, ayın, yıldızların, dağların, ağaçların, hayvanların, secde ettiğini haber verir.Mümin bütün yaratıkların ibadetini toplamak için namazını kıyam, rüku, sücud ve kaide ile tamamlar.

Buhari'nin Kitabü-t Tevhid'de rivayet ettiği bir hadiste Yemen'e gönderilen tebliğciye Efendimiz: Önce Allah'ı tanıtmasını ister, Allah'ın varlığını ve birliğini kabul edenlere namaz kılmalarını ondan sonra zekat vermelerini emreder.

İnanmış insanların bir araya gelebileceği en güzel yerler camilerdir. Dernekler, cemiyetler ve vakıflara yalnız üye olanlar girebilirken camilere her mümin girebilir.

Yunus Sûresi'nin 87. âyetinde Musa ve Harun (s.a.v.)'ın Mısır'a yerleşince ilk işlerinin mescid edinip namaz kılmakla emrolunduklarını haber verir Rabbimiz.

Peygamber Efendimiz Medine'ye hicret edince ilk işi mescid yapmak olmuştur. Mekke'yi fethedince de fetih namazı kılmıştır. Sa'd b. Ebi Vakkas Iran Kisra'smın sarayını fethedince altın, yakut, zümrüt, inci, mercanlara bakmadan bütün bunları yaratana yönelmiş ve fetih namazı kılarak Rabbine şükretmiştir.

Namaz sıkıntılı zamanlarda sığınak sevinçli zamanlarda şükür makamıdır.

Rabbin mülkünde onun yarattığı bedenle O'nun huzurunda O'nun öğrettiği kelimelerle O'na yönelmek halktan alakayı kesip Hakla beraber olup selamla tekrar halka dönme halidir, namaz. İbrahim aleyhisselam Rabbine dua ederken kendisinin ve neslinin namaz kılanlardan olmasını ister, Rabbimiz Efendimize ve ailesine namazı emreder ve senden rızık istemeyiz rızkı veren biziz diyerek namaz ister.

Namaz cimrilik hastalığının da ilacıdır. Günümüzde dilencilerin kahvehane, sinema, tiyatro, futbol sahası önünde değil de camilerin önünde durmaları bunun göstergesidir.

Aynı inancı paylaşan ve camilerde bir araya gelen cemaatin içinde zengini vardır, fakiri vardır. Yerlisi vardır, yolcusu vardır, dulu vardır, yetimi vardır. Devletin elinin uzanmadığı veya haberinin olmadığı haller olabilir. Bu durumlarda,

"Onlara rızık olarak verdiklerimizden infak ederler."

Müminler Karun gibi toplayıcı değil, Harun gibi dağıtıcıdırlar. Dağıtmak için kazanırlar, verirken tükeneceğinden korkmazlar. Çünkü veren Allah'tır, "ver" diyen de Allah'tır. "Siz Allah için bir şey verdiğinizde Allah onun daha iyisini verir, O rızık verenlerin en hayırlısıdır.

İblis gibi fakirlikten korkutup cimriliği emretmez. İdris gibi cömertliği emreder.

Ne kadar verelim sorusuna Bakara 219. âyette ihtiyaç fazlasının verilmesi gerektiği nereye verelim sorusuna 215. âyette anne-babaya ,yakınlara, yetimlere, fakirlere, yolda kalmışlara diye cevap verirken bunların Müslüman veya kâfir oldukları bildirilmemiştir, Hatta Bakara 26. âyeti "kâfirlere hidayet vermek sana düşmez. Sana infak etmek düşer anlamındadır.

Allah yolunda infakda oran yoktur. Zekâtta sınır vardır, sadakada sınır yoktur. Sadaka sınırını İsra Sûresi'nin 29. âyeti göstermiş ve eli boş kalacak şekilde saçıp savurmayı da yasaklamıştır.

Rızık: Allah'ın kuluna verdiği ilim, makam, mevki, yiyecek, giyecek ve içeceklerin hepsine rızık denir. (Müfredatı Rağıb) "Sizden birine ölüm gelip "Ya Rabbi keşke yakın bir zamana kadar ecelimi geciktirsen de sadaka versem" demeden önce size verdiğimiz rızıktan veriniz."

İlminizin sadakasını verin. Makam ve mal varlığınızın sadakasını vermez.

Allah yolunda yapılan infakın verildiği zamanlar da önemli. Müslümanların dar ve zor durumlarında yardım edenle bol günlerinde yardım eden bir değildir. Rabbimiz Mekke fethinden önce infak eden ve harb edenlere Mekke fethinden sonra infak ve harb edenlerin denk olmadığını haber veriyor.

Günümüzde iyi niyetli bir kısım Müslümanlarımız bir araya gelerek kendi işyerlerinden ayrı olarak ortak bir işyeri açarak gelirini Allah yolunda harcamaya karar verirler. Bazen üç kişi ortak bir işyeri açarlar ve yüzde doksanını aralarında bölüşürler, yüzde on'unu da Allah yolunda harcamaya karar verirler.

Bu laiklik anlayışının bizdeki görüntüsüdür.

Bu Mekkeli müşriklerin "Bu Allah içindir. Bu da putlarımız içindir."diyerek gelirlerini ikiye ayırması gibidir.

Mümin, canını yaratanın Allah olduğunu, malını verenin Allah olduğunu bilir ve O'nun yolunda mal ve canıyla cihad eder.

"Onlara verdiğimiz rızıktan infak ederler" âyetini okuyunca biz verdiğimizi kendi malımızdan değil, Allah'ın bize emaneten verdiğinden infak ettiğimizi anlıyoruz.

Düğün evinde yemek kazanının başındaki aşçı yemek dağıtırken kimseyi minnet altına alamadığı gibi, kimsenin başına kakamadığı gibi, "Ben malımdan dağıtıyorum" diyerek övünemediği gibi infakda bulunan kişi de haddini bilir.

3 Mart 2009 Salı

Bakara; 1-2

Buyurun dünyada devlete, ahirette cennete gidişin yollarını gösteren Allah kelâmını okumaya devam edelim.

Kur'ân-ı Kerîm'de yazılış sırasına göre ikinci sûre olan, "Bakara Sûresi" diye isimlendirilen ve Kur'ân-ı Kerîm'in en uzun sûresi olup Me­dine'de nazil olan içinde ahkam âyetleri oldukça fazla bulunan Bakara Sûresi'nin tefsirine başlıyoruz. Rabbim kalbimizi ve dilimizi açsın, öğ­renmek, amel etmek ve öğretmek nasib etsin. Amin.

Sûrelerin isimlerinin manası vardır, ama genelde bütün dillerde terceme yapılırken isimler terceme edilmez. "Ali" adı yüce diye "Mustafa" süzülmüş, arınmış diye, "Mahmut" ismi öğülmüş diye terceme edilmediği gibi Bakara Sûresi de inek sûresi diye terceme edilmez.

(1) Elif Lam Mim. Kur'ân-ı Kerîm'in yüzondört sûresinden yirmi dokuzu bu tür harflerle başlar. Bu harflere "Hurufu Mukattaa" denir. Yir­mi dokuz sûrenin başında gelen bu harfler 14 tanedir.

Kur'ân veya Rasûlullah tarafından bu harflerin mânâsı bize bildirilmediği için biz de bu konuda bir şey demiyoruz.

Bazı tefsirlerde elif: Alâüllah, lam: Lutfullah, mim Mecdullah şeklin­de tefsir edilmiştir.

Elif, boğazdan çıkan harflerdendir. Lam, ağzın ortasından çıkan harf­lerdendir. Mim de dudaktan çıkan harflerdendir. Yani en derinden en uca kadar bütün harfleri temsil ederler.

Sûreye bu tür harflerle başlanması Arap edebiyatçılarına meydan okumayı da içermektedir. "Kurân-ı Kerîm'i Muhammed'in kendisi uydu­ruyor" diyen kâfirlere "buyurun bu Arapça sizin diliniz. Bu Kur'ân bu elif, lam, mim, sad, nun, kaf, ha, ta, ayn, sın, ra,... gibi harflerden meydana gelmiş, ana malzemesi elinizde, siz de bir sûre getirin" anlamınadır.

Bu sûrenin üçüncü âyetinde bu meydan okuyuş apaçık yapılmakta­dır.

Tabiat kanunlarının her biri Rabbimizin âyetleridir. Bunlara tekvini kanunlar diyoruz. Bir çiçeğin açmasında, bir böceğin uçmasında bir çok kanunu ilahi çalışmaktadır, İnsanoğlu bu kanunları keşfeder, elementleri bulur ama bir çiçeği yoktan var edemez.

Rabbimizin teşrii kanunu olan bu Kur'ân âyetlerinin lafızları da bize 29 harfin bir araya gelmesiyle ulaştırılmış. İnsanoğlu bu harflerin hepsini sayar, yazı kanun ve kurallarını da bilir ama, elementlerden bir çiçek ya­ratamadığı gibi bu harflerden de bir âyetin benzerini getiremez.


(2) İşte Kitap Budur:

Bundan başka doğruyu gösterecek kitap yoktur. Hatırlanacağı gibi Fatiha Sûresi'nde "Bize doğru yolu göster" diyorduk işte o doğru yolu gösterecek olan kitap budur! Bunun dışında buna zıt bütün kitaplar de­ğersizdir, günlük, haftalık, aylık, senelik veya klasik kitaplardır.

Bu kitap ise Hak'tan geldiğinden içindekiler değişmez hakikatlardır. "Onda hiç şüphe yoktur"

Allah'dan geldiğinde hiç şüphe yoktur. Doğruluğunda şüphe yoktur. Doğru yola götürür bunda da hiç şüphe yoktur. Günümüz düşünürlerinin siyasî, iktisadî, hukukî görüşlerinin doğru olma ihtimali de vardır, yanlış olma ihtimali de vardır.

Doğruluk veya yanlışlıklarını zaman apaçık bir şekilde ortaya çıka­rır. İnsanların görüşlerinin doğru yada yanlış ihtimali olduğundan zan ifade eder. Allah (c,c.) Kur'ân'a uymayanların zanna uyduklarını zannın da gerçeğe ulaştırmadığını haber verir.

Günümüzün yazarlarından bir kısmı kendi açısından haklı olarak "Ben her fikre saygı duyarım" demektedir. Kendi fikrinin zamanla tutar­sızlığını anlayınca bu sözü söyleme mecburiyetinde kalıyorlar. Bu tip insanlar bir tek Allah kelamının haklılığını inkar edebilmek için, beş mil­yar insanın haklılığını kabul etme zorluğuna katlanıyor ama beş milyar insana da saygısız oluyorlar.

Biz doğruluğunda şüphe olmayan bu kitaba iman ettikten sonra bu kitaba ters düşen hiçbir fikre, görüşe, kanuna saygı göstermeyiz. İnsana saygımız vardır ama insanın ürettiği imansızlığa ve isyana saygımız yok­tur.

Bu Kitap Müttekilere Yol Gösteren Bir Kitaptır.

Takva: Pıtrak dikeninin çok olduğu bir yerde ayakkabı olmadan yürürken insanın ayaklarına diken batmaması için bütün vücudu dikkat ke­silir, vücudunun her parçası göz olur ya işte bu dünyada elini, dilini, beli­ni, gözünü, gönlünü, kulağını, ayağını haramlara dokundurmadan ömrü­nü geçirmeye takva denir.

Şirk'den sakınıp iman üzere olmaktır takva. İsyandan sakınıp itaat üzere olmaktır takva...

Her işinizde Allah'ın rızasını aramak için Allah'a layık bir kul olma­ya çalışmaktır takva.

İçini Hak için şirkten, yalandan, kinden, iftiradan, hasetten, gıybetten arındırmak, süslemek; dışını halk için süslemektir takva.

"Allah takva üzere olanlarla beraberdir. "

Eğer bana reis-i cumhur veya genelkurmay başkanı bir kart gönderse ve "seninle beraberim işte özel telefonum, istediğin zaman ara" dese be­nim konuşmalarım belki biraz daha açık ve net olur.

Halbuki beni karakola götürseler bu kart sahiplerinin haberi olmaz.

Bana o karakoldakiler telefon ettirmeyebilirler. Halbuki Allah (c.c.) "Her nerede olursanız olun O sizinle beraberdir" buyuruyor. K. Kerim, hadid telefon etmenize gerek yok. O'ndan güçlü olan da yok. Onun için takva üzere olmak demek düşmana karşı güçlü olmak demektir.

Takva üzere olana Allah (c.c.) iyiyle kötüyü ayırt etme özelliği verir işlerini kolaylaştırır, her sıkıntılı işine bir çıkış yo­lu verir, hiç hesap etmediği yerden rızıklandınkr.

Takva üzere olan korkmaz ve üzülmez. Takva üzere kuru­lan Küba Mescidi 1400 seneden beri devam ettiği gibi takva üzerine ku­rulan ve takva üzere devam eden devlet de yıkılmaz.

Çünkü takva üzere kurulan devlette her mütteki insan kendisine veri­len görevi yerine getirdikten sonra da 24 saat her halinde o takva üzere kurulmuş devleti çalıştırmak, çalışmasını engelleyenlere karşı koymakla kendini görevli bilir.